Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-19 10:24:05

Description: Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Search

Read the Text Version

kıpırdarken... Sıra yavaşça sallandı. Başını yançevirip baktı. Kasketli, atkılı, kırışık yüzlü yaşlıbir adam sıranın kıyısına oturmuş bir şeylermırıldanıyordu: '... ah... yok... kuşlardan.' Bir elibacaklarının arasındaki bastondaydı. Boş sıralardururken ne vardı buraya oturacak...— Efendi oğlum, af buyurun, sigaranızbulunur mu? Evde unutmuşum ben.Paketi çıkardı, uzattı; kendisi de aldı. Birkibritle ikisini de yaktı.— Sağolun. Yabancı mısınız?— Efendim?— Yabancı mısınız? İş günü de ondansordum.— Hayır. İzinliyim, pazara bitiyor.— Nerede çalışıyorsunuz?— Nüfus'ta.— Çok iyi. Benimkiler okumadı. Büyüğünübiz okutmadık, baba mesleğini tutsun diye; amaküçüğü için çok uğraştım; bi türlü okumadı.Şimdi ikisi de leblebici. Sigarayı yakarken

gözüme ilişti, parmağınızda siğil var. KunduracıHikmet Usta'ya okutun, hemen geçer. Bir deküçük hayıt çubuğu götürün giderken.Kunduracılar çarşısında dükkânı; kime sorsanızgösterir. Babası Ramazan Usta da okurdu siğile;arkadaşımdı. Kimlerdensiniz siz?Bir şey uydurabilirdi gene; Adana'dan burayageldiklerini söyleyebilirdi. Tanıyacak mıydı?— Keçecilerden, dedi.— Sahi mi? Yangın'dan sonra İzmir'egöçtükleri, konağın otel olduğu söylendiydi.Demek siz... Faruk... Faruk Bey, af buyurun,kendini asmış dedilerdi de şaşmıştım. FevziyeMektebi'nde birlikteydik çocukluğumuzda.Yakınımda otururdu sınıfta ama pekkonuşmazdık. Ötekilerle de pek iyi değildi arası.Misçi Kerim'in Cevdet gibi onu da arabaylagetirip götürürlerdi. Sabahları avluya toplanıpbakardık. Hiç unutmam: kapalı, pencereleri, tekatlı bir araba; sırma püsküllü fesiyle arabacı.Araba gidince çekingen, başı eğik girerdiavluya. Bizden büyücek birkaç oğlan bağrışırdı:'Çalıma bak.' 'Gömleğinin yakası, çekilmiyor

cakası' falan. Bir kıyıya çekilirdi. Ders aralarındaittikleri, çelme taktıkları da olurdu. Hocayasöylemezdi. Bir gün irice bir oğlan itmiştiarkasından; birden dönüp boynuna atıldı; zorlaayır...— Boynuna mı atıldı? Nasıl, anlamadım.— Birden dönüp üstüne atıldı; yere yıkıldılar.İki eliyle boynunu sıkıyordu; asıla asıla aldılarüstünden.— Bıraksalar boğar mıydı?— Bilinir mi... Af buyurun, Faruk Bey neyinizolur sizin?— Dayım. Haşim Bey'in ortanca kızınınoğluyum.— Kızlara pek bir şey kalmazdı eskiden.Haşim Bey'i hiç görmedim; ama Rüstem Bey'ibilirim. Yakışıklı adamdı. Hekim Stavro'nungenç karısıyla söylendiydi. Kimi zaman kendisigelirdi dükkâna çerez almaya. Leblebiyi çiftekavrulmuş istemezdi. (Sigarasını yere bıraktı;ayağıyla ezdi. Karşı sıraya kahverengi paltolubir genç kızla ince bir oğlan oturdu. Uzun

kayışlı yol çantalarını yanlarına koydular. Oğlankolunu kızın boynuna attı.) Ölmüştür, değil mi?— Efendim? Kim dediniz?— Rüstem Bey öldü mü, dedim.— Evet. İzmir'de öldü. Oğlu İstanbul'da,doktor.— Yangın'dan sonra dağıldılar çoğu. Bizim evde yandı ama ben ayrılmadım. Köylüler ekmekgetirirdi arabalarla. Hanlara, hamamlara,camilere, yanmamış evlere, kaçan, öldürülenyerli rumların evlerine, bağ damlarına, çadırlaradoluşuldu. Yangın yerlerinde derme çatma evleryapılıyordu. Yanmıştık ama iyiydik, sağdık,kurtulmuştuk. (Kucağında ağlayıp tepinençocuğuyla bir kadın geçti önlerinden. Karşıdakioğlan sıranın üstünden uzanıp mersinlerinkıyısından sarı bir kasımpatı kopardı; kızaverdi.) Eskisi iki katlıydı; genişçe bir avlusuvardı. Çocukluğumda kalabalıktı evimiz: anam,babam, dedem, ninem, teyzem, iki ağabeyim, ikikız kardeşim. Babam iç güveysi girmiş eve;leblebici Hafız'ın küçük oğluymuş. Anamınbabası kasaptı. Çok kıskançmış gençliğinde;

dükkânda et doğrarken karısı aklına geldi mi'Dönerim şimdi' dermiş çırağa, sokağa fırlarmışbelinde önlük, elinde satır. Kapıya yüklenipsoluk soluğa girermiş avluya. Bi gün ninemelinde yemek tenceresiyle mutfaktan çıkarkendedem avluya dalınca, şaşkınlığındanayakyoluna girmiş, tencereyi tahtaların üstünekoymuş. Dedem ağlamış ya elinde değilmiş.'Ödüm patlayacak bigün' dermiş ninem. Sonraanlaşıp boşanmışlar; gene aynı evde otururlarmışiki kızlarıyla. Hep baş örtüsüyle inerdi sofrayaninem. Bize ayrı sofra kurulurdu. (Üç öğrencigeçti önlerinden itişerek, koşarak, gülüşerek.Uzaktan park bekçisi bağırdı.) Büyük ağabeyimboğazına düşkündü. İyice bir yemek ya da tatlıoldu mu, ara sıra, azalmaya başlayınca, afbuyurun, sahana tükürürdü. Biz bağrışıpçekilince öteki sofradaki büyüklerin 'ayıp'larına,'pis'lerine aldırmadan çabuk çabuk yerdi.Savaştan döndüğünde anlattıkları çoğu nasıl açkaldıkları, nasıl tavuk, koyun, keçi çaldıkları,neler yedikleriydi. Seferberlik'te Hicaz'agönderdilerdi; gelince adı Hacı Şerif oldu. Hacıya, af buyurun, içkiye, kumara dadandı;

dükkâna uğramazdı pek. Yunan'ın gelişinden azsonra bigece kumar masasında Karakız'ın İbramsırtından bıçaklamış. Öteki, Hasan ağabeyimEnver Paşa'nın Sarıkamış saldırısında kaldı.Üçümüz de evliydik Seferberlik'te; aramız ikişeryaştı. Üç yüz sekizliyim ben; ama evden ikiasker çıkınca beni almadılar. Zayıfçaydım da.(Karşıdaki kız bacak bacak üstüne attı.Ayakkabıları topuksuzdu.) Dükkânda yalnızdım.Günaşırı büyük kömür maltızının üstündekiyayvan bakır tavada leblebiyi mafrakla karıştırıpduracaksın. Yazları daha da güçtür. Yanındapeşkir vardır terini silmek için. Gene de arada birburnunun ucundan, af buyurun, cızz diyedamlar kızgın tavaya. (Karşıda, kurtuluş anıtınayakın sıraya genç, esmer bir kadın oturdu.Eteğini aşağı çekti; kara çantasını dizlerininüstüne koydu. Birine benziyordu ama saçlarıkızılımsı karaydı bunun.) Çırağa güvenilmez;yakabilir. Babam çoktan ölmüştü. Hasanağabeyimi aldıklarından az sonra anam da öldü.(Bastonuyla oturduğu yerin sağını gösterdi.)İkisi de şurada gömülü, yan yana. Çiçeklerigörüyor musunuz? Daha bakımlı, değil mi?

Kendim bakarım onlara; bekçi tanıdığımdır. Hergün gelirim; yağmur yağsa bile. Oturduğumuzsıra neden şu gençlerin oturduğu sıranın tamkarşısında değil dersiniz? Bakın, ötekilerin hepsikarşı karşıya. Bu da öyleydi. Burayı parkyaptıklarından sonra sıralar geldiğinde şuraya,anamın babamın yattığı yere koymuşlardı bunu;dört ayağından demir kazıklarla çakmışlardı.Bekçiye koştum. 'Benim elimde değil' dedi.Banka müdürü 'Biz sıraları Belediye'ye verdik;onlar bilir' dedi. Belediye'de ParklarMüdürlüğü'ne gönderdiler. Müdür yokmuş;ertesi gün gidip anlattım. 'Sıralar karşı karşıyakondu; düzeni bozamayız' dedi. 'Beş adım yanaçekilsin; af buyurun, o da bir düzen' dedim.Yalvardım, dört adım dedim. Olmaz diyordu.(Karşıda soldaki sırada oturan kadını tanıdı.Arada otele bir erkekle gelen kadınlardanbiriydi. Genç kızla oğlan kalktılar; çantalarınıalıp kol kola doğu kapısından yana yürüdüler.)İki gün sonra Belediye başkanının yakını birarkadaş gidip onunla konuştu. 'Bir dilekçeversin' demiş. Yazdırıp götürdüm. Ertesi günkapı yanında beklerken, öğleye doğru odacı bir

kâğıtla geldi. 'Bekçiye verilecek bu' dedi.Birlikte gittik. Kâğıtta Kurtuluş Kapısı'ndanalana giden yolda soldan dördüncü sıranın üçmetre öteye, alana doğru aktarılması, masrafındilekçeyi verenden alınması yazılıydı. Bekçiyledemir kazıkları söktük, sırayı getirip burayaçaktık. (Zebercet'in sağ bacağına, dizine doğruyukarıdan cıvık bir kuş pisliği düştü, yayıldı.Başını kaldırıp baktı; bir kumruydu. Yaşlı adamtelâşlandı; suç kendindeymiş gibi 'Ah, afbuyurun' dedi; bastonunu sallayıp kuşu kovdu.Mendilini çıkardı ama Zebercet bırakmadı, kendimendiliyle sildi pisliği. Önlerinden geçen bıyıklı,irice bir adam kızılımsı kara saçlı kadınınkarşısındaki sıraya oturdu.) Sizin ölüleriniz de,Faruk Bey...— O burada gömülü. Sizinkilerden hiçkendini asan oldu mu?— Ah, hayır. Olmadı.— Ya birini öldüren?— Yok hayır.— Benimkilerden biri gerdek gecesi karısını

boğmuş.— Gerdek gecesi mi? Neden?— Nedenini kimseye söylememiş. Duruşmadaçok üstelemişler, söylememiş. Belki nedeniyoktu; ya da bir yığın nedeni vardı dabilmiyordu. Sonunda asılmış.Yaşlı adam hapşırdı. Mendilini çıkarıpburnunu sildi. Atkısını düzeltti. Parkınyakınındaki camilerde ezan okunuyordu.Bastonuna dayanıp kalktı.— İkindi okunuyor. Af buyurun, başınızıağrıttım. Gene görüşürüz belki. Sabahlarıdükkâna şöyle bir uğrar sonra damacılarkahvesine giderim çoğu. Bir çayımı içersiniz.Postane sokağında, büyük fırının yanında;paytonlar durur hani. Neyse, hoşça kalın.— Güle güle efendim.Adam ağır ağır kuzey kapısına doğru yürüdü.Sırtı eğikçeydi. Sağında, mersinlerin dibindekion bir ay gülleri, kasımpatları, zambaklar dahabir gürdü; çam yaprakları arasından sızan güneşışınları vurmuştu üstlerine. Dönüp kadına

bakınca göz göze geldiler; kadın birden başınıçevirdi. Dudakları, gözleri boyalıydı. Doğukapısından yana bakıyordu. Bir erkeğibekliyordu belki, ya da bir erkek. Kollarında,bacaklarında bir gevşeme duydu. Sağbacağında, dizine yakın, ütü çizgisindekumrunun pislediği yerde belli belirsiz bir aklıkvardı. Ovuşturdu, bir daha sildi. Kara çoraplı, akyakalı iki kız öğrenci geçti önünden gülüşerek.Solundaki sırada oturan bıyıklı adamarkalarından bakıyordu. Kadının ayakkabılarıvişneçürüğüydü, topukluydu; bacaklarıdolguncaydı. Dizlerinin üstündeki çantasını açtı;içine bakıp karıştırdı, kapadı. Aradığını(\"Mendil? Sakız? Ayna? Saat?\") bulamamıştıanlaşılan. Nasıl yaklaşılırdı bu kadına, nedenirdi? \"Merhaba bayan... bayan? Hayır.Merhaba, çoktandır görünmüyorsunuz.Merhaba, görüşmeyeli nasılsınız? Merhabaefendim... efendim. Merhaba, ne güzel gün değilmi? Merhaba burda mıydınız siz? Çoktandırgörmedim de. İyi günler, neredeydinizçoktandır? Merhaba, beni tanıdınız mı? İyigünler, beni tanıdınız mı? Aa, siz miydiniz, ne

iyi. Merhaba, yalnızsınız demek. İyi günler...Sonu bulunur mu bunların? Biri söylenecek.Gidebilir, ya da bir başkası...\"Kalkıp kazağını çekti; ceketini ilikledi,yürüdü. Kadın dönmüş ona bakıyordu; yüzüsolgundu. Yakınında durdu.— Merhaba, beni tanıdınız mı? dedi.— Hayır, nerden tanıycam?— Otelciyim ben; İstasyon'a yakın. Hani arasıra gelirdiniz... biriyle.— Aa, evet. Çok değişmiş yüzünüz.— Bıyığımı kestim de...— Otele ne oldu? Geçen hafta bigece geldim;kapalıydı.— Damı aktarıldı. Boyacı da girecek. –Yutkundu– Benimle gelir misiniz?— Bugün olmaz; gelemem.— N'olur gelin. İstediğiniz...— Bugün olmaz dedim.

— Niye rahatsız ediyorsun bayanı ulan?Bedeni gerildi; yüreği çarparak döndü: karşısıradaki bıyıklı adam gelmiş yanında duruyor,dik dik bakıyordu. Kadın cırlak ama alçak birsesle:— Sana ne be, işine gitsene sen, dedi.Adam şaşırdı; bocaladı:— Şey... bunu... şey sandım. Seni...— Deminden beri bozuluyorum zaten sana;öküz gibi...— Kızmayın canım, ben...— Bir tanıdıkla konuşulmaz mı şurda? Bas githadi; bağırırım bekçiye.Adam dönüp uzaklaştı.— Of be, efelik edecek aklınca, dedi kadın.Sesi düzelmişti. Zebercet kıpırdadı;parmaklarını açıp kapadı; öksürdü.— Oturmayın burada; gelin benimle, otelegidelim, dedi.

— Şimdi olmaz. Birini bekliyorum; nerdeysegelir. Sen git yarım saat sonra gelirim ben.— Gelir misin? Yarım saat mı?— Yarım saat, bilemedin üç çeyrek. Hadi gitartık, durma.Otele gelince merdiven altından borusuz gazsobasını çıkarıp odaya götürdü. Ilıktı içerisi; amakadın isterse yakarlardı. Pencerenin sağındakiküçük kapıyı, eskiden yalnız bu oda içinyaptırılan özel ayakyolunun kapısını açtı.Yüzünü buruşturdu. Ankara treniyle gelen kadıngittikten sonra burasını kimse kullanmadığınagöre onun bıraktığı kokuydu bu; sifonunzincirini çekmemişti demek. \"Eh, işte... ya osabahki koku.\" İşedi; zinciri çekti. Odanınpenceresini açıp bir süre içerisini havalandırdı.Parktaki kadının yüzü (\"Burnu belki, dudakları\")ötekini andırmıyor muydu? Karyola demirindeasılı havluyu alıp katladı; başucu masasınınçekmecesine koydu. O geceden berikullanmamıştı; dün gece ölünün altındaki odadayatan erkekle kadını düşünürken, kurarken bir

ara doğrulmuş, ama almamıştı havluyu; yorganıbaşına çekip yatmıştı gene. Pencereyi, perdeyikapadı. Gece lambasını yaktı; salona çıkıpköşedeki koltuğa oturdu. Sigarasını yakarkenyoldan hızla geçen bir araç camları titretti.Küllük neredeyse doluydu. Beş gündür çoğuzaman burada oturmuştu. Gene başlayacakmıydı? Başını salladı. Parmağını masanınüstünden geçirdi: tozlucaydı. Kalkıp küllüğüsepete döktü; masayı sildi. Demir kasanınüstündeki çalar saatin yüzünü kendinden yanaçevirdi. Gelirken çarşıya, bir saatçiye uğramayıunutmuştu. Salon oldukça aydınlıktı daha; amaışıkları yakıp yerine döndü. Ara sıra dışarıdan,kaldırımdan geçenlerin ayak sesleri geliyordu.Ağzı acıydı, kuruydu. Geğirdi: \"Bu pişmişlahana kokusu...\" Yutkundu; sigarayı küllüğebastırdı. Kadın da içiyor muydu acaba? Sesibiraz pürüzlüydü. Yarım saat, bilemedin... Saatebaktı: beşi çeyrek geçiyordu. Gelmeyebilirdielbet; beklediğiyle buluştuysa, bir yere gittilerse,adam bırakmıyorsa. Dizleri yuvarlaktı. Yatağınkıyısına oturacaktı, kara kazağının göğsükabarık. \"Çay ister misin? Çay yapayım mı? Çay

içelim mi? Çay...\" Bir arabanın gürültüsüuzaklaşırken duyduğu ayak sesleri kapınınönünde kesildi. Koltuğa tutunup doğruldu. Girenyoktu. Kapıya koşup dışarıya baktı. Sağda,ileride başı örtülü bir kadın gidiyordu. Kıvırcıksaçlı bir genç geçti kaldırımdan başınıçevirmeden. Gelmeyecekti anlaşılan. Nebekliyordu bu kadından, ya da bir kadından?Yüksek sesle 'Canı cehenneme' dedi.Işıkları söndürüp sokağa çıktığında havakararmıştı. Börekçi fırınının karşısındaki dörtköşe taşlar döşeli, iki yanı ağaçlı yoldan çarşıyadoğru yürüyordu. Çarşamba gecesi soğukdemircide çalışan oğlandan ayrıldıktan sonraotele döndüğü yoldu bu. Elini sağ cebine soktu;o geceden kalan iki kestaneyi avcunda sıktı:soğuktular, katıydılar. Çıkarıp attı. Kavşakta, bolışıklı caddenin ötesinde büyük iş hanınınönünde, oğlanın durup gülümsediği, belki deçağırmasını beklediği kaldırımda kuruyemişçiler, şamtatlıcısı, kestaneciyerlerindeydiler gene. Karşıya geçip kasketli,yuvarlak yüzlü, sarkık yanaklı kestaneciyeyaklaşırken durdu. Kestaneci başını kaldırmış

ona bakıyordu. Mangalın kıyısında kabuklarıyarılmış, kızarmış kestaneler diziliydi. Birkıvılcım sıçradı. Canı pek istemiyordu amakabuklarını soydurup biraz alsa belki...Kestaneci bağırdı:— Ne dikildin orda ulan, yol üstünde maşatlıktaşı gibi. Bas git hadi!Birisi güldü. Zebercet birden dönüp kaldırımboyunca yürüdü. \"Maşatlık taşı...\" Kollarınısilkti; yanaklarını ovuşturdu. \"Taş gibi miydimgerçekten?\" Önemli olan adamın benzetmesideğil aşağılayıcı davranışıydı. O anda neleryapılmazdı bu kabalığa karşı. Oysa kaçmıştı işte;olanakların en kolayını seçmişti bilmeden. Başkabir durumda kaçmak gereksizdi. Nereye gitseardından geleceklerdi; Halil Onbaşı'nın köyünebile. Ne yapardı orada? Beş gündür, özelliklebugün olanaklarda bir azalma olmamış mıydı?Kaçmayacaktı. Durumunu başkalarının yargısınabırakmayacaktı. Başka olanaklar da vardı elbet.Kestaneciyle bile. Şimdi de. \"Gidip önündedurulur maşatlık taşı sensin ulan maşatlık taşıbabandır ulan

anandır ulankarındırkarım değil bir kadınleşleş heriflop incirpelte surata çıfıtmaşatlığa gömerler senigeberince ardından bir çiftetelli oynar karınbir kadın sessiz çok uyurdu gaz ocağıpatlamıştırmangalına bir tekme atılır kestaneler ateşleryayılırtavanarasına gaz döküp odasına gaz döküpbir kibritfırlayıp üstüme atılırbaşkaları karışır gene sorgular polisler savcıyangında sen neredeydin kokuyu duymadın mıyatıyordum

yere yıkıp boğazıma sarılırgeceyse yalımı gündüzse dumanı bir görenolur yangın vaaarkestane alacakmış gibi yaklaşıp suratına birtokatyandan yaklaşıp suratına bir tokatyandan yaklaşıp ensesine bir tokatyangın vaaar doluşurlar içeri ölüyü bulurlarsorgular sorular cezaevi.önünde durup eski cezaevinin büyük kapısıardında demir parmaklıklarda solgun elleriLütfi'ydi adı evet Lütfiye Molla kızınıdoğurduktan sonra kırkı çıkmadan ninem lohusayatağında ölünce anamı emzirmiş süt anasıymışönünde durup öteki suçlularla hep bir yerdesövülebilir onlar da sorarlar elbet nedenöldürdün onu elimde tırnak çakısıyla kimseyesezdirmeden avluya bir çukur kazıp arkasındanyaklaşarak ensesine saplanabiliravluya olmaz bodruma kazıp bir gece ölüyüağır ağır merdivenlerden sürüklerken başından

tutup çekersem ayakları ayaklarından tutarsambaşı basamaklara vura vura indirirken birgören olmasa bile kadını köyden bir yakınıararsa polise giderse ararlarsa bakkal tanıklıkedebilir dayısı öldüğü için köyüne gittiğinisöyledi bana der başka yere gitmiş demek öylemi koltuk altlarına kızgın kestane koyun tırnakçakısını saplamak için arkasından yaklaşırkenbirden dönebilirsorgular duruşmalar yirmi sekiz Kasımabırakıldı yirmi sekiz Kasıma demek tuhafuzatırlar bir anlamı var mı yargıç banasöylüyordu sanki götürün şunlarıkestanelere bir avuç kum atılabilir kumuDomuz Deresinden alırızdomuza benziyorsun seneşeğeöküzeineğekatıramaymuna

ayıyasu aygırınahamamböceğinesıçanaköpeğeçakalaçakalın üstüne atılıp boğmuş dayısı söylüyorçakallara yedirmem kısrağımı demiş dayımboğar mıydı bıraksalar bilinir mi sonuna dekgitmekten korkar mıydı korkmamış olanaklarınsonuncusuna varınca kendini asmasaydı şimdiburuşuk yüzü sırtı eğik bastonuyla parktaki yaşlıadam gibi çok güzelmiş on dokuzunda terzileryalvarırmış giysilerini dikmek için ak ketendengiysileri varmış üstünde merdiven boşluğundaayakkabılarından birkaç karasinek erkek sinekkondurmamış kızının üstüne de iyi halt etmişkestaneci tırnak çakısını görüncetırnaklarını kes nasırım çok yürüdüm bugünyarın kunduracı Hikmet Usta'ya gidipönünden

yanındanarkasından yaklaşarak bir tokatta kasketinimangala düşürebilirim.anahtar evet cebimde ötekiler konağı unuttubir ben kaldım hurda ölülerle parktaki yaşlıadam güneşliği eğriceydi kasketininyaklaşarak başından kasketi alıp atılıratmıştım tavanarasının penceresindencaddeye düşmüştü ertesi sabah çöpçü almıştırordan araba çarptı sanmıştır adı ne bunun ahyok Karamık koyalım mı adını sabahki polisdeğil mi şu gelen\"(Birden, geriye dönünce bir adamın kolunaçarptı. 'Af buyurun' dedi.)\"Af buyurun yabancı mısınız hayır evetyabancı gibiyim gelip geçenlerden bir tanıdığımara sıra konuşulacak bir yakınım mı var burdadamacılar kahvesine gitmeli bir sabah belindekasap önlüğü elinde satırla sokakta koşarkengörenler güler miydi kaçışır mıydı avluyagirince ninesi ayakyoluna koymuş yemektenceresini kaçamak kokmaya başlamıştı kaç

gün dayanır Emekli Subay'ın kızının iki haftadaçıkmış kokusu apartman katıymış tavanarasıserin önümüz kış en azından üç hafta dayanılırmı kütüğün üstünde satırla et doğrarken karısıaklına gelince bir testere almalı kemikler katıdırdemir testeresi almalı soğuk demircilerdebulunur belki Ekrem'e ayırmıştım kestaneleriarkasından yaklaşıp beline bir tekmeensesine bir yumrukensesinden mi kesilir başıyandan kaval kemiğine tekmeyleönce ayakları tabanları karamsı ayaklarınıyıkasana yatmadan kalçalarına varınca kim bilirkaç parçada kolları iki hayır üç parça kanıdonmuştur bedenindeki etler keskin bir bıçaklasıyrılır her gün birkaç saat arayla bir parçasınıkâğıda sararak sundurmanın altına götürüpocakta çamaşır suyu kaynattığı kazanın altındayakarken kokuyu duyan olsa bile birisi yemeğindibini tutturmuş\"Başını salladı. İş hanına yaklaşmıştı. \"Bir yansokağa sapılabilir gidip af buyurun bey kardeşim

demin gereksiz yere karşınızda durdum denebilirhiç bir şey olmamış gibi o yana bakmadan geçipgidilebilir.\" Şam tatlıcısının, kuru yemişçilerin,kestanecinin önünden başını çevirmeden geçti.'Yuh ulan!' diye bağırdı kestaneci. Dönüp baktı:kestaneci ona değil, birbirini itekleyen,şakalaşan iki kuru yemişçiye bakıyordu sırıtarak.Bankaları geçip alana varmadan sağa saptı;geçen hafta üst üste iki gece geldiği içkiliaşevine girdi. Masaların çoğu boştu ama kapıyayakın sağdaki küçük masada kısa saçlı iki gençvardı. Buzdolabının önünde iri burunlu, sarkıkyanaklı adam her akşam buradaydı anlaşılan.Kapının solundaki, o gece yeleği altı düğmeliadamın oturduğu masaya gidip yüzü sokağadoğru oturdu. Arkasındaki masada biri gözlüklüiki adam vardı. Garson yanında durdu.— Buyurun.Rakı, şiş, patlıcan tava istedi.— Patlıcan bulamadık bugün abi. Favamıziyidir; vereyim mi?— Peki, ver.

Arkasında, yakınında bir ses İzmir'de ayaktaiçilen bir tektekçinin patates köftesini övüyordu.Yarım şişe rakıyla favayı getiren garsonaçarşamba gecesi polisle bekçinin elinden kaçangencin yakalanıp yakalanmadığını sordu.— Bilmem; duymadım. Peynirle kavun istermisiniz?— Hayır. Portakal getir, soyulmuş.Uzunca ufak bardağa rakı koydu; iki yudumiçti yüzünü buruşturmamaya çalışarak. Günlerdirkafasında, yüreğinde gittikçe artan ağırlığı birazolsun azaltır mıydı bu? Arkasındaki iki adamınkonuşmalarını kesik kesik duyuyordu; 'İlk üçhaftası... dayanılmaz gibi geliyor... günler...alışıyor sonra... düşlerde bile çıkılmıyor dışarı.''... yararlanmadın mı?' 'Hayır... tutmadı... iki yılgünü gününe...' '... olmadı mı?' 'Oldu ama...güvensizlik, kuşku, yalan... hiç yalnızkalınmıyor... arada isteniyor... bir yakınlık,sıcaklık.' Garson soyulmuş, dilimlenmişportakallarla şişini getirdi. Gözleri çakırdıbunun; elleri esmer değildi. 'Esmer elliler iyiyüreklidir, der bir arkadaşım.' Babasıyla eski

anıtları görmeye gelen uzun boylu genç kızikinci gece çay içerken bisikletini özlediğinisöylemişti. Adını Düldül koymuş. 'Nerdeyseyemleyip sulayacaksın' demişti babası. HaşimBey'in büyük kızı Meserret Hanım'ın yananeşeğinin adı da Düldül'müş. Duvarda asılıresimlerin birinde Fatih'in deniz üstünde sürdüğükabarık sağrılı (Fatihli'ye gözü kayınca başınıeğerdi) başı eğik, uzun boyunlu kır atının adı daDüldül müydü acaba? Fatihli'nin Serdardı.Kendini o kadının dönüşüne hazırlarkendüşünmüştü: 'Göbek adım Serdar' diyecektisorunca. Soğuk demircide çalışan oğlansorduğunda sigarasını yakmıştı önce. Buradançıkınca soyulmuş kestane alıp horoz dövüşünegidebilirdi. Boş bardağa şişede kalan rakıyıdöktü; gözlerini kısıp boğazı yana yana yarısınadek içti. Bardağı bırakırken masa eğrilir gibioldu. Sandalyeye yaslandı. Arkasındakikonuşmayı daha açık işitiyordu: '... adamıymış.Öteki ölünce bu Nazlı İbo başlıyor aynı evdekumar oynatmaya. Çakır Hasan sık sık gidermişbu eve; çoğu zaman ütülürmüş. Bir gecebüyücek bir para kazanıyor. Nazlı İbo birazını

veriyor paranın, üstünü sonra alırsın diyor. Sonakalan dona kalır, koca bir tarla parası yedirdimburada, paramı şimdi isterim diyor Çakır,dayatıyor. Dövüp sokağa atıyorlar. Ardınıbırakmıyor; birkaç kere kahvede kalabalıkiçinde alacağını istiyor. Bir gece sokaktaarkasından üç el ateş ediliyor. 'Kimin?' 'ÇakırHasan'ın.' Kurşunlardan biri kaba etinesaplanmış. Hastanede, evde bir ay yüzükoyunyatıyor. Vurulduğunun ertesi günü savcıyaİbo'nun adını söylüyor. Öteki haberim yok falandiyor ama yaralamadan birbuçuk yıl veriyorlar.'Baksana oğlum! Bir küçük şişe daha; bir decacık getir.' 'Çok gelmeyecek mi?' 'De canım, neiçtik şurada.' 'Sonra?' 'Sonra ikimizden biri fazladiyor Çakır. Bir ay yüzükoyun yatarkenkurarmış hep. İyileşince bir suç işleyipcezaevine girmeyi bile düşünmüş' 'Buyurun.Başka bir şey ister misiniz?' 'Hayır, sağol... Şuoğlanın gözleri gibiydi...' 'Çok koymabenimkine; kararımı aştım bu akşam.' 'Decanım...' 'Sıkıntı veriyor sonra; eh, yeter.' 'Peki.Cezaevinde köyden bir tanıdığı varmış; ondanöğrenirmiş İbo'nun durumunu bir aracıyla. Altı

ay geçmiş. İbo'nun başka bir cezaevinegönderileceği haberi gelmiş. Bir gün öncesindensaçlarını, bıyığını kestirmiş; o sabah güneşgözlüğü takıp istasyona gitmiş, beklemiş.Öğleye doğru iki candarma İbo'yu getirmiş ellerikelepçeli; istasyonun polis odasına sokmuşlar.Az sonra Afyon trenine bindirirlerkenkalabalığın arasından yaklaşıp tabancasınıboşaltmış arkasına. Bağrışanlar, kaçışanlarolmuş. Boş tabancayı donup kalan candarmayavermiş. Hemen ölmemiş İbo; ertesi gününakşamına değin cezaevine \"daha yaşıyor,kurtulur belki diyormuş doktor\" diye habergeldikçe iğne üstünde gibiymiş Çakır.Akşamüstü ölüm haberi gelince rahatlamış.Gebermeseydi o vuracaktı beni derdi. Birbaşkasının ölümünü böylesine istemek için...''Astılar mı?' 'Hayır, ben çıktığımda duruşmasısürüyordu daha; savcı ölüm cezası istememiş.''Tasarlanmış bir adam öldürme...' 'Öyle amageçmiş yaralama olayını almışlar göz önüne.''Doğru' 'İçerdeyken bu Çakır Hasan'la bizimArif...' 'Hişşşt!' 'Ne oldu?' 'Yavaş konuş,dinleyen var galiba.' Zebercet masaya eğildi;

soğumuş etlerden birkaç parça yedi. Portakallarekşiceydi. Dövüşe geç kalmıyor muydu?Rakısından iki-üç yudum daha içti. İnsanca biryakınlığa, sıcaklığa...— Oh, canına değsin kardeşim!Kalın dudaklı, pembe yanaklı bir adamkarşısındaki sandalyeyi çekti, oturdu.— Rakınız bitiyor. Biraz da birlikte içermiyiz? Garson!Ne denirdi bu durumda? Doğruldu. Başıdönüyordu; masaya tutundu.— Af buyurun, biryere yetişmem gerek, dedi.— Öyle mi? Yalnız içmekten...Buzdolabına doğru yürürken arka cebindençıkardığı bir kâğıt parayı yaklaşan garsona verdi.— Üstü kalsın.— Sağolun, gene bekleriz.Dışarısı serindi. Bankaların önündeki genişkaldırımda duvar kıyısından yürüyordu. İçcebini yokladı; Tırnak çakısı oradaydı. Bir

portakal kabuğuna ya da balgama basmıştıanlaşılan, ayağı kaydı; düşerken duvarasürtündü, elini yere dayayıp doğruldu. Gelipgeçenlerden kimse gülmedi. Onu görmüyorlardımıydı yoksa? Köşeyi dönünce durdu. Kestaneciyerindeydi, elindeki maşayla kestaneleriçeviriyordu. Başını kaldırmadan 'Kebap!' diyebağırdı. Zebercet titredi; yüzü sarardı. Bireylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse yada bunlara kayıtsız kalabilirse, insanınyapmayacağı şey yoktu. Cebinden bir onlukçıkarıp karşı kaldırıma geçti; kestanecininyanında durdu.— İki liralık çek; irilerinden olmasın, dedi.Kestaneci küçük, askılı terazide kestaneleriçekti.— Kabuklarını soyarsan beş lira veririm.Adam başını kaldırıp baktı. 'Olur' dedi. Kirlitırnaklı küt parmaklarıyla çabuk çabuk soyduğukestaneleri bir kese kâğıdına koyuyordu.Kasketinin kıyıları yağlıcaydı. Ceketi koyuyeşildi; orta düğmesi sallanıyordu. Sac mangaldakızaran kestanelerin arasındaki küçük

deliklerden alttaki korların kızıllığı vuruyordu.Deliklerin birinden bir kıvılcım sıçradı.Kestaneci 'Kebap!' diye bağırdı; kese kâğıdınıuzattı.— Sinemaya mı?Zebercet sol avcunda buruşmuş onluğuverirken 'Hayır' dedi. Kâğıttan bir kestane alıpağzına attı.— Bozdağ malı, iyidir.Adamın verdiği beş tekliği aldı.— Beni tanıdın mı? diye sordu.— Eskiden görmüş gibiyim ya tanıyamadım.Çarşıya doğru yürürken kestaneleri cebineboşalttı; kese kâğıdını buruşturup attı. 'Alığınbiri' dedi alçak sesle. Kepenkleri indirilmişdükkânların arasından geçip ortası ağaçlı uzuncaddeye çıktı. Tenhaydı. Kestaneler ogecekilerden daha iyiydi, pişkindi. Yanındandingin atlarıyla bir payton geçti. Horozcularkahvesi ışıklıydı ama önünde kimseler yoktu.Yaklaşıp camdan baktı: Kahveciden başka üç

kişi vardı; ikisi tavla oynuyordu. İçeri girip 'İyiakşamlar' dedi; o gece öldürülen horozun sıçtığımasanın yanına oturdu; bir orta kahve istedi.Erken miydi daha? Koyu yeşil boyalarıdökülmüş kalın tahta masanın üstünde horozunpislediği yer belli değildi. Tavla oynayanlardanbiri zarlara sövdü; öteki 'Zarların suçu yok' dedigülerek. Kahvesini bitirince fincanı almayagelen kalın kaşlı, dazlak kahveciye para verirkenhoroz dövüşünün ne zaman başlayacağını sordu.— Bu gece dövüş yok; çarşambayla cumartesigeceleri olur.— Öyle mi?— Çarşamba gecesini kaçırmayın; TahsinBey'in yeni horozu dövüşecek. Geçen günDenizli'den getirmiş.Tavla oyununu seyreden adam 'Kaça almış?'diye sordu.— Satılık değil demiş adam önce, nazlanmış;bunun gibisini bir daha bulamam demiş. Olurduolmazdı derken sonunda yumuşamış. Herif bir atparası aldı benden diyor Tahsin Bey.

— Ne adam be!— İlle yenecek.Zebercet kalktı; 'İyi akşamlar' deyip çıkarkenkolunu kapıya çarptı. İnce bir sızı aktıdirseğinden parmak uçlarına. Oğlanı sinemadaarayacaktı. Karnında bir gerginlik, bir sıkıntıbaşlamıştı kahvede otururken; ama ağrımıyordu.Kolkola, ağır ağır yürüyen bir erkekle kadınıgeçti. Karşıdan konuşarak gelen iki gençyanından geçerken biri 'Oh be, sığır sidiğigidiyorsun amca' dedi. Güldüler. Yalpalıyormuydu yoksa? Başını sarstı; hızlandı.Biletini alırken gişedeki adam 'Yeni başladı;iki filim olunca yedi otuzda başlıyoruz' dedi.Merdivenleri kaygan demir korkuluğa tutunarakçıktı. Salona girince biletini yırtan gencin tuttuğusoluk ışıkta ayaklarını sürterek yürüyüportalarda, sıra kıyısında bir koltuğa oturdu.Kalabalık değildi anlaşılan; yanındaki yerlerboştu. Arkasından çıtırtılar, kısık seslergeliyordu. Perdede iki adam yumrukla,tekmeyle, düşe kalka dövüşüyordu. Başıdönüyordu; gözlerini yumdu. Karnındaki ağrısız

gerginlik, sıkıntı gittikçe artıyordu. Çok muiçmişti? Bardakta kalanla yarım şişe rakı...Perdedeki bir çıtırtıyla birlik arkalarda birkaç kişi'Heeeyy!' diye bağırdı. Bunlardan biri o muyduacaba? Dönüp baktı. Yarı karanlıkta belirsizyüzler. Bir ürperme geçti bedeninden;koltuğunda büzüldü. Filimde bir arabanınyanında bir kadınla erkek öpüşüyorlardı.Gözkapakları kuruydu, ağırdı. Kadın 'Ben degeleyim seninle' dedi. Erkek 'Hayır, senitehlikeye atamam' dedi. 'Ya sana bir şey olursa?''Olmaz.' Elini karnına bastırdı; ovdu. Alnıterliyordu. Bir uyuşukluk vardı üstünde. Ekrem'igörse bile ne yapacaktı bu durumda? Gene de'Kötüyüm şimdi; yarın akşam sekizde businemanın önünde buluşalım' diyebilirdi. Uzunsüre tabancalar patladıktan sonra bir sessizlikoldu; biri 'Dur, atlama!' diye bağırdı. Işıklaryandı. Ayağa kalkarken koltuğa tutundu;yanlara, gerilere baktı: Kimi konuşan, gülen,kimi asık, kayıtsız yüzler. Hepsi de birbirine veona benziyordu bunların; kendileri bilmeseler debir insanın yapabileceği her şeyi yapabilirlerdi.Kolları titremeye başladı; gözleri büyüdü.

Kapıya doğru koştu; sendeledi; sıra kıyısındaoturan birine tutundu. 'Ne oluyor be? Pis sarhoş!'dedi adam; itti. Geçide yıkıldı; birkaç kestanedüştü yere. Dizleri üstüne doğrulurken mendiliniçıkarıp ağzına bastırdı. Çenesine bulaşan bu yarıkurumuş nesne parktaki kuşun pisliğiydi.Kusamayacaktı. Mendili cebine koydu.— Ne arıyor bu sarhoş burda?— Leş herif!— Atın şunu be!Ellerini yere dayayıp doğrulurken birisikolundan tutup kaldırdı. Biletini yırtan gençti bu;'Yürü bakalım, gel!' dedi. Oğlana yaslandı;ayakları sürterek, bağıranların, gülenlerinarasından geçip kapıdan çıktılar. Merdivenleriinerken ayağı sürçtü.— Yavaş, sıkı tutun. Ne vardı böyle içecek!— Karnım, dedi.— Ağrıyor mu?— Sımsıkı.Sokağa çıkınca oğlanın kolunu bırakıp duvara

yaslandı.— Araba çağırayım mı? Paran var mı?— Evet, çağır.Yan sokakta duran iki paytondan öndekinebağırdı;— Halil abi, çek şuraya!Dışarının serinliğinde baş dönmesi azalmışgibiydi. Kaldırımın kıyısına yanaşan paytonasendeleyerek yürüdü; oğlanın yardımıyla bindi.— Nereye gidilecek?— Altılambalı'ya, Anayurt oteline.— On lira alırım, şimdi.— Yapma be Halil Abi, dedi oğlan.— Sen karışma; nelerini götürdük biz.Cebinden çıkardığı iki onluktan biriniarabacıya verdi; ötekini oğlana uzattı; 'Afbuyurun' dedi.— İstemez abi.Araba kalkarken parayı yere attı. Arkasına

dayanıp ellerini karnına bastırdı. Kulaklarıuğulduyordu. Niye yavaş gidiyorlardı böyle?Arabacı eşit aralıklarla, alçak sesle 'Deee!' deyipkamçısını şaklatıyordu ama atların ağır tırısınabir etkisi olmuyordu bunun. Ellerinin üstüneeğildi; yavaşça inledi.Otelin önünde arabadan inerken 'Işıklarsönmüş' dedi arabacı. Zebercet üç mermerbasamağı tutunarak çıktı; sigara paketiylesoğumuş birkaç kestanenin altından anahtarıaldı; titreyen eliyle kapıyı açıp girdi. Koldemirini güçlükle vurdu. Karanlıkta odayadoğru yürüyünce salon önce sağa sonra solaeğildi. Kollarını açtı; duvara sürtünerek çöktü.Emekleye emekleye gitti odaya; karyolayatutunup doğruldu; yatağın üstüne devrildi.(Köyden havluyu almaya gelen iki gençyatağın iki yanına geçmişler çamaşır ipininucunu birbirlerine ata ata asıla asıla karyolayabağlıyorlar kirletir misin havluyu diyor sarışıngenç çıkıp göbeğine oturuyor kıçını kaldırıpindiriyor karnının üstüne bağırıyorcandarma çağırıcam

duydun mu lan candarma çağıracakmışduydumçağır bakalım çağırabilirsenSırıtıyor kalkıp inerken soyunmaya başlıyorceketini gömleğini pantolonunu donunu atıyorçırılçıplak Fatihli bu birden kapı açılıyor EmekliSubay giriyor odaya üstünde subay giysileri neoluyor burada diye bağırıyor Fatihli fırlayıpaşağıya atlıyor esas duruşuna geçiyorbuyur komutanımbu ne kepazelik kimsin senAhmet oğlu SerdarHalil Onbaşı götür şunu nöbetçi subayına beşgün katıksız hapisbaşüstüne komutanımHalil Onbaşı Fatihli'yi ite kaka çıkarıyorEmekli Subay gelip oturuyor karnının üstüneçok sağlamsınız diyorbitkinimdeğil değil nasıl oldu sizinki

bilemiyorum ya sizinkieskiden çok bağlıydı bana son günlerde köyegidicem diye tutturmuştuAfrika'da bir köye miöyle sanıyorumçok ağırsınız inin karnımdan lütfenevet gidiyorum kaçmam gerek sizben kaçamam bağlıyım burada ölülere konağaEmekli Subay gidince bedenini saran ipikoparmak için kaslarını gere gere uğraşırkenhavadan bir eşekarısı vınlamasıyla yüzünesaldırıyor kedi)Elleri yüzünde sıçrayıp doğruldu. Yataktaninip karanlıkta karyolaya tutunarak lavaboyagitti; öğürdü. Kusamıyordu. Sol elininortaparmağını ağzına sokup boğazına doğrubastırdı, kıpırdattı. İçi bulanmaya başlayınca birdaha denedi; öğüre öğüre kustu. Karnındakisıkıntı azalmıştı. Ellerini, yüzünü yıkadı;kuruladı. Yatağın kıyısına oturup soyundu.Titriyordu; ayaklarını yıkamadan yorganın altına

girdi.(Süngülü iki candarmanın arasında ellerikelepçeli Ağırceza'nın ardına dek açıkkapısından girerken kapının yanında duran yaşlıbir adam içeri girmek isteyen sinekleri inceliyordişileri bırakıyor erkekleri kovuyor kızıiçerdeymiş bunun diyor biri tahta parmaklıklıbölmede kelepçeyi çıkarırlarken kürsününardında oturan üç yargıçtan ortadaki EmekliSubay gülümsüyor işler tıkırında diyor avukatsandalyesindeki Dişçi Bey dinleyici sıralarındabirörnek giyinmiş kara bıyıklı dört adam gelipelini sıkıyorlar ömrün uzun olsun diyorlaryerlerinize geçin diye bağırıyor Yargıç savunmagünü bugün Avukat ayağa kalkıp çantasındanbirkaç kâğıt çıkarıyor okuyor sayın yargıçlarsonsuz bir boşlukta bir ışık günü öteden işhanının köşesindeki kestanecinin mangalındansıçrayan bir kıvılcım gibi görünen ateşparçasının çevresinde ağır ağır dönen bir toprakyığını üstünde ne yaptıklarını bilmedenkıpırdayan birbirlerini öldürmeseler deöleceklerini bilen sorular soran varlıklardanYargıç kürsüye vuruyor savunmanızı öldürme

hakkı üstüne kurduğunuz anlaşılıyor bu konuburada tartışılmaz burada bir eylem yasaların birbölmesine sığdırılır diyor Avukat elindekikâğıtları çantasına koyup başka kâğıtlarçıkarıyor okuyor sayın yargıçlar durumunu sizinyargınıza getirince savunmasını üstüme aldığımsanığın önce bir erkek olduğunu göz önündetutarak son iki haftalık kesinti dışında on yıldırçoğu geceler olduğu gibi otuz Ekimi otuz birEkime bağlayan çarşamba gecesi bu kolaycauyanmayan kadının odasına girerek onu yarıuyur yarı uyanık soyduktan sonra af buyurunüstüne vardığında Yargıç elini kaldırıyorsavunmanız kadının ölümüyle ilgili anlaşılandiyor evet sayın başkan Emekli Subay oysasanık kadını değil kediyi öldürdüğü içinyargılanıyor deyip göz kırpıyor Avukat elindekikâğıtları çantasına koyup başka birini çıkarıyorbütün olasılıkları olanakları önceden düşünmekyararlıdır deyip okumaya başlarken yeter diyebağırıyor arkalardan biri dayısı bu ayağakalkmış ak ketenden giysileriyle ince-uzun anasıbabası da oradalar ne işin var senin buralardadiyor salon karışıyor Savcı atın şunu dışarı diye

bağırıyor candarmalar kapıdaki adamdinleyiciler koşuşuyorlar kargaşalıkta gürültüdeYargıç'ın sesini açıkça duyuyor yirmi sekizKasıma bırakıldı)Pazar sabahıBedeni, yüzü yana yana, düşlerle,karabasanlarla, çoğu uzaktan yüzüne saldırankedinin uğultulu vınlamasıyla sıçrayarak, dingin,bir şey yemeden, ara sıra birkaç adım ötedekiayakyoluna gittiğinde bol bol su içerek, başı,ayakları büyüyerek yattığı uzun zamanın sadeceiki gün olduğunu iyiliğe döndüğü, gene birdüşle uyanıp alçak sesle 'İyi ya, yirmi sekizKasımda olsun' dediği gecenin sabahı ağır ağırgiyindikten sonra aynanın önünde \"dört ya dabeş günlük\" sakalını dura dura, gücün kesipdokuzu on iki geçe durmuş saatini cebinekoyarak (kasanın üstündeki çalar saat on ikiyesekiz kala durmuştu) serin, kapalı, neredeyseyağacak bir havada istasyona gidip aldığıgazetede '7 Kasım Perşembe'yi görünce

anlamıştı. Kimi ayrıntılar ya da belli bir ayrıntı(28 Kasım gibi) önemsendiğinde, bir kesinlikarandığında (tam bir gün aynaya baktıkçayerinde gördüğü bıyığını bir uzmana götürüşügibi) dolaylı da olsa başkalarının saptamı,tanıklığı gerekliydi. İstasyonun büyük saati onbiri on yedi geçeyi gösteriyordu. Saatinidüzeltmiş, kurmuş; yakındaki bir aşevine gidipyemek yemişti. \"... Ne ölüyüm ne sağım.\"Aşevinin yanındaki kahvenin radyosunda kalınsesli bir erkeğin bağıra bağıra söylediği, çoğusözleri pek anlaşılmayan bir türküdendi bu.Pilavını bitirip kalkmıştı. Paranın üstünü verirken'Hastaneden mi çıktınız?' diye sormuştu aşçı.Dönerken, istasyonun arkasındaki alandansokağa girince ilk çam ağacının gövdesinebabasının çaktığı ya da çaktırdığı, yıllardır busokaktaki berber dükkânından öteye geçmediğiiçin unuttuğu ok biçimi, yer yer boyalarıdökülmüş göstergenin sarktığını, ucunun toprağıgösterdiğini görmüştü birden. Elle erişilmeyecekbir yükseklikteydi. Başını çevirip yürümüş,berbere görünmesin diye soldaki kaldırımdangeçerek otele gelmiş, yatmıştı.

Şimdi de yatakta. Az önce uyandı. Karanlıktı;yağmur yağıyordu. Olanaklardan birini seçeli,kararını vereli uykuları daha bir rahattı; geçenhafta olduğu gibi uyanır uyanmaz yüreğine,kafasına çöken o ağırlık yoktu artık. Gene de arasıra, yoldan geçen ağır araçlar konağıtitrettiğinde, geçmişte iki yangın başlangıcındanve bir Yangın'dan kurtulmuş, birkaç deprematlatmış bu eski yapının birgün çökebileceğini,ölüyü bulacaklarını düşünüyordu; ama buçöküntüde sağ kalsa bile başkalarının elinedüşmemek için biraz vakti olacaktı elbet.Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suçişlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerinisuçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.İki gündür, öğleleri, yemeğe başı önünde gidipgeliyor, para verirken aşçının yüzünebakmıyordu. Akşamları, ışığın yandığını görenbiri gelmesin diye hava kararmadan kapınınyanındaki odada çay demleyip ekmekle sucuk,peynir yiyor, soyunup yatıyordu erkenden.Gündüzleri de çoğu zaman yataktaydı. Dünöğlesonu kapının zili çalındı; kalkıp bakmadı.Akşamüstü salona çıktığında kapının altından

atılmış bir bildiri buldu. Ay sonuna değinborcunu ödemezse elektrikle suyun kesileceğiniüzülerek bildiriyorlardı. Dışarıdaki düğmeyebağlı iki zilden biri tavanarasındaydı; tellerinikopardı. Yukarıya çıkıp kadının odası önündedurdu; havayı kokladı: Kokmuyordu. İnerkenüçüncü katın merdiven dönemecinde avluyabakan pencerenin bir kanadını açtı. Dağda,Topkale'nin üstünde bulutlar kabarıyordu.Çocukluğunda çoğu ramazan akşamları bupencerenin önünde beklerdi iftar topunun ışığını.Yukarıda sofra hazır olurdu. Topun sesindenbirkaç saniye önce parlayıp sönen ışıkla birlik'Tamam!' diye bağırır, beş-on basamağı koşarakçıkar, anasının ağzından hurma, babasının zeytinçekirdeğini avuçlarına çıkardıklarını görürdü.'Oğlumun sayesinde herkesten önce bozuyoruzorucu' derdi anası. Zeytin yemezdi. Yangın'dadağa kaçtıklarında, yanlarında götürebildikleriyiyecekleri çevrelerinde dolaşan aç çocuklaradağıttıkları için ertesi gün içleri kazınırkenRüstem Bey'in bir tanıdığının verdiğizeytinlerden bile yememiş de on dört aylıkoğluna emzikli olduğundan Semranım'a ayrılan

beş-altı parça börekten üsteleyerek, zorlayedirmişler birkaç yudum. Dağa çıkarlarkenatlardan birinin sırtında yiyecekleri, altınları,bilezikleri, küpeleri, incileri koydukları heybe,iki kilimle yün örtüler varmış; arabacıyediyormuş bunu. Öteki ata Semranım binmiş;altı yaşındaki küçük kızını terkisine, oğlunukucağına almış. Bir erkek gibi at koştururmuş;genç kızlığında dedesinin Torbalı yörelerindekiküçük çiftliğinde babası öğretmiş. İki gün, sonrakurtuluşta, yanmayan konağa yağmacılaruğramasın diye atlara binip giden Rüstem Bey'learabacının ardından aşağıya, dumanı tütenkasabaya yürüyerek inerlerken oğlan hepanasının kucağındaymış; başka biri almakistedikçe basarmış yaygarayı. Faruk. Kendiniasanın adını koymuşlar doğan üç oğullarına; ilkFaruk dört aylık, İkincisi iki buçuk aylıkkenölmüş; üçüncüsü yaşamış.Sağına döndü. Avluda oluktan akan,sundurmanın, ahırların kiremitlerinden damlayansuların sesi gittikçe azalıyordu. Perdenin sağ üstköşesinde küçük, solgun bir ışık üçgeni vardı.Uzak bir sokak lambasından vuruyordu belki; ya

da başında beklenen bir hastanın odasından.Kollarını yorgandan çıkardı. Oda ılıktı; akşamyatmadan önce bir süre sobayı yakmıştı.Karanlıkta yarı doğrulup başucu masasından birsigarayla kibriti aldı; sigarasını yaktı; kibritışığını saata yaklaştırdı: Beşi yirmi geçiyordu.Bakır küllüğü yorganın üstüne koyup yattı. Nasıluzundu günler! \"Ne ölüyüm ne sağım.\" On sekizgün vardı daha. Dedesi (Haşim Bey) üçüncükattaki o odaya kapatılınca beş gündayanabilmiş. 'Koskoca adam eriyiverdi sanki;sesi soluğu çıkmazdı. Oturağını ben dökerdim,yemeğini ben verirdim. Pek yemezdi. Sesimiduymuyormuş gibi tavana bakar dururdu. Osabah odaya girdiğimde oturağı boştu. \"Kimsinsen?\" diye sordu. \"Saide'yim dayıcım\" dedim.\"Nureddin'i çağır bana\" dedi. \"Nureddin abimçoktan öldü dayıcım. Rüstem abimi çağırayımmı?\" dedim. Başını çevirdi. \"Kuşlarımı SarıAli'ye versinler\" dedi. Yataktan kayan yorganınıdüzelttim. Kolları titriyordu; başını bi o yana bibu yana attı. Gözleri iri iri açıktı. Sofaya çıkıpbağırdım. Rüstem abim geldi koşarak; odayagirdi. Diz çöküp yorganın üstüne kapandı.

Haşim Bey'in son sözünde andığı bu Sarı Ali'yitanımıyorlarmış; sorup soruşturmuşlar, bilenyokmuş. Gençliğinde tanıdığı, onun gibigüvercinlere düşkün biriydi belki. Nureddinbüyük oğluymuş; ilk karısından, Hafsanım'dan.Sigarasını söndürdü, küllüğü başucu masasınakoydu. Yağmur dinmişti. Perdenin köşesindekisolgun ışık sönmemişti daha. 'Işığı yak' yerine'ışığı uyar' derdi babası. Karanlıkta kalamazdı.Yakınlarından sözetmezdi pek; çöküntü altındatoptan ölümlerinin acısını yenilememek içinbelki. Oysa anası sözü döndürüp dolaştırıpeskilere getirir, uzun uzun anlatırdı gördüklerini,duyduklarını. Hafsanım Mevlâna soyundanmış,çelebilerden; o sıralar kasabadaki MevleviDergâhı'nın postunda oturan AbdülkerimÇelebi'nin kız kardeşiymiş. Kocasını birbeslemeyle yakaladıktan sonra üçüncü kattasokağa bakan odalardan birine çekildiğindeyirmi sekiz yaşındaymış daha; iki çocuklu.Yakınları telâşlanmış; görümcesi, yengesiyalvarmışlar; 'Erkektir, olur bunlar; biz neleregöz yumduk' demiş kaynanası. 'Yüzünebakamam artık, utanırım. Başkasıyla evlensin'

demiş. Kasabada dedikodu alıp yürümüş;kimileri Hafsanım'ın kocasını boşadığınısöylermiş. Birkaç gün kuşlarına bile uğramamışHaşim Bey Bir gece yukarıya çıkıp odanınkapısını çalmış, seslenmiş; açılmayıncayüklenmiş, kilidi kırıp içeri girmiş. Çocuklaryataklarında ağlıyormuş; kafesi kalkıkpencerenin önündeymiş, karısı; 'Yaklaşırsanatarım kendimi' demiş. Haşim Bey dönüp gitmiş;bir daha yukarıya çıkmamış. Hafsanım oğluylakızını babasız bırakmamak için konaktanayrılmamış; üçüncü kata yerleşmiş. Aşağıyainmek gerektiğinde başını örtermiş. Kocası ertesiyıl yeniden evlenince iki kadın çok iyianlaşmışlar. Kızım dermiş Nebilanım'a; oysa onyaşmış araları. 'Gözümü açtım büyük yengemigördüm. Anam kırkı çıkmadan ölünce Lütfiyehalamı bana süt anası getirtmişler konağa üçaylık kızıyla. Küçük yengem Rüstem abineemzikliymiş o sıra ama sütü ikimize yetmezmiş.Büyük yengem odasına almış beni; beşiğimisallar, altımı alır, hastalandığımda başımdabeklermiş. Benden sekiz yaş büyük kızınınkucağına bile vermezmiş düşürür diye. Meserret

ablam delişmen, haşarı bir kızdı; uyurken tavakarasıyla yüzlerimizi boyar, hasır koltuklaraiğneler batırır, sokaktan geçenlerin üstünetavanarası penceresinden su döker, merdivenkorkuluklarından kayardı. Sonraları irili ufaklıaltı çocuk olduk konakta. En büyüğümüz,Nureddin abim bize katılmazdı pek; kitaplarıylaodasına kapanırdı. Yengemin yanından ayrılmakistemezdik. Masallar anlatırdı. Nur içindeyatsınlar, iki yengem de kendi çocuklarındanayırmadılar beni. Kızlara ne alınırsa bana daalınırdı. Sabahları saçlarımı tarayıp örerken çoğuensemden öper, öksüzümün saçları güzel derdi.Meserret ablam kâhyanın oğluna kaçıncayengem birkaç günde çöküverdi; yüzü uzadısanki, buruştu. Başı çatkılıydı hep; ara sıraboynunu, şakaklarını ovdururdu bana. Afyonyutardı. Ne dediğini bilmez oldu; kızıçocukluğunda bigün ayağı kayıp düşünce kıçımacıdı dediği için ağzına biber süren kadın,kocasıyla yatarken neler yaptıklarını açık saçık,ağza alınmayacak sözlerle anlatmaya başladı songününde.' Haşim Bey kâhyayı kovmuş; kızımdeğil artık o benim demiş; ama Nebilanım

yalvara yakara çeyiziyle birlik on dönüm bağ daverdirmiş üvey kızına. Çaybaşı'nda küçük bir evdöşemişler. Çocukları olmamış. Yıllar sonra birgün kocası ırmakta serpmeyle balık tutarkenayağı söğüt köklerine takılıp boğulunca konağaçağırmışlar da gelmemiş. Bağına kendisibakarmış. Çoğu yaz günleri bağa gidip gelirkenovada, eşeksırtında dolama tütün içerkenrastlayanların erkek sanıp selâm verdiklerinianlatırmış gülerek. Gene bir yaz günü, akşamadoğru Düldül'ün sırtında, heybesi kuru otlarladolu eve dönerken sigarasından sıçrayan birkıvılcımdan olacak, kuru otlar tutuşmuş.Elleriyle vura vura söndüreyim derken giysileritutuşunca kendini yere atmış; saçları, üstü başıyana yana koşmuş eşeğinin ardından; düşmüş.Oralarda harman savuran iki adam yetişipsöndürmüşler ama yanık içindeymiş her yanı; ogece ölmüş.Yatağı titredi. Uyandığından beri sokaktangeçen ikinci araçtı bu. Başını çevirip baktı.Perdenin köşesindeki ışık üçgeni yoktu.Karanlıktı; sokak lambalarını söndürmezlerdidaha. Hasta uyumuştu belki; ya da ölmüştü. \"Ne


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook