Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-19 10:24:05

Description: Anayurt Oteli-Yusuf ATILGAN

Search

Read the Text Version

ölüyüm ne sağım.\" On sekiz gün... Büyük dayısıNureddin çilesini doldurmaya on sekiz gün kalaçıkıyor Halveti tekkesindeki taş odasından,'Günleri bitirdim' diyor. Çileye girmeden kesilensaçı sakalı büyümüş, yüzü ağarmış, bedeniincelmiş; gömleği üstünden sarkıyormuş. Sabah-akşam kapısının önüne bırakılan tepsiden birparça ekmekle birkaç zeytin alırmış yanına,günde iki kere ayakyoluna gitmek için çıktığıodasına başı önünde dönerken. Halveti Şeyhiİsmail Dede 'Biz yirmi iki gün saydık oğul'diyor. 'Yanlışınız var; kırk gün oldu.' Ötekidervişler gülüyorlar; Dede elini kaldırıyor,'Doğrudur; belki biz yanıldık' diyor. Nureddinsallanıyor, olduğu yere çöküyor. Bir odayayatırıp babasını çağırıyorlar. Haşim Bey'ingetirdiği hekim bir hastalığı olmadığını, bitkindüştüğünü, yakında düzeleceğini söylüyor.Nureddin bir ara gözlerini açıp gülümsüyor;'Baba, her şey öyle iyi ki' diyor. Ertesi sabahölmüş. Yirmi sekiz yaşındaymış. Parktaki yaşlıadam yanılıyordu: Hekim Stavro'nun gençkarısıyla söylenen Rüstem Bey değilNureddin'miş. Kendisi kimseye anlatmamış;

söylentilere bakılırsa bir bohçacı kadının evindebuluşurlarmış. Belki bu söylentiler Stavro'nunağu içirdiği söylenen karısının beklenmedikölümünden birkaç gün sonra Nureddin'indayısıyla konuşup Mevlevîliğe girmesiyle, ya dabohçacı kadının gözlerini süzerek 'Evime gelipgiderlerdi' diye övünmesinden çıkmıştı.Abdülkerim Çelebi yeğenine bir yazıcılık işivermiş ama o istememiş; derviş olup semâyabaşlamadan önce dergâhta ortalık işlerini görenmuhiplere katılmış. Bunların arasından seçilen,gerekince değiştirilen sakalı çıkmamış iki oğlanAbdülkerim Çelebi'nin odasını toplar, yatağınıdüzeltir, yemeğini getirir, eline su dökermiş.Nureddin bir türlü ısınamamış dergâha.Dayısının üzülmesine, dönek diyenlerealdırmayıp iki aya varmadan ayrılmış; gidipHalveti Şeyhi İsmail Dede'nin elini öpmüş.Sorulunca 'Hepsi rahatına düşkün; yiyip içip laklak etmeye gelmişler oraya' demiş. Daha o günkısa bir törenden sonra çile doldurmaya girmiştekkenin taş odalarından birine.Ellerini göğsünde, karnında, bacaklarındagezdirdi. Bedenin dayanma gücünü zorlamak da

bir çeşit kendini öldürmek değil miydi? Soğukodada, hasır üstünde bir kıl örtüyle yatarak,oturarak, yıkanmadan, biraz ekmekle zeytindenbaşka bir şey yemeden yirmi iki gündayanabilmişti demek. Boynunu ovuşturdu.Yirmi sekiz Kasımda kırk gün olacaktı.Keçecilerin sonuncusu. İstanbul'dakinisaymıyordu. Doğduğu konağı unutmuştu o; beşyıl önce dedelerinden kalan iki dükkânı satmayageldiğinde yukarıları görmeye bile çıkmamıştı.Onlardan, bu konakla ölülerden başka bir şeyyoktu artık kasabada. Yüzyıllar önce gelipyerleşmişler. Avcı Sultan Mehmet zamanında birsüre yeniçeri ağalığı yapan Keçeci Zade MehmetAğa'nın İstanbul'da bir ayaklanmanınbastırılmasında yararlık gösteren oğlunabağışlanan iki köyün topraklarında, sonraları,geçen yüzyıl başlarında Hacı Zeynel Ağa'nın ozamana değin otlak olarak kullanılan, ırmağıniki kıyısındaki yüzlerce dönüm çalılığı, hayıtlığıköylülere yarıya işleyeceklerini söyleyerek zorlakökletip açtırdığı verimli tarlaların ve eskiçiftliklerin ürünlerinden gelen parayla dükkânlaryaptırılmış, alınmış. Zeynel Ağa'nın oğlu Malik

Ağa bu konağı yaptırmış. 'Evlerinin,dükkânlarının kapılarını söküp satsalar yıllarcageçinir Keçeciler' denirmiş. Kâhyaları,ortakçıları başıboş bırakmazmış Malik Ağa;inme inip yatağa düşünceye değin ekimlerde,hasatlarda at üstünde ovada dolaşır, çoğu günleryatsıya doğru dönermiş eve. Altmış beş yaşındaöldüğünde oğlu otuzundaymış; geliniNureddin'e gebeymiş. Haşim Bey topraklarıylapek ilgilenmezmiş; çiftliklerin, tarlaların,bağların, zeytinliklerin ürünlerinden çaldıklarıylakâhyalar zengin olmuş. Eli açıkmış; parayıhesapsız harcarmış. Dağ eteğinde, Yangın'dayanan eski konağın yakınında, dere kıyısındayüksek duvarlarla çevrili ambarlarınsundurmalarındaki kuşluklarda her soydanyüzlerce güvercin beslermiş. Aylıklı bakıcısıvarmış kuşların. Dokuz-on altına bir çiftgüvercin aldığı olurmuş. Havada takla ata atauçuşlarını seyrederken kimi zaman biratmacanın yükseklerden saldırarak içlerindenbirini kapıp götürmesine dayanamadığı için biratmaca ya da doğan ölüsü getirene iki altınverirmiş. Ramazanlarda, bayramlarda,

sünnetlerde, düğünlerde harcanan paralar; kızlar,beslemeler evlenirken verilen çeyizler; arabaatları, binek atları, uşaklar... 'Hürriyet'ten ikibuçuk ay sonra evlendi Rüstem abim. Üç günsıra sıra kazanlar kaynadı sayada; yenildi, içildi.Görülmemiş bir alayla gittik İzmir'e gelinalmaya; beş çift davul-zurna, ince çalgılar,erkekli dişili köçekler. Dört kır at koşulu, sedefkakmalı gelin arabası...' On dükkân satılmışdüğünden sonra. Rüstem Bey de babasıgibiymiş. Yangında yanan dükkânların yerlerineyenileri yapılmamış; arsalar satılmış. Bin dokuzyüz otuzlarda, buğdayın bir kuruşa, çekirdeksizkuru üzümün üç kuruşa düştüğü, belki birazyükselir diye bekletilen üst üste yığılı yassılmışüzüm çuvallarında sıçanların geçitler açıpyuvalar yaptığı, arpaların güvelendiği, RüstemBey'in her ay İzmir'den otelin kazancını almayageldiğinde 'Evin geçimi nerdeyse buradan gelenparaya kalacak' dediği yıllarda yok pahasınasatılan topraklardan sonra kalan birkaç parçatarlayla bağı 1955'te Rüstem Bey ölünce,İzmir'de evli üç kızı satıp parasını bölüşmüşler;Faruk Bey'in payına iki dükkânla otel düşmüş.

Bu iki dükkânın satışı için beş yıl önceİstanbul'dan gelen Faruk Bey 'Oteli satmam;sigara paramız geliyor burdan' demişti gülerek.O gece bu odada, ikisinin de doğduğu buyatakta yatmıştı. Anası yanındaymış; İstanbul'da.Belki sağdı daha; yetmiş beşinde olacaktı.Yangından sonra 'Yaşayamam bu yıkıntılıkta;orda da evimiz var. Kızlar yetişecek, oğlanokuyacak' diyor. İzmir'e yerleşiyorlar;Kokaryalı'da Kolağası'ndan kalan eve. Eskiden,bunun bitişiğinde, Haşim Bey'in küçük kızıFerhunde'nin Hürriyet'ten bir yıl önce gelingittiği evde görüyor Rüstem Bey kız kardeşininövdüğü, sonradan karısı olacak genç kızı.Esmermiş, alımlıymış; uzunca boylu, göğüslü,saçları, gözleri kara, kirpikleri uzun, burnu birazsivri, dudakları inceymiş. Evlendiklerinde yirmiyaşındaymış, kocası yirmi üç. Sultanî'yi bitirdiğiyaz kendini asan Faruk İzmir'de okuduğu iki yılkışları o evde, ablasının yanında kalmış. Okulkapanmadan kasabaya gelmezmiş; ara sıraHaşim Bey'le birlik küçük oğullarıyla kızlarınıgörmeye gittiklerinde Nebilanım 'Ayda bir olsunperşembeleri öğleden sonra trene atlayıp

geliversen... Cuma akşamı dönersin' deyincederslerine çalışması gerektiğini söylermiş.Yazları, haziran başlarında konağa dönünce,birkaç gün içinde Azmakaltı'ndaki çifte kulelibağa göçerler, eylül başında üzüm kesiminedeğin kalırlarmış. Faruk'la anası öldükten sonraancak üç yaz gidebilmişler. Seferberlik'te askerkaçaklarından, Yunan'ın gelişiyle gidişiarasındaki üç yıl çetelerin baskınlarındankorktukları için yazları bağa çıkamamışlar.'Semra çok üzülürdü buna; yazların tadı kaçtıderdi. Evlenip buraya geldiğinden sonraki yazında tadını çıkaramadı. Gebeydi, ata binemiyordu.Belki bigün kocasını kandırıp ata bindiğindengüzün ölü doğurdu ilkini. Ertesi yaz nerdeyseher gün ikindileri atlarla giderler, akşama doğrudönerlerdi. Hayvanlar terli olurdu çoğu, sağrılarıköpürmüş; ahıra sokmadan arabacı gezdirirdi.Faruk da giderdi onlarla; ama az sonra ayrılırmışyanlarından karı-kocayı yalnız bırakmak için.Kimi günler onlarla gitmek istemezdi de küçükkaynım yarışta geçilmekten korkuyor diyekışkırtırdı Semra gülerek, takılırdı. Küçükkaynım derdi ona. Bigün siz pek mi büyüksünüz

sanki deyince Semra dört yaş büyüğüm yasenden, az mı, dedi. Rüstem abim de üstelerdibirlikte gelsin diye; kıracak mısın beni derdi.Nebile Yengem dua ederdi arkalarından. Birakşamüstü ekini kaldırılmış bir anızda dörtnalagiderlerken Rüstem abimin atı tökezlemiş;düşmüş. Karısı bağırmış; Faruk daha kısrağıdurmadan atlamış yere, benim yüzümden diyebağırarak koşmuş kıpırdamadan yatan abisine;alnı biraz kanlıymış; üstüne kapanmış. Rüstemabim şakadan ölü gibi yatarmış meğer;sarılıvermiş kardeşine, öpmüş. Güle konuşageldilerdi o akşam. Eskiden de iyiydilerbirbirleriyle ama abisi evlenince Faruk büsbütünüstüne titrer oldu onun, bi dediğini iki etmezdi.Bir de kısrağı... Ölümünden dört-beş gün öncebir akşam hava kararırken Faruk dönmemiştidaha. Yengem telâşlandı. Erkekler atlarlaaramaya çıktılar; Semra da gitti kocasıyla. Dağeteğinde, bir zeytinliğin kıyısında bulmuşlar.Çatlayıp ölen kısrağının başında bekliyormuş;çakallara yedirmem onu demiş. Ölü kısrağı ötekiatlara bağlamışlar; sürüye sürüye getirdilerdi. Ogece bir çukur kazdırıp gömdüler.'

Sokaktan araçların geçişi gittikçe sıklaşıyordu.Bir tren sesi duydu. Kısrağını çatlatıncaya deksürerken neler geçiyordu kafasından kim bilir. Oakşam mı ulaştı olanakların sonuncusuna?Ağabeyini öldü sanınca 'Benim yüzümden' diyebağırdığına göre onun ölümünü düşünüyordudemek; kendini suçlu buluyordu. Evleninceüstüne titrer olmuş. Yengesinden kaçışısaygısına verilmiş; kimseler anlamamış. Belkiyalnız Nebilanım seziyordu. Semra da mıbilmiyordu? Yemeklerde, at gezilerinde küçükkaynının kaçamak bakışlarını görmeyecek kadartutkundu belki kocasına. Anası 'Sıcak gecelerdekarı-koca gizlice ırmak kıyısına giderler sabahakarşı gelirlerdi kuleye' dediğine göre karanlıktapencere önünde oturup bekliyordu demekRüstem abisini mi? Böyle gecelerde Faruk daçıkarmış kuleden gizlice; ama onlardan çok öncedönermiş. Belki sıcaktan uyuyamadığı bir gecekalkıp yarı çıplak ırmağa gittiğinde, kıyıda,ağaçlarla çevrili küçük düzlükte, ay ışığında,yan yana uzanmış dinlenen ya da uyuyanyengesiyle ağabeyini gördükten sonra, çoğugeceler, iki kulenin arasında güneş batmadan

sulanan, hasırlar serilen alanda yere çakılı dörtkalın sırığın uçlarındaki yayvan tenekelerdeyanan gazla yoğrulmuş külün ışığında yenenakşam yemeklerinin –gözünü elinden ayırmayananasını üzmemek için çoğu zorla yediği,Kadriye Kalfa'nın iki beslemesinin yardımıylapişirip kotardığı çeşitli yemeklerin– sonundakonuşmalar tavsamaya başlayınca kalkar, anasıdönüşünü beklemesin diye önce odasına girer,uzanır, aşağıda ışıklar söndürülüp el-ayakçekilince dışarı çıkar, ırmak kıyısında düzlüğeyakın bir yere oturup uzun süre, gecenindurgunluğunda ara sıra bir kurbağanın, kıyıdandüşen bir toprak parçasının şıpırtısını, uzaktanbir çakal ulumasına karşı Toraman'la Karaman'ınhavlayışlarını, öte kıyıdaki ağaçların birindebelki dişisini çağıran bir gece kuşunun eşitaralıklarla 'hu u u' çekişini duyarak, niyebeklediğini bilmeden, suçlu, tedirgin, ay ışığındaya da yıldızlı ağustos gecelerinde daha birbüyüyen asmaların arasından çıkıp gelmelerinibekler miydi? Esintisiz, sıcak gecelerde ağabeyiile yengesi sinek girmesin diye ince elek teligerilmiş açık pencerenin bile serinletmediği

sıcak odalarında, yatakta, çıplak, birbirlerinedeğen yerleri terleyerek yatarlarken birinin'Irmağa gidelim, uyumuşlardır artık' demesiyleüstlerine birer çarşaf alıp karanlıkta, başkalarınıuyandırmamak için sessiz, ağır ağır dışarınınserinliğine çıkınca el ele, yalınayak, asmaaralarının sürülmüş toprağında ayaklarına çarpanufak topaçlara aldırmadan koşarak ırmakkıyısındaki küçük kumluğa varır varmaz, ya daönce suya atlayıp çıktıktan sonra çarşaf üstündeıslak ıslak birbirlerine sarıldıklarında,kenetlendiklerinde onları görecek, iniltilerini,kısık seslerini, yengesinin 'Oooh, bırakma'deyişini duyacak kadar yakınlarına sokulurmuydu sürüne sürüne? Yoksa kaçar mıydıkuleye? Bu gecelerin birinde o beslemeyiçağırmadı mı? Küçük Bey'e su verirken elititreyen, yüzüne bakınca kızaran o yeniyetmekızı belki son günlerinde bir gece çağırdı daerkekliğinin ancak bir tek kadına, erişilmez birkadına... Başını sarstı. Yorumdu bunlar hep,kendinin yorumları. Anası gördüklerini,duyduklarını anlatırken arada yalan söylemiş yada abartmış olabilirdi elbet. Üstelik hiç söz

etmemişti böyle bir ilişkiden. 'Niye kıydı canınaon dokuzunda bilemedik. Kimseleresöylememiş; bir satır bile yazmamış. Dolabını,sandığını, kitaplarını, defterlerini didik didikaradık; bulamadık.' Küçük kardeşinin karısınatutkunluğundan kuşkulansaydı Rüstem Beydoğan oğullarına onun adını verir miydi? Faruköldükten on yıl sonra doğan üçüncü oğullarınada onun adını koyduklarında bu adın ölümgetirdiğini söylemişler de 'Ölürse onun adıylaölsün, yaşarsa onun adıyla' demiş. Yorumlar,nedenler önemsizdi; kesin değildi. Önemli olaninsanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlikvardı insan için; ölüm.Kalın perdenin ardında gün ağarmıştı. Sızanışıkta odadakiler seçiliyordu artık: Karyolademiri, masa, sandalye, gaz sobası, askıdagiysileri, tavandan sarkan ak abajur. Dayanacakmıydı ağırlığına on sekiz gün sonra? Neden,neyi bekliyordu? Yatağı titredi. 28 Kasım'daolursa süreksizliğin, tutarsızlığın, saçmalığın biranlamı mı olacaktı sanki?Kalktı.

Giyindi.Yatağı düzeltti.Yüzünü yıkadı. Sakalı üç günlüktü.Çay demleyip iki bardak içti.Kürsünün ardına oturduğunda demir kasanınüstündeki çalar saat sekizi çeyrek geçiyordu.Defteri açtı. Dört Kasımdan beri sözde oteldekalanları yazmamıştı. Bir oteli yönetmekle birkurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmekaynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarınıtanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunuanlamaya başlayınca bocalıyordu,dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi kibilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisininyapabileceğinden çok daha büyük hasarlaryaparlardı yeryüzünde. Defteri kapadı. Negereği vardı artık bunları yazmanın ya da birkaçsatır yazıp bırakmanın? İleride, kısa, 'soruldu'suzbir polis belgesinde her şey dört Kasımda olmuşgibi saptanacaktı. Titiz bir araştırıcı defterleriinceleyip de geçen yıl Otuz Ekimle Üç Kasımarasında otelde kalanların bu yıl da aynıgünlerde, aynı odalarda kaldıklarını görürse bu

rastlantıyı nasıl yorumlardı acaba? Gülümsedi.Kalkıp geçen yılın defterini merdiven altındakisandığa koydu. Çekmeceden 2 numaranınanahtarını aldı. Yukarıya çıkarken merdivendönemecindeki büyük pencereden dağıgörüyordu: Bulutluydu. Emekli Subay'ın birhafta kaldığı odadan Baytar Bey'in elçileriningetirdiği çamaşır ipini alıp aşağıya, odasınadöndü. Tıraş kutusunu duvarın dibine bırakıpmasayı karyolanın yanına çekti; güçlüklekaldırdı yatağın üstüne, yerleştirdi.Ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı. Ceketini,pantolonunu, kazağını sandalyenin arkalığınakoymuşken aldı, askıya astı. Don-gömlek yatağaçıkıp masayı yokladı, bastırdı; dengesinikoruyarak ağır ağır üstüne çıktı; doğruldu. Akabajurun üstünden kısa kurşun boruyu iki eliyletutup çekti, asıldı; bir çatırtıyla birlik borununtavana bağlı olduğu yerden küçük bir tahtaparçası koptu; saçlarına, yüzüne tozlar düştü.Yatağa atladı; yere indi. Kurşun borunun ucundaabajur yana kaymış sarkıyordu. Karyolademirindeki ipi alıp yürüdü; dış kapınınyanındaki odadan ekmek bıçağıyla havanelini

alarak ikinci kata çıktı. 2 numaraya girdi.Karyolayı önce ayakucundan sonra başucundaniterek pencereden yana çekti. Odanın ortasında,havaneliyle bıçağın sapına vura vuramuşambadan büyücek bir parça kesip attı. Yüzüsarıydı, katıydı. Soluğu sıklaşmıştı. Sırtınıkaryolaya yaslayıp bir süre muşambayı kestiğiyerdeki yıpranmış, renkleri koyulaşmış tahtalarabaktı. Yıllar önce kim bilir nereden, nasıl getiripçakılmışlardı buraya. Bir dağda, ormanda tahtacıkadınlar biçmiştir. Erkeklerinin baltalarla,bıçkılarla devirdiği, budadığı, kabuklarınısoyduğu, gölgede kurutulmuş kocaman çamkütüklerinden kim bilir hangi dağın, belki deSabuncubeli ormanlarının bir boşluğunda,yazları, erkekler ormanda ya da keçi kılındandokunmuş çadırlarda esnerken, uyurken,keçilerin yayılmayı bırakıp koyu gölgelerdeyattığı sıcak öğle sonlarında bile ağır şalvarları,işlemeli, sarılı kırmızılı karalı yün yelekleri,etekleriyle, başları pullu boncuklu ak yazmalarlasarılmış, ara sıra alınlarının terini silip 'GızZeeeneep, su getir su!' diye bağırdıklarındaçadırdan çıkan küçük bir kızın bir yanına

eğilerek getirdiği testiden –ardıçtan ya daçamdan uzun keskilerle, bıçaklarla oyulmuş,içindeki serin suya oyulduğu ağacın kokususinmiş geniş ağızlı kulpsuz testiden–memelerinin gerdiği yeleklerine çenelerindendamlata damlata su içen yanık yüzlü tahtacıkadınların güneş vurdukça parlayan, kızgın,keskin bıçkılarla tekdüze bir uyumdausanmadan biçtikleri bu tahtalar katır sırtında,insan sırtında dağın eteğindeki yola taşınıp iriöküzler koşulu kağnılara yüklenmiş, ağır ağır,kağnılar gıcırdaya gıcırdaya, inişlerdeboyunduruğun çökerttiği kalın boyunlarınıdikleştiren öküzler yokuşlarda övendireylesağrılarından dürtüle dürtüle kasabaya getirilipKurşunlu Han'daki kereste ambarlarınaindirilmiş, sonraları Malik Ağa yeni konağınıyaptırırken bunları pazarlıkla, arada gözdağıvererek ucuza kapatıp ya da yapı ustasına aldırıpburaya getirtmişti belki yüz yirmi beş yıl önce.Eğildi; tahtaları bıçakla oymaya başladı. Konakyapıldığından beri tahta güvelerinin geceleri çıtırçıtır kemirdikleri, kalın muşambalar döşenmedenönce ayaklarla, terliklerle, nalınlarla,

süpürgelerle aşınan, çoğu erkeklerin fırsatbuldukça çimdikledikleri, sıkıştırdıkları, kimigönüllü kimi zorla odalardan birine kapayıpyatağa yıktıkları uzun süre kullandıktan sonrabiraz çeyiz verip yoksul bir yakınlarıyla ya dabir başkasıyla everdikleri genç beslemelerinhaftada bir keçeleri, kilimleri, halıları, minderlerikaldırarak, dizleri üstünde emekleyerek,kalçaları sallana sallana yanlarındaki kovalardaıslattıkları bezlerle, tahta fırçalarıyla ovdukları,sildikleri bu tahtalar içlerine işleyen suylaneredeyse koflaşmışlardı. Havanelinikullanmadan, ekmek bıçağıyla vurunca,bastırınca kesiliyor, özellikle paslanmış çiviyerleri ufalanıyordu. Az sonra açılan deliğeeğilip baktı: kurşun boruya asılınca ince tavantahtasından kopan parçanın bıraktığı deliğeyakındı. Bıçakla vura vura deliği o yana doğrubiraz genişletti. İpin bir ucunu iki deliktengeçirip aşağıya sarkıttı; öteki ucunu karyolanınüstünden aşırıp altında, ortasında sımsıkı, üstüste düğümledi. Ayağa kalkıp karyolayı öncebaşucundan sonra ayakucundan iterek eskiyerine, odanın ortasına çekti. Yorganı

çukurlaştıran ipi tutup asıldı. Sağlamdı. Kimleryapmıştı bu karyolayı, ne zaman getirilmiştiburaya kim bilir. Bıçakla havanelini alıp yürüdü,aşağıya indi. Dış kapının yanındaki odayıhavanelini bıraktı; küçük bir tabağa dolaptanbiraz yağ koyup çıktı; odasına girdi, kapıyıkapadı. İçerisi ılıktı. Tavadan sarkan uzunçamaşır ipi masadan kaymış, yataktaçöreklenmişti. Elindeki tabakla bıçağı masayakoydu; ağır ağır, dengesini bozmadan üstüneçıktı; ipi tutup bütün gücüyle asıldı. Yukarıyaiyice bağlıydı. Bıçağı sürte sürte ipin uzunca birparçasını kesti; bıçakla birlik kapıdan yana attı.Yukarıdan sarkan ipinin ucunu büktü, ilmikledi;yağladı. Tabağı yatağın başucuna attı. Kırılmadı.Masa ara sıra belli belirsiz titriyordu. İpiboynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdanbirkaç arabanın korna seslerini duydu; başkaaraçlar da katıldılar buna; kornalar, trendüdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisizötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mıuğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının birçağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha,her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir

süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakolagidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibideğildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itipaşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu.Gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınaraksallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipitutmaya uğraştı. (Ne oldu? Yapmayı unuttuğubir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzündetek gerçek değerin kendisine verilmiş buolağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeyekarşın sağ kalmak, direnmek olduğunu muanladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etinölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?) Başıöne doğru eğiliyordu. Kolları iki yanına sarktı.Donunun sol paçasından fildişi renginde koyucabir sıvı aktı uzaya uzaya; dizine yakınbacağındaki kıllara bulaşarak art arda yatağınüstüne düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırkentahtaya sürtündüğü yerden ip çıtırdadı...


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook