Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami SAFA

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami SAFA

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 23:35:48

Description: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami SAFA

Search

Read the Text Version

Nüzhet’in odaya yarı çıplak geldiğinin o andafarkına varmıştım.Nüzhet’in UykusuGül bahçelerinde bir gezinti.Nüzhet odadan çıkınca soyundum (Birtaraftan da Nüzhet’e itimadımı teftişediyordum.) yatağa girdim.Nüzhet geldi, cibinliği açtı, içeri girdi veyatağa oturdu.Hâlâ onu sevdiğimi tamamiyleanlamıyordum, fakat sevinç içinde idim.Ona dikkatle bakıyor, gözlerimi onunladolduruyor, görüşüme karışan öteki eşyayıgörmemeğe, onun gözlerimdeki aksini safbırakmaya çalışıyordum.Mum ışığında yarı çıplak, ne kadar

güzelleşiyor! Her kımıldanışında bazı birçocuk, bazı bir genç kız, bazı da bir kadınbeliriyor: Saçlarının gıdığından kurtulmak içinbaşının yaptığı ilcaî küçük sıçrayışlarıyla birçocuk, gömleğinden kurtulan yarı çıplak biromuzun yavaşça ve utangaç içeri kaçışıyla birgenç kız; ve arada bir, arzulu bir teneffüslegerilen göğsünün ileriye çıkışı, kendini gösterişive kuvvetli kabarışıyla bir kadın.Ve şalı idare eden kıvrak, zeki eller.Ve ne şefkatli arkadaş! Beni temin ediyor.- Bu evlenme meselesi beni sinirlendirmeğebaşladı. Söz kesmek bilmem ne... Banasormadan ne bu! Ben şimdi gülüyorum, hâlâtuhafıma gidiyor ama... Günün birindekızıvereceğim.Ellerini tuttum.Canlanarak söylüyor.

- Bu adam bize iki üç defa geldi, arkasındanbeni istedi. Böyle evlenmem.- Sen nasıl evlenirsin?- Nasıl evleneceğimi bilmem, fakat böyledeğil her​hal​de...Nüzhet’i tekrar kucaklayarak kendimeçektim. Daha doğrusu bu sefer kendisini banao çekti (fakat ben gene cesaretimdenmağrurdum) ağzıyla ağzımı arıyan o idi (fakatben gene cesaretimden mağrurdum), elleriensemde birbirini buldu ve dudakları yüzümdenokta nokta dolaştı, sonra dudaklarımınüstünde durdu. Ben arka üstü yattığım içinonun başının ağırlığı da dudaklarınınkinezammoluyor ve benim dudaklarımı sıcak birtazyikle yuğuruyordu... (Göğsümle göğsüarasında da aynı hâdise.)Bu hal çok uzun sürdü. İlkönce bırakmakşerefini ikimiz de kazanmak istemiyorduk.

Fakat, nihayet, Nüzhet’in yanağındaki ateşinbiraz soğur gibi olduğunu hissettim. Birazkımıldadım, yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı.Başı yana doğru kayıyordu. Hafifçe yastığınüstüne düştü. Üstüne eğildim. Uyuyor.Uyuyor mu? Bir daha eğildim. Ağzı yarı açık.Derin ve titrek nefesler. Omuzları düşüyor,kolları gevşiyor. Gözkapakları inik ve erimiş.Uyuyor.Başımı ona daha çok yaklaştırıyorum; veonu uyandırmamak için yüzümle yüzüarasında kıl kadar ince bir mesafe bırakarak, alal olmuş yanaklarının kokusunu teneffüsediyorum. Yanan bir gül kokusu. Yüzümüboynunda, göğsünde gezdiriyorum ve başımınbu ateşli gül bahçelerinde yaptığı gezintininbitmemesi için uyanmasını istemiyorum.Arada bir uyanıyor, boynuma sarılı kollarınıbiraz daha sıkarak uyuyor. (Veya gibi yapıyor.)

Nihayet benim, yorganı açarak onu içerialmak için yaptığım hareketten tamamiyleuyandı, silkindi ve yatağın içinde oturdu. İkielimi de tuttu. Gözleri dalıyordu. Galibauyurken görmeye başladığı rüya, uyandıktansonra da devam ediyor.Birdenbire tekrar bana sarıldı, sonrayataktan indi, ayaklarının ucuna basarakuzaklaştı.

EDeğişiyorumVe içimde geriye dönmek korkusu var.rtesi gün, kendimi bedbaht sanmakta bukadar acele edişime kızıyordum. Birgün evvel, kuruntularım yüzünden, kendisiylebütün alâkalarımı inkâr etmeye kadar vardığımbu köşk, o gün beni her dakika sevindiriyordu.Paşa’nın bana fazla sevgisinden dolayı hervakit ciddî duran yengem bile, sofradatabağıma yemek koyarken bu işinden zevkaldığını hissettiriyor:- Yemelisin, yemelisin, ben seni buradaşişmanlatacağım. Tamamiyle iyi olacaksın daöyle gideceksin... Bak bugün maşallahbenzinde kan var. Erenköy sana iki gündeyaradı.Paşa’nın da neş’esi var:

- Bak, bu getirdiğin romana bayıldım. Buakşam da okuyacağız değil mi? Bakalım, herifkızı kaçıracak mı?Nüzhet de bana cemileler yapıyor:- Sen burada iken vakit ne güzel geçiyor..sıkıl​mı​yo​rum. Sana alışırsak ne yapacağız?Bu basit sözler bir aşk itirafı kadar gururumuok​şu​yor.O günü akşama kadar Nüzhet’le bahçedegeçiriyoruz. Mesut olduğumu şundananlıyorum ki ne doktor Ragıp’ tan, nehastalıktan, ne de aynalı dolaptanbahsediyoruz. Âdeta, hayatımızda bunların hiçbiri olmamıştır.Kükürt serpmek bahanesiyle bağa gidiyoruzve yere eğilerek, yapraklar arasında,dudaklarımızı birleştiriyoruz. Felâket gibisaadet de ne hızlı gidiyor! Nüzhet’e kocasıolacak herhangi adam kadar yakınlaşmam için

ne az mesafe kaldı! İstesem bu da olacak,fakat mesut olmayı o kadar unutmuşum ki busür’atten korkuyorum, daha fazlailerleyemiyorum.Nüzhet bana güzel bir rüya gördüğünüsöylüyor, fakat bu rüyayı anlatmıyor.- Niçin anlatmıyorsun? Anlatılmayacak birşey mi?- Sana bir şey anlatmak isterim ama bunuanlatamam.- Utanılacak bir şey mi?- Bunu sana söylersem rüyayı anlatmışolurum.- Rüyada ben var mıyım?- Güzel rüya dedim ya!- Anlat kuzum, haydi anlat.

- Anlatırsam belki rüyayı bir daha göremem.- Bu rüyayı hakikat yapamaz mıyız?Ağzıma küçük bir tokat vurdu veşaşkınlığıma güldü.Etrafıma bakınıyorum. Bağ. Çocukluğumunbir çok seneleri bu köşkte, bu bağda, bubahçede geçti. Fakat kendimi yeni bir dekoruniçinde buluyorum, etrafımda herşey değişiyor,asıl ben değişiyorum; iki gün içinde nehâdiseler! Ben iki gün evvelki kendimi ve ikigün evvelki etrafımı tanımıyorum.Ve içimde geriye dönmek korkusu var. Hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. Elimi cebimesokarken, bana iki gün evvelini hatırlatacak birkâğıt parçasına, bir şeye rastlamaktan bilekorkuyorum.* Bahçe kapısından içeri bir adam girdi,

köşkün harem tarafına doğru yürüdü. Nüzhetbu adama çok dikkatle bakmıştı.- Kimdir? diye sordum.Nüzhet yüzünü buruşturdu, cevap vermedive yanımdan uzaklaştı ve adamın arkasındangitti.Adam bir dakika sonra köşkün bahçesineçıktı ve Nüzhet yanıma geldi.Hâlâ yüzünde can sıkıntısı vardı:- Doktorun uşağı! dedi. Bu akşam kendisigelecekmiş, uşağiyle haber göndermiş.Nüzhet, sükûtunun beni götüreceğiıstırapların önüne geçmek istedi.- Yarım saat ben ona çıkarım, sonra seninlebahçeye gelir, otururuz.Ben bir şey söylemedim.

Nüzhet devam etti:lânfi- Sen de göreceksin onu, yarım saat konuşuruz işte... Olmaz mı?Bir tek omuzumun küçük bir hareketiylecevap verdim ve hiçbir şey söylemedim.Yalnız, derhal bir endişeye düştüm. Bana bukuvvet kendimden mi geliyordu, Nüzhet’ten mi?Doktor RagıpTecessüs. Hatta yeni baş​layan birsevgi.Uzun boy. Seyrek, ince ve sarı saçlar.Etlerinin her parçası aynı pembelikte, sıhhatlibir baş. Daima gülmeye alışmış ve ciddihalinde bile gülümseyen bir ağız. Amelî veharicî bir zekânın daralttığı muzip, derinliksiz,kıvrak mavi gözler. İçinde -bana baktığızaman- gurur, müsamaha, şefkat ve yukarıdan

aşağı inen bir takdir. Kenarları biraz yayvanenli bir İslav burnu. Az kımıldayan bir vücut, dikduruş, gözlerin sinirsiz ve ölçülü bakışı. Mutedilbir zerafet. Bütün şahsiyette bir itidal, gayelerehendesî bir gidiş, sathî bir âhenk: DoktorRagıp.Mevzulara sükûnetle girerek konuşuyor.Sesi hafifçe titrek. Her sözünde ölçü hâkim:Rakam, mesafe, çizgi, harita, sayı.- Efendim, bu trenler yirmi kilometre bilegidemez.Yahut:- Merkezi Erenköy olmak üzere bir daireçiziniz, Alemdağiyle Kadıköy arasındaki kutrunüstünde...- Zavallı adamcağız günde otuz beş kerekarısını düşünür, haftada iki defa onungülümsediğini görmez.

Benim hiç konuşmadığımı gören Paşa, beniherhangi bir doktora bağlayan acı rabıtaüstünde bahis açtı:- Ragıp Bey, dedi. İyi tesadüf. Bizimoğlumuzun dizinde birşeyler oluyor.Bana döndü:- Anlatsana... Sen bu hekimce lâflarıbiliyorsun.Doktor Ragıp Beyin başı omuzlarıylaberaber ve mekanik bir intizamla bana çevrildi.Hastalığımın yalnız ismini söyledim.Gözlerinden gurur çekildi ve yalnız şefkatlebakarak sordu:- Ne zamandan beri?- Yedi sene.Nüzhet’in karşısında beni mahvedebilecek

bir teessür ve merhamet gösterdi:- O halde... derunî olacak: Tumeur Blanche.Nüzhet bu kelimenin mânâsını bilmediği içintasdik ettim.Fakat Paşa sordu:- Ne demek o?Bu suale cevap vermemesini istediğimianlayan Doktor Ragıp:- Hiç! dedi, yani bünyevî bir hastalık...Sonra bana:- Alçıya kondu mu?- İki defa. Belki gene koyacaklar. Birkaç kerede ameliyat oldum.Yengem içini çekerek mırıldandı:

- Zavallı çok çekti.Odayı zapteden bu merhametten ürkmeğebaşladım, fakat bu kuvvetli sarî duygu bütünruhlara saldırıyordu. Paşa’nın da sesi ağırlaştı.- Ne yapsak, Ragıp Bey, bu illet bizidüşündürüyor.- Delâlet edeyim, Paşa hazretleri, bir ikibüyük operatöre gösterelim.Bu bahsi kesecek kadar şiddetle:- Hepsine gösterdim, dedim.Bir sükût oldu. Sesim o kadar fazla çıkmıştıki aksi hâlâ kulağımda idi. İfratımı tâdil edecekbir yumuşaklıkla dedim ki:- Yarın fakültede yeniden bir konsültasyonyapılacak.Ve büyük operatörün ismini söyledim.

Doktor Ragıp:- Çok güzel!Dedi, bu bahsin kesilmesini istediğimi deanlayarak başka mevzuya geçti.Nüzhet iki defa salondan çıktı, girdi veikisinde de gözleriyle beni dışarı çağırdığıhalde yerimden kalkmadım.Tecessüs -hattâ yeni başlayan bir sevgi-benim. Doktor Ragıb’ı Nüzhet’e tercih etmemleneticeleniyordu.Galiba, düşmana dosttan fazlabağlandığımız alâka noktası budur.NotlarBir felâketin on beş gün evveldengörünüşü.

“Fakültede bilmem hangi koğuşun muavinodasındayım: İki karyola. Ortada yeşil birmasa, üstünde sürahi ve kitaplar. Duvarda birelektrik zili. Sağda bir çamaşır dolabı.“Odada kimse yok. Bizim Doktor Mithat Beybiraz dışarı çıktı. Burası Paşa’nın muavinlerininodası imiş.“Mithat Bey geldi. Bana soruyor:“- Ne yazıyorsun?“- Bu odada gördüklerimi.“Şimdi iki erkek ve iki hıristiyan kadın içerigirdi. Erkeklerin sakallısı, kadınların birinimuayene ediyor. Madamın da zoru dizlerinde.Üç sene evvel tifo olmuş.*

“Operatör ......... Paşa’nın odasındayım.Demin bir röntgen resmi aldırdım.“Bu oda bir müstatil. Sağda kapı. Beyazörtülü kanapeler. Bir sedefli şark usulü sigaraiskemlesi. Bir sandalya. Masanın üstünde birsaat. Bir yazı takımı, iki bardak gül, sahibi belliolmayan sivri siyah bir fes (galiba bizimdoktorun), tampon, istampa, kahve fincanı,üstünde etiketi olmayan bir ilâç şişesi. Birpaket... (Operatör içeri girdi, dışarıda birkalabalık) bir paket sigara.“Duvarda, karşıda âdi bir ayna. Soltarafımda, amfiteatrda yapılmış bir ameliyatresmi, yanımda bir derece, arkamda bir takvim.Kapıya yapıştırılmış bir sömestr kâğıdı,İstanbul’u bugünkü güzel haline getiren .......Paşa’nın odası.“Operatör bana doğru geldi:

“- Otur oğlum, otur! Ne yazıyorsun?“- Yalnız canım sıkılmasın diye bu odadagördüklerimi.* “Kapının dışında kalabalık. Sesler.“Operatör ayağa kalktı ve kapıya giderekdurdu.“Talebe haykırışıyor:“- Derse gelecek misiniz efendim?“Operatör öfke ile bağırdı:“- Beni istemiyorsanız, idareye söyleyin,başkası gelsin. O, paşa ise ben de beyim.“- Hayır efendim, estağfurullah! sesleri.“- Yok... Herşeyi franşman yapmalı, değil miama canım.

“Operatör itidalini kaybetmişti. Odaya döndü.Yanlışlıkla kanapenin koluna oturdu. Kapıdaduran bir talebeye bağırdı:“- Meselâ sana ‘Kal’ nedir? diye sorsam,bilmezsin.“- Burada elbette bilmem, efendim.“Cevaptaki cür’ete şaştım. Fakat şu `Kal’bahsinin ne olduğunu bizim doktordansoracağım. Dizim alçıya konacak galiba.* “Gardayım. Tren bekliyorum. Vaziyet fena.Operatör uzun uzadıya dizimi, röntgencamlarını muayene etti. Müthiş acılar geçirdim.Karar şu: Teşhis evvelâ kat’iyyen ArthiriteTuberculeuse. Tedavi: Evvelâ kat’iyyen koltukdeğneği. Kat’iyyen ameliyat, alçı. Eskifaciaların tekrarı. Kat’iyyen arka üstü uzanmak.Kat’iyyen bünyeyi kuvvetlendirmek. Operatöre

kalsa ameliyat bir hafta içinde yapılacak.Bereket benim doktor:“- Gidiniz, dedi. Erenköyü’nde istirahatediniz, ama tam istirahat: Hem diziniz, hemruhunuz... Biraz toplanınız... On-onbeş güngeçebilir...“Nüzhet’e bunları anlatacak mıyım? Hayır!Hatta bu not defterini de saklıyacağım. Belkieline geçer, okur. Ona ve onlara diyeceğim ki‘İstirahat lâzım, belki sonra küçük bir ameliyat.Dizim iyidir.’ O kadar.“Gişeler açılmıştır. Bir davranalım bakalım.”Küçük Bir MünakaşaNüzhet’in saadetinden bah​​​se​dildi.Paşa bana sordu:- E... Doktor Ragıb’ı nasıl buldun, bakalım?

Bu sualin ehemmiyetini derhal anladım: Ciddîbir danışma. Ben küçükken bile bazı fikirlerimeehemmiyet veren Paşa’nın artık bugünküdüşüncelerimden kendine göre amelî neticelerçıkaracağını biliyordum.- Sevimli adam.Dedim ve durdum. Sözlerimi tanzimediyordum.- Başka? Başka? dedi.Kapıdan çıkmak üzere olan yengeminpiyano üstünde birşey aramak bahanesiyleodada kaldığına ve benim cevabımıbeklediğine dikkat ettim.- Başka? diye biraz düşünür gibi yaptım.Cevaplarım hazırdı.Devam ettim:- Kurnaz bir adam. Hilekâr demiyeceğim,

aleyhinde bulunmak istemem, fakat basit birinsan.- Ne gibi?- Yalnız menfaatlerini sayacak kadar hesapbiliyor.- Pekâlâ... Bu adam...Paşa durdu, yengeme bakıyor, kararınıvererek devam etti:- Bu adam bir kızı mes’ut edebilir mi?- Basit bir kızı mes’ut edebilir.- Meselâ bizim Nüzhet’i mes’ut edebilir mi?Ciddî bir muhakeme yapar gibi sustuktansonra, cevap verdim:- Hayır!Hâlâ piyanonun üstünde birşeyler arar gibi

yapan yengem, biraz şiddetli bir hareketle banadöndü:- Niçin? dedi.Teşhisinden emin bir doktor sükûnetiylecevap verdim:- Çünkü, Nüzhet’in birçok arzuları vardır ki oadam anlıyamaz.Yengem, vücudunun birçok parçalarıasabiyetle kımıldanarak, sesini yükseltti:- Ne gibi arzular? Bir genç kız ne isterse buadam yapabilir: Rahat ettirmek, giydiripkuşatmak, iyi muamele etmek...- Hayır yenge! Bir genç kızın istediği şeylerinbu, binde biri bile değildir. Devir değişti. HeleNüzhet sefalet görmüş bir kız değil ki, rahatetmek, iyi giyinmek onun için bir saadet olsun.O, zaten rahat. O başka şeyler ister.

- Ne ister?- Kendine yakın bir insan ister. Koskoca birdoktorla anlaşamaz. Bu adam Nüzhet’ten onaltı yaş büyük.Yengemin daha fazla sinirlenmesindençekinerek bahsi kestim:- Fakat bunlar benim ilk görüşlerim. Siz ozatı daha evvelden tanıyorsunuz, daha iyibilirsiniz.Bütün bu konuşuşumda, kendimdenummadığım bir itidal, kendileriyle münakaşaedilmeyecek kadar haklı adamların itidalinigöstermiştim. Paşa bir iki kısa kahkaha ilebana taraftarlığını ilân etmişti.Yengem, piyanonun üstünden rastgelebirşey alarak dışarı çıktı. Bu aldığı şeyi sofadaelinden atarak parçalaması bile mümkündü. Okadar sinirli bir yürüyüşü vardı.

Paşa ile aramda bir sükût oldu. Bu köşkünbütün kaderi bu sessizliğin içinde idi, benimkaderim de. Bunun vehametini hissediyordum.Hiçbir şey söylemeye cesaret edemedim.Paşa mırıldandı:- Nüzhet senin kardeşin. Onunla beraberbüyüdünüz. O senin kardeşin!Birdenbire hiç beklemediğim bu sözlerkarşısında hayretimi gizlemedim. Bu bir ihtar!Her şeyi bilen bir adamın ihtarı.Büyük bir cesaretle sordum:- Yani?- Sen onun iyiliğini istersin ve rastgeleevlenmesini arzu etmezsin.Te’vil mi ediyordu? Tasdik ettim.Mikrop

Belki de bu, köşkte son ge​cem.Doktorun kat’i istirahat emri üzerine çoğalanbir ihtiyatla merdivenleri ağır ağır iniyor,pansumanımı yaptırmak için eczaneyegidiyordum.Aşağı katta yemek odasının önündengeçerken sert ve yüksek sesli bir münaşakaduydum ve derhal benden bahsediliyormuş gibikulak kabarttım; Nüzhet’le annesinin sesi:- Anne (diyor Nüzhet, kendini bir mahkemekarşısında hararetle müdafaa edenlerin acısesiyle) bana söyleme bunları... İşitmekistemiyorum.- İşit! İşitmelisin! Canını sokakta mı buldun?Maazallah... (Ses yavaşlıyor ve kelimelerinhepsini duyamıyorum.) Mikrop. Sonra...çekersin (Ses artıyor). Anladın mı? Çekersin!- (Şiddetli) Anne! Ben vallahi (Ses azalıyor)değil... (Ses artıyor) vallahi yaklaşmıyorum,

vallahi uzak duruyorum.- (Yüksek) Şakası yoktur kızım, mikrop bu...- (Sinirli) Bana söyleme bunları...- (Alçak sesle)... Ayırttım... Çatalınakaşığına işaret... (Yüksek sesle) Evin her tarafımikrop...Daha fazla dinlemek istemeyerek yürüdüm,hızla köşkün bahçesinden çıktım; eczaneyegitmek istemedim ve evvelâ istasyondabekleme odasında oturdum.Benden bahsedilmediğine emin olmak içinöteki ihtimallerin hepsini arıyor; fakat bir tanebile bulamıyordum; “mikrop” kelimesinihatırladıkça âdeta ismim söyleniyormuş gibi,ancak benden bahsolunduğunu anlıyordum.Pek mümkün ki, yengem Nüzhet’le benimaramdaki mesafeyi çoğaltmak için hastalığımınsirayeti ihtimalinden istifade ediyordu.

İçimde anî bir karar doğdu.Kendini tatbik ettirmek için muhtaç olduğubüyük enerjiyi de beraber taşıyan bu kararıvakit kaybetmeden fiile geçirmek istedim. Ziraonun en kuvvetli düşmanı zamandı.Hemen, o akşam evime dönmeye kararvermiştim.Pansumanımı yaptırdıktan sonra,köşktekilere bu anî kararı, tabiî göstermek için,güzel bahaneler arayarak yü​rü​yordum.Henüz akşam olmamıştı. Köşke girdim.Evvelâ salona çıktım. Paşa orada. Nüzhetpiyano çalıyor. Ben girince kalktı. Ona hiçbakmadan Paşa’ya doğru yürüdüm ve hemenkararımı söyledim:- Müsaade ederseniz ben bu gece evegideceğim.Sebep olarak, Erenköy eczanesinde

pansumanların iyi yapılmadığını söylüyordum.Paşa’nın canı sıkıldı. Hiç olmazsa ertesi güngitmemde ısrar ediyordu. Ben de ısrar ettim.Fakat Paşa âdeta emretti:- Yarın gidersin!Derin bir kederle karışık ince bir sevinçlekabul ettim. Nüzhet hiçbir şey söylemiyor vebu sükûtiyle, beni anlayan tehlikeli bir mahlûkgibi görünüyordu.Piyanosuna devam etti.Odaya Erenköy akşamları doluyordu. Herşeyin uzaklaştığı saat. Güneş ve renklerçekiliyor. Odada madenî eşyanın donukparıltısı. Her şeyde bir iç çekilişi, bir sönme, birhafifleme var. En katı cisimler bile eriyor veErenköy bayılıyor.Başımı arkaya salıveriyorum. Teslimiyet.Biraz evvelki azimkâr hamlenin tersi. Nüzhet’in

çaldığı havanın neş’eli ritmini duymuyor, yalnızmelodideki elemi duyuyorum.Köşke bu defa gelişimdeki ilk günühatırlıyorum ve bana o gün başlayan birhikâye, bugün bitiyormuş gibi geliyor.Belki de bu, köşkte son gecem.Nüzhet’e bakıyorum. Sade beyaz elbise vepiyanonun beyaz tuşları üstünde ağırlaşaneller. O da parçanın neş’eli ritmini kaybediyor.Ve beyaz elbise, beyaz tuşlar, eller kararıyor.Gece.Paşa’nın sinirli sesi:- Lâmba!Kozmopolitlerin HücumuEllerinde siyah boyalarla gezen

mukaddes adamlar.Ertesi gece de beni köşkte kalmaya mecbureden bir sebep çıktı: Annem geldi.Gece sofra kalabalıktı. Yengemin davetiüstüne, doktor Ragıp’la annesi de yemeğemisafir gelmişlerdi.Ben, Nüzhet’in yanında oturuyordum vebasit mevzular içinde konuşulan şeyleridinlemiyor, söze karış​mı​yor​dum.Bir aralık ismimin geçtiğini duydum vebaşımı kaldırdım. Ragıp Bey bana bakıyordu:- Siz ne fikirdesiniz, efendim? dedi.Konuşulan şeyi takip etmediğimi bildiren birhayret gösterdim. Paşa anlattı:- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, geceyarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kovasiyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve

nerede Fransızca bir ibare görürlerse derhalsiyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin?Almanlara yaranacağız diye kırk yıldıröğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursaolsun, güzel Türkçe dururken, sokaklevhalarına, tabelâlara fransızca ibareleryazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşave doktor, basit kozmopolit fikirleriyle banahücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlar’asevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmakiçin nafile yoruluyor. Fransa’nın bizimkültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâdeTanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorunsamimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onunbütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadanileri geçmiyordu. “Reçetelerimizi bile Fransızcayazıyoruz” diyordu.Ben, o zamanın fikirleriyle bu iki adamdanfazla mücehhez olduğumu anlamanın nefseitimadiyle, kuvvetli müdafaa ediyorum. Fakat

sofrada en son hükmü verecek yüksek birefkâr-ı umumiye yoktu. Benim mücerretnazariyelerime karşı muarızlarımın müptezelteşbihler ve müşahhas delillerle müdafaaettikleri tez, bu cahil efkâr-ı umumiyeyialdatabilirdi. Benim en zayıf tarafım bu idi. BirazNüzhet’ten ittifak bekliyordum. Aksi oldu.Nüzhet de şiddetle muarızlarıma katıldı.Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşayagirdim ve şahlandım. O derece ki Paşa banaçok kızıyor ve tecrübesizliğimden,cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin dahaderin taraflarına kadar hücum ediyordu.Münakaşa tehlikeli bir şiddet aldı. Paşa’nınyüzü kıpkırmızı olmuştu. Boğazına sıkıştırdığıhavluyu bollatıyor ve bastırıyordu. Ben derengimi kaybetmiş ola​caktım.Kadınların gözlerinde korkunun ve endişeninkamaşmaları vardı. Birdenbire susmayı tercihettim. Paşa sathî zaferini teyid eden birçoktafrafuruşluklar ediyordu.

Beni susturan şey nefretimdi. En basitiçtimaî dâvaları anlamayacak kadar yabancıtesirler altında şahsiyetlerini kaybeden buinsanlarla münakaşaya mecbur olmanınküçüklüğünden muzdariptim. Türkiye’de ecnebimekteplerin kuvvetli silindirleri altındayamyassı olan bu kafaların kesilmesindenbaşka çare görmüyordum. Ecnebi mektepleriniişgal suretiyle manevî kapitülasyonlarıkaldırdığı için hükûmeti beğeniyordum. Bumekteplerin benim aşkımda rol oynayacakkadar ileri gideceklerini evvelce tahminedemediğim halde.Sofradaki münakaşanın çirkin bir çocuğudoğdu: Sükût. Ruhlar acılaşmıştı ve güzel birmevzua gi​ri​le​mi​yor​du.Ben salondan erken çıktım ve yattım.Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhîazabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan etıstırabımı o gece sevdim.

Korkunç YarınArtık bir kelime bile ko​nuş​muyoruz.Yengemin anneme ısrarı üstüne köşkte birkaç gece kalmaya mecbur olmuştuk.Fakat herşey değişti. Münakaşa gecesindensonra Nüzhet’le dargın gibiydik. Ne gecelerihavuz başında buluşuyor; ne gündüzleri kükürtserpmek için bağa gidiyorduk. Paşa’ya romanda okuyamıyordum, kitap yarıda kalmıştı.Uzviyetim de fena halde idi: İştahım kaçtı.Yaralarım fena. Ağrılar çoğaldı. Pansumanımıyapan eczacı bedbin müşahedelerini bendengizlemedi. Rengim de soluyordu.Beni köşkte birkaç gün daha kalmayamecbur eden annemin gelişi, bütün bufelâketlerin başlangıcı olmuştu. Köşkünderinliklerinde cereyan eden ruhî bir trajedidenhaberi olmayan bu kadın, yengeme her fırsatta

doktor Ragıp’ı medih de ediyordu.İstikbalime dair içimden fena işaretler almayabaşladım. Üstüme devamlı bir melânkoli çöktü,her an susturan ve sarartan o derin elemlerdenbiri ki, beni kendi içimden de uzaklaştırıyor,ruhumu haritasını bilmediğim ıssız adalaragötürüyor, beni kendi hudutlarımın dışınasürüyordu.Bir gün, yukarı sofa balkonunda oturuyor,bağlara bakıyordum. Haziran. Öğle vakti.Erenköy yanıyor. Erenköy terliyor. Dizlerimigüneşe uzattım. (Benim doktorun tav​siyesi.)Taze ve canlı yeşilini kaybeden bütüntabiatta ilkbaharın uzaklaştığını görüyorum.Kendisine daima gıpta ettiğim bahçıvan, aynınokta üstündeki ısrarından yorulmuyor veisyansız gayretiyle, bana bir bahçedeuğraşmak sevgisini telkin ediyor. Fakat birtaraftan da beşerî ihtiraslarımızda yenildikçetabiatı özlediğimizi, ondan biraz kuvvet alınca

yeniden büyük kavgaya girişeceğimizianlamıyor değildim ve aspirin gibi muvakkat birilâçtan fazla tabiata kıymet vermiyordum,ümitsizliğimin son dereceye gelmesi biraz dabundandı.Arkamda Nüzhet’in sesini işittim:- Burada mısın?- Zannederim.Gülmedi. Sesimin perdesi belki mâniolmuştu. Yaklaştı ve oturduğum koltuğunarkasına elini koydu. Birbirimizi görmedenkonuşuyorduk.- Artık Erenköyü’nden bıktım, dedi.Samimi olsaydım ben de aynı cümle ile sözebaşlayabilirdim; derhal iştirak ettim:- Ben de bıktım.

-Sivrisinekleri bile.. yeknesak. Anlıyorum kiburada her gün, her gece çok benziyorbirbirine.- Pek.Nüzhet’in yeknesaklıktan bu şikâyeti, fenaisteklerin başlangıcı mıydı? Yoksa birkaçgünkü dargınlığımızın bir genç kız ruhundaaçtığı his boşluğundan yorulması mı? Bendeher zaman derunî mücadeleyi teşvik eden butürlü dargınlıklar, kendi kendisiyle didinmektenhoşlanmayan Nüzhet gibi tabiatlarda bütün ruhîfaaliyetlerin durgunluğuyla ve can sıkıntısıylaneticelenebilirdi.Ona, serbest olsaydı Erenköyü’nden başkanereye gidebileceğini sordum. İlk tahminimikuvvetlendiren bir cevap verdi:- Serbest olsaydım, Berlin’e kadar giderdim.Mühim cevap. Nüzhet değişiyor. DoktorRagıb’ın vaadi. Nüzhet’te yeni arzular...

- Niçin, Berlin’den başka yer değil? diyesordum.Cevap vermeden evvel söyleyeceği şeyintuhaflığına güldü:- Çünkü ben coğrafya bilmem. Kolaycahatırıma gelen memleket ismi Berlin.Berlin’e gitmek elinde olduğunu söyledim.Neyi ima ettiğimi anladı. Sustu. Belki de bubahsi açması bana bu darbeyi vurmak içindi.Hedefini gayet iyi bulmuştu.Susmaya devam etti. Uzun bir sükût.Dakikalar geçiyor. Her an birbirimizden birazdaha uzaklaşıyoruz. Konuşursak, birbirimizebunu hissettirmekten başka bir şeyeyaramayacak. Bunun için susuyoruz. Ne ondabu büyük mesafeyi atlamak ve ötekinin yanınavarmak isteği, ne bende kuvveti var. Busessizlik içinde zaman aramızdan bir düşmangibi geçiyor.

Nüzhet balkonun parmaklığındakisarmaşıklardan kopardı, sonra aşağı indi,bahçıvana seslendi, gene doğruldu, etrafınabakındı. Aramızdaki sessizliğe hareketleriylehücum ediyordu.Ben kımıldayacak halde değildim. Kanımsönüyor. Damarlarımın ince yollarında haşhaşlıbir hava yürüyor ve bütün adalelerimuyukluyor; içimde büyük bir enerjinin ölümünüduyuyordum.Onunla aramızda herşey o kadar bitmiş ki birkelime bile konuşamıyoruz.Balkondan çıkıp gitti.Ayak seslerinin uzaklaşmasını dinliyordum.Son. Bir şimendifer düdüğü. Keskin, acı ötüyor.Hayatımda büyük bir devrin kapandığı,korkunç yarına ilk adımı attığım an.Felâketlerimin başladığı saniyeyi tanıyorum.Hiç aldanmam.

TehlikeFelâket daha o gece başladı.Evimize geldik. Felâket daha o gece başladı.Uyutmayan müthiş bir sancı. Kıvranıyorum.Gece yarısından sonra annemi uyandırdım.Sıcak pansumanlar (faydasız). Dehşetli ifrazat.Sargılar dayanmıyor. Birkaç saat içindefevkalâde zayıflıyorum, yanaklarım çöktü.Sararıyorum.Sabahı zor ettim. Komşumuz bir arkadaşıçağırttım. Hemen bir araba. Köprü, vapur.Kamarada etrafımı göremiyorum, arkadaşlakonuşamıyorum, sancımın üstüne kapanaraktırnaklarımı avucuma geçiriyorum.Fakültede bizim doktoru bulduk. Beni o haldegörünce şaşırdı. İtidalini kaybederek bir kaçkere odaya lüzumsuz yere girip çıktı. Operatörderste imiş ve beklemek lâzımmış.

Bayılmak derecesine geliyorum. Ötekiasistanlar da koştular. Suya eter damlatarakiçiriyorlardı.Doktor Mithat bir arkadaşına rica etti:- Hastayı ikinci hariciye polikliniğinegötürelim. Yarayı açarız, operatör gelinceyekadar... Fakat yürüyemeyecek. Bir sedye.Sedye ile taşındım. Bahçeden geçiyorduk.Doktor ve arkadaşım başucumda yürüyereksoruyorlardı:- Rahat mısın? Acıyor mu?Poliklinikte masaya uzatıldım. Uykuya vebaygınlığa benzer bir uyuşukluk içindegözlerimi kapadım. Ağrı sağırlaşmıştı. Hattâbacağımın hangi noktasında olduğunuanlamadığım derin sızılar. Kulaklarımuğulduyor. Samiamın karanlıkları içinde mâhutsesler. Madenî âletlerin camlar ve tepsileriçinde çıkardıkları ince, kırık sesler.

Etrafımdakilerin telâşlı ve ehemmiyetlikonuşmaları.Sargıların çözülüşünü gayet az duyuyordum.Mithat Bey elimi tutuyor:- Şimdi güzel bir pansuman yaparız,acıtmayız, ilâç koyarız, ağrı diner.Herkes benimle meşgul. Şivesterler beyazhayaletleriyle etrafımda geziniyorlar.Asistanlardan biri, Fransızca anlamadığımahükmederek; “Tumeur blanche”ların ekseriyabol akıntılarla ciğer veremi tevlit edebileceğinianlatıyor. Mithat Bey ona susmasını ihtar etti.Ancak bir parmak temasından sonra diziminaçılmış olduğunu hissettim. Deri, hassasiyetinikaybetmişti.Bütün asistanlar dizimin üstüne eğildiler.Vahametten başka bir şey ifade etmeyenküçük sesler çıkarıyorlardı.

Ağrı dinmişti. Ancak, mafsalda bir hareketlebaşlı​yor​du.Asistanlar birdenbire doğruldular. Operatöriçeri girmişti. Beni gördüğü halde bir kelimesöylemeden musluğa gitti. Ellerini temizliyordu.Masama yaklaştı ve dizime uzaktan bakarakyüzünü buruşturdu. Asistanlar beni nasılbulduklarını, geceki ıstırabımı, ifrazatınpantolona çıkacak kadar şiddetli olduğunu,sedye ile taşındığımı anlattılar.Operatör hiç kımıldamadan yaraya bakıyor,belki hiç bir şey görmeden, düşünüyordu.Bir kelime söyledi:- Fena.Sonra bana baktı:- Geçen gün böyle değildin. Sözümüdinlemedin, bak ne oldu! Başımıza büyük işler

açıyorsun! Ben sana bu ayağı yere basma,dedim, sen inadına koşulara girmiş gibi harapetmişsin. Şimdi dizin değil, bütün bacağıntehlikede.Ağzımdan bir inilti çıktığını duyunca:- Fakat çalışacağız... diye teselli etti.Asistanlara döndü:- Pansumanı bitiriniz. Röntgenegötürsünler... Doktora benim tarafımdansöyleyin; vak’a mühimdir, gayet mükemmel birradiyografi lâzım...Mithat Beye hitap etti:- Akrabanızdan mıdır?- Onun kadar yakın.- Azami dikkat, azizim... Fistüllerigörüyorsunuz. Bu hale gelen bir bacak tababeti

korkutur... Röntgen yapılsın... Bir de bizimpavyondan bir koltuk değneği verilsin...Yenisini tedarik edinceye kadar bu ayak yerebasmamalıdır. Kat’i istirahat. Günde birkaçkere pansuman. Bünyeyi takviye. Hasta çokzayıf. Bunlar yapılmazsa ben bu gencebakamam. Nafile çalışmış oluruz.Evvelâ koltuk değneği geldi. Kullanmasınıbeceremedim. Öğrettiler. Bununla attığım ilkadımlarda başım dönüyordu. Bir kolumaarkadaşım, ötekine Mithat Bey girdi.Röntgen kalabalıktı. Fakat Mithat Bey benitercih ettirdi. Yedi sekiz resim çektirdi.Hayatımız hemen her gün beraber geçtiğihalde benimle hastahaneye ilk defa gelenarkadaşım, hayretten ve teessürden katılmışbir halde idi. Hiç bir şey söyle​mi​yor​du.Koridorlardan geçerken herkes, bilhassatalebe bana bakıyordu. Hattâ Mithat Bey birkaçmeraklıya izahat verdi.

Bahçeye çıktık ve biraz oturduk. Arkadaşım,hastalığa dair doktora birçok şeyler soruyordu.Ben biraz açılmıştım. Günün ilk tebessümübahçede oldu. Bu, arkadaşıma ve doktorakahkahalı bir neş’e verdi. Istıraplarımı benimleberaber yaşamış olduklarını bundan anladımve teselli buldum.Fakat doktorun neş’esi çabuk kaybolmuştu.Düşünceli duruyordu. Benim de içimdekorkular büyüyordu ve doktora kuvvetliteselliler isteyen sualler sorduğum halde, zayıfvaitlerden başka bir cevap alamıyordum.Bir Düstur“Az ümit edip, çok elde etmek.”Evimiz birdenbire kalabalıklaştı.Dostlar, komşular ve akraba gelip gidiyordu.Ben minderde uzanmıştım ve mukadder

suallere verilmek için ezberlediğim cevabı hergelene, her sorana tekrar edi​yor​dum.Bir ferdin ıstırabı etrafında uyanan içtimaîalâka beni teselli ediyordu.Büyük bir askerî hastahanede çalışan birhastabakıcı kadın ahbabımız bile muntazamanher gün uğruyor, pansumanlarımı yapıyor, harpyüzünden pahalılaşan pamuk ve gaz bezi gibişeyleri hastahaneden getiriyordu.Beni bir gün çalıştığı o hastahaneye götürdüve bir Alman operatörüne gösterdi. Karanlık birseririyatta alelacele dizime bakan bu Alman,yanlış bir teşhis koydu. Aynı hastahanedebaşka bir genç Türk doktoru, hastalığıma çokalâka gösterdi ve yeni bir tedavi ile, Türkiye’debulunmayan bir ilâcı mafsala zerkederek benikurtaracağını söyledi. Yirmi gün bu doktorainandım ve mafsala sokulan demir borulariçinde ilâcın sıkılmasına baygınlıklar geçirerekdayandım.

Aile, akraba, arkadaşlar, beni her gün enbüyük operatörlere götürüyorlardı. Halbuki bumütehassıslar hep, beni yedi senedenberi, kaçkere görmüşlerdi, hepsi:- Aman bu bacak ne hale gelmiş?Diye şaşıyorlardı. Muhitimin telâşındananlıyordum ki, hastalığımda bana söylenmeyenbir tehlike var.Hatta gene akrabamdan münevver ve zekibir adam bana dedi ki:- Sen bu hastalıktan mânen rahat etmekistiyorsan, bacağının tamamiyle kesilmesinekadar her felâketi göze al. Ne kurtarırsan senimemnun eder.Ve bana Goethe’nin bir safsatasını telkineçalıştı. “Az ümit edip çok elde etmek hayatınhakikî sırrıdır.”- Beni mânen büyük bir felâkete mi


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook