- Sen ne düşündün?Nüzhet’in bir kahkahası daha.- Böyle giderse sabaha kadar konuşamayız,dedi.Nadir fırsatlarda olduğu gibi, Nüzhet’e karşıistihza duyabiliyordum. Fakat arada birvücudunun hareketleriyle bu istihzamı arzuyakalbediyor ve öldürüyordu.Benim istihzamla onun açılıp kapanan şalıarasındaki sessiz mücadeleye devam ederekkonuşmaya başladık.- Ben bu adamı düşünüyordum, dedi.- Hangisi o?- İşte... O doktor Ragıp mı nedir? Hani beniisteyen adam.- Ey?
- Ben onunla evlenirsem ne olur? diyedüşündüm.- Ne mi olur? Bilmem?Bunu gayet tabiî ve kayıtsız söylemeyeçalışmıştım; hattâ alâkamı gizlemek içinyastığımın altındaki mendilimi aramakla meşgulgörünüyor, mendil bir iki defa elime geçtiğihalde bulamamış gibi yapıyordum. Susmayamecbur oldu.Ruhumun üstünde bir ağırlık duymayabaşladım. İçimde, Nüzhet’in “Ne mi olur?”sualine türlü türlü cevaplar sıralanıyordu. Fakatzannediyorum ki, bunları ne kadar gizlemeyeçalışırsam çalışayım, Nüzhet hepsini anlıyor.Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır,söylemek de faydasız; bu iki şeyden başka birşey yapamayacağım için bunalıyorum. Artıkmendili de bulmuş olduğum için azabımıörtecek herhangi bir hareket bahanesinden demahrumdum.
Nüzhet beni kurtarmaya çalıştı:- Peki... Sen söyle... Ne düşünüyordun?- Birçok şeyler...- Ne gibi?- Birçok... Anlatamam... Kısa kısa, başkabaşka, birçok şeyler...Artık sesimi idare edemiyordum. İrademlebütün alâkasını kesen bu ses, kendimden bilegizlediğim derin bazı heyecanlarımı ele veriyor,beni bile hayrete düşürüyordu... Sustum vegözlerimi de önüme eğerek saklamayaçalıştım. Bu zaafıma da isyan etmekistiyordum.Artık Nüzhet havaî konuşmak zorunda kaldı:- Yarın sen erkenden kalkacaksın değil mi?- Evet... Sekiz buçuk trenine yetişmeliyim.
- Öyle ise uyumalısın.- Uykum da yok.- Başını yastığa koy, uyursun.- Zannetmiyorum.- Uyursun, uyursun. Haydi... Ben seniörterim.Elini omuzuma koydu ve ısrar etti. Artıkmerhamete lâyık olduğumu anlamaktanutanmayacak kadar mukavemetimi vegururumu kaybetmiştim, teslimiyetin zevkiiçinde başımı yastığa koydum.- Hastalanırsın diye korkuyorum.Diyerek avucunu alnıma koydu ve saçlarımıokşamaya başladı. O vakit, içimde sıkışanduygular için yeni bir mecra keşfettim; eğer bu
duyguları o tarafa doğru sevkedebilecekolursam, yalnız kurtulmakla kalmayacaktım, oanda mes’ut olacaktım.İçimde bu inkılâp birdenbire oldu, Nüzhet’inkollarını birdenbire tuttum ve ona yepyenigözlerle baktım.Evvelâ biraz şaştı, sonra beni dikkatlesüzerek bir şey düşündü; elâ gözlerinin biryandan öte yana şeytanî bir yarım daireçizdiğini gördüm ve daha fazla cesaretlendim.Vücudunu kendime doğru çektim, bıraktı,göğsü göğsümün üstüne düştü vehararetlerimiz birleşti. İkimizin birden, yahutikimizden birinin kalbi şiddetle çarpıyor,Nüzhet’in göğsündeki yayları oynatıyordu. Biravucumla başını tuttum ve başıma doğruçektim.Dudaklarımız birbirine değer değmez,Nüzhet, elektrikli bir maden parçasını öpmüşgibi sarsıldı ve bir sıçrayışta ayağa kalktı.
Biraz durdu, göğsünü şişiren derin bir nefesaldı, belki bir şey söylemek istedi, fakat hiçbirşey söylemeden, hatta nefesini boşaltmadangeriye döndü, koştu ve odadan çıktı.Bir anda hem onu, hem kendimi anlamakihtiyacıyla, hareketsiz ve şaşkın durakladım.Şilte ve yorgan tutuşmuş gibi vücudumu alevleriçinde hissediyordum. Yorganı attım ve yatağıniçinde oturdum. İçimde büyük bir boşluk açıldı.Kalbimin çarpıntısından başka hiçbir şuurumkalmamıştı. Bu derunî boşluğu doldurmak içinetrafa kulak verdim. Erenköy mırıldanıyor. İnceve hafif böcek sesleri, tren düdükleri ve köpekhavlamaları, birbirine sarılarak bir ses yumağıhalinde büyüyor, gecenin birçok derin ve gizlisesleriyle karışıyor, rüzgârlara bürünüyor,başdöndürücü bir uğultu halinde yükseliyordu.Birdenbire vücudum gevşedi, omuzlarımdüştü.Başımı yastığa koydum.
Hafif bir titreme. Uyuşukluğa benzer bir uykuistidadı. Hafif dalıp uyanmalar ve küçükkâbuslar. İsmimi çağırıyorlar gibi. Yatağımınbaşında fısıldaşmalar, hayatımla münasebetiolmayan kısa bir rüya. Sonra âni bir uyanıklık,şuursuz bazı hâtıralar. Dikkatin birdenbireartması. Bir hâdise beklemek. Dizimde hafif birsızı. Zorlukla dönüyorum, sağlam dizimikısıyorum. Bir rahatlık. Gevşiyorum.Göğsümün üstünde kat kat yeleklerçözülüyormuş gibi bir hafifleme var. Dalıyorum.Hâlâ Uyuyan Genç KızNurefşan’ın suç ortaklığını kabul etmişoluyordum.Sabahleyin Paşa beni görmek istemiş. Yatakodasına girdim. Şunları söyledi:- Hazır Haydarpaşa’ya gidiyorsun, oradanbir arabaya bin, Kadıköyü’ne git, yeni bir romanal, o dün akşamki roman beni sarmadı, uyuya
kalmışım... Sonra postahaneye gir, annene birkart yaz ve burada bir ay kadar kalacağınıhaber ver. İsterse o da gelsin. Yengeninbeklediğini de yaz, hem senin tatilin. Boşgeçirme. Burada havadan istifade edersin.“Yengen” dediği karısı, ona para çantasınıuzattı. Paşa bana bir altın verdi, bunun yol vekitap parası olduğunu söyledi.Güç vaziyetimde beni biraz daha serbestbırakmak için yengemin odadan çıkmasındanda müteessir oldum.Paşa düşüncemin yolunu değiştirmeyeçalışıyor:- Allahaşkına, oğlum, kitabı alırken baştarafından biraz oku... Öyle uzun uzun tasvirlerolmasın. Gece o meyhane rüyama girdi. Senkitap okurken ben romana rüyada devamediyordum.- Benim de rüyama girdi.
- Hastalığından da iyi haberler getir.Gülümseyerek çıktım.Köşkün bahçesinde Nurefşan yanıma geldi,hiçbir şeye sormadığım halde usulca dedi ki:- Daha uyanmadı mı?- Kim? Diye sordum (Anladığım halde).Nurefşan, anlamayışımdan yahut anlamazgörünüşümden gücenmiş gibi başını önüneeğdi ve ellerini birbirine sürterek mırıldandı:- Küçük hanım.Ben, istediği gülüşü esirgemeyerekbahçeden yola çıktım.Nurefşan’ın suç ortaklığını kabul etmişoluyordum.
GZavallı Yorik“Hani senin o güzel kelimelerin, çılgınlıkların,şarkıların, davetlileri kahkahalarla boğanşakaların?”ayet yüksek bir kapı. Kırmızı bir fenerüstünde şu kelimeler: “Yaralılara ilkyardım.”Bu vaat karşısında bana her vakit gelenürperme ile içeri girdim. Taşlık. Yüksek tavan.Bütün sesler büyüyor: Ayak sesleri, insansesleri ve uğultular. Taşlara sürünen kumluayakkabıların çıtırdısı kestane fişekleri gibi veaçılıp kapanan kapıların gürültüsü top gibipatlıyor.Hızla girip çıkanlar, ağır ağır ve aranarakyürüyenler, bir köşede bekleyen askerî elbiselifakülte talebesi, beyaz gömlekli asistanlar,
doktorlar, yanımdan geçerken bıraktıklarımeslekî koku ile kendilerini tanıtan eczacılar,duvarlardaki cetvelleri okuyan hastalar. Gayetvahim işler etrafındaki sessiz faaliyet. Burasıbir resmî daireye, bir mektebe, birhastahaneye, bir hamama, bir mağazaya, birkışlaya ve bir mabede aynı zamanda benzer.Benim doktoru buldum. Operatörü beklemeklâzım. Teşrih sınıfında ders veriyormuş. Banakaç defa lâboratuvarları, sınıfları,ameliyathaneleri gezdiren doktor, hastalığa aitherşeye karşı tecessüsümü biliyor.Teşrihhaneyi görmemiştim. Bu sefer beni orayagötürdü.Büyük bir odaya girdik. Duvarları boydanboya kaplayan camlı dolaplar, içinde iskeletler,ortada sıra sıra masalar. Üstlerinde örtülerebürünmüş, insan şeklinde bir şeyler.Masalardan birine yaklaştık.Doktor örtülerden birini kaldırdı.
Bir ölü. Çırçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut.Sivri yerleri morarmış, kaburgalarısiyahlanarak fırlamış. Adaleler düşük. Kollar vebacaklar incelmiş. Bir bacağı uzamış, ötekihafifçe yana kıvrık ve dizi yukarı kalkık. Başıyana dönük ve masanın kenarına doğru birazkaymış. Ucu sivri ve etrafı mor bir daire ileçevrili burun uzamış, şakakları çökmüş vetraşı gelmiş. Alnı çok buruşuk. Yüzünde deşiddetli nefret ve azap: Hâlâ yaşıyormuş gibi,işkence çekiyormuş gibi, hâlâ içinde büyükduygular varmış gibi.Gözlerim öteki masalara gitti. Her örtününaltında böyle bir tane var.Doktor: “Bu taze bir kadavra, yeni gelmiş.”dedi. “Taze” ve “Kadavra” kelimelerinin gariptezadı beni ürpertti.Doktor anlatıyordu:
- Bu zavallı, dünyada hiçbir şeyleri olmayaninsanlardan... Bunların öldükten sonra birmezarları bile yoktur. Fakat bu, teşrih için iyi birkadavra. Tepeden tırnağa kadar adalelerisayılıyor. Hem yağsız, yavan bir ceset, teşrihbıçağını yormaz.Ve doktor birçok fennî tafsilât veriyor.Artık onu dinleyemez oldum. Bir iki ay evvelokuduğum “Hamlet”in mezarlık sahnesinihatırladım. Orada, Kralın soytarısı “Yorik”inkafatasını eline alan Prens’in sözlerini, birmusiki parçası gibi içimden mırıldandım:“Heyhat! Zavallı Yorik! Ben onu tanıdımHoratio. Soytarıların en neş’elisiydi: Velût birmuhayyele. Bin defa beni kollarında gezdirdi;fakat şimdi manzarası hayalimi dehşetle nasıldolduruyor! Kalbim nasıl...”Doktor beni dürttü. Elini örtüye sararakparmağını ölünün ağzına götürdü, siyahlanmışdudağını biraz sıyırdı:
- Bak! dedi. Dişler! Biliyor musun? İnsanöldükten sonra dişlerine bir şey olmaz, sonnefesinde nasılsa öyle kalır. Burada, herölünün ağzında, hayatında dişlerine ne kadaritina ettiğini anlayabiliriz... Bak, şurada birçürük diş...Bir tiksinme hareketi yaptım, derhal ölüyürahat bıraktı.Odadan çıktık, hafif hafif yürüyoruz. Ne ağırkoku! Bir posta vapurunu batırabiliriz. Ve nesessizlik! Ayak seslerimiz bile hiç akisyapmıyor gibi çınlayıp sönüyor. Kendimegömülüyorum.“Bin defa beni kollarında gezdirdi. Horatio!Bu soytarıların en alaycısıydı. Bin defa benikollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele.Kimbilir kaç defa öptüğüm dudakları şuracığaasılıydı. Zavallı Yorik!”- Buradan çıkıp teşrih dershanesine girelim,isterseniz... Tahammülünüz varsa...
Yok diyemedim.Nasıl olsa operatörü beklemeye ve vakitgeçirmeye de mecburduk.“Zavallı Yorik! Hani senin...”“Hani senin o güzel kelimelerin, çılgınlıkların,şarkıların, davetlileri kahkahalarla boğanşakaların? Hatta şimdi...”Doktor sordu:- Size burası dokundu mu yoksa?- Bir piyesten bazı parçalar hatırlıyorum.- Biz o kadar alışkınız ki.“Hattâ şimdi, şu ağzının yanındaki buruşuklagülmeye sen bile muktedir değilsin. Ne yanakkalmış, ne ağız. Haydi, git, şimdi güzelkadınlarımızdan birine, tuvaleti arasında görün;ve ona de ki, yüzüne bir parmak kalınlığında
boya süredursun, günün birinde şu cazip şekleistihale etmekten kurtulamayacaktır. Bu fikreonu güldür.”Teşrih dershanesine girdik. Amfiteatr.Operatör, elinde âletler, önünde mermer masa,üstünde bir ölü. Kolu kesiliyor.- Efendiler!... Amputation ameliyatlarındaherşeyden evvel dikkat edilecek nokta...* “- Rica ederim, Horatio, bana bir şey söyle.”“- Ne söyleyeyim efendimiz?”İlk LokmaHalbuki mesele çok basit: İnsan
hastalanır ve ölür.Dersden çıkınca fakülteyi çabuk terketmeyemecbur olan operatör, o gün bana bakmadı,yalnız doktora dedi ki:- Mithat Bey! Bu çocuğa anlatınız, mutlakakoltuk değneği kullanmalıdır, hâlis “arthrite”dirbu, şakaya gelmez, hastalık “exra-articulaire”değil ki...- Öyle demişler.- Haltetmişler! Ben bu dizi önce de gördüm,biliyorum.Bana döndü:- Yavrum! Sonra bacağını bütün bütünkaybedersin. Mutlaka bir koltuk değneği lâzım.Bak yürürken de zahmet çekiyorsun.Ve ters yüzü dönerek, hiç zahmet çekmedenyürüyüp gitti.
Benim doktor, bahçede, kolunu bana verdi.- Rica ederim, yaslanınız. Operatörün hakkıvar... İhmal etmeyiniz. Hiç olmazsa bir baston.Yokuşu ağır ağır iniyoruz. Hafif bir rüzgâr.Her vesile ile bana ders veren doktorsöylüyor.- Bünye, bünye. Sizin için her şeyden evvelbu! Hastalığınız hem mevzii, hem bünyevidir.Bol hava, güneş, bilhassa deniz havası...Bunları çok iyi bilirsiniz. Hastalığınız size âdetaamelî doktorluk öğretiyor... Bu rüzgâra bakınçok faydalı... Bu kadar esmek şartiyle... Dahafazlası cümle-i asabiyeyi kamçılar... Şurada birlokanta var. Orada hem dinlenirsin, hem yemekyeriz.Bir köy lokantasına giriyoruz. Doktor,mutlaka bir et seçmemi istiyor ve bana biryemek rejimi çiziyor.
Öteki operatörün kararını anlattım ve bundançok müteessir olduğumu söyledim.Düşündü, çok düşündü, “Osteite” diyemırıldandı; gene düşündü, tereddüt içindesöyledi:- O kadar korkmayın... Bir kere de bizgörelim... Yarın değil öbür gün gelirsiniz, bizimoperatör de bakar. Olabilir ki küçük birameliyatla, hattâ yalnız alçıyla, yahut yarım bir“İltisak-ı mafsal” ile kurtarırız.Sonra kuvvetle tekrar etti:- Bünye! Bünye... En mühim nokta bu. Çokyiyiniz! Bunları biliyorsunuz... Fakat, haydibakalım, işte yiyeceğiniz geldi… Bunubitirmelisiniz… İyi çiğneyiniz.Hiç iştahım yoktu. Sun’î bir gayretle bıçağıbastım ve ilk lokmayı ağzıma götürdüm.Fakat etin kokusu bana teşrihhaneyi
hatırlattı. Birdenbire damağımda çürümüş birinsan eti lezzeti, genzimde ağır bir kokuhissettim. Bu duygum bana o kadar hakikigöründü ki lokmayı yutamadım, çıkaramadımve kıpkırmızı kesildim.Lokantanın bahçesine çıktım ve geldim.Doktor biraz şaşırmış, fakat soğukkanlıduruyordu. Bir bardak su verdi.Herşeyi anlamıştı. “Teşrihhaneyigezmemeliydik”, dedi.O koku bütün lokantayı ve genzimidolduruyordu. Gördüğüm ölülerden birininyanağını ısırmış gibiydim. Doktor: “Vah vah…”diye mırıldandı.Hâlbuki mesele çok basit: İnsan hastalanırve ölür.“- Zavallı Yorik!”Beni Karşılayan Sükût
Bu odada bir şey var, mühim bir şey.Köşke girdim, fakat aşağı sofalarda,merdivenlerde, kapısı açık odalarda vesalonda kimseye tesadüf etmedim.Paşa’nın yatak odasının önünden geçerkeniçerde hararetli bir konuşma duydum. Nüzhet’insesi de geliyordu.Biraz durakladım ve Paşa’nın küçük birkahkahasını duymaktan gelen cesaretle içeriyegirdim.Paşa, uzun koltukta arka üstü yatıyor,Nüzhet pencerenin kenarına oturmuş, dizlerinisallıyor ve aynalı dolabın açık duran kapısıarasından yengemin kalın bacakları ile siyahelbisesinin eteği görünüyordu.Ben girer girmez hepsi birden sustular.Beklediğim alâka yerine bu sessizlik benişaşırttı ve bu şaşkınlığımı gören Nüzhet’inyüzünde bir istihza belirip belirmediğine
bakamadan Paşa’ya doğru bir iki adım attım.Beni gene o himaye etti ve ilk alâkayıgösterdi:- Oo... İyi... Çabuk geldin… Ne haber?Anlattım ki operatör beni muayene etmedi,yarın değil öbürgün. Anneme kartı yazdım,artık merak etmez. Bir roman aldım, cinaî amagüzel bir şeye benziyor.Paşa sadece:- Haydi bakalım! diye mırıldandı ve odayıgene sessizlik bastı.Nüzhet’e baktım, başını pencereden dışarıçevirmiş ve dizlerini sallıyor.Yengem, aynalı dolabın içine kapanmış.Kapısı hafifçe gıcırdıyor.Bu odada bir şey var, bu odada mühim bir
şey var. Merak ediyorum. Anlamak istiyorum,beni karşılayan bu sessizliği yenmek istiyorum.Kitabı Paşa’ya uzatmaktan başka bir hareketyapamadım.Aldı ve bakmadan küçük bir dolabın üstünekoydu: “Ya. Eh… Pekalâ…” gibi tamamiyleanlayamadığım bir şeyler söyledi.Aynalı dolabın kapısı gıcırdıyordu.Nüzhet pencerenin kenarından indi vearamızdan çekilerek balkona çıktı. Ben dehemen odadan çıkmak ve yalnız kalmakistiyordum, fakat yapamadım. Birazsendeleyerek iki adım kadar geriledim.Yukarı çıkayım.. gibi bi şey mırıldandım,kapıya doğru yürüdüm.Oda kapısının yanında, ayakta, Nurefşan,duruyordu. Onu ancak odadan çıkarkengörmüştüm. O da bana garip gözlerle, birçok
mânâlarla yüklü, dolgun gözlerle bakıyordu.Odadan çıkınca nereye gideceğimi, neyapacağımı şaşırmıştım. Bütün bu ev, bütünbu insanlar bana yabancı geliyordu. Onlarıbana tanıtan bütün alâkalar, hâtıralar bir andakaybolmuştu.Merdivenlerden indim. Bahçeye çıktım.Havuzun başında Nüzhet’le geceleyinoturduğumuz demir kanapeye oturdum. Fakatbahçeyi göremiyordum, o yaşımda kuvvetliacıların bana verdiği geçici sağırlık ve körlükiçinde idim; o acılardan biri ki, saniyeler içindeartıyor, azamiye çıkıyor, gözlerimin arkasındabir karanlık ve kulaklarımda bir uğultu yapıyor,kendimi taşıyamayacak kadar dermanımıkesiyordu.Başımı arkaya dayadım. Bahçeninuzaklarında, yeşillikler arasında bahçıvanıngörünüp kaybolan iki kat eğilmiş vücudugözlerimi biraz oyaladı. Fakat gene içim
karardı. Biraz evvelki yatak odasından parçaparça hayaller.Paşa’nın çapaklı sesi. Nüzhet’in dizlerindesinirlilik. Nurafşan’ın gözleri, aynalı dolapkapısının gıcırtısı. Ve bu ses, bu dizler, bugözler, kapı, gizli şeylerin diliyle bana nelersöylüyorlar! Bazan etrafımızda o kadar esrarlıbir hâdise olur ki ince teferuatına kadar bunusezeriz, fakat hiçbir şey idrak etmeyiz;ruhumuzun içinde ikinci bir ruh herşeyi anlar,fakat bize anlatmaz, böyle korkunç işaretlerlebizi muammanın derinliklerine atar ve boğar.Kuruntulu AdamNen var, niçin susuyorsun?Boğuluyorum.Kurtulmak için başımı kendi derinliklerimdençıkarıyorum, bahçeye bakıyorum. Oyalanacakbir şey arıyorum.
Yeşillikler arasında bahçıvanın kambur sırtı.Hâlâ aynı noktada. Bir nebat, bir toprak parçasıüstünde ne ısrar! Bütün ruhî ticaretini mert veasil tabiatla yapan adam: Kendini ona emniyetleveriyor ve nebatla, toprakla açtığı hesab-ıcâride aldanmayacağını biliyor, bunun içinsâkin ve kendinden emin, çalışıyor, bunun içinyirmi santimetre murabbaı bir toprak parçasıüstünde, güneşin altında, saatlerce,yorulmadan, mazbut bir heyecanla didinipduruyor.Onu o kadar kıskanıyorum ki saadetininiçine daha fazla giremiyorum, kendimedönüyorum, fakat içimde ne kargaşalık! Banatâbi olmayan binlerce hayaller ve hatıralar,şiddetli bir anafor içinde savruluyorlar.Arkamdan bir şehir kaçıyor. Dizlerimde birkerpeten. Hastalık ve tabiat. Çamların arasındabeyazlıklar. Bünye! Bünye! Sizin için herşeyden evvel bu. Evimizin sokak kapısıönünde çocuklar, birdenbire keskin bir çığlık.
Daha sabredelim mi? Yengemin Paşa’yauzattığı çanta ve Paşa’nın bana elini uzatırkenyüzündeki şefkatin arkasına gizlenen istihfaf,istihza, nefret, hâkimiyet, mum ışığınınsallantıları arasında uzanıp kısalan bir boy.Canlı, hareketli gözler, simsiyah ve hareketsiz.Uyuyamadım, diyor, ben de uyuyamadım, senniçin uyuyamadın? Ben bir şeyler düşündüm,ben de bir şeyler. Gömleğinin üstünde bir şal...Arkamda açık duran balkon kapısından hafif birrüzgâr giriyor. Hani benim kitaplarım?Çırılçıplak, sapsarı, upuzun bir vücut.Yanakları çökmüş ve traşı gelmiş. Horatio!Bana bir şey söyle! Ne söyleyeyim efendimiz?Mermer masanın üstünde bir ölü. Heyhat!Ben onu tanıdım, Horatio. Soytarıların enalaycısıydı. Bin defa beni kollarında gezdirdi.Şimdi ne yanak kalmış, ne ağız! Bin defa benikollarında gezdirdi. Velût bir muhayyele! Hanisenin şarkıların, lâtifelerin, dâvetlilerikahkahalarla boğan şakaların! Operatörünbana bakışlarındaki merhamet, nefret ve
ciddiyet. Ağır ağır yokuşu iniyoruz. Bir köylokantası. Lokma. Zavallı Yorik! Horatio! Banabir şey söyle! Ne söyleyeyim efendimiz?Arkamda bir ayak sesi. Bir kahkaha. Bendoğrulmaya çalışırken bir kahkaha daha.Nüzhet:- Ayol nerdesin?Yüzüme dikkatle bakıyor, cevap bekliyor.- Nerdesin? Odanda aradım seni.Gözlerimi önüme eğiyorum.- Yoruldum, dinleniyorum.Yanıma oturdu. Hâlâ gözleri yüzümde.- Yok yok... Bir şey var... Gene bir şeylerkuruyorsun.Cevap vermiyorum. Bir kere girdiği bu yoldazorla yürüyor.
- Vallahi bir şeyler kuruyorsun. Neye canınsıkılıyor?- Küçük şeylere.- Söyle bana.- Yorgunum.- Haydi, söyle bana.- Yorgunum... İstasyondan buraya kadaryürümek yordu. Biraz dinleniyorum. Şubahçıvana bakıyorum. Ne güzel çalışıyor.- Haydi, haydi... Söyle bana.- Yirmi santimetrelik bir toprak parçasıüstünde...- Kuzum... Bir şeye mi darıldın?- Hayır!
- Ben neye darıldığını biliyorum.- Hiçbir şeye darılmadım.- Biliyorum diyorum sana.- Hayır!- Sen biraz evel darıldın. Odadan çıkışındanbelliydi. Değil mi?- Hayır... Darılmadım... Darılmış değilim.- Ey!- Orada, benden gizli bir şeykonuşuyordunuz gibi geldi bana... Dışarıçıktım.- Hayır! Senden gizli bir şeykonuşmuyorduk.- Olabilir... Bana öyle geldi.- Hayır! Bak sen ne vesveseli adamsın!
Düşün, düşün de kendini anla! Senden gizlihiçbir şey konuşmuyorduk. Annemsoyunuyordu, sen odaya girince o da aynalıdolabın kapısı içine saklandı. Ben sana işaretettim, görmedin. Şimdi anladın mı? Buvesveseleri bırak! Sen çok kuruntulu insansın!Kalk. Dinlendinse bahçıvana görünmedenküçük salatalık koparalım, haydi.Paris! Paris!Sen git, Paris’e git! Hey!- Ha! Ha! Tıpkısı be! Gözümün önüne geliyorParis... Enstitü binası... Sonra Cumhuriyetheykeli vardır. Yamandır Paris. Bir dahagöremiyeceğiz. İnşallah sen gidersin degörürsün... Benden geçti artık... Fakat insanromanları okurken de Paris gözünün önünegeliyor... Hem bu, hoş bir roman... Aferin! İyibulmuşsun... O yeraltı meyhanelerinde benyüzlerce defa kafayı çektim... Apsent üstüneapsent...
Paşa, bol kahkahalar atıyor; okuduğumromanın yerli Paris tasvirleri hafızasınınkapağını açmış, gençliğinin en taşkın yıllarınaait hatıralarla ağzına kadar dolu bir bentten,yirmi beş senelik bir mazinin seli şarıl şarılakıyordu. Bütün Paris hatıraları. Ve bol vegevrek kahkahalar, ki çocukluğumda Paşabundan ne kadar çok salıverirdi ve her insanıbize hatırlatan, her insanı içimizde yaşatan birayırıcı alâmet varsa, Paşa’yı da banahatırlatan, içimde yaşatan bu gevrek ve bolkahkahalarıydı.- Ben, diyordu. Paris’e gittiğim vakit SadiCarnot Reisicumhurdu. Kaç senelik meselebu? Dur bakayım... 1887... Onüç, onbeş daha,yirmi sekiz sene evvel. Sen daha o vakitdünyada yoktun... Ne gezer? Ha! Sadi CarnotReisicumhurdu... Paris’in yeraltı meyhanelerivardı... Orada apaşlar toplanırlar... Haniromanda okuyorsun ya!... İşte o herif gibi üçdeğil, beş değil, on onbeş apaş ortayadolarlar... Ha! İçlerinde politikacılar da vardır...
Anarşistler! Hepsi de Sadi Carnot’undüşmanları... Kapılar kapanır... Dışarıya gözcükonur... Polis gelmesin diye. Hoş polis herşeyibilir ya... Arada bir bunları basar... Derken...Evet kapılar kapanır... Masanın üstüne biranarşist çıkar, dehşetli bir nutuk söyler! Hey!Aman Allah! Gözleri kızarmış... Apsent üstüneapsent! Bağırır dururlar:- A bas Sadi Carnot!Yani “Kahrolsun Sadi Carnot!” diyehaykırırlar... Kimi yere bardağı atar, şırakk..diye kırar... Artık herkes masaların üstüneçıkar, nutuklar, haykırışlar, hurralar, bir neşe,bir coşkunluk, bir fırtına, kıyametler kopar!Göğsü yorulan Paşa biraz duruyor,hâtıralarının silsilesini kendi içinde seyredalıyor, “Hey... Ah.” gibi iniltiler salıveriyordu.O tarihte biz, Harb-i Umumî’ye henüzgirmiştik. İttihatçılar hâkimdi. Paşa, Fransızdostu ve Alman aleyhtarı, İttihatçılar’a
düşmandı. Hep “Sabah” okur, muhalif fırkanınmuvaffakiyetlerini arardı. Bab-ı âli baskınındansonra, “Sabah” birdenbire dilini değiştirmiş veİttihatçılar’ın tarafına geçmişti. Hattâ NazımPaşa’nın katlini ehemmiyetsiz bir vak’a gibi ikiüç satırla yazmıştı. Paşa, en güvendiğigazetenin de bu ihanetini görünce, o gündenberi matbuata da gücendi ve bir daha köşkegazete sokmadı. Bunun için gençlikhâtıralariyle karışan siyasî muhalefet ihtirasıaltmışını geçen bu ihtiyarı anarşist gibi diriltiyor,uykudaki enerjilerini ayaklandırıyor,coşturuyordu.- Sonra, diyor, Sadi Carnot’yu öldürdüler...Ben o vakit Paris’te değildim... İstanbul’agelmiştim... Herifi İtalyan anarşistleri vurdu...Liyon’da... Anladın mı? Sen git, Paris’e git! Bakorada romanda okuduğun Pont-Neuf’un arkasokağında bir yeraltı meyhanesi vardır. Hoş,bugün duruyor mu acaba?Nefesi kesiliyordu. Romanı okumaya devam
ettim:“Çünkü bir kapalı araba, sarı ve ölümlüışıklar neşreden fenerleriyle Pont-Neuf’u geçtive enstitünün parmaklığı önünde tevakkuf etti.Soluk gümüşî renkte bir şapkayı lâbis ortayaşlı bir adam, arkasında kısa boylu,kamburca diğer bir adamla arabadan atladı vederhal emir verdi:“- Lâmbaları söndürünüz!”Gizli Konuşulan ŞeyBir odanın içindeki sır.Yatak odama girerken, kapının önündeNurefşan’ı gördüm. Elinde bir şamdan:- Sizi bekliyorum, dedi. Şimdi sizincibinliğinizi kurdum. Sivrisinekler çoğaldı.Odaya benimle beraber girdi. Etrafına
bakınıyor, benim daha fazla rahat etmem içinodada yapılacak yeni işler arıyor,bulamamaktan canı sıkılmış görünüyor.Ben sandalyeye oturdum ve onun çıkmasınıbekledim; çıkmadı ve karşımda durdu.Konuşmak istediği ve cesaret edemediğibelliydi.Konuşturmak istedim:- Ey... Söyle bakalım Nurefşan... Senin sakane âlemde... Yem yemiyor mu? Hastalığı geçtimi?Son ihtiyarlık yıllarında kuşlara pek meraksardıran ve köşkte büyük bir kuşhane kuranPaşa, hasta bir saka kuşunu Nurefşan’avermişti. Kızcağız odasında bu kuşu tedaviediyordu.- Bugün hayvancağıza iyi bakamadım.Misafir geldi.
Sonra yüzüme dikkatle bakarak, biraz dahayüksek sesle ilâve etti:- Doktor Ragıp Beyin validesi geldi.Benim bu bahse ehemmiyet vermememdenkorkarak çabucak şunları da söyledi:- İş ilerliyor.- Hangi iş? diye sordum.- Bir iki güne kadar söz kesilecek. Küçükhanımı doktora veriyorlar.Bu haberi elimden geldiği kadar tabiikarşılamaya çalışarak dedim ki:- Öyle mi? Nüzhet de bana söylüyordu.Demek buraya bir damat gelecek, fena mı?Nurefşan, başını önüne eğdi vememnuniyetsizliğini gizlemeyen bir yüzburuşuğu yaptı. Sonra anlattı:
-Düğünden sonra doktor, küçük hanımıBerlin’e götürecek. Orada hastahanelerdeçalışacakmış.- Ya... Demek küçük hanımı kaybedeceksin.- Ben bu evlenmeyi hiç istemiyorum. Paşaefendi de istemiyor ama yengeniz istiyor.Gene yüzüma baktı ve benden buduygusunu paylaştığımı anlatacak bir sözbekledi. Hiçbir şey söylemedim.Devam etti:- Bugün siz Paşa efendinin odasına girdiğinizvakit bunu konuşuyorlardı. Birdenbire sustular.Kendimi tutamadım ve şiddetle canlandım:- Ya! Ben bunun üstüne mi geldim?- Öyle ya.Küçük bir tereddütten sonra sordum:
- Ne konuşuyorlardı?- Hanımefendi, doktorun valdesininsöylediklerini Paşa efendiye anlatıyordu.- Ne diyordu?- Diyordu ki işte... Birkaç güne kadar sözkesilmeli imiş. Bir aya kadar da nikâh düğün...Sonbahara doğru doktor Berlin’e gidecekmiş,küçük hanımı da götürecekmiş.- Nüzhet ne diyor?- Gülüyor.- Paşa?- O da gülüyor. “Vay! Sen Berlin’e migideceksin?” diye alay ediyor.- Peki, Nurefşan... Sen o şamdanı bırak.Benim şamdanda mum kalmamış.
- Zaten bunu size getirmiştim.- Pekâlâ. Allah rahatlık versin.- Size de efendim.Nurefşan çıktı.Size de efendim. Bana da mı?Ümit etmiyorum.Nüzhet Bana Yalan SöylediDünyanın hiçbir Nüzhet’i yalansöylememelidir.Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idimve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştımve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki,yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; vebir yalan söylendiği zaman insanların değil,eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine
şaşıyordum. Yalana herşey isyan etmelidir.Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır,ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniyeiçinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır,hattâ yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçayaayrılmalıdır filân... Zavallı mürâhik...Nüzhet bana yalan söyledi.Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim,esrarı gören gözleriyle ve esrarı duyankulaklariyle her şeyi sezer ve bana sezdirir vebeni aldatamaz, ah, içim beni aldatmaz.Ben o gün odaya girer girmez her şeyisezdim. Aynalı dolap kapısının gıcırtısı,Nüzhet’in dizleri ve Nurefşan’ın gözleri bana üçmünâdi gibi haykırdılar.Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikatiarayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan Çinsetleri gibi kalın duvarlar örsün, altında kalanhakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgârdalgasıyla, herhangi bir küçük işaretle
mevcudiyetini bildirir: “Buradayım!” der.Nüzhet bana yalan söyledi.Hem ne çabuk yaratılmış, ne mükemmel, negüzel yalan! Annesi, aynalı dolabın içindeçıplakmış! Yalanlarla besli bir muhayyilehakikatin unsurlarını ne çabuk buluyor,etraftaki eşyayı, hâdiseleri kendi gayesine görene çabuk tertip ediyor ve malzemesi hakikatolan, hakikî toprakla, alçıyla, suyla yoğrulan buabide en kuvvetli gözleri nasıl aldatıyor, nesan’at, ne san’at!“Bak sen ne vesveseli adamsın!” ha?Düşün, düşün de anla! “Senden gizli hiçbir şeykonuşmuyorduk. Annem soyunuyordu. Senodadan içeri girince aynalı dolabın içinesaklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin.Şimdi anladın mı?”İşte şimdi anladım... Ah, küçük aşifte!Fakat Yarabbi, ben bu gece bu odada
yatmaya niçin mahkûmum, niçin tâ buradankalkıp evime kadar yayan gitmiyorum veevimin sofasında baygın düşmüyorum?Nüzhet bana yalan söyledi.Bunu onun yüzüne vurmak istiyorum.Hakikat, yalana karşı mücadeleye beni memurediyor. Mukaddes iş. Bunu yapacağım. Bütünhayatımı buna hasredebilirim. Dünyanın hiçbirNüzhet’i yalan söylememelidir. (Zavallımürâhik) Tek başıma ben buna mâni olacağım.(Zavallı onbeş yaşındaki hasta mürâhik) Benmâni olacağım! (Zavallı mürâhik... Zavallı...)O gece uyuyamayacağımı anlıyordum.Nüzhet bana yalan söyledi.Fakat sabaha kadar nasıl sabredebilirim?Ah, gene odama geliverse...Bu ihtimali düşünürken onun odasına gitmeğide düşündüm. Bütün mahzurlarını hesap
ediyordum.Büyük bir arzunun bana ilham edeceği aklagelmez tedbirlerle Nüzhet’in odasınagidebileceğimi kendime kabul ettirdim. Vakıatehlike vardı. Çünkü Nüzhet’in odası Paşa’nınodasının tam üstünde idi ve en küçük sesaşağıdan duyulabilirdi.Bunlara karşı tedbirler düşünürken vücudumdaha evvel kararını verdi ve muhakemelerimbitmeden ayağa kalktım.Kapının eşiğinde biraz durarak etrafıdinledim. Tam sessizlik. Bütün köşk uyku vekaranlık içinde eriyor.Sofanın ortasına kadar bir kaç adım attım,gene durdum; bu sefer daha emniyetleNüzhet’in oda kapısına geldim, hafif iki defavurdum.- Kim o? diye bir ses geldi, onun sesi.
Bu seste bile ben bir sinsilik, bir hilekârlık,örtünen, değişen, gizlenen ve aldatan bir şeykeşfediyordum.- Aç Nüzhet!- Kapı kilitsiz.Topuzu çevirdim, içeri iki adım atıp kapıyıkapadım ve durdum. Nüzhet yatağının içindeoturuyor, bana dikkatle bakıyordu. Bir dakikaböyle geçti.- Ne var? dedi.Birkaç adım yaklaştım.- Sana mühim bir şey söyleyeceğim Nüzhet.Odama gelir misin? Burada seslerimizaşağıdan duyulur.Yüzüme hâlâ dikkatle bakıyor, bir şeysöylemiyordu. Ciddî olduğumu gördü.
- Peki... Geliyorum... dedi.Azgın Mürâhikİnanmak şehveti.- Ben belki teselli edilmeye muhtacım, fakatbunu istemiyorum, anladın mı? Ben, yalansöylenmesini istemiyorum. Hem bu nebudalaca teselli! Aldandığımı anladıktan sonradaha fazla sıkılmayacak mıyım?- Sen neler söylüyorsun kuzum? Ben bir şeyanlamıyorum ki...- Nüzhet! Beni hem dinlemeğe, hemanlamağa mecbursun. Ben sana diyorum ki,bana karşı doğru ol. Herkes yalandan nefreteder ve yalan söyler, ben herkesten fazlanefret ediyorum ve herkesten az yalansöylüyorum. Benim mizacım böyle.- Peki ama bunları bana niçin söylüyorsun?
- Bunu anlaman lâzım.- Hiçbir şey anlamıyorum.- Nüzhet! Bunu anlaman lâzım.- Hiçbir şey anlamıyorum, hayretleriçindeyim, sana ne oldu, ne var? Gene nekuruntular yaptın?- Kuruntu değil. Ben hiç kuruntu yapmam.Ben hissediyorum, ben hakikati hissediyorum.- Hangi hakikati?- Benden gizlediğin hakikati.- Of... ne tuhaf söylüyorsun. Ben böylekonuşulmasından hoşlanmam. Karanlıksözler... Kuzum, açık söyle.- Bu gece sen bana çok üzüntü verdin.- Niçin canım?
- Demin Nurefşan burada idi, ben bugünodaya girdiğim vakit neler konuşulduğunuanlattı.- Peki- Artık anlaman lâzım... Ve anlıyorsun. Fakatbu yalanı kapatmak için yenisini arıyor ve vakitkazanmaya çalışıyorsun.- Fakat sen beni meraktan öldüreceksin. Neyalanı canım?- Sen bana dedin ki annen soyunuyormuş daaynalı dolaba saklanmış.- Ey?- Yalan...- Sen sahi benden dört yaş küçüksün. Veçocuksun. Nasıl isbat edeyim sana? Hiç... bakbana, bak yüzüme. Sana tekrar söylüyorum kisen odadan içeri girdiğin vakit annem odada
soyunuyordu. Ve aynalı dolabın içine saklandı.- Bugün o doktorun annesi gelmedi mi?- Geldi.- Birkaç gün içinde söz kesilmesini istemedimi? Düğünden sonra kocanın seni Avrupa’yagötüreceğini söylemedi mi?- “Kocanın” deme, sinirleniyorum. Evet,söyledi.- Bugün, siz odada bunları konuşmuyormuydunuz?- Konuşuyorduk.- Benden niçin gizledin?- Gizlemedim. Sana bu gece herşeyianlatacaktım, fakat bahçede pek canınsıkılıyordu, hem de bunlar uzun uzunkonuşulacak şeyler. Geceye bıraktım.
Annemin soyunup soyunmadığını öğrenmekistersen, şimdi hemen aşağı in, Nurefşan’ıuyandır, ona sor. O seni seviyor, doğruyusöyler.Ben, bir nefes boşlatmıştım. İnanmanınkurtuluşu.Nüzhet sevinçle:- Ah! Koca çocuk! dedi.Ben de gülümsedim ve çılgın bir sevinçlehâdisenin üstüne abanıyor, gayr-i hakikî birnokta arıyordum; fakat bir kere, inanmanınşehveti başladıktan sonra, hakikat olduğunaiman edilen şeyi bütün iştiyaklarıylakucaklıyan insanlar gibi sevinçtençıldırıyordum, kuruntumun utancınıduymayacak kadar mes’uttum.- Haydi, şimdi soyun, yatağa gir. Ben deşalımı alıp geleyim, üşüyorum.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230