olmaktan dolayı o adam hakkında fikrimize hiçbir tebeddül gelmez. Ahmed Cemil dudaklarını büktü, cevap vermek istemedi. Hüseyin Nazmi'nin her eyi so uk kanlı şğtetkik etmekten ibaret olan felsefesine i tirak edemiyordu; bah;s burada bitmi gibi göründü, şşHüseyin Nazmi mai kur un kalemiyle risalenin matbaa müsveddelerini tashih ederken onun şgözleri kameriyenin sarma ıkları arasından yer yer açılmı aralıklardan birer zümrüt pencere şşbuldu/biraz iskemlesine yaslanarak gurubun bir esmer -ve effaf tül gibi semanın ipek sathına şgerilen gölgelerine daldı, son ziya bakiyeleri bir tarafta küçük bir bulut parçasının kenarına oyalar talik ediyor, güne in son demlerinden çıkan bir nefes gibi serin, hafif bir hava bu uzun sıcak şgünden sonra sahralardan kalkan ak am bu uları üzerinden hafif darbeciklerle kanatlarını şğsilkerek geçı- \"yor, sabahtan beri güne in bu sahranın üzerinden çekti i çiçek kokularını imdi tekrar arza şğşserpiyordu.^ Bir aralık Hüseyin Nazmi: — Karanlık oluyor, artık gözlerim bulandı; dedi. Ahmed Cemil'in gözleri o küçük pencerecikten ayrıldı, arkada ına baktı, ne dedi ini anlamamı gibi dalgın bir na-jzarla baktı, sonra dedi ki: şğş — Ah! bu anla ılamamak, takdir edilmemek endi esi olmasa. Ya benim o mahut eseri bitirsem şşde çıkarsam ne olacak?... Bugün üç dört tane ufak tefek manzumecikler için feryat edenler o vakit o koca bir cilt dolusu yenili i görünce ne ;yapacaklar? ğ Ahmed Cemil'in o mahut eser dedi i, senelerden beri yazmak istedi i, beyninin içinde bir çocuk ğğkabilinden ya atıp bü-lyüttü ü, her dakika i leyip süsledi i eser idi ki bunda çocukluktan beri şğşğokuduklarından a ılanmı iir zevkini tatbik etmek isterdi. Bu eserle öyle bir ey yapmak isterdi şş şşki, o vakte kadar görülmü olan eylerin hiçbirine benzemesin, bir ey ki... Ah!... O eye zihninde şşşşmümkün de il bir ekil, bir suret veremiyordu... ğş Zihnen tertip etti i esas pek sade idi: Bir taze ruh ki, hayata bir ümit incilâsiyle açılıyor, güya ğsemanın bakir sinesine güne in busesinden, onun sevda dudaklarının temasından tutu mu bir şşşbahar sabahı... Fakat sonra yava yava âfak yanma a, etrafa bir ate li havasının baygınlıkları şşğşyayılma a ba lıyor, o saf ve taze ruha hayatın ilk mihnetleri yava yava sokuluyor. Hayat ğşşşmübarezesi... Daha sonra ümit güfle i o kırılmı kalbin emel enkazına hazin bir veda nazarı ile şşsüzülüp gidiyor: O vakit neticenin kara bulutları... te eser bu idi, bu eserle Ahmed Cemil be er hayatını yazmak istiyordu: ba ından sonuna kadar Đşşşbir iir ki bir tebessümle ba lasın, bir katra girye ile netice bulsun... şş Ne vakit bulu salar Hüseyin Nazmi'ye bundan bahsederdi. Bir çok parçalarını yazmı , şşarkada ına okumu tu. Fakat istedi ini yapamamaktan, dü ündü ünü kalemine tersim şşğşğcttiwmpTnpirj-o^ nıı'jt<v\"^iit h;r yeis ilp her yazdı ı par-çadan sonra^o narcava veremedi i ğğruhim Tna.tepnini tutardı. Bu eserin âdeta hastası olmu tu. Kendi kandisine küser, ikti- ş darını hissinin dûnunda buldu u için kızar, bazan aczini lisana atfetmek ister, zihninin içinde ğmü evve hayaller gibi uçu an müphem renkleri zaptedebilecek bir alete malik olmamaktan şşş
rnünbais bir fütur ile âdeta hayatından bezer. Ah! Bir ke-o esere bir vücut verebilse!... Bütün hayatta ümidi onun üzerine müpteni idi, onu yazarsa — bir gün Taksim bahçesinde arkada larına şitiraf etti i gibi — artık hayatta vazifesini ikmal etmi kıyas edecekti. ğş Bugün Hüseyin Nazmi'ye diyordu ki: —• O yeniliklere çıldıracaklar... Hele vezin için kimbilir ne kadar tezyiflere u rayaca ım, fakat ğğbunu ne için anlamamak ?... Bizim veznimizin musikisine, akı ının ifadesine, edasının hissine ne şiçin vâkıf olmamalı; yahut vukuf iddia edip de bundan ne için istifade etmemeli?... Be yüz şbeyitlik bir manzumeyi muttarit bir vezin üzerine söylemekten tevellüt edecek ruh yorgunlu unu, ğo ahengin yeknesaklı ından husul bulacak ezayı ne için alamamalı? Garbin manzumelerinde ğevzanm de i mesinden hâsıl olan ahengi görüyoruz. O ahengi husule getirmek için bizim ğ şelimizde manasız bir hece vezni yerine haddizatinde bir musikiden ibaret bir vezn-i mutrip varken ne için nazmımızın eczasına dikkat etti imiz gibi mi -vannda da ahenk ve veznin iirin ğşşruhu ile hemdem olmasına dikkat etmeyelim?... Heca veznine de bu hizmeti ifa ettirmek mümkün olamzadı. Garblılarm hareke-i musikiye dedikleri uzun hecelerden Türkçe mahrum oldu u için ğTürkçeye hece vezninden ba ka bir ahenk olamazdı. Fakat lisan Türkçelikten çıkınca, Arabînin, şFarisînin hazain-i servetinden tezyine ba layınca o mahut vezni muhafazaya nasıl imkân şgörülürdü. imdi bir iir söyleyiniz ki... Sözünün bu noktasına gelince kendisini kaybeder, vezin Şşhakkında bitmez tükenmez nazariyelerini anlatırdı. Buna mukabil, derdi; veznin musikisinde hüküm sürmek lâzım gelen ahengin mânası... Fakat o mânayı hissetmek, hissettikten sonra tatbik etmek lâzım... Bizde bu cihete dikkat edilmi mi ? Bir şsatır vezin ile mersiye söylemek, yahut hafif bir esası a ır bir veznin sakil seyelânma terk etmek ğvezninin musikisine kar ı nasıl bir duygusuzluk ise muhtelif esaslardan mürekkep uzun bir şmanzumeyi yalnız bir vezin ile söyleme e kalkı mak yine musikiye kar ı öyle bir ğşş 77 I I anlamamazlıktır. Türkçemizde de böyle eyler meselâ Fran-sızcadan daha güzel yapılırken yazık şki yapmıyoruz. imdi benim eserime vermek istedi im musikiyi dü ün, bundan hâsıl olacak Şğştesirin ruh üzerinde ne kadar kuvveti olmak lâ-zita gelir. E er bu yenilik herkeste bir iltifat meyli ğhâsıl etmezse... Meselâ hazin bir parça «Feûlün, feûlün, feûlün» vez-niyle melûl bir edada sürüklene sürklene gidip dururken sonra «mefailün, feilâtün, mefailün, failün» vezniyle bir hissiyat tu yanı, bir ifade hiddeti, bir nazım feveranı, daha sonra «müstef'ilün, müstef'ilün» ile bir ğsükûn; sonra meselâ ara yere girivermi bir ıstırap uhkası, sanki mızrabın bir hiddet çimdi i şşğkabilinden tek bir «ulun»... Ahmed Cemil devam etti: — Musikide yapamadı ımızı bari nazmımızda yapalım. Yirmi tane yeknesak suzinak arkıyı ğşokumaktan, dinlemekten duydu umuz yorgunlu u hiç olmazsa nazmımızda kaldıralım. Hüner ğğmusikiyi yeksaklıktan de il, muhtelif makamat ve usulün insicamından istihsal etmektir. Bu ğyolda yazılmı bir manzumeyi tasavvur et ki vezinlerin ta kın dalgaları üzerinden atlaya atlaya şşakıp giderken birden yorgun dü mü çesine a ır a ır sürüklensin. Sonra tekrar bir feveran ile şşğğta sın, veznin kasırgasıyle yükselsin, yükselsin, iddetin en yüksek tabakasına kadar çıksın, yine şşyava yava , ine ine son nefes bir musiki inlemesiyle bitsin. şş
Hüseyin Nazmi'nin tebessümü biraz daha geni ledi. Ahmed Cemil bu gidi le bu ak am bütün şşşedebî mecellesini bir kaç yüzüncü defa olarak arkada ının önüne tekrar döke-1 çekti. ş — Helejçafiye^ Gariptir, bizde _en dikkat edilecek eyler ihmal edilmi de edebiyatımızda şşçocukça oyunlar için hayatlar sarfolunmu . «Jenk, ferhenk, renk» kafiyesiyle kaside söylemek şiçin efkârı tasavvur edilemeyecek tazyiklere ve ivicaelara u ratarak, o kafiyede bir kelimeyi ğkasideden mahrum etmemek için türlü mâna garibelerine mecbur olarak mü külâtı hayret verecek şbir külfete katlanmı lar da kafiyenin ahenk mânasını dü ünmek akıllarına gelmemi . Hattâ bugün şşşyeni iirin ruhunu anlayamayanlar da kafiyede bir ta-savut mânası olabilece ini dü ünebilecek şğşvar mıdır acaba?... Hele kafiyelerin mûtad tertibine hiç aklım ermiyor. «An ve \"TS M, A t VB S YAH Đ in» kafiyeli seksen beyti birbirinin arkasına sıralamaktan kulak için lütuf mu îıâsıl olur kelâl mi bilemem? Hele gazellerde matladan sonra gelen müfretlerde madem ki nazmın arasına kafiyedar olmayan kelimeler sokarak samiayı tahrik etmek tecviz ohınuyor, o halde kafiyesiz nazım söylensin. Kafiyenin terüp tarzını sırf zevkle, fakat bir ittırat içinde zevke tevfikan icra etmek bize ait bir muvaffakiyet... O muvaffakiyete bir de kafiyenin tasavvut mânasını ilâve et, sonra vezinlerin musikisine de o7 tebeddülden gelen ahengin mânasını ver, i te yarının nazmı ş'/feeııcejçejamelerin mavzu manasından ba ka bir de — nasıl iâbir edeyim — ada mânası vardır. şşBilmem herkes hisseder mi? Fakat ben meselâ nâl: _kelimesinin mahzun edasını, pervaz şkelimesinin tayaran meylini, feryat keli*-* me inin yırtıcı ahengini pek iyi^duyuyonım7Insanda_ şbu duyu zevki olduktan sonra meselâ: «bâhr-i sükunperver»ı diyemez, bahr kelimesinin o bir şharekede toplanan üç kuvvetli harfinden hususiyle sonundaki tesadümünden hâsıl olan tasavvut şiddeti ister ki bu kelime bir sert mâna tasvirinde kullanılsın: Meselâ bahr-i huru an, yahut bahr-i şpür huru ... Sanki bahr kelimesi de o sıfatla beraber ta ıyor, i iyor, de il mi? Buna mukabil şşş şğ«derya-yı sakin» derim, çünkü derya Tielimesi de sakin; onda da bir sükûn var ki sıfatı sıfatın mâ-5 nasmdan ziyade, izah ediyor...v_ _ Ahmed Cemil artık mütemadiyen söylüyordu; zavallı Hû* eyin Nazmi'ye; bu uysal muhataba şbütün ahsî fikirlerini dinletti, sonra netice vermek istedi: ş — imdi dü ün! Melûl bir beyit hazin bir kelimenin üzerinde sakin bir vakf ile bitsin, sonra Şşmutantan bir kafiye di-^ er bîr beytin mâna ha metine müdebdep bir karar versin; bütün iir bir ğşşyandan veznin ahengine nefsini teslim ederek dalgalanırken kafiyeler öteye beriye müterennim zamze-meler, na meler serpsin/ sonra o iirden bütün hayîde te -. f bihler, bütün o köhne ğşşcinasları çıkar; fikri o mâruf zeminlerde bocalamaktan kurtar ;4âte_b_enim eserJ. Ah, Nazmi, o eser yazılıp da inti ar etti i zaman Ahmed Cemil büsbütün ba ka bir adam olacak! Öyle şğşzannediyorum ki i tihar perisi gelip makhur, ma lûp ayaklarımın altına atılacak: kendimi birden şğyükselmi görece im, o zaman: «Ben bugün u toprak parçasının üzerinde birisiyim!» şğşdiyebilece im... ğ MA VE S YAH 7S ĐĐ imdi büsbütün karanlık olmu tu, iki arkada biribirini birer nıütekâsif gölge eklinde Şşşşgörünüyorlardı. Ahmed Cemil, ¦ sükût edince Hüseyin Nazmi cevap vermedi...
Arkada ını dinledikçe kalbinde merhamet hissi duyuyordu. Ne için? Bu merhametin mahiyetini şpek iyi takdir edemiyordu, belki Ahmed Cemil bu kadar hülyalara esir oldü il için... Hakikatin ğdaima hülyanın dununda kaldı ını bilirdi, onun için o söyledikçe Hüseyin Nazmi vicdanından ğhafif bir sesin: «Zavallı çocuk!» dedi ini i itiyordu. ğş kisi de sustular. Hüseyin Nazmi kameriyenin sarma ıkları içinde daha kesif duran karanlı ın Đşğarasında gözleri dalgın, endi e ile dolu bir vaziyette arkada ına bakıyor; Ahmed Cemil, şşbahçeninbütün sahranın, semaların üzerinde dalgalanan sislere dalmı dü ünüyordu... şş Birden, kö kten bir ses i itildi: şş — A abey! yeme inizi göndersinler mi? ğğ — Göndersinler!... — Ahmed Cemil birden kalktı: — Buldum, dedi. — Neyi buldun? Ahmed Cemil cevap vermedi, Lâmia'nın birden sesini i itince hiç dü ünmedi i halde birdenbire şşğaklına gelivermi ti. Müsterih bir nefes aldı. Tamamen tahattur ediyordu: O vaadetti i eyi bir gün şğ şşakirdi Muzaffer beyde görmü tü. Bir kutu ki içinde tavla zarları eklinde fakat oldukça büyük şşmük'ablar var, bu mük'ablarm altı ar tarafına altı levhanın kesilmi parçaları yapı tırılmı , şşşşmük'abları altı suretle tanzim etmeli ki o altı levha hâsıl olsun. Ahmed Cemil u güzel şoyunca u;«. zihnen kendi kendisine tasvir ediyordu. Fakat bunu nerede bulacak? Muzaffer beye ğParis'ten gelmi . Her u radı ı dükf kâna böyle üç satırlık tarif ile mi soracak?... şğğ Yemek yediler, artık öteden beriden bahsediyorlardı, bir • aralık Hüseyin Nazmi dedi ki: — Eserini bitirirsen sana burada bir ziyafet vereyim; istedi in adamları davet et, ne retmeden ğşevvel bir kere kendin . °kursun... Ahmed Cemil:: — Te ekkür ederim, dedi. Sonra kameriyenin ortasından sarkan fenerlerin delikli kaidesinden şyemek tepsisinin beyaz örtüsüne dökülen oynak ziyaya dalarak: — Kimbilir, ne zaman? dedi. Ahmed Cemil'in güya bu sualine cevap veriyormu gibi kö kün yukarıdan, pancurları açık bir şşodasından bir gürültü toptu. Hüseyin Nazmi dedi ki: —. Lâmia sana gösteri yapıyor. Güya piyona çalacak, haydi yanma çıkalım da seni şbarı tırayım... ş
Merdivenlerden yava yava çıktılar, odaya evvelâ Hüseyin Nazmi girdi. Lâmia dadısıyle şşberaberdi, Hüseyin Nazmi'nin bir i areti üzerine dadı çekildi: ş — Nereye gdiyorsun, dadı? — Biz gelece iz. Sen o gürültüyü bırak da bize bildi in parçalardan çal. ğğ Lâm'a hırçın çocuklara mahsus bir hareketle döndü: — Mümkün de il! dedi. ğ Sonra yuvarlak iskemlesinden atladı, siyah saçlarla dalgalanan küçücük ba ını uzattı, şpiyanosunun iki tarafındaki mumlan söndürdü, kapa ı çekip kapıyordu, Ahmed Cemil yeti ti. O ğşvakit Lâmia'ya yalvardılar: «Bu kadar naz neye iyi?... Zaten onlar ne kadar çalabilece im bilmiyorlar mı?... Utanmakta ne ğmâna var?... A abeyimin yanında her vakit çalmıyor mu? Yabancı olarak bir Ahmed Cenv.1 var. ğO da öyle bir tarafa çekilir. Odanın en uzak bir tarafına gitsin. te urada pencerenin kenarına şĐş şotursun, uatta gözünü çevirip bakmasın. sti nanın bu derecesi de fazla. Haydi bakalım, mini Đ ğmini sanatkâr iskemlesine geçsin, i te mumları yakıyoruz... Ö rendi in parçalar bunlar de il mi? şğğğKend;n istedi ini çal. Ben de senin yanında yapraklan çevireyim. Haydi, haydi, i te gönlün ğşoluyor, öyle somurtma a çalı ma, bak bak gülüyorsun...» ğş Lâmia evvelâ Hüseyin Nazmi ile Ahmed Cemil'in arasında, ince ka ları çatılmı , soluk kırmızı şşdudaklan bükülmü , gözleri yere dikilmi , omuzlannın küçücük hareketleriyle, ba ının hafif şşşsilkintileriyle reddediyor; mütemadiyen .»^a.xVJÜ« J.XA±l 81 Đ «utanırım, utanının!» diyordu; sonra yava yava ka larının gerginli ine gev eklik, dudaklarına şşşğşhafif bir tebessüm, gözlerine bir teslimiyet gelme e ba ladı. Omuzları, ba ı bir dakika evvelki red ğşşifadesinin iddetini kaybetti. Nihayet dudakları deminden beri açılmak isteyen tebessümle şbüsbütün tezehhür etti. Artık Hüseyin Nazmi'nin kendisini çekip iskemleye do ru götüren koluna ğhiç mukavemet etmedi, oturdu, sonra gülerek Ahmed Cemil'e baktı: — Siz tâ oraya, u açık pencerenin yanına oturacaksınız. Bu tarafa hiç bakmayacaksınız, şanladınız mı? Hiç... dedi, küçücük parma iyle u mütehakkim emri teyid etti. Pencereyi gösterdi. ğş Ahmed Cemil: — te gidiyorum, dedi, ben oradan gökleri seyrederim olmaz mı?... Beni dı arıda farzet... — ĐşşCümlesinin sonunu tas-hihen tekrar etti — Farzediniz... Dü ünmeksizin yarın bir genç kız sıfatına girecek, olan u çocu a artık müfred hitabını ayıp şşğbulmu , senelerden beri devam eden tekellüften ârî bir itiyada hatime vermek lâzım gelece ine u şğşdakikada hüküm vermi ti. Lâmia dudaklarının arasından hafif bir istihza ile: ş
— Farzediniz!... diye mırıldanıyordu. Lâmia'nın musiki mecmuası piyanoya her yeni ba layan çocuklara muallimlerin tertip ettikleri şhemen daima az çok yekdi erine benzeyen silsile-i me aidden ibaret idi. ğş Bir genç kızın duası... A k serzeni leri La fille de madam Angu'dan kolay bir polka... Carnavale şşdi Venezia'dan sade bir ariette... Lâmia evvelâ piyanosunun ba ına mütereddid oturdu; yapamamak korkusundan mütevellid bir şheyecan kalbini sıkıyor, gözlerini bulandırıyordu. Hüseyin Nazmi'nin açıverdi i bir notayı ğgörmeyerek, fakat ezber çalmıyormu gibi gözlerini de ayırmak istemeyerek sekizliklere şyeti emeyen minimini ellerini f Mislerinin üzerine bıraktı; parmakları titriyor, tu lara korkak bir şştemas ile dokunuyordu. Kar ısındaki notada i aretler gözlerinin önünde iki taraftan titreyen şşmumların ziyasiyle bir alay acayip gölgeler gibi bulutlanarak geçiyor; sanki u küçük titrek şparmaklar tu lara dokundukça bir musiki nef- ş Mai ve Siyah — F. 6 hası kalkarak o siyah i aretleri üflüyor, kâ ıdın üzerinden püskürterek uçuruyordu... şğ Lâmia imdi ellerini hâtıralarına teslim ederek bırakıver-mi ti. Ahmed Cemil'in orada şşbulunmasından gelen bir mahcubiyet hattâ dü ünme e müsaade etmiyordu. Denebilirdi ki yalnız şğparmakları dü ünüyor, tahattur eyliyor ve mihaniki bir hareketle hâtıralarını tu lara şşnaklediyordu... Fakat çaldıkça metanet gelme e ba ladı; Ahmbed Cemil orada pencerenin yanında, gecenin hafif ğşrüzgâriyle ba larını sallayan korkunç heyulalar gibi yer yer zulmetler içinde hareket eden şa açlara dalmı , sakit duruyordu. Sanki orada de ildi. Lâmia artık onun mevcut oldu unu yava ğşğğşyava unutma a ba ladı. Yapraklar döndükçe gözlerinden o bulut kalkıyor, fikri bulanıklıktan şğşsıyrılıyor; parmalan kuvvet buluyor, imdi tu lara daha emniyetle dokunuyordu. şş Ahmed Cemil?... O da Lâmia'yı unutmu idi, imdi nerede bulundu undan bile haberi yoktu. O şşğşimdi, gözlerinin önünde, ötede beride bacaları, çatıları yükselen kö klerin, bahçelerin, duvarların şparmaklıkları arasında irili ufaklı, küme küme, urada burada karanlıklar içinde biribirine sarılan, şöpü en, yahut uzaktan uza a ba larıyle, kollarıyle biribirine selâmlar gönderen a açların, sanki şğşğkaranlıkları yerinden oynatarak ibir be ik içinde sallayan rüzgâr ile canlanarak, harekete gelerek şşu siyah gece zemini içinde titreyen bu siyah levhanın, bütün bu titrek gölgelerin iirini tema aya şşmevkuf olmu duruyordu. Bu tema adan derin, mübhem bir iir hissediyordu ki sakit, bir iir ki şşşşlisanı yok, belâgati yalnız i te u siyah titremeden ibaret.. ş ş Sema; bu siyah levhanın üzerinde, ötesinde berisinde beyaz münevver pullar serpilmi , ara sıra şmuhtelif noktalarında uçan beyaz tüller harekete gelmi , sırma i lenmi bir örtü gibi eteklerini şşşgörülmez ufuklara salıvermi , zulmetlerin sevda dolu gö süne döküvermi ti. şğş Ahmed Cemil urada mai ve siyah, yukarıda ve a a ıda birer levhanın, bir garam visaliyle şş ğkucakla tı ını gördü. Lâ-mia'nın musikisi, o mübtedi tereddütleriyle piyanonun di lerinden ş ğş
koparılmı na meler, kulaklarım tırmalıyordu. O olmasa belki u levhanın ruhunu daha iyi şğşanlayacak... Ba ını çevirdi, Hüseyin Nazmi ayakta bir eli yaprakların yanında, çevirme e müheyya bir şğvaziyette duruyor, Lâmia, parçanın hareketine tebaiyetle küçük ba ı hafif hareketlerle sallanarak, şhenüz vüs'at bulmamı omuzları dirseklerinin inip çıkmasiyle hemâhenk olarak; yüksek şiskemlesinde yere zor yeti en ayakları, uzun konçlu dü meli zarif potincikler içinde minimini şğayakçıkları birbiri üstüne konmu ; öyle, yan muallâkta, yarı açık bacaklarının ucunda hafif, hafif, şküçük bir rüzgârın isabetiyle kendi kendisene belli.belirsiz hareket eden bir salıncak nazlılı ıyle ğsalanıyordu... Ahmed Cemil imdi Lâmia'nm ihtarını unutmu tu. imdi bu mücessem iire bakıyordu; u küçük şşŞşşçocuk, yarın bir genç kız olacak; inki afa müheyya bir gonca ki, büsbütün tezehhürü-ne yalnız bir şbahar sabahı kifayet edecek. Büyük lâmbanın kırmızı kalpa ından yakut renginde bir ziya inti ar ederek bütün bu odayı ğşalevden bir renge boyamı tı. Bu kırmızı ziya odanın ortasında masanın etrafında ate ten bir hâle şşte kil ettikten sonra yava yava hafifle erek bütün duvarlardan, e yadan, perdelerden kayarak şşşşşburada bir penbe gül uyandırıyor; sonra tâ piyanonun kenarına kadar gelerek Lâmia'nm sırtını, omuzlarını, ba ından arkasına dökülen kıvırcık saçların dalgalarını münevver bir ihtizaz içinde şsarıyor, mumların sarımtırak ziyasiyle titre e titre e öpü tükten sonra sönüyordu. şşş Bu gül renkli ı ık içinde imdi Lâmia onun gözünde sihirli bir inki af ile sanki büyüyor, o dar şşşomuzlar geni liyor, u küçük ba a bir vüs'at geliyor, bu küçük çocuk yükseliyor, u mini mini şşşşmahlûktan o penbe renk içinde, bu rakik na meler arasında silkinerek, saçlarından ziya köpükleri ğserperek bir genç kız çıkıyordu. Ahmed Cemil bu lâtif hayali kaybetmek istemeyerek gözlerini süzüyor; kirpiklerinin gölgesiyle kar ısındaki levhanın ziya oyunlarını itmama çalı arak; havalin eksiklerini gözlerinin, hülyasının şşianesiyle ikmal ederek görüyor; imdi u çocuktan, u incecik vücuttan uçan bir esîr rib' sanki şşşştobahhn1\" ederek, sonra yava yava tekasüf eyleyerek mahsus b'r e1\"1 kesbeden o onbe şşşşya ındaki genç kızı görüce rdu. Gösîori T<\"-öüa'yı de il, fakat i te u gözlerinin önünde garip şğş şbir ser- semlik veren bir sevda nefesiyle teneffüs ediyormu çasına titreyen nazenin hayali, Lâmia'nın şvücudunu saran mütekâsif esiri, uzun, bütün hedeften mahrum kalan gençlik hülyalarının hüsranı kadar uzun, ci erleri koparan bir a k busesiyle öpüyordu... ğş Ah! Bugün kinıbilir nerede sevda hülyaları ile mest olan o genç kız — e er kendisi için öyle bir ğgenç kız yaratılmı ise — ne zaman yolunun üstüne tesadüf edecek?... ş — Bana bakıyorsunuz Cemil bey? Haniya dı arıya (bakacaktınız ? ş Önündeki mecmuanın son yapra ını çevirmi olan Hüseyin Nazmi ilâve etti: ğş — Tenbihi bozmaya gelmez, küçük hanımı kızdın nz. imdi bize yeni ö rendi i spanyol Şğğ Đhavasını da çalacak, ondan sonra beybabasının yanına gidecek...
Ahmed Cemil ba ını çevirdi. imdi gözleri kama mı tı. Bir müddet geceye bakamadı, sonra şŞşşyava yava gözleri alı ınca hayret etti. Deminki manzarada bir tebeddül vardı. imdi sema şşşŞlâcivert bir i eden süzülen ziyaya benzeyen hafif bir su halinde büsbütün effaf, ötede beride ş şşyıldızlar büsbütün beyaz idi; bacalar, çatılar, a açlar, demin birer siyah kütle odan bütün bu e ya ğşşimdi parıltılı bir su ile yıkanıyor gibiydi. Ahmed Cemil'in önünde yüksek bir kayısı a acı ğvardı.ki tâ kö kün saçaklarını öpme e çalı ıyordu, a acın bir kısmı gölge içinde kalmı iken şğşğşmütekaıbil kısmı beyaz bir ate le tutu mu -çasına parıldıyor, yaprakların üzerinde sanki bir şşşfırçaaan serpilmi parça parça sütlü nurlar titre iyordu. imdi güya bu a acın ucaresinden şşŞğbolla an bir su fı kırıyormu çasma o nur-u rakkas yapraktan yapra a ko u arak biribirini şşşğş ştutu turuyor, o ve illere birer jeyaz fenercik asılıyordu. Sonra birden a acın bütün üst tarafı beyaz şşğbir yangın içinde kaldı. Ahmed Cemil ba ını kaldırdı, i te u kar ıki kö kün çatısının arkasında, geceler ilahesi, imdi şş şşşşoradan görünecek. Kö kün kırmızı kiremitlerinin arkasında güya bir bürkân menfezi açılmı , bir nur tufanının şşşelâleleri ta mı idi. Ahmed Cemil ba ını pencerenin kenarına dayadı, buracıkta kımıldamadan şşşseyretmek istedi. ispanyol havasının arka mahsus aksak vezni Ahmed Cemil'in hayalhanesinde binlerce şĐspanyol rakkaseleri icat edi- yor, bunlar i te o çatının üzerinden nazlı a aasını dökerek yükselen ayın kar ısında şş şşparmaklarında zilleriyle, serpu ların pullarıyle, ayaklarının halhalarıyla, kollarının zincirli şbilezik-leriyle raksediyorlardı... Hafif bir rüzgâr uçuyor, bütün bu levhanın ekillerine bir hareket veriyordu; imdi Ahmed Cemil şşgözlerini' baktı ı sema noktasından küçük beyaz bulutlar peyda oluyor, rüzgârın önüne dü mü , ğşşçılgın bir seyirle uçu uyordu. ş Ansızın kırmızı kiremitlerin üzerinden bir nur çizgisi göründü, çıkıyor; üzerinden, altından, etrafından nazenin hıra-mma dö enen beyaz bulut kümeleri arasından bütün onüdebdep şş şâ aasiyle çıkıyordu. Ahmd Cemil'e, uracıkta pencerenin u kenarından; görünmeyen bir takım şşkollar zincirlerle u ate ten kütleyi derin bir uçurumdan yava yava , u ra a u ra a şşşş ğ şğ şçekiyorlarmı , yükseltiyorlarmı gibi geliyordu. Çektiler, çektiler, fakat tam kö kün üstüne şşşgelince artık birden tevakkuf etmi ler zannolundu; o vakit Ahmed Cemil kendisine, sırıtarak, şgeni bir istihza handesiyle bakan bu simanın muammasına uzun bir nazarla baktı. ş imdi, rüzgâr, sanki bu çehreyi nazarlardan kıskanarak saklanmak istiyormu çasma iddetini Şşşarttırmı idi. Bitmez tükenmez beyaz bulut parçalarını küçük küçük amarlarla oraya sevkediyor, şşsanki bir kamçı ile bütün ufuklardan bütün bulut kırıntılarını püskürterek oraya gönderiyordu. Bunlar hep beyaz idiler; bazan ko a ko a, bazan a ır a ır akarak, kâh gergin kanatlı güvercinler şşğğgibi süzülerek, kâh çılgınca savrulan kar fırtınalı gibi yuvarlanarak geçiyorlar, hiç arkası gel-nıeyecekmi çesine geçiyorlardı. Sanki semanın lâcivert ipe ine gerilmi bir beyaz atlas ki -şğşbirdenbire tahrip edici bir nefesle parçalanıvermi , kopuvermi , ensicesi çözülüvermi - havanın şşşkeyfî ıaksiyle da ılıyor, serpiliyordu... ğ
O; ay, metin, nr'teazzım, mehip, hâkim ve âmir oir nazarla bütün u da ınık enkaza bakıyor; şğsanki altında parçalanan bu bulut kırıntılarını tezyif handesiyle tema a ediyordu. ş imdi Ahmed Cemil'in nazarında bu ay ba ka bir mahiyet alıyordu. Kendi kendisine diyordu ki: Şş — Hayır, öyle de il, bu bir pencere ki semanın u lâcivert kubbesinde açılmı ; bir pencere ki içi ğşşnur deryası, bir ate ha- ş zinesi; bir pencere ki semaların öte tarafından intırak ederek peyda oluvermi , sonra bu bulutlar, şbunlar u lâcivert meriler kubbenin zeveban etmi parçaları, bunlar o ate in buharları ki meçhul şşşbir ufkun derinliklerine dalıp gidiyor, imdi bütün bu gök duvarları çözülmeye ba layan buz şşsafhaları gibi çatırdıya çatırdaya kırılıp dökülecek... ...Lâmianin parmakları son karar darbesini verdi, çocuk çalacak eyi kalmadı ını anlatacak bir şğeda ile karde ine baktı, puf... puf... mumlar söndü. ş Hüseyin Nazmi, Ahmed Cemil'e dedi ki: — Bizim küçük musiki inasa alkı yok mu? şş Ahnıed Cemil aya a kalktı; gülerek, alay ederek Lâmia'-nın kar ısında e ildi, frenkvâri ğşğselâmladı. — Matmazel! diye ba ladı. Lâmia bir kahkaha ile: ş — Matmazel uykuya kaçıyor... dedi ve kaçtı. Ahmed Cemil Hüseyin N&zmi'ye dedi ki: — Artık sen de uyu... Benim için yine kütüphaneye yer hazırlatmı sındır, de il mi?... Bana izin şğver, biraz 'Çıkıp öyle yalnız tenha yollarda gezece im. Yarın sabah konu uruz. şğş Hüseyin Nazmi: — Mutlaka mehtaba kar ı manzume söylenecek! dedi. Gülü tüler. Ahmed Cemil çekildi, şşbahçeye indi, parmaklı ın kapısını açtı, dı arıya çıktı... ğş Ahmed Cemil'in dü ünme e ihtiyacı vardı. Onun için Hüseyin Nazmi'den kaçmak, sahrayı şğtutu mu bir derya içine alan mehtaba kar ı hülya enginlerinde doal mak istiyordu. Ayaklarının şşşşaltında çıtırdıyan kumların üzerinden yava yava , gecenin uyku sükûtunu ihlâlden korkarak şşilerledi. Kö kün önünden geçen geni caddeye çıktı, imdi ay bütün tabiat \"münevver bir a k şşşşfira ı hazırlamak istiyormu çasma altın bir fanus eklinde duruyordu, ona kar ı yürüdü. şşşş Ah o gene. kız! Ona ne vakit tesadüf edecek?... Kimindir o küçük seyyal sima ki hülyasının âyinesi üzerinden zapteaıı-miyen bir renkle güya bir bulut parçası altında mütemevviç, akıp gidiyor?
O genç kız ki tanımıyor, bilmiyor, görmemi , vücundun-dan haberdar de il; fakat seviyor, bütün şğgençli in^sevdadan mahrum geçen ihtiyaciyle, bütün a k kabiliyetinin hasretiyle seviyor. Onun ğşayaklarına atılmak, ba ını dizlerine koymak, gözlerini bir rüyanın iirinde kaybolacak gözlerini şşgözlerine dikmek, ellerini bütün hayatının bir teslimiyet hücceti gibi ellerine terketmek, sonra hazin fakat bahtiyar, gönlü kırık fakat mesut, yava yava , katre katre, sıcak ya larla a lamak şşşğisterdi. imdi ay küçük beyaz bulutların, öbür tarafında yı ılmı küme küme beyaz atlasların arasında, Şğşsanki yata ında yatmı manidar bir sevdalı bakı la: ğşş «Evet, air efendi, o genç kız...» diyordu; sonra çirkin hâin bir tebessüm açılıyor, açılıyor, bu bir şmuammayı andıran simayı bir yandan bir yana kaplıyordu, «evet, air efendi, o genç kız...». Bu şçehre sırıtıyor, acı bir istihza ile daima sırıtıyordu... Ahmed Cemil artık ona bakmamak, hülyalarının a aasına o hazin altın ziyasını serpen bu ş şmüstehzi simadan gözlerini ayırmak istiyordu. imdi bulutları; o saatlerden beri semanın bilinmeyen sonsuzluklarından uçu arak, canlanarak, Şşayın önünde»:, altından üstünden oyna an, kaçı an küme küme beyaz güvercin alaylarını seyre şşdaldı. Bunlar nereden, afakin hangi meçhul kö elerinden nasıl bir hayat nefesiyle kanatlanarak u ba şşşdöndüren seyran ile geçip gidiyorlardı ? Arasıra bir rüzgâr darbesine tesadüf etmi dumanlar gibi şda ınık, bazan yüksele yüksele birdenbire patlamı bir dalga gibi serpintili, urada beyaz bir ipek ğşşkuma silsilesi eklinde dalgalı, biraz ötede azîm bir ku gibi kanatları gergin, daha sonra yine bir şşşrüzgâr darbesiyle birden de i erek — ku lar garip canavarlara, ipek tufanları mermer sütun ğ şşenkazına, dalgalar korkunç kasırgalara, dumanlar beyaz gül yı ınlarına tebeddül ederek — her an ğbir ba ka ekle giren, her dakika bir tenasüh silsilesinden geçen bu garip alay raksederek, baygın şşbaygın süzülerek, mestâne atılarak, naze- ninâne sallanarak fevc fevc geçiyorlar, bitmez tükenmez bir alay ile geçiyorlardı. O, ay, bunların arasında bazan bir kırmızı kâ ıt fener gibi donuk, bazan bir bakır safha eklinde ğşbir ate -renk, vakit vakit bir tarafına isabet eden bir parça bulutla melûl ve gazaplı, bir dakika şbeyazlıklar arasında kaybolmu , sonra birden o tüller içinden sırıtkan çehresi çıkıvermi , imdi, şş şAhmed Cemil'in gözlerinin önünde, o yürüdükçe sallanıyor, yerinden oynuyor, sanki kollarına atılıverecek zannolunuyordu... imdi tâ uzaklarda bir kö kün havuzunda mehtabı selâmlayan kurba aların çı lıkları, sahranın Şşğğbir tarafında bulutlara kar ı uluyan bir köpe in av'avası sonra gecenin sükûnunu bir ok fırlatıyor şğzannedilen bir horozun semayı i leyen sesi; etraftan, her kümesten, sahranın her kö esinden ş şşyekdi erine cevap veren horoz sesleri bütün bu peri an gece zemzemesi: «Evet, air efendi, ğşşdiyordu, evet, o genç kız...» Bu gece Ahmed Cemil'in uykusunun semasında da dönen bulutlar arasında kırmızı bir müstehzi ay çehresi — daha ileride kaybolmu bir ufukta; bulutlar, köpükler içinde müphem, güya bir ş
haset eliyle silinmi bir sima — sonra bir ses ki derinlerden, sanki yerin sinesinden bir burkanın şu ultuları içinden mü evve bir mesturiyet-i mezbuhane ile çıkıyor; «Evet, air efendi, o genç ğşşşkız...» diyordu. 8 Ahmed evki efendi ak am üstü bir aralık sahib-i imtiyazın odasına girdi, aynanın kar ısına Şşşgeçti, arkasından takip eden Ahmed Cemil'e aynanın içinden lâkırdı söyleyerek: — On be sene oluyor, evet tam on be sene ki geceyi Beyo lu'nda geçirdi im vaki olmadı, şşğğdiyordu. Biraz boyunba ı-ma, fesime, endamıma çeki düzen vereyim... ğ Ahmed evki efendi kendi kendisine aynanın içinde sırıtıyordu. Dolgun yanaklarına henüz Şgiremeyen kırk u kadar senenin tahrip çizgilerinden azade çevresini pek be eniyordu. O ak am şğşPalais de Cristal'de ya lanmı bir adam halinde ken- şş disini göstermeye lüzum yok ya! Biraz u ince siyah boyunba- ını çekerek, fesini azıcık öyle şğşöne do ru e erek, i kin karnını biraz basmak için keten yele in arkadan tokasını biraz daha ğğş şğsıkarak — u seyrek bıyıklara da biraz genç bir eda vere-bilse — yok, i te fena de il... şşğ Sırıtarak Ahmed Cemile: — Fena de il a, Ahmed evki efendi iyice sıkla tı; Allah vere de ğŞşRaci'nin ma ukası... ş Ahmed edd efendi lâkırdısını bitiremedi, birdenbire camları dö erek dü en bir sa anak u Şğşğşmütalâasına fasıla verdi: — Ay ya mur ya ıyor, bence hava ho ! Senin emsiyen var mı? ğğşş Ahmed Cemil ba ıyle i aret etti: şş — Öyle ise ikimiz bir emsiye ile idare ederiz, benim emsiyeme kendim zor sı ıyorum amma şşğvarsın sol tarafım ıslanı-versin... Ahmed evki efendinin koyu aefti alpagadan, küçük bir çadır kadar bir emsiyesi vardı ki Saib Şşdört senelik oldu una yemin ederdi. Bu emsiye ile Ahmed evki efendi o derece bir vücut ğşŞolmu lardı ki emsiye nerede görülse Ahmed evki efendi de mutlaka orada bulunurdu. Ahmed şşŞŞevki efendinin emsiyesi o derece maruftur ki mutlaka bir lâtife edebilmek için vesile arayan Ali şŞekib: «Ahmed evki efendinin emsiyesi yalnız ba ına kalksa da salına salına Sirkeci'den a ır Şşşğa ır yukarı çıksa, bütün cadde ahalisi «Mir'at-ı uûn» idare memurunu» emsiyesi gidiyor, diye. ğŞşgösterirler.» derdi. — Saat onbir buçu a geliyor, gidelim mi ? Heyet-i tahririye odasına u rayarak henüz icmalini ğğbitiremeyen Ali ekib'i, Saib ile mukabele ederek tashihlere bakan Said'i selâmladıktan sonra Şmerdivenleri indiler. Ahmed Cemil, Ahmed evki efendinin sa ma geçti. emsiye açıldı. ŞğŞ u yaz ya murunun altında emsiyenin tozları yıkanarak iki refik böyle yanyana, kol kola Şğşyürüdüler.
Köprü ba ına geldikleri vakit etraftan akıp gelen iıal-km, ak am üstlerine mahsus heyecanının şşhenüz bakiyesi vardı. Son vapura yeti ecek olanlar ko uyorlar, arasıra tek tük arabalar halkı yarıp şşya murun altında ıslanan arabacıların akırdattıkları kamçı tarakalariyle geçiyorlardı. ğş Ahmed Cemil hem refikinin nefti emsiyesi altında her iki adımda bir serdetti i mütalâayı şğdinliyor gibi sükût ederek yürüyor; hem de köprüyü bir yandan bir yana istilâ eden siyah, lâcivert, nefti bir alay canlı müthi mantarlar gibi havalanarak, sallanarak yürüyen emsiyeleri seyrediyordu. Gala-ta'ya şşgeldikleri vakit buraya mahsus gece hayatının uyanmaya ba ladı ını gördüler. Gerçekten do ru şğğyola baktılar; soka ın çamurlarında kahvehanelerin, meyhanelerin camlarından sızan ziyalar ğsokaktan geçen arabaların, tramvayların te-kerleklerri, yolcuların ayakları altında kaçı arak şoyna ıyordu. Ahmed Cemil o hayatı bir iki kere yakından görmü , o mai etin sefaletinden şşştitremi idi. ş Ufak bir cevelândan sonra Tünel'e kadar geldiler; Ahmed evki efendi cebine davranarak dedi Şki: — imdi bu pis havada nerede vakit geçirece iz? Ahmed Cemil: Şğ — Kahve kahve dola ırız, herkesin e lenmek için can attı ı Beyo lu'nu bir kere de u ya ınızda, şğğğşşonbe sene sonra dola ınız. Bakalım can atılacak bir yerini bulabilir misiniz? dedi. şş Tünel'in içinde arabaların sarsıntısı arasında Ahmed evki efendi: Ş — Biz bu ak am çıkıyoruz amma ne yapaca ımızı ben de bilmiyorum, diyordu. şğ Tünelden çıktıkları vakit ya muru kesilmi buldular, yalnız ince bir serpinti vardı, Ahmed. evki ğşŞefendi artık emsiyesini açmaya lüzum görmedi: ş — Ne olaca ını ben imdiden ke fediyorum, diyordu. Ona Palais de Cristalde tesadüf ğşşedece iz. Bize öyle bir ufak a inalık edecek, karıdan yüz bulabildi i kadar etrafında ğşşğdola acak, biz kar ıdan bu hâli seyrettikçe geçen gün matbaada a layan kadın gözümüzün önüne şşğgelecek, nihayet kalkıp gidece iz, o kadar... Netice? ğ Ahmed Cemil gülerek: — Hiç!... dedi. Ahmed evki efendi sükût etti, fakat zihni hep bu mesele Şile me gul idi, bir aralık u mütalâayı ilâve etti: şş — Karı koca arasına böyle bir muhabbet fasılası girince bir daha iyi bir mua eret, kabil de il, şğtesis edilemez. Kadın ölünceye kadar bo a çıkan hayatına a lar, yahut gözya ları deva olmazsa şğşba ka bir yerde teselli armk ister. Erkek de hep kendi hreketine karısını sebep bulmaya çalı arak şşsonuna kadar devam edip gidecektir. nsanlar tuhaftır! Fena bir ey yap- Đş makta olduklarını hissedeeck olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü i ler sahibi olanlara sorunuz; hepsi de kendi kendilerine icat edilip itina ile takviye şedilmi sebeplere tesadüf edersiniz. Hiç olmazsa sanki birçok sırların mevcut oldu unu f şğ
arzettirerek güler, size: «Anlatamam ki... Bilseniz beni mazur görürsünüz...» demek ister. Onun için öyle sebepler \"ardır ki henüz kendisi bile tahlil edip bir surete ba layanıamı tır, yahut bir ğştakım sebepler mevcut oldu una inanmamı tır amma tetkik edilmek lâzım gelse hiçbir ey ğşşyoktur... te Raci! kimbilir, karısına hiyanet etmek için kendisini ne kadar haklı bulmaktadır. Đş Ahmed Cemil refikinin felsefesini, u âmî, fakat do ru mütalâayı dinledikçe zihnen o esası tevsi şğve tezyin ediyordu. Mahkemelerden, hapishanelerden geçenlerin hissiyatını tahlil vasıtası hep Ahmed evkinin u kaba gözlerinde saklıdır, diye dü ünüyordu. Şşş — Nerede oturaca ız? ğ Ahmed Cemil: — Luxsenburg'da, dedi. Beyo lu'nun en ziyade haz etti i yer Luxsenburg ğğkahvesi idi; orada ön tarafta bir yere oturur, bu binlerce yolculardan intihap etti i bazı çehreleri ğoturdu u yerin mahdut nezaretli dairesinin müsaade etti i kadar takip eder; o çehrelerin kimisinin ğğpaltosundan, kimisinin eski elbisesinden, birisinin elindek paketten, br kadının yanındaki çocuktan mânalar anlar; zihnen birer dakikalık zaman içinde bu çehreler için birer mufassal hikâye yazardı. Buraya gele gele, bir takını çehrelere birçok defalar tesadüf ede ede u halkın şiçinde kendisine mahsus â inâlar bulmu , meselâ birisinin evinde hastası oldu unu daima ta ıdı ı şşğşğecza i elerinden anlamı tı. Acaba nesidir? Çocu u yahut karısı... Sonra bir gün onu büsbütün ş şşğçökmü , rengi uçmu gördü. Elinde artık ilâç i esi yok, üzerinde siyah elbise vardı. Ahmed şşş şCemil buna güya tanıdı ı, sevdi i bir adam kabilinden acımı tı. Yine bu â inâlar içinde bir genç ğğşşkız tanıyordu ki ilk gördü ünde bütün vücudundan ne 'eler, etaretler, saadetler saçılıyordu; ğşşbirkaç ay sonra ona yine tesadüf etmi ti; fakat bu defa çehresinde saadet rengi sanki bir şalevle kavrulmu gibiydi. Bundan sonra her tesadüf edi inde genç kızın simasına ba ka bir yeis, şşşgözlerine yeni bir melal dü tü ünü gördü. üphesiz bir a k faciası... Sonra bir gün tâ kendisinin ş ğŞşönünde genç kızın birisine — bıyıkları rnacar tarzında kalkmı , tek gözlüklü, ispanyol apkalı, paçaları şşkıvrık pantolonlu, dü meli sarı potinli birisine — baktı ını gördü; delikanlı kayıtsız bir eda ile ğğşapkasını kaldırdı, o kadar; fakat o nazar... Ahmed Cemil genç kızın bütün yeis kitabını bu nazarda okudu... Ahmed Cemil'in böyle önünden yüzlerce, binlerce be er hayatı geçerdi; burası, u kahvenin u şşşkısa kadife iskemlesi onun için zengin bir kütüphane idi ki muhteviyatı, mücelledatı okunmaz, hissedilir, görünmez, anla ılır. Hikâye yazmak isteseydi bunların her birinde bir mevzu bulmu şşolurdu. Ahmed evki efendi ile buraya oturdular, iyice gece olmu tu. Ahmed evki efendi: «Ben bir tek ŞşŞparlatayım!» dedi. Ahmed Cemil resimli gazeteleri istedi; Ahmed evki efendi kendisini u Şşâlemde garip bulmu gibi etrafına yabancı yabancı bakmakla, Ahmed Cemil resimleri şseyretmekle bir müddet vakit geçirdiler. Sonra Ahmed evki efendi geni bir nefes aldı, küçük Şşkadife sandalyeden ta an vücudunu birkaç kere nasıl yerle tirebilmek lâzım gelece ini tâyin için şşğkımıldandı ve sonra refikine do ru e ilerek: ğğ — Ben burada sıkıldım, dedi; ruhuma kasvet geldi. Burada u suratlarını gazetelere sokmu , şşyahut gözlerini soka a dikmi bir alay halk arasına girip nefsimi hapsetmekten bir lezzet ğşalamadım; dedi,
Ahmed Cemil tebessüm etti: — Nereye gitsek böyle de il mi? Burası Beyo lu kahvelerinin en e lencelisidir. Canınız daha ğğğkapalı yer istiyor ise Couronne var, Cambrinus var, Central var... Lambalı duvarların, tavanların arasında mermer masalar... Bu masaların etrafında birçok adamlar ya bira içiyor, ya gazete okuyor, ya yava sesle konu uyor... u halin bir aynı! Bir fark varsa da biraz daha kapalı, kasvetli şşşolmasından ibaret. Kahve kahve dola ırız, demi tim, isterseniz Palais de Cristal'in, Con-şşcordia'nın yanlarında cam kapılı, içi daima gürültülü, kapısı açıldıkça soka a duman1! karı ık ğşbir karık kadın sesiyle bir çatlak keman ahengi fı kıran kahvelerden birine gidelim, î te Beyo lu, şşği te Beyo lu'nun zevki!... şğ Ahmed evki efendi güya Beyo lu'nun u derece zevkten, mahrumiyetine mazhar oldu u Şğşğra bete hiddet etai gibi: ğş — Öyle ise ne için geliyorsunuz? dedi. VE S YAH Đ 93 — Oh!... Muhtelif sebepler var! Beni sormayınız. Ben her yerde e lenirim, hattâ bir mahalle ğkahvesinde bile... Beni tet-kikat icrasına müsait bir yere götürünüz, kâfidir, saatlerce oturayım, beni dü ündürecek eyler bulurum. Beyo lu'ndan zevk alanlar içinde benim nokta-i nazarıma şşğnefsini koyanlar belki çoktur, varsa ekalliyeti te kil ederler. Ekseriyet?... Siz on be sene evvel şşniçin gelirdiniz? Ahmed Cemil'in bir gülümseme ile refakat eden bu sualine Ahmed evki efendi bir sırıtmakla Şcevap verdi. O devam etti: — Ekseriyet sebep olmadan gelir, herkes geldi i için yahut ba ka gidecek bir yer olmadı ı için, ğşğdaha do rusu bir itiyat eseri olacak... Ne derseniz deyiniz, her gece u demin saydı ım kahvelere ğşğbir bakınız, buralarda roâhza iki kadeh bira içmek bahanesiyle tâ Aksaray'dan, ehzadeba ı'ndan, Şşöteden \"beriden gelmi yüzlerce ladam görürsünüz. Ta gecenin yedisinde sekizinde avdet etmek şzahmetine katlanacaklardır... Sebep? «Ben bu ak am Beyo lu'nda'idim!» diyebilmekten ibaret bir şğitminan, yahut ertesi gün kalemde «Aman dün ak am Cent-ral'da ne kadar e lendik!» tarzında bir şğyalan... Ahmed evki efendi evvelkinden daha geni bir nefes aldı: Şş — Aman sıkıldım. Seninle ne yapalım bilir misin? Ya mur dindi, hafif bir serinlik var, uradan ğşaçık bir tramvaya bineriz. i liye kadar gider geliriz, biraz ci erlerimiz toprak ha-vasiyle Ş şğtazelenir, ondan sonra gider, yeme imizi yeriz. Daha sonra... ğ Ahmed Cemil refikinin i li'ye kadar toprak havasını bulamayaca ına güldü, fakat muhalefet Ş şğetmek de istemedi, oraya kadar azimet ve avdet seferini ettiler, yolda Ahmed evki efendi ikide Şbirde sahra havası arayan ci erlerini i irme e çalı arak: ğş şğş
— u Raci'yi ne yapaca ız? Bilmem, nasıl etmeli? diyordu. Şğ Ucuz olsun maksadiyle Ahmed Cemil refikini Glavani soka ında La Bella Venezia lokantasına ğşevketti. Ev yeme inden ba ka yemeklere alı mamı adamlara mahsus bir tiksinti ile yemek ğşşşyediler, kahvelerini bir de nargile içm?k üzere Te-peba ı caddseinin kar ısındaki kahvelerden şşbirine gittiler. Bir kere zmir'e kadar gitmi olan Ali ekib bu kahvelerin umumuna birden zmir kahveleri namını ĐşŞĐvermi ti. Ahmed evki efendi buradan pek ziyade haz etti. Kar ılarında bahçenin, yemek şŞşfasılasına müsadif olan u saatte, fenerleri söndürülmü tü. Bahçe gözlerinin önünde bir sahra gibi şşgörünüyordu. Burada ya mur yemi a açlardan münte ir lâtif bir kır kokusu vardı. Ahmed evki ğş ğşŞefendi: — Aman ne güzel! ne güzel! diyordu sonra birdenbire Ahmed Cemil'in kolunu çekti: — Baksana, baksana, Raci de il mi?... ğ Raci bahçenin kenarından ayaklarına, bacaklarına emin olamayarak yava yava yürüyordu. şşAhmed Cemil: — Oraya gidiyor olmalı, biraz sonra biz de gideriz, de il ğ mi? dedi. Palais de Cristal'in merdiveninden çıkarken Ahmed Cemil refikine dedi kî: — te istanbul'un en yüksek kafe konseri: Kasr-ül billur!... Đş — Kadri itibariyle mi, irtifai itibariyle mi? — Her iki suretle... Dar, pis, kademeleri a ınmı , sıvalan, duvarları kirlenmi merdivenden yava yava çıktılar; şşşşşkendilerini müskirat kokusuyle dolu, kapalı kalmı a ır bir hava kar ıladı. Henüz kalabalık yoktu, ş ğşbir iki masanın ba ında vapurunun limanda bir gecelik kalmasından istifade ederek Beyo lu'nda şğşu zevk âlemine dü mü siyah tırnaklı, ate in kar ısında kavrulmu imali bir ate çi, iki genç, şşşşş şşgaliba dükkânları erkence kapanmı civar tuhafiyecilere mensup iki çırak, bir kenarda hizmetçi şkızla — kırklık i man bir karı, fakat hizmetçi kızlar herhangi ya ta olursa olsun daima hizmetçi ş şşkızdır — tenhalıktan cesaret alarak akala an, pervasız, teklifsiz tavrına, kahve direktörünün gözü şşönünde mülâtaf attan çekinmeyi sine, iri iri kahkahasına, hattâ masaların arasında kızı kovalayı ına bakılırsa kahvenin alı ık mü terilerinden biri oldu u anla ılan şşşğş ittAivESITAH 95 kıranta bir genç!... ötede beride ba lamak saatini bekleyerek dinlenen çalgıcı kızlar, o kadar... ş
ki arkada u tenhalık içinde nereye oturacaklarını birden tâyin edemediler, Ahmed Cemil biraz Đş ştereddütten sonra: — uraya! dedi. Ş Sahnenin yanında bir kanepeye oturdular. — Daha pek erken, Raci gelmemi , fakat imdi müdavimler sökün ederler... şş i man karı bir aralık kıranta â ı ından kurtuldu, geldi, ellerini masaya dayayarak durdu, emir Ş şş ğbekledi, Ahmed Cemil: — ki gazoz! dedi. i man karı masaya sekiz on tane kibrit bırakarak gitti. ĐŞ ş — Yüz paraya gece yarısından iki saat sonraya kadar u kanepe ile masayı satın alıyoruz. ş Ahmed evki efendi gazozu içmedi, Ahmed Cemil güldü: Ş — Buranın en nefis içkisi! sterseniz kahvesinden ziyade nohut unu ile pi mi bir kahve, elli kere Đşşcezveye atılmı bir çay içebilirsiniz... ş Kısa boylu, omuzları kabarık, ba ı dik, bıyıklarının ucu vakurane kıvrılmı Chef d'orehestre; şşAhmed Cemil bunu zihnen «Serdâri zümre-i musikiye» diye tercüme ediyordu — kemanın yayiyle nota sehpasının üzerine urdu. Ahmed Cemil: — Gürültü ba lıyor... dedi. ötede beride yorgun bir tavır ile hergün ayni ıttırad ve yeknesaklık ile ştekerrür eden mai et külfetinin ibtida saatine intizar ederek dinlenen, kapalı yerlerde ya amaktan, şşher vakit sofrayı yarı aç yarı tok tekket-mekten, gündüz uyuyup gece pis hava teneffüs etmeye maih-kûm olmaktan sararmı , simasının rengi uçmu , gençlik görünü ünü imdiden ya ama şşşşşfüturu bürümü , güzel çirkin yahut hem güzel hem çirkin, hem genç hem ihtiyar, sekiz on lehli şkız pinekledikleri yerlerden yorgun tavırlarla kalktılar; ki- ¦ misi kemanını aldı, kimisi davulunun ba ına geçti; reis bir ciddî tavır ile yayını bir daha urdu: şTık, tık, tık... O vakit bütün o iyi ahenk edilmemi kemanlar üpheli bir ahenk muvazenesi ile, en duygusuz şşkulakları isyan ettirecek bir ses tenafürü ile her gece çalına çalına sanki yıpranmı ; galop'la şkimbilir kaç yüzüncü defa tekrar ba ladılar. ş Ahmed Cemil bir analık: — Zavallı mahlûklar! dedi; sonra bu biçareler hakkında dü üncelerini, merhamet hislerini şrefikine tefsir etti. — Kimbilir; u bedbaht kızca ızlar bu kemanlardan, davullardan u peri an na meleri şğşşğkopardıkça neler dü ünürler! Hepsinin ta uzaklarda, Almanya'nın, Avusturya'nın, Bohemya'nın şkaybolmu bir köyünde bir aile oca ı vardır; ihtiyar bir baba ki artık kendisi için gittikçe hisset şğ
gösteren topraktan ailenin ekme ini çıkaramıyor, çökmü bir valide, gözlerinde gözlük, ğşkulübenin bir tarafında çorap örüyor, daima... Çünkü çocuk bir de il, onların hepsine ayaklarını ğsıcak tutacak birer çorap lâzım. Fakat yeti tirmek mümkün de il; ne çorap yeti iyor, ne ekmek! şğşÇocuklar o kadar çok ki... Bunları ayıklamak lâzım, her birini bir tarafa sevketmek, ekmek bulacak bir yere göndermek icap ediyor. Çocukların en büyü ü kız, evlenecek, cihaz ğister, ni anlısı var. Fakat para nereden bulmalı?... O vakit ailece dü ünülür. Her gece bütün erkân şşhazır oldu u halde yorgun baba — çorabını birkaç dakika bırakarak gözlü ünü alnının üstüne ğğkaldırarak dinleyen — anneye tasavvurunu izah eder, geçen gün müracaat eden herifin teklifini kabul etmekten ba ka çare olamayaca ını anlatır, nihayet iki katre ya ile bu bahse hatime verilir, şğşevin kızı gidiyor... Nereye? Kaza rüzgârı nereye sevkederse... Gidecek, bir kö ede senelerce şkeman çalacak; cihazını habbe habbe toplayacak ha-yat-ı istikbalinin ekme ini buralarda kan ğkusarak, aç ya ayarak tane tane tedarik edecek; sonra senelerce mütehassiri oldu u aile oca ına şğğavdet edince ya babasını ölmü bulacak, ya kom unun kızını almı olan ni anlısını görüp oraya şşşşyı ılı-verecek, yahut hiç olmazsa kollarına atılmak için hayatının en zengin parçasını feda etti i ğğa ıkından «zavallı sevgilim! Ne kadar bozulmu sun!» tarzında bir serzeni i itecek, ve sonra şşş şmes'ut olmaya çalı acak. ş Bir gece hiç unutmam: Yine burada idim. u davulcuyu, •gördünüz mü? Bir aralık gözüm ili ti, Şşönündeki notaya de il biraz a a ı bakıyordu, dikkat ettim, süzgün gözlerle biraz mii-tebessim, ğş ğreise ve halka göstermekten korkarak gizlice bir mektup okuyordu. Bu mektup... Acaba kimden ?... O vakit gözlerimi -cehresinden ayırmadım, ara sıra nöbetini kaçırmaktan korkarak notaya bir göz atıyor sonra hemen yine mektubuna bakıyordu. Gözlerinin u mektuptan notaya, notadan şmektuba se- MA VE S YAH 97 ĐĐ feri esnasında ne büyük fark vardı! Notaya geldikçe ciddî bir nazar, mektuba döndükçe tatlı bir tebessüm... Acaba u pis kahvenin u murdar sahnesi kar ısında u mülevves musikinin arasında şşşşo mektuba gözü ili tikçe ne görüyor, hatıratının arasından neler geçiyordu?... Galiba şni anlısından gelmi ti. üphesiz o, askerli e gitmi , bu cihaz toplamaya çıkmı tı. Her ikisi de şşŞğşşgünleri sayıyorlar, ara sıra o, kı lanın bir tarafında acele karalanmı , bu murdar karanlık bir şşodanın penceresi kenarında arkada larının istihzalarına ra men yazılmı mektuplarla dudaklarını şğşyakan buse ihtiyacına bir tesliyet kevseri serpiyorlar, inanır mısınız? Bunların hemen hepsi namusludur. Fuhu un çirkâbı içinde yüzdükleri halde hemen hepsi memleketlerine avdet şettikleri zaman ni anlılarına izdivaç elini pâk ve saf olarak uzatırlar. Birisini tanırdım, bunlardan şbirine taa uk etmi ti. Zavallı çocu un bütün meyus a kına kar ı kızdan bir ümit cevabı çıkmadı; şşşğşşfakat gariptir ki kız da meyus a -kıyle beraber a lardı. Ne için? Kimbilir belki o nasipsiz sevdaya şğkar ı samimî bir merhamet hissetti i için... şğ Bu gece dinlemek nöbeti Ahmed evki efendiye gelmi ti. Refikinin bazı asaslara müteallik bahs Şşaçtıkça mukaddemeden uzakla tı ı kadar hatime vermek maksadından da ayrıldı ını bilirdi. ş ğğFakat imdi Ahmed Cemil'in devamına di er bir mâni vardı. Kahvenin.içi deh etli bir gürültü ile şğşdoluyordu; ayak vuranlar, bastonlarını iskemlelerine çarpanlar, bis... bis... fer-yadiyle ba ıranlar, ğdevamına mâni oldular. — Bunlar hep u karık sesli, boyalı kadın için! dedi. Sonra dirseklerini masaya dayadı, çenesini şavuçlarının içine aldı, bu halka baktı...
imdi iyice kalabalık vardı; dükkânını kapadıktan sonra e lenme e çıkmı berberler, tüccar Şğğşyazıcılar; esnaf çırakları, bir ngiliz yük vapurune mensup be altı tayfa, tiyatroya izin alıp da Đşîalasıyle gizlice anla arak uraya gelivermi bir çocuk her gece mahalle kahvesinde iskambil şşşoynamaktaü. bıkıp da bir ak amı Beyo lu'nda geçirmek isteyen bir bey, bütün bu halk urada şğşbulunduklarından memnun gibi görünüyorlar, gördüklerinden, i ittiklerinden pek ziyade şe leniyorlarmı gibi gü- ğş Mai ve Siyah — F. 7 lüyorlardı. Pervasız kahkahhalar... Geni tebesünıler... Baygın nazarlar... Sonra bir sürü alkı ! şşSebep? Türlü emraz ile karılmı sesiyle, türlü sefahatlerde yıpranmı boyalı suretiyle u duman şşşdolu kahvenin pis havasına kar ı söyledi i, daha do rusu ba ırdı ı müstekreh bir Alman şğğğğşarkısının anilamadıklan letafetine mi? \"Mehtaba kar ı gezelim\" derken polka oynayan urada bir şşbiftekle bir tabak makaronya dilenmek için kinbilir nerede i itip ne yolda indî de i ikliklere şğ şu rattı ı bir parçayı her gece urada i tira pazarına çıkaran bu karının gülünç vaziyetlerine mi? ğğşş Ahmed Cemil bunların hiç birisinden haz almazdı, bu âlemde bir letafet olmak lâzım gelse onun bir ba ka tarzda olması lâzım gelece ini dü ünürdü. Onda bir illet vardı, her eyde hattâ sefalette, şğşşfuhu ta bile bir ziynet, olmasını isterdi. Esasen çirkin olan bu eylerin hiç olmazsa aldatıcı şşgösterileri. olması lâzım gelece ine kani idi. Onun için u ya ına kadar birçok refiklerinin ğşşe lencelerinden ayrılarak bütün bu âlemlerden uzak kalmı , hele iki kere ne oduklarını anlamak ğşiçin tesadüfle girdi i bazı mua aka pazarlarından bir daha oralara avdet etmemek ahdiyle çıkmı ğşşidi. Burada ne var \"i\" Bu halk bunun nesine aldanıyor? Sahnedeki karıyı üçüncü defasında alkı lamadılar, artık bundan bıkmı göründüler, ibir ba kasının gelmesi için herkes sükût şşşediyordu. O zavallı da sahnenin kenarında tekrar davet olunmaya intizar ederek duruyordu, sükûtu görünce kulisten kayboldu. Ahmed Cemil bunu da fanketti, o vakit demin nefret etti i bu ğkarı hakkında âdeta bir merhamet duydu: — Ah! Bu hayattaki faciayı hissetseler, acaba bu kayıtsızlar güruhu u sefaletin kar ısında böyle şşgülerler mî ? u zavallı kadın için bu arkı sanatı da yava yava elden çıkmaya ba lamı ; mâhza Şşşşşşe lenmek için iki kere lütfen kendini tekrar sanneye ça ıranlar üçüncüsünde bıktılar, yarın iki ğğkere de ça ır ılmayacak, öbür gün bir \"defa bile görünmesine müsaade olunmayacak, nihayet ğkahvenin müsteciri mukaveleyi tecditten imtina edecek, o zaman? Haydi daha a a ı bir yere... Bir ş ğkadın bir kerle uçurumlardan yuvarlanmaya ibaçfladı mı artık sukutuna hatime verecek nokta yoktur, ne kad&r a a ı dü erse dü ecek yerler o kadar ço alır Nihayet dü e dü e bu zavallı ş ğşşğşşmahlûk nerelere kadar dü ecek? Halbuki bu biçare u kasr-ı şş JM.AJ.VESIYAH 90 billûr'un u köhne sahnesine dü mek için kim bilir nerelerden geçmi tir? imdi bir nazar-ı meyus şşşŞile kayboldu u u kulisten on sene evvel meselâ Vinaya operasanda figurante, ehoris-te, velhasıl ğ şbir ey imi dir; o vakit bir operanın arasında söyledi i tapu topu iki mısra'lık bir parça, yahut bir şşğbalet'de giy-li i lâtif bir elbise için yüzlerce adamlardan iltifatlar dinlemi , demetler ğşalmı , demetlerin içinde mücevherler bulmu tur. Sonra yava yava sukut, yorgunluktan şşşş
mütevellit bir ihtiyarlık, hergün çehresinde tamir olunacak bir fazla harabı... di ler bozulmu , sesi şşkarılmı , yanaklar çökmeye ba lamı , nihayet i te u müstekreh karı... Acaba henüz saf bir genç şşşş şkız iken; ya bir ma azada satıcı ya. bir çiçek imalgâhında i çi iken, henüz hayatından bir a k ğşşhiyaneti geçmeden bu neticeyi gös-terseydiler: « te, annenin dizinden kaçacak olursan buraya Đşgeleceksin!» diyeydiler, bugün urada üphesiz bedbahtlı ın bütün acılı ını hissetti i halde şşğğğgülerek ba ırmaya çalı an bu mahlûk,mes'ut bir aile annesi olmaz mıydı? ğş Ahmed Cemil yine sükûta mecbur oldu, imdi sahneye di er biri çıkmı tı: Bir Fransız şğşromanciere'i, düdük bir sesle spanyol bestekârı Iradiyer'in me hur Paloma'smı öttörmeye Đşba ladı. Hemen herkesin bildi i bu parçaya birço u pest sesle i tirak ettiler. Artık Ahmed Cemil şğğşdinliyordu. Havalar, muganniyeler biriıbirini takip ediyordu; Romanyalı bir kız Rumca, Yunanlı bir karı ingilizce parçalar okudular, muhtelif lisanlardan u sahnede türlü be er nesilleri arasında şşgarip iz-1 divaçlar icra ettiler.^Nihayet biri, bir Iskoçya da lısı kadar iri-Mr^AîmanTrarîsı ğs^Jmenin_tahtalarını çatırdatarak göründü, Ahmed CemTITxu anuhip ekle bakmakla me gul idi, şşbirden Ahmed evki efendi kolunu~dufttlî7~<<baksana bizimkine baksana...» ŞAhmedTîemîrBâ înT^evirdî, salonun kapısında ayakta gözleri sahneye merkûz Raci'yi gördü, şyava sesle: ş — Biz a kınlık etmi iz, o içeride imi , anla ılan bu karayı seviyor. Bitirsin de yanlarına ş şşşşgidelim, dedi. Artık her ikisi de sahneyi unuttular, dikkatleri hep Raci'-nin hayran â ık vaz'ına mevkuf idi; Raci şorada kapının kenarına dayanarak güya u âlemi görmüyormu , önünden geçen garsonların şşçarpmasını hissetmiyomıu gibi gözlerini sahneden ayırmayarak, yalnız her parça bittikçe halkın şalkı larına i tirak ederek duruyordu. Nihayet alkı lar bitti, iri Alman ka- şşş auu MAI VJtü S YAH Đ rısı kulisten büsbütün kayboldu; o vakit Raci de etrafına bir göz gezdirme i bile fazla bularak ğçekildi. ki refik nazarlarıyle Raci'yi takip ettiler. Ahmed Cemil'in tahmini do ru çıktı. Raci Đğmuganniyelerin dinlenme yeri yahut safderunların mezıbahası' olan hususî daireye girdi. Burası ö kadar Hususî bir dairedir iki kınk paralık eye kırk kuru vermek fedakârlı ına katlanabilen şşğherkes buraya girebilir. Ahmed evki efendi arkada ını kaldırdı. Yava yava , biraz mahcup, ilik Şşşşdefa girilen yerlerin iras etti i tereddütle buraya girdiler. imdi gözlerinin önünde garip (bir ğŞmanzara vardı: Bulundukları yer küçük denmeyecek kadar iki odanın birle mesiyle hâsıl olmu şşgen içe ıbir yerdi. Üzerleri keten örtülü kanepelerin, kadife iskemlelerin, mermer masaların, şolanca kuvvetiyle açılmı ç; ziyalı lambaların, soluk aynaların miskin âhenginden terekküp eden ş ğbu manzara, tek gözlüklü birisinin gözlü ünü sürmeli gözüne uydurma a çalı arak u tuhaflı ına ğğşşğsahte kahkahalarla gülen bir fransız karısı, kanepelerin birinde yanındaki ya lıca efendinin müsait şnazarı altında kar ısında esneyen Türkçe bilmez Romanyalı bir kızın güya parmaklarındaki şyüzükleri muayene etmekle me gul, mahcup, muhte-riz henüz çocuk denecek kadar genç bir bey; şbirkaç safderunun daha vüruduna intizaren ipekli esvaplarını sallaya sallaya piyasa eden, etrafta bulunanlara pek mühim ve tuhaf bir eyden ibahsediyorlartmı zannını vermek için ıb:r dakikada şş
be kere gülen iM karı, ötede beride daha bazı zümrelerle tekemmül ediyordu. ki arkada bir şĐşkenara oturdular. Raci tâ ileride, aynanın iç:nde sahnenin yorgunlu undan bozulan simasını tamir ğile me gul ma ukasının arkasında, aynanın içindeki suratına gülerek duruyordu. O, hiç tebessüm şşetmiyor. Raci'nin orada bulunmasından dolayı sıkılıyormu gibi duruyordu. Nihayet karı Raci'nin şmusîr istirham tebessümüne kar ı isyan ederek sert bir çehre ile döndü, ba ırarak: «Ben istemez, şğgit buradan!» ded O vakid Ahmed Cemil zavallı Raci'nin peri an halini, etrafına gezdird' i melûl şğnigâhı görmemek için gözlerini çevirdi; Raci bir kelime bile söyleyemedi, iskemlelerden birine yıkılmak nev'inden dü tü. ş Ahmed evki efendi dudakları arasından: « te biçare karısının intikamı!» dedi. ŞĐş Ahmed Cemil ba ını silkerek: — Zannetmem, dedi, bu gece ba ka bir mü teri bulmaktan ımeyus şşşoluncaya kadar tertip edilmi ter desise... ş Ahmed Cemil yanılmamı tı. Raci oturduktan sonra karı iri vücudunun üstünde küçücük duran şba ım sallayarak, indî bir opera parçasını ıslıkla çalarak, kısa fistanının altında beliren kalın şbiacaklaMnı ıslı ın tarabıyle uygun askerce atarak yürüdü, yürüdü, tâ odanın ortasına gelince ğetrafına baktı, bo olarak yalnız iki refiki gördü, yanlarına geldi sırıtarak e ildi, «Bir bira?» dedi. şğAhmed evki efendi gözlerinin beyazına kadar kızardı, birbirine bakı tılar, karı cevapsız kaldı, Şşsonra hiçbir lisana mensup olmayan bir istihfaf sayhasıyle «Puah» dedi, askerce yürüyü üne şdevam ederek sa dan geri yaptı. Raci bütün bu hareketleri uzaktan takip ediyor, arkada larına ğşbakıyordu; kan gittikten sonra aya a kalktı, yanlarına kadar geldi, gülme e çalı arak: ğğş — Buraya siz de gelir misiniz? dedi. Ahmed Cemil sudan bir cevap verdi. Ahmed evki efendi Ş«Otursana...» dedi; o vakit üç arkada arasında kesik kesik bir muhavere ba ladı. Öteden (beriden şşbahsettiler, hiç biri bahsi hepsinin beyninde yer tutan mes'eleye irca edemiyordu. Ahmed Cemil gözlerini bütün bu muganniye alayından; türlü milliyetlere, türlü memleketlere mensup, her biri ba ka bir fuhu zemininde yeti mi ,, bir ba ka âlemden dü mü u garip mahlûk sürüsünden şşşşşşş şayırmıyor; bellisiz ya ları saklamak için kutusuyle bo altılmı pirinç tozlarıyle solgun dudaklara şşştaravet vermek için yava yava miyarını kaybederek ibzal ile sürülmü kirimizi boyalar altında şşşbu çehrelerin sırlarını görme e çalı ıyordu. Hiçbir zevk-i mahsusa yapılmı olunamayan ğşşkıyafetler... Eski ipek kuma lardan, vaktiyle yapılmı esvap bozuntularından, karnaval esnasında şşkiralanarak iade edilmemi kostümlerden kesilerek biribiriyle uydurularak icad olunma türlü şkılıklar... Birisi bir Normandiya köylüsü kostümünü andırır ibir esvaba fmesepL bir Pompadour iba yapmı , di er biri Marie Antoinette yakalı a altına bir Vaudeville Soubrette'i gibi kısa şşğğfistan giymi ; dar i lemeli bir arnavut yele inin içinde buram buram terleyen i man ibir kadın şşğş şşu yele in altıma pe leri yırtmaçlı bir cinli entarisini münasip görmü tü. Ahımed Cemil bütün bu ğşşi renç tuhaflıklardan, u akala an budalalardan ötede hâlâ yanıba- ğş şş ında «Beyim! haydi...» diye te vik eden sulu efendinin bir türlü te viklerine uyamayan güzel şşşIbir genç beyden nefrete benzer bir ey duydu; burada bulundukça Raci'nin serbestçe mu-şa ekasına mâni olacaklarını dü ündü. Ahmed evki efendiye «Yine yerimize gidelim mi?» dedi. şşŞRaci'yi selâmladılar, yerlerine gittiler. Ahmed evki efendi oturduktan sonra: Ş — Sanki neye geldik? Bu hali görmü olmaktan ba ka bir ey kazandık mı?... şşş
Dedi, sonra bir müddet dü ünerek: ş — Ne olursa olsun, ben yarın açılının, hiç olmazsa çocuk meselesini söylerim, dedi. Artık burada yapacak bir eyleri kalmamı tı. Borçlarını tesviye ettiler, alkı gürültüleri arasında şşşgeçtiler, son defa olarak Raci'nin halini bir daha görmek istediler. Hususî tarafa öyle bir şbaktıllar. iımdi Raci'nin ma ukası iki alaycı gencin arasında bacaklarını uzatmı kollarıyle Şşşgerinerek delikanlıları kanepenin üzerine devirme e çalı ıyor: Raci de bir kenarda mermer ğşmasanın üzerine kapanmı Ahmed evki efendinin iddiasına göre uyukluyor, Ahmed Cemil'in şŞitikadına nazaran a lıyordu... ğ Ahmed Cemil'in Hüseyin Nazmi ile geçirdi i gece, eseri hakkında bir taze evk uyandırmı idi. ğşşO günden itibaren tasarruf edebildi i bütün zamanlarını onu dü üijüp besleme e, kendisinde ğşğkudret görebildikçe yazma a sarfetti. Bir senelik hayatının ma'i et derdine mevkuf olmayan ğşbütün saatlerini ibu eserin fikrini yakan icadı derdine vakfetti. Ona tasavvur etti i incelikleri, ğsan'at eklini, hayat felsefesini verebilmek için ancak kendi tahassüslerini rehber ittihaz etmekle şdar bir daire içinde fikrini hapsetmi olaca ını, levhasının nezahetini, mükemeliyetini temin için şğme herlerde dola an meselâ Ram-forant'm bir çehresi kar ısında günlerce tema aya mevkuf kalan şşşşressamlar gibi airlerin de hislerini iir bedialarıyle tevzin etmeleri lâzım oldu unu bilirdi. Onun şşğiçin Hüseyin Nazmi'nin kütüphanesini hemen bo alttı: Lamartine'den, Hugo'dan, Mus-sut'den şsonra gelenleri; bütün parnasienileri, synbolisteleri decadent'leri, Süleymaniye'de küçücük mesai hücresine ta ıdı; Lekont dö Lil ile, Vilye dö Lil şAdam ile Theodore de Banvilll üe ba layan zümre-i ua'ra, sonra Prudhommelar, Coppe'ler, Ha-şşraucut'lar, Sylvertre'ler, Mendes'ler; daha sonra Paul Ver-laine'in tohm-ı dehasıyle yeti enler, şvelhâsıl gençler tabiî Le-marre'in kitap fikristini dolduran yüzlerce cildler takım takım elinden geçti. Ahımed Cemil bunları okudukça yarım asırlıik bir zaman içinde Verlaine'a kadar iir şfikrinin kesbetti i inceliklere, tasvir ve ifade san'atmm vâsıl oldu u hurdecûlu a hayret etti; bir ğğğvakitler mini mini penceresinin kenarında cehren fakat kom ulara i ittirmekten ihtirazen şşokuyarak mest oldu u tema aları, «bir feri tenin sukutu»nu, «gecelerdi, imdi birer kelime ile ğşşşhiçiye mahkûm ediyor, Hugo'yu, «Gözlerinde e ya ve hakayıkı büyüten bir cam varmı » şşhükmüyle hakikatin fevkinde buluyor, Lamartine için «O kadar iir ile yüklenmi ki ezilmi », şşşMu set iç^m «Â ık, air fakat çocuk!» diyordu. Bunlardan sonra san'at erbabının kelimeye, şşşüslûbe, ekle, san'-ate verdikleri ehemmiyeti gördükçe; o her biri birer elmas gibi i lenmi , şşşiki mısraı için günlerce çalı mı bedialarla ülfet ettikçe yapmak istedi i eyin ne mü kül şşğ şşoJdu unu anlıyordu. Eser pek a ır ilerliyordu. Haftalarca mütalâadan, tetkikten, tefekkürden ğğsonra ancak yirmi kadar mısra vücude getirebiliyordu... Ah! i i gazel yazmaya dökmü olsa, iiri şşşherkes gibi telâkki etse bu yirmi mısradan yinmi gazel icad ederdi! Bir aralık lehçeyi dar buldu. Yeni fikirler için yeni kelimeler lâzım oldu unda musîr idi. «Eski kelime altında fikirlerin ğtazeli i görülemez. Dikkat nazarından kaçar.» derdi, lügat kitaplarına sarıldı, sahifeleri çevirdikçe ğöyle eyler buldu ki hayret etti. Bunlar ne için kamus kö elerinde unutulmu ? Ne güzel eyler şşşşke fetti! Kimisinin bir fikriyle tetabukuna, bazısının mevcutlara ruchanına, bir kısmının şda yenili ine kapılarak bunlara temellük etmek istedi. Kendi kendisine: «Beni^ lügat ğuydurmakla itham edeceklermi . Anlamayanlar etsin. Kamusun havsalasına sı âmâyacak şğkadar garip lügatleri bir yere toplayan eski zaman mün ileriyle benim yapaca ım ey arasındaki şğşsanat farkını elbette anlayanlar olur.» dedi.
u bir senelik zaman içinde yazmak istedi inin, henüz kendisince türlü nakıselerle dolu olarak, Şğancak nısfını vücude getirebilmi ti. Bunları Hüseyin Nazmi'den ba ka kimseye oku- şş mazdı. Bu esere çalı tı ını ba ka bilen de yoktu, hattâ artık er zamandanberi «Gencine-i Bdeb» ş ğşte de manzumeleri görünmemesinin sebebini kendi yazdı ı tarizin tesirinde bulmakla memnun ğolan Raci bir gün Aihmed Cemil «Mir'at-ı uûn» tefrikası için yine imza koymayarak tercümede Şdevam etti i bir hikâyesinin tashihlerine bakmakla me gul iken birdenbire: ğş —• Cemil! Artık i i mütercimli e döküyorsun, airlik sj \" frrı tüketti mi? demi ti. şğşş Ahmed Cemil, Raci'nin ısrar ve inat ile devam eden tecavüzlerine kar ı ya bir sille gibi bir tahrik şfırlatarak mukabele eder, yahut bu adamın haline acıyarak yalnız bir kelime ile geçi tirirdi. ş O vakit omuzlarını silkerek: «Belki!» demekle kanaat etmi ti. Gariptir ki bu kadar adavet hissine şma lûbiyetine mukabil Raci'ye en ziyade acıyan yine Ahmed Cemil idi. Bir seneden beri ğmatbaaya devam eden, bazan muharrirlerin arasında «Behber-i sübyan» defterlerini doldurmakla, bazan müret-tiplerin yanında harf da ıtmakla vakit geçiren Nedim'e eri ziyade rıf k ile muamele ğgösteren, vakit buldukça bir sahife okutturarak bu biçare çocu un bir ey ö renmesine çalı an ğşğşyine o idi. Matbaada çocu a babasından ba ka herkes iltifat ederdi, yalnız Raci güya onun orada ğşvücuduna vâkıf de ilmi gibi dururdu. O vakitten beri Raci dü tükçe dü mü , iri Alman karısının ğşşşştahrikleri altında sanki u mülevves a kına daldıkça onun çirkâbiyle kirlenerek simasında beliren şşsefahat tahriplerinden artık i renç bir hale gelmi ti. Matbaada merhaimme-ten alıkonuluyor, ğşhemen hiçbir eye müfit olmadı ı halde aylı ından bir parçasını tevkif ederek o zamandan beri şğğdiki çilikle ya ayan karısına yardım edebilmek için maa verilmekte devam olunuyordu. şşş Mayıs iptidalarında bir cuma idi; matbaa halkı öteye beriye da ılmı lar, Said'le Saib Ali ğşŞekifb'in himayesine sı ınarak açık bir araba ile Kâ ıthane seyranına gitmi ler, matbaada, idare ğğşmemuruyle Ahmed Cemil'i yalnız bırakmı lardı . ş Ahmed evki efendi ye il çuha kenarlı dar uzun defterine son kalem darbesini müteakip penbe Şşrıhını döküp kapadıktan sonra hücresinden çıktı, Ahmed Cemil'in yanma geldi: — Beyler gezme e gittiler, dedi, isabet! Ben de seni öyle, yalnızca bulmak isterdim... ğş E ildi, pek gizli ve mühim bir meseleden bahse hazırlanıyormu gibi ka larını kaldırarak, ğşşduvarlara ili tirmekten çekinerek ilâve etti: ş — Bir izdivaç meselesi... .., ? * ', ^ Ahmed Cemil hayret etti: j — Ben'm için mi? — Hayır, fakat sâna yakın birisi için... Ahmed Cemil kimden ıbahsedildig'ini cesametti, bu meselenin bu kadar erken uyanaca ına hiç ğihtimal vermemi ti. Kendi kendisine; «Nasıl? demek vakit geldi?» diyordu. Ahmed evki şŞefendiye intizaren sükût etti', fakat meseleye bu kadar cesaretle ba layan idare memuru bahsi ş
takip için kâfi cesaret bulamadı. Biraz nefes almı olmak için sözü çevirdi : ş — Beyler kâ ıthane'de sevda pe inde dola acaklar. Sahranın hiç bu türlüsünü anlayamadım. O ğşşgüzel derenin sükûn zamanlarında oradan kaçıp da toz deryası içinde arabaların izdihamı arasında güne ten yanarak saatlerce dola mak elbette sahra hevesinden ba ka bir eyden gelir. Hele saz şşşşdinlemek için sulara kadar gidip alçacık bir iskemlenin üstünde kahve hizmetkârlarının naraları altında bir yahudi hokkabazının yaverleri arasına sıkı mı bir Hicaz faslını esneye esneye, gerine, şşgerine okuyan takımın kar ısında a zı açık dinlemek için yarı günümü feda edemem. Beykoz şğçayırı, Yu a tepesi, Bentler, Adalar, stanbul'un gidilecek yerleri hemen bundan ibaret, fakat bu şĐâdi günde gitmek, afakta yola çıkıp mehtapta dönmek artıyle... şş Ahmed Cemil refikini meseleye döndürmek istedi: — zdivacın kime ait oldu unu söylemediniz. Đğ O vakit Ahmed evki efendi arkada ının yanına oturdu;, tam bir ciddî eda ile sesini tabiî Şşperdesinden indirerek: — Geçen gün müdür efendi — Ahmed evki efendi öksürüklü herifi kastediyordu — bana Şo lunu evlendirmek istedi inden bahsediyordu. Anla ılan zavallı delikanlı titiz ihtiyarla ğğşgeçinemez olmu lar, bir hafta evvel!... ş Ahmed evki efendi baba ile o ul arasında hiç yoktan zuhur etmi uzun bir münaka anın tarihini Şğşşyaptı. — Sen çocu u görmedin, bir kere görsen zannederim ki ho una gider. Evkaf nezaretinde epeyce ğşbir memuriyeti var. be altı yüz kuru para alıyor, ihtiyar da zengin, kayınvalide yok, galiba iç güveylik arıyorlar... şş imdi Ahmed evki efendi hep kesik kesik söylüyordu: ŞŞ — Tabiî arkada larından tahkik olunur. Zannetti im gi-M namuslu bir genç çıkarsa ne için şğmuhalefet etmeli?... Ahmed evki efendi biraz durdu, sonra Ahmed Cemil'in gözlerine bakarak ilâve etti: Ş — Matbaa da münhasıran herifindir, biliyorsun ya... Ahmed Cemil sarardı, idare memurunun anlatmak istedi- . i mânaya kar ı bütün namusu, vekarı isyan etti, bir kelime ile red cevabı veriyordu, nefsini ğşzaptetti. — Geçen gün bu meseleyi bana açmaktan maksadı tanıdıklarım içinde tavsiyeye de er aileleri ğtahrik etmek imi . Benim hemen aklıma sen geldin. Karde in artık evlenecek bir ya a gelmi tir, şşşşde il mi? ğ
Ahmed Cemil zihninden hesap ediyordu, ikbal imdi on yedisine basmı tı. Bu memlekette şşkızların tam izdivaç zamanı. Zavallı kbal!... Acaba her vakit talih, kısmetine bir müsait -çehre Đarzedecek mi? Bu sual Ahmed Cemil'in zihnini bir izdivaç meselesine ait hâtıralara evketti, birkaç kere şannesinden görücüler geldi ini i itmi ti, fakat hiçbirinin heves edilebilecek bir ey oldu unu ğşşşğtahattur etmiyor, hattâ bir kere bir karısından ayrılmı iki çocuklu kırklık bir kom unun annesi şşgelmi ti de Ahmed Cemil'in bütün vekar ve gururu mecruh olarak günlerce kbal'e baktıkça şĐa lamak istemi ti. ğş Ahmed evki efendinin u dostça tekayyüdüne kar ı ne için Ikbal'in talihini tehlikeye koymalı? ŞşşKimbilir, belki karde inin saadeti buradadır. Bir dakika içinde fikri tebeddül etti: ş — Lâkin bizim hiçbir eyimiz yok, dedi, bir kız ne ile evlenir? ş — Orası benim i im. Muvafakat edecek olursan ben i i tavsiye ederim, hele bir kere görsünler şşde... Ahmed evki efendi artık vazifesini ikmal etmi çesine üphesiz kendi kendisine: «Be dakikada Şşşşbir mühim meselenin altından çıkmak bana mahsus bir muvaffakiyettir!» diyerek mütebessim bir çehre ile aya a kalktı, keten yele ini dü- ğğ P—• Bir gün iki axkadas matbaada yine herkesten evvel bulu tular. Ahmed evki efendinin ilk sözü şŞşu oldu: — Dün ak am beni görmeden kaçtın. Sana verilecek havadisim vardı, bu gece sabırsızlı ımdan şğpatladım. Sonra Ahmed evki efendi ellerini Ahmed Cemil'in omuzlarına dayadı, gözlerini gözlerine dikti, Şsırıtarak ilâve etti: — Be enmi ler... ğş lk muhavereden sonra unuttu u izdivaç meselesini bu kelime Ahmed Cemil'e tekrar ihtar etti. ĐğMahiyetini bir vuzuh lem'ası ile tenvir edemedi i, tesirini duyup ta men e'ini bulamadı ı garip bir ğşğhis Ikbal'in izdivacı meselesinde Ahmed Cemil için bir saklı ha yet uyandırırdı. ş Bu hissi tahlil etmek istedikçe sebebi, esası daima tetkikinden musir bir firar ile kaçardı. Serin kanla dü ünürdü: Ikbal'in izdivacını, izdivaçla saadetini bütün emellerin gayesi bulurdu; o halde şo garip his nedir ki izdivaç mes'elesi çıktıkça kalbinde hiddete benzer bir ey uyandırır, şistememezli i andırır bir tesir hâsıl ederdi? Belki bir hodkâmlık hissi!... Di er bir adamın ba ka ğğşbir samiî münasebet ve muhabbetine dahil olduktan sonra karde i kendisi için daha az yakın şolacak, bir yabancıya herkesten ziyade harim olduktan sonra ona — karde ine — yabancı kalacak şidi...
Bu 'hissin ismini vermek istemezdi. Zihninde bulmak istedi i te'vilin altında saklanan tesiri ğgörmeme e çalı ır, Ikbal'in izdivacına ait dü üncelerinin bundan tesir almasını me-nederdi. Fakat ğşşAhmed evki efendinin bu sabah u bir kelime ile yeniden uyandırdı ı mesele ak ama kadar Şşğşzihnini kurcaladı. Eni te!., ikide birde zihninin içinde bir tırmalayan cereyan ile geçen bu kelime idi: Eni te!.. şş Demek imdi hayatında bir eni te olacak, bir adam kî bu güne kadar tanunaı , görmemi , hiçbir şşşşhissini, fikrini ö ren- ğ memi . Bu adam birden, bir gün içinde hayatına karı acak,, o Süleymaniye'deki küçük evin şşkapısını çalacak, bu aile sofrasına ayni i tirak hakkı ile oturacak, valdesine ayni me ru, şşselâhiyetle anne diyecek, sonra evin içinde bir ses, ba ka bir ses a a ıdan yukarı ba ıracak: şş ğğĐkbal!... Hayatında bu tebeddülün ne kadar ehemmiyeti oldu unu bir karartı arasında hissediyordu: ğMeselâ kendisini, merdivenlerden biraz muhteriz çıkıyor, yemekte hususî bir ihtiyat ile duruyor, görüyordu. Bu adamla her kim olursa olsun, mümkün de il, lekesiz bir muhabbetin, tekellüfsüz ğbir münasebetin hâsıl olamayaca ını, kendisinden karde inin mahremiyetini çalmı bir adamla ğşşmüz'iç bir rekabet hissinin sönmeyece ini hissediyordu. Onun yanında geceleri ğminderin üzerine boylu boyuna uzanamayacak, Seher'i kızdıramayacak, ikbal ile - hele kbal ile- Đşaıkala amayacak... Eni te!... Eni te!... Sebep? Ne için sevmedi i, sevemeyece i bu adama eni te şşşğğşdeme e mahkûm olsun? imdi bu kelime adetâ onu tâzip ediyor, birisiyle kavga etmek arzusunu ğŞveriyordu. Hiddetini o sırada Ali ekib'in budalalı ından bahsederek Raci'ye yaranma a çalı an ŞğğşSaib'den çıkarmak istedi: — Ke ke insanlar hep Ali ekib gibi budala, fakat onun gibi saf olsalar... dedi. Sonra kalemini şŞattı, kâ ıtlarını topladı, mürettiphaneye girdi: ğ — Ben yazılarımı bitirdim, gidiyorum, ba ka bir ey lâzım olursa beyler yazsınlar; dedi. şş Ahmed Cemil'in eve gitme e ihtiyacı vardı. Kapıyı açan Seher'e: — Annem nerede? dedi. ğ«Küçük hanımla çar ıya gittiler» cevabını alınca hiddet etti, onlar gelinceye kadar şsabırsızlı ından duramadı, evin içinde dola tı. Nihayet kapı çalınıp geldiklerini yukarıdan i itince ğşşba ırdı... ğ — Anne, yukarıya gelsene... Sabiha hanıma çocuklar gibi daima anne derdi; valde hitabından bir sahtelik, bir külfetperdazlık hissederdi. Sabiha hanım çar afını çıkarmadan yukarıya çıkınca ilk sözü ju oldu: şş — Anne!... kbaO'e görücü gelmi de ne için bana haber Đş vermediniz? Sabiha hanım o lunun yüzüne baktı: ğ
— Her gelen görücüye ehemmiyet vermedi im için... ğ M A I VE S YAH Đ 109 — Be enmi ler. Ahmed Cemil yalnız bu kelimeyi kâfi görmedi. lâve etti — Isteyeceklermi ... ğşĐş — Allah hayırlısını kısmet etsin, o lum, istesinler bakalım da dü ünürüz... ğş Ahmed Cemil sabandan beri beynini i gal eden bu meseleye kar ı annesinin sükûnuna hayret şşetti, birden bu validenin mukadderata teslimiyeti kar ısında sükût etti. ş Bu ak am Muzaffer beyin ders gecesiydi, Ahmed Cemil gitmeme e karar verdi. Yemekten sonra şğokuma a da meye-lân duymadı; a a ıda küçük odada, inmi mu amba perdelerin arkasında açık ğş ğşşpencereden süzülen gecenin râtip havasını duymak için ba ını duvara dayadı. Ne lâkırdı, ne tâtife şistiyordu; yalnız küçük odanın — u bir saf kalb kadar ruhaniyet ile dolu aile odacı ınm — şğruhunu doya doya isti mam etmek istiyordu. ş Kar gibi beyaz kenarı gerile gerile i nelenmi hassa örtülü sedir, yerde üstüne penbe- satrançlı ğşdokuma çekilmi ilte, annesinin en sevdi i yer; küçük dört ayaklı iskemle, Ik-bal'in ye il gaz ş Şğşboyamalarından yaptı ı sade fakat belki onun için zarif ho kalpa ı altında lamba, duvarlarda ğşğbabasından yadigâr olarak kalmı biri kûfî, biri talik iki güzel levha, pencerelerde mu amba şşperdelerin üzerinde yaza mahsus be>-yaz, ince sarı korni lere küçük küçük kıvrıklarla ili dirilmi şşşperdeler, o kadar... Burada ne kadife kanepeler, koltuklar, atlas perdeler, ne de mutantan hücrelerde nefîs evani vardı; hiçbir ey yok, fakat buna mukabü derin bir muhabbet, her türlü şmihnetlerin, me akkatlerin zedeliyeeeyece i kadar kavi bir saadet, üç kalbin irtibatından şğanütaiıassıl, lâtif, ruhu ısındırır bir hararet vardı. Demek imdi Ibu hususiyete, bu samimiyete, bu a;le mahremiyetine bir unsur daha i tirak şşedecek? Demek bu sıcak mesut havanın üzerinden barit bir nefha uçacak ? Gözleri sık sık küçük iskemlenin yanmda diz çökmü o gün çar ıdan alman yedi ar ın gömleklik şşşkuma ın yanlarını çatmakla me gul olan kbal'e çevriliyordu. şşĐ — Kızım, makası alıversene... — Sizin yanınızda de il mi anne?... ğ Sonra sükût. Ara sıra kuma ı kesen makasın sinirleri ür- ş perten sesi, bazan rüzgârla i en mu amba perdelerin hı ıltısı, ta mutfaktan Seher'in bula ık ş şşşşgürültüsü, o kadar... Bu gece kbal, Ahmed Cemil'in gözlerine güzel görünüyordu, karde inin bu kadar cazibesi Đşoldu una dikkat etmemi ti. Zavallı çocuk, bari bahtiyar olsa!.... Açık kestane gür saçları altında ğşzarif ba ı; kulaklarının etrafından, altından âsi, peri an, çılgın saç kümeleri arasında birak küçük, şş
söbü görünen siması, bu ya ta genç kızların çehrelerine mahsus bir süzgünlük altında hafif bir şdonukluk ile mümteziç donukça penbe rengi biraz vücuduna erkekçe bir yüksek vaz'ı veren geni şomuzlar, uzunca bir boy, henüz tekemmül etmemi bir kız vücudu ki noksanları içinde cazibeli şve onun için iir ile dolu... Büsbütün tevessü etmesi, mukaddemeleri görünen kadınlık meziyetleri şkemal bulmak için yalnız kadın olma ı bekliyor... ğ Ahmed Cemil merhametten, efkatten mürekkep bir nazarla hem iresini ihata ettikçe; gözleri bir şşkatre muhabbet giryesi gibi — fakat kknbilir nasıl — bir kadın olmaya müheyya duran bu zayıf kızın üzerine dü tükçe kalbinden «bari mesut olsa!» diyordu. Onun saadetinden emin olabilse, şde il ufak tefek istirahat esbabını, demin haleldar olaca ından korktu u hayat sükûtununu belki ğğğbütün istikbal emellerini feda ederdi. îkbal'in izdivacı Ahmed Cemil'in hayatında bir rüya gibi geçti. Eni tesini ilk önce matbaada şpederi Tevfik efendinin yanında gösterdiler; geçkin ya larında mariz bir babanın zayıf do mu şğşbir çocu u, herkes gibi bir genç, kalem hayatında terbiye almı , hoppa de il, hattâ biraz ciddî... ğşğAhmed Ce-mil ilk hâsıl etti i fikri zihninde birkaç kelime ile icmal etmi ti. Bu ziyaretten sonra ğşAhmed evki efendinin faaliyetiyle, hele Tevfik efendinin anla ılamayacak bir heves ve Şştehalüküy-le bütün erait onbe gün içinde kararla mı tı. Ahmed Cemil'in her türlü hayat şşşşhususiyetini bilen Ahmed evki efendi damat beyden a ırlık namıyle bir para kopardı ki hemen Şğ'bütün dü ün masrafını temin etti. Ahmed Cemil bu izdivaç meselesinde ne tarafgir ne de ğaleyhdardı: Meselede bir itiraz vesilesi bulunmaması aleyhdar olmasına mümanaat etti i gibi ğeni te olacak adamın herkesten ba ka bir ey olmayı ı tarafgir olmasına da mâni olmamı tı. Vehbi şşşşşbeyi tanıdıklarından, kalem arkada larından sormu lardı, herkesten pek iyi teminat alm- şş o X i .rt. XI llî di. En son defa olarak birgün, Ahmed Cemil karde inin reyine müracaat etti: ikbal gözlerini şindirdi, sükût etti, demek razı oluyordu. Dü ün! ğ O gün Ahmed Cemil kaçmı tı; koltuk resmini görmek için Süleymaniye'nin o daracık soka ını şğba tan ba a doldurarak ve kapının umuma açılmasını bekleyerek yeldirmeleriyle, çar aflarıyle şşşü ü en; orasını beraberlerinde getirdikleri ço~ cuklarıyle küçük bir mah er — garip ibir renk ve ş şşkılık mah e-ri — haline getiren kadınlar, kanarya sarısı hırkasının altında al basmadan entarisini şgiyerek, ba ına oyalı gaz bovamasm-dan yapma çiçekli hotozunu koyarak, bir paçavra kenarıyle şiyi ba lanmamı uzun çorabı güllü penbe iskarpininin üzerine dü mü , beyazlı kırmızılı tire ğşşşku a ının saçakları san hırkasının altından eteklerine dökülmü , beline i lemeli ipek mendili i ne ş ğşşğile tutturulmu , dü ünün erefine tâ sabahleyin soka a fırlayan kom u kızları kâ ıt helvacılarının, şğşğşğleblebicilerin etrafında ba rı acak, a l a acak olan bütün o belinden donu-dü mü , çorabının ğ şğ şşşiçine paçası tıkılmı , dü ün evindeki validesine sokaktan «anne!» diye ba ıran, ko a ko a şğğşşbiribirini kovalayarak çı lık koparan çocuk alayından uzak olmak için, bekçi baba gelip de ğelinde sopasıyle yeni tra tan çıkmı çökük yanaklı, uçları sekiz on kere kıvrılmı iri siyah bıyıklı şşşmuhip çehresiyle kapıya küçük bir iskemle atıp hâkimiyet vazifesini takındı ı — sopasının ilk ğtarakasmdan — anlar anlamaz, henüz kom u hanımların ellerinde süsü ikmal edilemeyen ş
karde ini sofraya ça ırtarak o yarım gelin haliyle öpmü , sonra a lamaktan ihtiraz ile bir söz bile şğşğsöylemeyerek kaçmı tı. ş Ahmed Cemil bir hafta eve u ramadı, annesiyle karde inden öyle izin almı tı; o bir haftayı ğşşHüseyin Nazmi'nin kö künde geçirdi... ş Ah! O kbal'i böyle mi gelin etmek isterdi? Hem iresi için neler dü ünmü ; ne süslü evler, ne Đşşşmüdebdep daireler, ne lâtif tuvaletler, ne müzeyyen cihazlar tasavvur etmi ti!... Demek o şistikbalde zuhuruna emniyet ederek aldandı ı hayaller yalandı? tkbal'in gelin olaca ını ğğdü ündükçe bir vakitler hem iresi beyaz uzun etekli — moda gazetelerinin mülevven ilâvelerinde şşgörerek imrendi i eylere benzer — bir esvap içinde, beyaz ipek duva ı yanlarına dökülmü , ba ı ğ şğşşmücevherlerin 112 MAI V K S YAH Đ altında biraz e ilmi olarak görürdü. Sonra saçları püskür-mü , ya ız macar atlı zarif parlak bir ğşşğaraba onu alıp götürüyor, daha sonra güzide tuvaletlerle zîhayat foir çiçek deryası gibi dalgalı geni bir mermer sofanın ortasında o çiçek deryasının perisi, köpüklerden te ekkül etmi bir çiçek şşşmelikesi gibi îkbal... ark halıları dö enmi çifte bir merdiven, salonlar, avizeler, levhalar, Şşşkadifeler, atlaslar... Demek bunlar hepsi ya- an? Hayallinin kendisine bah etti i bütün bu tantana, Đşğkendi-feini mesteden o müdebdep rüya, demek bütün bu eyler ba tı?... şş îkbal imdi o sopasıyle kapısının önünde bekçi duran; soka ında alacalı, yaygaralı çocuklar şğkayna an küçücük evde rastıklı, kınalı, lâdenli kom u hanımlar arasında damat beyi, matbaa şşmüdürü Tevfik efendizade Vehibi beyi bekliyordu. Kaçtı, Ahmed Cemil rüyalarının u sefil şhakikatinden tanı bir hafta kaçtı. O bir hafta zarfında eni tesini hiç görmemi ti. Nihayet bir ak am yemekte birle tiler. Ahmed şşşşCemil hayret etti; o henüz a ır bir külfet yükü altında ezilirken, yüzüne bakamaya-rak gözlerini ğindiren hem iresine bir kelime tevcihine cesaret edemezken damat bey herkesle teklifsiz şoluvermi ti. Hattâ Seher'le ufak tefek ltâifeler bile ediyordu. Ahmed Cemil bu ak am kendisini şşezen azap altından hiçbir zaman kurtulamayaca ını ; sofrada, bir vakit yalnız kendisinin olan u ğşevin her kö esinde imdi yabancılıktan asla çıkmayaca ını anladı. Bir dakika içinde bütün şşğmânevi varlı ından bir so uk rüzgâr geçti, imdi bu evden âdeta ü üyordu. O ak am Muzaffer ğğşşşbeye can attı. Gazeteye bir ilân sıkı tırdı, haftasının di er dört ak amını da evden uzak geçirmek için ders şğşbuldu, Hocapa a'da demiryolu memurlarından iki Almana Türkçe ö retmeye ba ladı. Artık bütün şğşgecelerini evden uzak geçiriyor, hattâ Hoca-capa a'da ders oldu u zamanlar ak am yeme ini şğşğmatbaada kısaca tedarik ederek bir vakitler hayat zevkinin yegâne men-baı olan aile sofrasında bulunmuyordu. Dü ünden sonra Ahmed Cemil ile annesi hemen hiç yalnız bulunmamı lardı. ki ay kadar bir ğşĐzaman geçmi ti, bir gün ş
Sabiha hanım sabahleyin odasına girdi. O henüz tenbellik ediyor, yata ında mahsus gecikiyordu; ğanesi yata ının kenarına oturdu: ğ — Ne için kalkmadın o lum? dedi, sonra cevabını beklemeden biraz e ilerek ilâve etti: ğğ — Sana bir ey söyleyecektim. Hiç yalnız bulamıyorum M... Dün Seher, kbal'in odasında şĐyalnızca a ladı ını görmü ... ğğş Ahmed Cemil hayretle annesinin yüzüne baktı: — Niçin? — Bilmiyorum... Zaten kız gelin olalıdan beri ne esiz, dün a layı ı büsbütün zihnime dokundu, şğşacaba kocasının biraz içkisi oldu undan ımı?.. ğ Vehbi ibeyin ak amcılı ı vardı. Onbe gün kadar yenilikten ihtiraz ederek itiyadını icra şğşedememi ken nihayet bir i e Fertek rakısıyle gelmi ti. Ahmed Cemil'e bundan hiç bahso-şş şşlunmamı tı; fakat o birkaç gün içinde bu itiyadı ke fetmi , birkaç kadeh rakının u saadet şşşşyuvasında bir musibet zehiri hükmünü tutaca ını anlamı tı. Bir gün annesinin a zından bu ğşğmeseleyi i itince yata ında do ruldu. Ana o ul uzun uzun birbirine baktılar. kisinin de bu nazar şğğğĐçarpı ması arasında kbal'in a layan hayali uçuyordu. kisi de bu hayal için a lama a müheyya şĐğĐğğidiler. Birden u iki aylık gelinin annesinden, karde inden gizledi i göz ya larının içinde bir şşğşderdin saklandı ını duymu lardı. O vakit Ahmed Cemil yava yava annesini istintak etti. ğşşşEni tesinin nasıl bir adam oldu unu görüyordu. Fakat nasıl bir koca oldu unu anlayabilmek için şğğSabiha hanımın fikrini istedi. ¦ Annesi Vehbi ıbeye atfolunabilecek bir kusur bulamıyordu. Evine devam ediyor, bir huysuzlu u ğyok; Ikbal'e so uk bir muamelesi de görülmemi , kbal'in a layı ı biraz içki içinse... ğş Đğş Ahmed Cemil pek iyi hissetmi ti ki karde i mesut de ildir. zdivacından beri ikbal'in çehresinde şşğĐdikkate çarpan bir hüzün rengi her türlü ikâyet lisanından daha beli idi. şğ Sabiha hanım iki aydan beri birinci defa olarak yalnızca konu ma a fırsat buldu u o luna ba ka şğğğşbir bahis zemini daha hazırlamı tı: ş Mai ve Siyah — P. S — Masraf meselesi ae saae senin üzerine ıcaııyor gıuı mr ey Cemil; dedi. ş Buna Ahmed Cemil dudaklarını bükerek cevap verdi: — Ne ehemmiyeti var? Kazandı ım yeti miyor de il ki... ğşğ — Geçen gün Îkbal'e aylık olmak üzere on mecidiye vermi , kız sabahleyin biraz gülerek, şsıkılarak parayı bana vermek istedi, reddettim, o ısrar etti; nihayet yine onun olmak üzere saklamak için aldım, fakat bu kadarla devam edecekse...
Sabiha hanım sözünü bitirmedi, gözlerini o lunun gözlerine dikti. Ahmed Cemil bu nazardan ğsıkıldı, gözlerini çevirdi, cevap vermedi. Nefsini her eyden mahrum etme e alı mamı mıydı? şğşşOnun için birkaç mecidiye tasarruf etmekte bir faide mi ver? Seneyi iki kravatla geçirmek, bir iskarpini alt>. ay sürüklemek zaten öyle bir sefalet idi ki onu âdeta mütelezziz ederdi. Artık u mahrumiyet hayatının acı lezzetinden bir ho teessür bile duyar şşolmu tu. Matbaada kaldı ı ak amlar idarenin penceresi kenarına ili ip de caddenin hüzün veren şğşştenhalı ından mest olarak biraz peynirle francalasını yedikçe kendisinde bir zavallılık bulur, ğbunda ma mum bir iir bularak âdeta iir te-lezzüz ederdi. ğşş Bu sabah annesiyle u muhavere kalbine sanki bir katre yakıcı zehir damlatmı idi. Orada bir şşşeyin yandı ını, sanki bir noktayı kazıyarak kemirdi ini hissediyordu. ğğ Bu sabah îkbal'e tesadüf etmek emeliyle odasından geç çıktı. Geç kalkmak itiyadında olan eni tesini uyandırmaktan, çekinerek merdivenleri yava yava indi. ikbal daha evvel kalkmı tı, şşşşa a ıda kar ıla tılar, izdivacından beri ona kar ı Ahmed Cemil yarı siteme benzeyen bir tavır ş ğşşşittihazına lüzum görmü tü. kbal'de de biraderine kar ı bir mücrim gibi gözlerini indirmek, şĐşyolundan silinmek, mümkün mertebe az fırsatlarda hitabına mâruz olmak gibi 'bir ihtiraz peyda olmu tu. ş Bu sabah Ahmed Cemil îkbal'e bir ey söylemek istiyor» mu çasma baktı, ikbal bir aralık bu şşnazara mukavemet etmek istedi, sonra beriki bir sademeye tesadüf etmi gibi nazarı titredi, şgözlerini indirdi. Karde inin yalnız bu bakı ı: «ikbal! Bahtiyar de ilsin, anlıyorum.» demi idî. şşğş MA VE S YAH 117 ĐĐ Ahmed Cemil'in tamamiyle cahili oldu u kahve hayatına müteallik hikâyeler, dün salbah Millet ğbahçesinde bilardoda kazandı ı muvaffakiyet, yalnız kendisini e lendirmek için söz ğğsöyleyenlere mahsus kahkahalarla kesik fıkralar, ara sıra yeme e müteallik itirazlar, bazan ğSeher'e kar ı kaba latifeler... Bir vakitler Ahmed Cemil de bu sofrada lâtife ederdi, fakat o zaman şbir lâtife edildikçe sofranın etrafında handeler uçu- urdu. imdi Vehbi beyin bir latifesine şŞmukabil Sabiha hanımın simasında zorla kopmu bir tebessümü; kbal'in üzüntüden, zevcinin şĐtuhaflıktan ziyade gülünçlü üne kar ı helecanından mütevellit peri an nazarı: Seher'in her ğşşdakika: «ikide birde bana ne ili iyorsun?» deme e, elindeki sahanı sofranın ortasına atıp kaçma a şğğmeyyal duran dargın vaz'ı görülürdü. Yemek yedikten sonra Vehbi bey Ikbal'le odasına çekilince Ahmed Cemil annesinin yanında kalırdı, fakat ekseriyet üzere yemekten sonra uyuyan zevcinden kurtulabildikçe bu yalnızlı a ğküçük bir zaman için Ikbal'in 'huzuru da hayat bah ederdi. Artık ikbal ihtiraz tavrım bırakmı tı, şşkarde ini mümkün mertebe sıkça görüyordu, fakat henüz aralarında dert tevdiine benzer bir şkelime teati olunmamı idi. ikbal bahtiyar görünme e çalı ıyordu. Fakat bir annenin, ibir karde in şğşşgözünden gizlenmeyen bir hazin renk: «Aldatmayınız, bu nikabm altında ben varım!» derdi. Bu kı Ahmed Cemil eserine hemen çalı amadı. Derslerinden, yazılarından kurtulabildikçe şşyegâne i tigali iirlerini okumaktan ibaret kalırdı; fakat bahar gelince bütün vücudunu ihata eden şşkesel ve rehavet havası sanki güne in taze hararetiyile tebahhur ederek sıyrıldı, damarlarının şiçinde bir cevelân hissetti, kı ın donuk havaları altında teessürleri safhasına donuk nakı larla şş
intikal eden, - âdeta uykuda duyguları, baharın ılık nefesleriyle dirilip uçu an kelebekler gibi şcanlandı. O vakit Ahmed Cemil'in eseri bol bir ya murdan sonra topraklardan süzüle süzüle ğkayacıklar arasında birikmi küçük bir menba gibi ta tı, ufak hamlelerle feveran etti. imdi bu şşŞeser büyüyor, tekemmül ediyordu... Ahmed Cemil bütün hayatının me akkatlerini bu eserin tevlit edece i lezzete kar ı unuturdu. O şğşsefalet ve mihnetle dolarak, ta arak geçen kı tan sonra eserinin tesliyet veren ha- şş 118 MA VE S ÎAH ĐĐ yat nefesiyle bütün yorgunlukları dinledi, bütün o zahmetler ondan inti ar eden ümit havasına ştemas edince zail oldu. Bir aralık Ahmed Cemil eserini tasfiye etmek istedi, bir hafta mütemadiyen bununla u ra tı, ğ şmüsveddelerini ayıkladı, noksan bırakılmı yerlerini doldurdu, zevkini ikna edemeyen parçaları şmahvetti, nihayet bir haftalık u ra masının neticesinde küçük bir defter vücuda getirebildi. Ah bu ğ şdefter! i te bütün hayatının mühim bir ümidi u küçük defterde şş idi. Ahmed Cemil sanki senelerden beri ruhuna çöken bir sıklet u tasfiyeden sonra mündefi oldu. şBir mayıs günü matbaada otururken birdenbire defteri Taksim bahçesinde — bir gün henüz mektepte iken Hüseyin Nazmi ile gidip oturdukları yerde — Bo az'ın iirine kar ı kendi ğşşkendisine okumak istedi, hemen do uveren u arzuya mukavemet edemedi, matbaada i ini istical ğşşile bitirerek çıktı. Tünel'den çıktıktan sonra Beyo lu'nda biraz serseri, dola mak; ma azaların camekânları önünde ğşğgecikerek urada yeni çıkmı kitapları; ötede kravatlardan, yakalıklardan, mendillerden şşte kil edilmi zarif nümunegâhları; bir moda ma azasının kuma larını, bütün o gönülleri taltif şşğşeden hiçleri seyretmek istedi. Bon Marehe'nin önüne gelerek içeriye girdi. Zaten Beyo lu'ndan ği siz geçtikçe buraya bir kere girip çıkmak âdeti idi. Henüz o kadar kalabalık yoktu, ilerledi. şÇocuk oyuncaklarının yanma kadar geldi, ellerinde earpare, ba ında maili kırmızılı bir külah şgelip geçenlere gülümseyen bir soytarıya bakmakla me gul iken arkasından kendisine yabancı şolmayan bir tatlı sesin bir nida-i hayretle: «A! Cemil bey!...» dedi ini i itti. Ba ını çevirdi, o ğşşvakit tayin olunamaz bir sebeple mûtat olmayan vukuata tesadüf olununca hissedilen râ- eye şmü abih bir titreyi vücudunu ba tan a a ıya sarstı. şşşş ğ Kendisine hitap etmesini beklercesine Lâmia mütebes-sim bir çöhre ile kar ısında duruyordu. ş Ahmed Cemil Lâmia'yı belki bir seneden 'beri görmemi ^-ti ve göremezdi; Hüseyin Nazmi'nin şkö küne, yahut kı ın evine gittikçe Lâmia'nm bazan piyanosunu i iterek bazan bir kapının şşşalplı ından süzülüp geçti ini-duyarak, bazan ete inin bir hı ıltısını hissederek yahut muhteriz bir ğğğşkahkahasının zaptolunmu tarakasını fark ederek onun vücuduna yakın °^\" ş M A I VE SÎYAH 119
maktan, onun muhit-i havasında muvakkat bir müddet için ya amaktan mütevellit bir ey şşduyardı; meçhul bir ey var ki mahiyetini anlamamı , künhünü tahlil etmek istememi ti. Fakat bu şşşmeçhul eyin bütün ahsiyeti üzerinde derin bir tesiri vardı. şş Henüz on be ya ında iken hâtırasına intikâ eden simasını zihninde itmam ve ikmal etmi , şşşşondan uzak ya adı ı müddetçe o simayı daima besleyerek arada geçen zamanı sanki telâfiye şğçalı mı tı. « imdi tamamen bir genç kız olmu tur!» derdi. Genç kız!... Ahmed Cemil'in zihninde şşŞşbu genç kız sıfatının hususî ve müstesna bir ehemmiyeti vardı. O, henüz ço-cukluktam çıkarak mevcudiyet-i mâneviyesi garâible nıemjlû bir cihanın esrarına kar ı inki afa müheyya duran, şşnagihan hıssediverdikleri bir hakikatin taaccüp rengi gözlerinde sizi istintak ediyormu çasına bir şistifsar ifadesiyle gülüverirken birdenbire bir genç kız sıfatının henüz itilâf olunmamı şciddiyetiyle gözlerini indiren, dün ba ka bir ey iken yarın ba ka bir ey olma a hazırlanan; fakat şşşşğbugün müphem, mü evve , o müphemiyeti, mü evve iyeti için iirle, sevda ile dolu olan bu şşşşşmahlûklara, bütün güzergâhına tesadüf eden o genç kızlara Ahmed Cemil peresti e benzer, şbuseyi andırır bir gârâm nazariyle bakardı. Ahmed Cemil'in kalbinde yer tutmu böyle binlerce çehreler vardı. Köprüden vapura binerken şgördü ü, yahut i lide bir Kâ ıthane dönü ünde tesadüf etti i, yahut Tepeba ı'nda, Taksim'de, ğŞ şğşğşKöprii'de hemen her yerde bir dakika için sevdi i binlerce çehreler vardı ki bunlar kendisi için ğsaadet hülyası olan o genç kızın mevhum ekli etrafında uçu an bir takını periler, kanatlı iirler şşşidi. Ahmed Cemil bunların hepsini severdi, daha do urusu o genç kıza bunların herbirinde ayrı ğayrı peresti ederdi, fakat (bütün bu çehrelerin üstünde, bütün bu mütebessim hülyaların ara ma şşbir hayal de girerdi. Bu hayal pek seyyal idi, belli belirsiz bir ey! Müphem bir çocuk çehresi, şkimbilir kimdir? Bugün Lâmia'yı kar ısında siyah çar afı çenesinin altından tepesi bir incili i ne ile ili tirilmi , şşğşşpeçesi alnının kıvırcık saçlarını bir yarı örtülülük altında bırakarak ba ına atılmı , ince parmakları şşsiyah güderi eldivenler içinde uzun sap-h zarif emsiyesinin püskülünü oynatarak; henüz şçocuklu u- ğ nu unutmamı ; henüz iki üç sene evvelki sıfatyle Ahmed Cemil'in kar ısında bulunuyormu gibi şşşsaf çehresiyle bakarak görünce, Ahmed Cemil'in zihninden uçu an ve binlerce çehreler - bir ziya şisabetiyle bir bulut parçasında peyda oluverip de birden sönüveren iltimalar gibi - sönüverdi. Sonra onların arasında genç kız, o gençlik semasının sevda güne i, nurlarını serperek, cazibesinin şate lerini saçarak çıkdı. ş Lâmia'nm yanında dadısıyle piyano muallimesi vardı. Bir dakika öyle kar ı kar ıya, birbirine söz şşsöylemek lâzım gelip gelmeyece inde tereddüt ederek, mütebessim bakı arak durdular; sonra ğşLâmia biraz gülümsedi, «birisine oyuncak mı alıyorsunuz?» dedi. Ahmed Cemil: — Hayır, yalnız bakıyordum, cevabını verdi. Lâmia üphesiz urada, u oyuncak şşşdestegâhmın yanında velev bir çocukluk arkada ıyle, velev bir dakikalık musahabenin garabetini şdaha az hissederek daha cesur idi. — Biz haftaya yine kö ke gidiyoruz, ufak tefek almak için çıkmı idik, dedi, sonra Ahmed şşCemil'in eline bakarak:
— Yeni bir kitap mı? diye sordu. — Hayır, benim iirlerim... ş — A abeyimin daima söyledi i eseriniz mi?... Bir ak am onu bizde okuyacak missiniz, öyle mi? ğğşBen de dinlemek, sizi okurken görmek istiyorum, amma... Lâmia küçük bir kahkahayı zaptetti, sonra Ahmed Cemil'in peri an cevabını dinlemeyerek siyah şgüderi eldivenler içinde daha ince görünen parmaklarıyle peçesini indirdi, «efendim!...» dedi. Ahmed Cemil küçük bir hareket bile etmeyerek duruyordu; bütün hayatı, bütün ruhunun emel züb-desi i te u siyah nazenin heyula i te bu ipek çar afın dalgaları içinde vücudunun ihtizazı ş şşşhissedilen seyyal ve mevvac hayal eklinde kaybolup giderken, Ahmed Cemil orada, elinde şçarpareler ile ba ında maili kırnuzılı külâhıyle gelip geçenleri gülerek seyreden soytarının istihza şnazarı altında elinde iirlerinin defterini kıvırarak duruyordu. ş Bugün Ahmed Cemil Taksim bahçesinde bu irini de il, asıl gençli inin iirini — yalnız onu — şğğşokudu. Bahçe tenha idi; henüz yapraklanmı bir a acın altında mai emsiyesini açmı , alçak şğşşökçeli potinlerini önüne çekti i bir iskemlenin kenarına dayamı gözlüklü ihtiyar bir ngiliz ğşĐmürebbiyesi; biraz beride «AJ fE S YAH 123 Đ ellerinde küçücük küreklerle bahçeden kum toplayarak mini mini kovalara doldurmak mühim i iyle etrafı görme e vakitleri olmayan iki çocuk, sarı saçları rüzgârlarla savrularak, şğba larından kaymı hasır apkaları arkalarında çarpma-şşşrak, uzun konclu dü meli potinlerini kumlara temas et-tirmiyormu çasma bir çeviklikle ğşko arak çenberlerini çeviren, bir örnek esvaplı iki kız, hayatının uzun yorgunluklarını bir şgazetenin tefrikasında dinlendiren bir ihtiyar, ötede beride tek tük zümreler, ko u an ba ırı an ş şğ şçocuklar, daha sonra, Ahmed Cemil'in gözleri, bunlardan ayrılarak, bayırın üstünde uçuyor, mütebessim renkleriyle, manzaralarının ivicaclarıyle ye il tepelere do ru tırmanmı yahud mai şğşsulara do ru akı-vermi gibi duran binalarıyle bo azın sakin levhasına dikiliyordu. Bazan bu ğşğlevha gözlerinin içinde bulanıyor; tepeler, sular, yalılar, bütün güzel ekiller, manzaralar bir fırça şdarbesinden kopma renkler imi de yekdi erine karı arak ekilsiz bir hamur haline geliyormu şğşşşgibi oluyordu. O zaman hayalinin mâkesinde guruba tesadüf etmi bulut parçası gibi kırmızılara, şmailere, ye illere, sanlara boyanan bu levhaların içinde Lâmia'yi — evvelâ küçük, u kadarcık, şşkıvırcık saçları ba ının beresinden ta arak, Hüseyin Nazmı ile gezme e çıktıkları vakit yanı şşğba ında iki elleriyle eline yapı arak muhaverelerinin arasına «Bu ne? Ne için? Nasıl? Ne vakit?» şşsualleriyle her dakika karı arak; bir dakika sonra sekiz on ya ında bir kı gecesi meselâ iki şşşarkada cehren bir iir okurken halının üstünde daima gülümser siyah gözlerini anlamayarak şşyüzlerine dikmi , yahut kendine mahsus bir mütalâa ile me gul oluyor zannını vermek için bir şşciddî tavır ile elindeki musavver mecmuaya dalmı — görünüyordu. O çehre böyle zihninde bir şan içinde yüz tenasüh silsilesinden geçerek, her tebeddülünde bir hâtıra gıcıklayarak bütün hayatını Ahmed Cemil'in dima ında, bir dakika içinde tekrar ya atıyordu. Lâmia'dan daima pek ğşsıcak bir his duymu , onunla beraber bulunmaktan haz almı idi .O da küçüklü ünden beri daima şşğonun etrafında dola ır, daima güler; birisinden yüz bulmu çocuklara mahsus sokulganlıkla daima şşyanına gelirdi. Demek bugün Bon Marche'de uzun bir gaybubetten sonra onu görünce vücudunu
sarsan ey... Artık o eyin tesiri mahiyetinden kaçma a, nefsini onun hük- * mü dairesinden şşğçıkarma a lüzum görmüyordu. ğ 122 MAI VE S YAH Đ Bakınız o siyah peçenin, siyah çar afın, siyah saçların altında parlayan siyah gözlerden bir ey şşakıyor, güya siyah ibir nur ki ba döndüren ate li bir sevda havası ile vücudunu sarıyor, yakıyor, şşfakat ok ayan bir ate , bir ate ki sıcak bir şşş buse gibi... Artık saklama a ne lüzum var? te bütün hüsran içinde geçen gençlik sevdasının emel zübdesi. ğĐşO münevver rüyalarının genç kızı, hayatında birinci ve sonuncu olmak üzere sevece i vücud, i te ğşo biraz evvel gülerek dudaklarını basarak hafifçe ba ıyle selâmlayarak, «Efendim!...» diyen şLâmia idi. iirlerini dinlemek istiyormu . Ahmed Cemil onu Lâ-nıia'ya kendisi okumak isterdi. Zihninde bu Şşşiir takriri için mahsus bir hücre tertip ediyor, Lâmia'yı orada bir kanepeye oturtuyor, kendisi tâ ayaklarının dibine küçük bir ayak iskemlesine oturuyor; sonra titrek bir a k sadası ile bütün şfikirlerinin, hislerinin muihassalası olan bu iir parçalarını bir sevda teranesi gibi onun müteessir şgözleri altında in ad ediyordu. Ah! O sevda dakikası! Acaba hayat-ı bînasibinde o bahtiyar saat şçalacak mı?.. Ahmed Cemil'in nasiyesinde bu sual bir endi e hattı tersim ediyordu. Kendi kendine: «Ne için şonun benimle izdivacını istemesinler?» diyordu. O da kendisini sevmiyor mu? Bir saat evvel o kendisine tebessüm eden gözlerde bir gizli incizab mânası hissolunmuyor muydu? Bu aralık tâ yanınba mda ko an bir kız kumların üzerine yüzü koyun dü tü. Ahmed Cemil ba ını şşşşçevirdi, çocuk iri mai gözleriyle istimdat ederek ona bakıyordu, yerinden kalktı, çocu un ğellerinden tuttu, kaldırdı... Bu vak'a Ahmed Cemil'i hakikate iade etmi oldu... Artık tekrar oturmadı; yava yava , türlü şşşrenklerde elbiselerle süslenen iskemlelerin, korucukların arasından süzülüp çıktı; elinde iir şdefteri, gözlerinin içinde — imdi artık vuzuh ile gülümseyen Lâmia — aheste Taksim caddesini şçıkma a ba ladı. ğş Bir gece herkes yatak odasına çekilmek üzere kalkmı lardı, mu'tad hilâfına olarak sokak şkapısının kuvvetle çalındı ını i ittiler. Seher kapıyı açıp açmamak lâzım gelece inde ğşğ MAÎVES YAH 123 Đ mütöhayyir idi, gece u küçük asude evin kapısı çalınmak o derece müstesna bir vak'a idi ki şherkeste ufak bir halecan hâsıl oldu. Nihayet Ahmed Cemil, Se'her'e tekaddüm etti, kapıyı açtı, kar ısında hamal kılıklı birisini gördü. ş
— Vehbi beyin evi burası mı? — Burası... smini i itince Vehbi bey telâ la kapıya geldi. O vakit Ahmed Cemil çekildi, eni tesiyle kapıdaki Đşşşadamın arasında cereyan eden muhavereyi herkes ta lıkta gergin bir dikkatle dinliyordu. Vehbi şbeyi öteki evden istiyorlarmı . Sultanahmet'te babasının evinden... Herif sebebini evvelâ şsöylemek istemiyordu, sonra gördü ü ısrar üzerine a ızından parça parça izahat alınabildi. Efendi ğğbirdenbire hastalanmı , gündüz hiçbir eyi yok iken hattâ ak am yeme inde pek iyi bir halde iken şşşğodalarına çekildikten sonra birdenbire dü mü , imdi lakırdı söyleyemiyormu , şş şşkımıldanamıyormu ... Vehbi bey: — Biraz beni bekle! dedi. Sonra içeriye girdi; herkes şteessüf beyanında, tesîiyet iradına hazırlanıyordu; o bil'akis güldü; tuhaf bir vak'aya muttali olmu çasına alay ediyor, herkesin yüzüne bakarak sanki bu vak'anm mudhik tesirinden şba kalarının da hisse alıp almadı ını tetkik ediyordu. şğ Yegâne mütalâa olarak Ahmed Cemil'in yüzüne baktı: — Bu ya ta genç bir kızla evlenmenin neticesi budur, de il mi? şğ Yalnız u söz ihtiyarın hastalı ındaki mahiyeti izah etmi oldu. Ahmed Cemil dilinin ucuna şğşkadar gelen suali zab-tetti, fakat Vehbi bey o suali anlamı da muhataplarını merakta bırakmamak şlûtfunu gösteriyormu gibi pederinin nıü a-biyetini iki manalı hande arasında tâyin etti: şş«Nüzul!...» dedi. Bu ak am Vehbi bey gittikten sonra yatak odalarına çekilmekten vazgeçtiler, iki karde le anne şşbirçok zamandan beri birinci defa olarak gecenin celsesini o eski samimiyet ile geçirmek istediler. Muhavere bütün bu vak'a üzerine cereyan ediyordu. kbal pek az söze karı ıyor, artık Đşherkesin alı ma a ba ladı ı dü ünceli tavrıyle, ara sıra iki mânâsız kelime ile muhavereye i tirak şğşğşşediyordu. Bir aralık Ahmed Cemil: 124 s ı x a n — htiyar giderse matbaa ne olur, bilmem? dedi. O vakit kbal karde ine derin bir nazarla baktı, ĐĐşsöyleyece i sözün söylememek istedi i tarafını gözleriyle anlatma a çalı arak dedi ki: ğğğş — Bey; zaten, pedere bir ey olursa istifa ederim, kayınbiraderle beraber matbaayı idare ederiz, şdiyordu. kbal bu sözü söyledikten sonra pederinin vefatını bekleyen kocasının utanılacak bir mahiyetini Đif a etmi gibi gözlerini indirdi; o vakit Aihmed Cemil, onun bütün heyetinden kocası için bir şşnefret havasının uçtu unu hisseder, tâ izdivacından beri anlamak istedikleri hayat sırrının bir ğparçasını görür gibi idi. kbal tekrar gözlerini kaldırdı, karde ine baktı, a lama a hazır gibi duran gözleriyle: «Gördünüz Đşğğ
mü? Beni verdi iniz adamı anladınız mı?» demek istiyor gibi baktı. ğ Ahmed Cemil biraz daha istizah etmek istedi: — Ne vakit söylüyordu? dedi. kbal kuru bir sesle: «Her vakit!» dedi, sonra ba ka bir suale cevap verme e mecbur olmaktan Đşğkorkuyormu çasına karde iyle annesini bıraktı, çekildi. şş Seher oda kapısının yanında, odanın hem içinde hem dı arısında eski zamanlardaki hususiyeti şihtar eder bir teklifsizlikle muhavereye i tirak ediyordu. ş Ikbal'in son sözü üzerine bir ey mırıldandı, anlayamadılar, yalnız kbal çıkarken: «Küçük şĐhanımcı ım, ben de sizin yanınıza geleyim.» dedi i i itildi. ğğ ş . * /*/ Ertesi gün Ahmed Cemil matbaaya gitti i vakit eni tesini AJhmed evki efendinin yanında ğşŞgördü. Ahmed evki efendinin çehresi her zamandan biraz daha ziyade kızarmı tı. Yanlarına Şşgirdi, Vehbi bey yalnız «Peder fena!» dedi. Sonra daha ziyade izahat verme e lüzum görmeyerek ğilâve etti: — Bundan sonra matbaa i lerine benim bakmaklı ım lâzım geliyor. Onun için bir karar verelim; şğşimdi evki efendiden bazı eyler soruyordum, fakat aldı ım izahatı pek kâfi bulmuyorum... Şşğ ________ 12;;. Vehbi bey âdeta yüksekten söylüyordu, Ahmed evki efendiyle Ahmed Cemil birbirine Şbakı tılar, o devam ediyordu. ş — imdi evki efendi bir muhtıra yapmalı; evvelâ matbaada mevcut olan alât ve edevatın, ŞŞdarflerin bir fihristini isterim. Sonra matbaa ve gazete memurlarının isimleri, maa ları, di er bir şğkâ ıda matbaanın geliri gideri... ğ Ahmed evki efendi bunalıyordu, ah u dakikada çekmecesinin yanıba mda sanki kendisine Şşşmahzun maJhzun bakıp •duran koyu nefti alpaga emsiyesini u çapkının kafasına indirdikten şşsonra matbaayı bırakıp gidebilse... Artık matbaanın zevki kaçaca ını anlamı tı, henüz dün gece ğşyata a serilen babası için sabahleyin ifa çaresi taharrisine ko ması lâzım gelirken matbaaya can ğşşatarak hesap soran bu adamın kar ısında bütün yuvarlak vücudu ba tan a a ı titreyen bir kütle şşş ğkesilmi ti. ş Ahmed Cemil bu muhavereyi yarım bıraktı. Daha ziyadesini dinlemek, görmek istemeyerek heyet-i tahririye odasına girdi. Orada yalnız Saib vardı; telâ içinde, havada kokusunu aldı ı şğhavadisin nev'ine vukuf arzusu kuru vücuduna sı ama-yarak, ellerini u u turarak Ahmed Cemil'i ğğ şhemen istintak etmek istedi: — Müdür ölmü mü? ş
— Onun gibi bir ey... ş O vakit Saib sırıttı, yılı tı, Ahmed Cemil'e daiha ziyade sokuldu: ş — Artık eni te beyiniz matbaayı size bırakır, dedi. ş Ahmed Cemil u dakikada bu kısa, zayıf, kuru çocu u tokatlamak istedi. Ah!... Bu insanlar, u şğşiçeride, hesap soraü o ul, burada lastikten yapma gülünç bir soytarı gibi yaranmak için dizlerine ğsıçramaya çalı an mahlûk!... Ahmed Cemil'in; nefretten gö sü şğş şi iyordu. j e ba lamayacak olursa rahat edemeyece ine hükmetti;! Avrupa gazetelerini açtı, tercüme Đşşğedecek havadis aradı, ni-i hayet daima Amerika'ya isnat olunan garibelerden bir ey 1K du, şmütenevvia sütunlarında daima halkın ho una giden t düzme fıkrayı biraz da kendisi süsleyerek şserbest tercümeyi.\" ba ladı. / ş — Cemil bey, baksanıza... Kendisini eni tesi ça ırıyordu, kalktı, yanına gitti. şğ — Beni bu ak am beklemesinler, yarın yine burada bulu uruz. evki efendi istedi im eyleri şşŞğşhazırlayacak, yarın sizinle de konu mak lâzım geliyor. ş Vehbi bey bir âmir sıfatı takınmı tı. Birden kendisini bu adamın kar ısında küçülmü , alçalmı şşşşgibi gördü. Eni te deme e ancak razı olabildi i bu adamdan bugün emre benzer şğğ §eyler mi alacak? 1 Vehbi bey matbaanın tahtalarına güya her vakitten ziya-| de bir tasarruf kuvvetiyle basarak çıktı. Ahmed Cemil yazı I edasına dönmedi, arkada ının odasında kaldı, Saib'in teces-[i şsüslerinden emin olmak için kapıyı da kapadı, gülme e çalı arak Ahmed evki efendiye baktı. ğşŞ dare memurunun çehresi bo azı sıkılıyormu gibi kıpkır-i mızı idi. Bir ey söylemeden evvel Đğşşyutkundu, sonra bütün ci-¦} erlerini dolduran hiddet havasını bo altıyormu çasma derinden ğşşgeni bir soludu, iskemlesine oturarak: ş — Anla ıldı! dedi. ş Sonra anladı ı eyi izah etmek istedi: ğ ş — Ben sana bir ey söyleyeyim mi? Artık benûn için matbaa bitmi tir. Burada Ahmed evki şşŞefendiyi de il kalıbını göreceksiniz. Ben bu azamet tavrını çekemeyece im, daha ilk günü gelip ğğde bana bir u ak muamelesi eden herife... Eni tene herif dedi ime istersen hiddet et... şşğ Ahmed Cemil gülümsedi.
— O mütekebbir edaya ben tahammül edemem. Siz, ka-ym eni te matbaayı istedi iniz gibi idare şğediniz, ben kendime bir i buluncaya kadar gelir giderim. Yarın sen de matbaada mevkiinin şehemmiyetini anlayınca: «idare memurunu ça ır-sanıza...» diye beni yanma getirtecek de il ğğmisin? Ahmed Cemil bir daha gülümsedi: , — Daha ne olaca ını anlamadan bu kadar telâ a sebep ğş l ar mı? Đ Ahmed evki efendi artık püskürdü: ha — Ne mi olacak? Bak görürsün... Ş Ne olaca ını Ahmed Cemil tâyin edememi ti; fakat mat-jbaada bir ey olaca ından eski çalı ma ğşşğşzevkinin zevale u ra-^ yaca mdan o da emin idi. Bugün Ahmed evki efendi saat-jlerce ğğŞkendisinden bahsetti, «dünyada bir ki i olduktan sonra ş ı nasıı oısa geçuuiuu:» aıyorau. iiıaaeu Diraz suKun ouidUKtan. ' sonra yava yava defterlerini şşkarı tırdı, hokkasını düzeltti, / kalemini buldu, tırna ının üstünde çıtlattı, çalı maya hazırlandı; şğşVehbi beyin istedi i eylerin ne oldu unu dü ünerek,, nasıl ba lamak lâzım gelece ini zihnen ğ şğşşğtertip ederek: «Beyin, emrini icra etmeli!» dedi. Bugün matbaa halkı Tevfik efendinin hastalı ına muttali olduktan sonra herkesin yüzüne bir ğendi e sayesi dü tü, o zamana kadar vücuduna ehemmiyet verilmeyen bu adamın gaybubetinde şşbir ehemmiyet olaca ı hissolunuyordu. Sahib-i imtiyaz Hüseyin Baha efendinin burnundan ğgözlü ü her vakitten ziyade dü tü. Raci bu fırsattan istifade ederek matbaadaki tevakkuf ğşzamanını yalnız yarım saate hasretti. Ali ekib her vakitten ziyade yazdı, Saib muttasıl Ahmed ŞŞevki efendinin etrafında dola tı, Ahmed Cemil'e nasılsa edindi i birinci nevi sigaradan ikram şğetti... Ahmed Cemil bu vak'a üzerine dü ünmeyi geceye talik etmi idi. Ak am tjve gitti i zaman şşşğeni tesinin gelmeyece ini haber verdi. kbal o gün kayınpederini görmek için gidip gelmi ti. şğĐşĐhtiyarın ne oldu unu ondan sordu, kbal'in verdi i malûmattan meselenin vehametini, mahiyetini ğĐğtamamen anladı. htiyarın bütün sol tarafıyle dili tutulmu tu. Yalnız sa elini oynatarak meramını Đşğifade etme e çalı ıyormuı ... ğşş Yemekten sonra Ahmed Cemil annesine bakarak: — Matbaa altüst oluyor. Bu sabah eni tem geldi, hesapları istedi, zannederim ki bazı tasavvurları şvar... dedi. kbal karde inin ne demek istedi ini anladı: Đşğ — Dün gece söylemi tim zannederim, tasavvuru istifa ederek matbaayı sizinle beraber idare şetmek... Ahmed Cemil'in hullya hayatından ba lıca ümitlerinden biri bir matbaa sahibi olmak de il mi idi şğ? O halde i te o ümidin bir tahakkuk mukaddemesi gibi ba layan u vak'aya kar ı bir itminan şşşşduymak lâzım gelirken ne için makûs bir tesir duyuyor? Kalbinde hafi fakat vazıh bir his
matbaada u tebeddülün — ümidin tahakkuku de il — bir inkırazı oldu unu söylüyordu. Bir şğğaralık kendi kendisine: — Vehim! Ne için öyle olsun? Her vak'ayı fena umuliyle telâkki etmek bana mahsus bir bedbinlik mesle i! şğHalbuki mesele pek sade: Ben bir matbaada bulunuyorum ki idare ekli bana tamamiy-le yabancı. şBugün bir vak'a o idareyi eni temin eline geçiriyor, u halde bana evvelce yabncı olan matbaa ile şşbugün aramızda bir karabet hâsıl oluyor demektir. Matbaanın, gazetenin idaresi bana tevdi edilecek olursa bundan ne için ürkmek lâzım gelsin?» demek istedi, vicdanında bir teha i ezasıyle şhüküm süren hissin muazzip sedasını susturma a çalı tı. ğş Ertesi gün matbaada, eni tesi gelip de Ahmed evki efendinin hazırladı ı hesap icmalleri üzerine şŞğsahib-i imtiyaz Hüseyin Baha efendinin mü areketiyle efkâr mübadelesine ba lanılınca, Ahmed şşCemil eni tesine kar ı hep müma at eder oldu. Zaten müma at olunmayacak bir fikre de tesadüf şşşşetmemi idi. Hattâ eni tesi matbaanın ıslahından, gazetenin terakkisini teminden bahsettikçe şşgeceleri sofra ba ında bilardo vukuatı nakleden bu adamın içinde bir tedbir sahibi muhtefi şoldu unu anlıyordu. Nihayet Vehbi bey müzakereye bir nazik hatime vermek istedi: ğ — Matbaa ve gazete Hüseyin Baha efendinin idaresinde oldukça ben memuriyetimden istifaya lüzum görmüyorum. Yalnız bana ait vazifeleri ba muharrirlikle beraber kayınbiraderime şbırakaca ım. ğ Hüseyin Baha efendi korkulu bir fırtınadan ehven kurtulmu olmasından mutmain olarak şmüzakerenin iptidasından foeri birkaç defalar dü en gözlü ünü düzelttikten sonra iltifata te ekkür şğşetmekle me gul iken, Ahmed Cemil'in birden rengi de i ti. şğ ş — Ali ekib ne olacak? dedi. Eni tesi biraz gülerek yüzüne baktı: Şş —- Gazete için o kadar muharrire ihtiyaç var mı? Ahmed Cemil saatlerden biri idare etti i meseleyi u dakikada tarumar etmek istedi, «Ali ekib ğşŞgidecek olursa ben duramam!» demek üzere atılıyordu. Hüseyin Baha efendinin sükût tavsiye eden bir nazarı nefsini zaptetmesine medar oldu: — Ali ekib olmayacak olursa gazeteyi idare etmek münı-\"kün olamaz, onun vazifesi benim Şiktidarımın fevkindedir, dedi. Vehbi bey cevap vermeye hazırlanıyordu; odanın yarı açık duran kapısından Saib'in mütecessis çehresi göründü; MA VE S TAH 133 ĐĐ ayırmıyordu. u dakikada vücudunda güya bütün hüviyeti eziliyor, zannediyor, iki ellerini Şgö süne basarak: «Yürüyeme-yece im, beni buraya bırak; uraya dü mek, kumlar üstünde ğğşşÖlmek istiyorum» demek için bir ihtiyaç duyuyordu. Aman yarabbi! Sevmek bu muydu?... nsanı Đgüya bir mengene içinde sıkıp sıkıp da birisinin ayakları altına ezik, bitik, can çeki erek atmak şisteyen bu öldürücü ey, sevmek bu muydu?... ş
Gittikçe yakla ıyorlardı. imdi Ahmed Cemil daha vazıh görünüyordu. Tâ belinde küçük küçük şŞkırmalarla büzülerek sırtında diki siz bırakılmı kıvrıklar, omuzlarından yanlarına dü en açık şşşyenler, belinden a a ıya yanlarını latif bir yuvarlaklıkla tersim ettikten sonra dü üp ayaklarının ş ğşher hatvesiyle sa a sola nazenin bir raks ile sallanan etekler altında vücu-f dunun hayatını, o ğkörpe hayatı hissediyor; ipek kuma ın üzerinden akan râ e seyyaleleri içinde o vücudun ihtizazını şşgörüyordu... Lâmia ba ını beyaz bir tül ile örtmü , boynundan doladıktan sonra ucunu sol şşomuzundan arkasına atmı tı. Elindeki açık kırmızı, sade emsiyesini bazan kaldırarak, bazan şşomuzundan ba ının arkasına tutarak yürüyordu... ş Ah, o küçük kırmızı emsiye! Ne olurdu, urada yalnız bulunsalardı, o kadar yalnız ki bütün bu şşsahra u ak am baygınlı ına iiriyle onların, ancak onların olsaydı... uracıkta, yolun u şşğşŞşkenarında, bir ta parçasının — fakat küçük, ikisine ancak kâfi bir ta parçasının — üzerine şşotursaydılar, yanya-na, o kadar ki vücutlarının sıcaklı ı imtizaç etseydi... Lâmia o beyaz tül ğörtüyü açsaydı; Ahmed Cemil'in uzun kumral saçlı ba ını o kıvırcık gür siyah saçların yanma şçekseydi, o kadar ki saçları birbirine karı arak siyah ve kumral bir enmuzeç te kil etseydi, sonra o şştül u bir çift ba tan mürekkep sevgi levhasını gizleyip o küçücük kırmıza emsiyede bu gençlik şşşsevdasını sahranın yalnızlı ından bile esirgeyerek yakuttan bir . büyük tac eklinde örtseydi... ğş — u önde gidenler Lâmia ile ustası de il mi? Şğ — Bilmem!... Cürm-ü nıe hud halinde yakalananlara mahsus bir a ırma ile Lâmia'nm orada bulundu unu şş şğgörmek, onu gözleriyle takip etmi olmak affedilmeyecek bir töhmet imi gibi birden sıkılmı , şşşdü ünmeden yalan söylemi ti. O cevabı verdikten sonra nedamet etti. Bu yalana sebep ne? Ne şşiçin uracıkta saf- ş 13 i MA VE S YAH ĐĐ vet ve samimiyetle arkada ının ellerine yapı arak: «Evet o! demindenberi onun için titredi imi şşğgörmüyor musun, anlamıyor musun? Ah! Bilsen onu ne kadar seviyorum!...> dememi ti? şHalbuki bu sırrı birisine tevdi etmek ihtiyacı onu âdeta hasta ediyordu. — Artık dönelim, mi ? Arkada ının sualine: ş . — Daha erken zannederim... Cevabını verdi, imdi, artık aralarında on adımlık bir mesafe şkalmı idi. uracıkta bir tesadüf etmiyecek olursa bugün bir daha göremeyece ini biliyordu. Bu şŞğsırada onlar döndüler, öyle ki hemen kar ı kar ıya gelmi oldular. Lâmia hayret nidasiyle: şşş — A abeyim... dedi, sonra mütebessim gözleriyle Ahmed Cemil'e baktı. Onu selâmlıyor, ğgözleriyle bir a inalık gönderiyor, güya çocuk iken her defa geli inde dedi i gibi: «Ne iyi ettiniz şşğde geldiniz!» diyordu. Ahmed Cemil'in yine gözleri bulanmı tı. Ak am rüzgârının hafif darbeleriyle çırpman ipek şşörtüsünün içinde Lâmia'nın çehresini bir bulut altında görüyordu.
Hüseyin Nazmi hem iresine yalnız «eve mi?» dedi. Lâmia «evet!» dedi, sonra küçük kırmızı şşemsiyesini bir veda selâmı gibi savurdu. Geçtiler.. Ahmed Cemil imdi mesut idi. Lâmia'nın o mütebessim nazarı, kalbinde bir deste saadet şçiçekleri gibi inki af etmi idi. Kendisini bu gün u Erenköy seferinden artık bahtiyarlık hissesini şşşalmı kıyas etti. Bütün hayatında sevda sekriyle mest kalmak için yalnız o nazar kifayet edecekti. ş Artık Hüseyin Nazmi'yi döndürmek bile istemedi, bir müddet daha yürüdüler; imdi sahrayı şesmer bir renk yan effaf örtüsüne sarmı tâ ileride afakin sinesinden gecenin sükâın nefesi, şşufukların yarı effaf tüllerini titreterek uçu ma a ^a -lamı tı. Derinden bellisiz bir inek sesine şşğşşmuhteriz dem tutan hafif ku cıvıltıları arasında, iki arkada döndüler. şş Bu gece Hüseyin Nazmi, kütüphanesini yine altüst ederken bir aralık arkada ı Ahmed Cemil'e şsordu: ^— Senin «eserinin in ad resmi ne vakit icra olunacak? ş Ahmed Cemil artık eserin ikmalinde bu kadar t||ahhür etti inden utanır olmu , bir müddetten ğşberi onun bahsini etmeme e ba lamı tı. ğşş MAJ VE S YAH Đ 135 — Ne vakit istersen! dedi. Bir ay daha çalı sa arkada larına okuyabilecek bir hale getirece ini zannediyordu, ilâve etti: şşğ — stersen gelecek ay... Đ Gece yalnız kaldı ı vakit zihninde yalnız iki ey ya ıyordu. Eseriyle Lâmia. Bu iki emel hedefi ğşşbir çift ikiz hem ire gibi hâtırasında öpü üyordu. Lâmia'yı dü ünürken, eserini, eserine fikrini şşşsevk ettikçe o siyah gözlerin: «Bitirseniz a... Ben de dinlemek isterdim!» mânasıyle gülümsedi ini görüyordu. ğ Bu gece uykusunun arasında hep o eserle o hayal ya adı, sabahleyin kendi kendisine: «Evet, şartık bitirmeliyim!» dedi. Bu sabah matbaaya girer girmez Ahmed Cemil, en evvel Nedim'e tesadüf etti. Çocuk elinde bir sürahi ile merdivenden ko arak çıkıyordu. ş — Ne oluyorsun. Nedim? dedi. Çocuk ba ını çevirip Ahmed Cemili görünce korkudan, ıstıraptan peri an olmu çehresinde bir şşştesliyet ibtisamı ta-yaran etti. Fakat yalnız bir an için gözlerine isabet eden bu hande güya oraya bigâneli ini anlamı da firar etmi gibi silindi. Çocuk: ğşş — Baba bir ey oluyor; dedi. ş
Ahmed Cemil yukarıya çıktı ı vakit matbaada Ahmed evki efendiden ba ka kimse yoktu. ğŞşYazıhanesinin önünde er-bab-ı mesalîhe mahsus küçük penceresinden Ahmed Cemil'i gülerek kendisine mahsus i veli temannasiyle selâmladıktan sonra: ş — Sahib-i imtiyazın odasına gir! dedi. Ahmed Cemil do ru oraya girdi. Nedim de elinde süra-hisiyle kendisini takip ediyordu. Gördü ü ğğmanzaranın mahiyetini derhal anlayamadı. Raci, Hüseyin Baha efendinin kanepesine yüz üstü yatmı , bir kolu sarkarak kilimin üzerine ş 136 MA VE S YAH ĐĐ dü mü , hareketsia yatıyor, yalnız ara sıra içinden gelen bir hıçkırıkla vücudu sarsılıyordu. şşTekarrüp etti, e ilerek: «Birader!... Ne oluyorsun?» dedi, Raci cevap vermiyor, hiçbir ey ğşi itmiyordu. Nedim hâlâ ya lı gözleriyle bakıyor, güya Ahmed Cemil babasının ıstırabını şşgiderecek bir tabip imi gibi ondan kendisine kuvvet verecek bir cevap bekliyordu. ş Ahmed Cemil Raci'nin sızmı oldu unu, bir cevap alamayaca ını anladıktan sonra Nedim'e şğğdöndü. «Niçin telâ ediyorsun? Babanın hiçbir eyi yok.» dedi. Çocuk bir türlü oradan şşayrılamıyordu. Elinde bırakamadı ı sürahisiyle gitti babasının kar ısında bir iskemlenin kenarına ğşili ti, gözlerini - zavallılı ına küçücük kalbinin kan a ladı ı - bu adamın üzerine dikti, öyle şğğğoturdu kaldı... Ahnled Cemil u vak'amn ne oldu unu anlıyor, u gördü ü neticeden ona tekaddüm etmi şğşğşolması lâzım gelen vak'ala-n icat ediyordu. Kendi kendisine: «îri Alman karısının yeni bir tahriki! Bu geceyi içmekle geçirmi , kimbilir nerelerde dü üp kalktıktan sonra sabahleyin yine içmi , şşşşimdi sızıyor* dedi. Ahmed evki efendinin yanına geldi. dare memuru da küçük penceresinde onu bekliyordu, ŞĐrefikinin sualine hacet bırakmadan bildi ini anlattı: ğ — Ben geldi im zaman orada uluya uluya a lıyordu. Karı bırakıp gitmi , pek iyi anlayamadım ğğşamma a larken a zından dökülen sözlerden dün ak am katanyle gitti im anladım. Bu da ğğşğSirkeci'de ölünceye kadar içmi . Babası a larken Nedim'in halini görseydin. Biçare çocuk!... şğ Bu sırada içeriden bo uk, ci erleri sökecek bir öksürük i itildi. Ahmed evki efendi dedi ki: ğğşŞ — Nasıl öksürüyor, i itiyor musun? Sen gelmeden evvel böyle saatlerce öksürdü, ci erleri şğparalanıyor, hâlâ içmekten vaz geçmiyor... îdare memuru ba ını saladı, gö üs geçirdi: şğ — Bilmem amma fena görüyorum; dedi.
Aihmed Cemil zaten o hayatın u neticeyi tevlit edece ini pek iyi bilirdi. Dudaklarının arasından şğ«yazık!» dedi. Bugün Raci'ye her vakitten ziyade acıyor, bu adamın nasıl bir hata ile hayatının mahvına sebep oldu unu dü ündükçe derin bir merhamet hissi duyuyordu. Mümkün olsaydı, ğşRaci'yi alacak, bir tabibin zeki ve mütekayyit tedavisiyle onun hissiya- MA VE S YAH ĐĐ 13T tını örten bütün levs ag iyesini yava yava kaldıracak, onların altından saf bir kalb çıkardıktan şşşsonra: — te bu temiz, kalbi sefalet hayatı içinde yuvarlanan o luna götür.» diyecekti. ĐşğMatbaanın a a ı katında Ali ekib'in iri sesi i itildi. Biraz sonra Saib'le göründüler. ş ğŞş Ali ekib'in her vakitten ziyade ne esi vardı. Dudaklarını açan geni bir hande ile Saib'i Şşşdinliyordu. — Bir kere duvarlar kâ ıtlarısın, dolaplar konsun, Öne de camekânlar yerle tirilerek aralarında ğşzarif maun iki kanatlı bir kapı bırakılsın da bakınız dükkân kendisini nasıl gösterir. Ahmed evki efendi küçük penceresinden ba ını uzattı: Şş — Ne dükkânı?.. Ali ekib gülerek cevap verdi: — Kâ ıtçı dükkânı... Saib ellerini u u turarak Ali ekib'in bir Şğğ şŞaksi sedası gibi tekrar etti: — Kâ ıtçı dükkânı... . ğ Ali ekib o vakit Ahmed Cemil'e baktı: Ş — Yazıcılıktan usandım, biraz da esnaflık edeyim. Her gün binlerce adamları esnetmekten ba ka bir eye hizmet etmeyecek altı sütun yazı yeti tirmek için kafa patlatmaktansa dükkânımın şşşkö esinde mü teri bekleyerek biraz da ba ka yazıcılara kâ ıt kaf.em yeti tirmek istiyorum. şşşğşSabahları bana u rar da birer kahve içersek sana esnaflı ın meziyetlerini izalb ederim. ğğ Ahmed Cemil, Ali ekib'in bu karan nasıl esbap ile ittihaz etti ini anlamakta teahhur etmedi. ŞğArkada ının ikide birde elinde iki üç lira ile Emniyet sandı ına gitti ini de bilirdi. imdi Ali şğğŞŞekib'e ne diyecek? u te ebbüse mümanaat mı edecek? Hakikatta arkada ı fena bir i yapmı Şşşşşolmuyor. Onun gibi i tihar emelleri olmayan bir adam için dükkâncılık herhalde yazıcılıktan iyi şde il midir? ğ Esasen Ali ekib'i pek musip bulmakla beraber bu meselede kendisine bir töhmet hissesi tefrik Şediyor, eni tesinin sebebine meslekin tebdiline lüzum gören bu adama kar ı kendisi için bir şşmahcubiyet duyuyordu. Küçük bir kamus gibi her eyden behre sahibi olan, siyasî ba makaleyi bitirdikten sonra sıhhate şşdair bir bend yazmaktan yahut iktisada ait bir meseleyi kurcalamaktan içtinap etmeyen bu adam şimdi mektep çocuMarma kur un kalem be- ş
138 MAÎ VE S YAH Đ endirme e, resim örnekleri gösterme e mi çalı acak?.. Gü- lerek Ali ekib'e: ğğğşŞ — Alay ediyorsun! dedi. — Alay mı? Hiç öyle de il... Hayatımda birinci defa olarak ciddî bir ey yapmak istiyorum. ğşArtık mürekkep kokusundan tiksinme e ba ladım. Sahib-i imtiyazın keyifli zamanını bulaca ım ğşğda bir lira koparaca ım diye dü ünerek bir âlet gibi yazı yazmaktan usandım! ğş Ahmed evki efendi sade dinliyordu, bir aralık Ahmed Cemil'e bakarak: — Hakkı var! dedi. Ş Ali ekib Ahmed evki efendinin reyini kazandıktan sonra büsbütün cesaret buldu: ŞŞ — öyle de il mi? Hiç olmazsa dükkânımda sataca ım eyler benim malımdır. Kazanaca ım ğğşğşey yine benimdir. Dükkânım dedikçe duydu um zevki bilseniz! Bir dükkâna malik olmak!... ğGördünüz mü saadeti?... Amma dükkâncılıkta: «Ali ekib'in dün güzel bir makalesi vardı.» Şdenmiyecekmi , denildi i vakit sanki ne oluyor?... Ona mukabil benim dükkânımda, ne güzel şğşeyler olacak: Zarif billur hokkalar, renkli mektupluk kâ ıtlar, cüzdanlar, kalemler, o bin »çe it ğştuhaflıklar... ben onları çocuklarım gibi sevece im, sabahleyin dükkânıma girdi im zaman onları ğğküçük fakat yüre imden kopan bir tebessümle selâmlayaca ım. Camekâmn içinde tozlanmı bir ğğşpar-ra çantasını elime alıp ok ıyarak silece im, ötede canı sıkılmı gibi duran i lemeli sedef bir şğşşkâ ıt bıça ının yerini de i tirece im. Sonra bir alay mini mini mü terilerimi idare edebilmek için ğğğ şğşbunalaca ım, onlarla ufak ufak alacak hesaplar açaca ım, benim o süslü yazımla tutulmu lâtif ğğşdefterciklerim olacak. Gördün mü, hayatı? Ahmed Cemil Ali ekib'in bu kadar ne atına kar ı muhalif davranmak istemedi. Arkada ını Şşşşgülerek dinliyordu. Ali ekib Ahmed evki efendiye döndü: ŞŞ — Artık benim dükkân varken ba ka yerden alı veri edilmez, de il mi? dedi. şşşğ — i e ne vakit ba lanıyor?... şş — Dükkân tutuldu bile!... Hemen... Ali ekib'in birden aklına bir ey geldi, idare memuruna dedi ki: Şş — Aman Ahmed evki efendi, bana bir iki güne kadar Ş MA VES YAH 139 ĐĐ •eni temden taahhütlü bir mektup gelecek, bizim müvezziye tenbi'h etseniz de onu arasa... ş Ahmed evki efendi taahhütlü mektubun ne için böyle takayyüde mazhar oldu unu Saib'in Şğkar ıdan parmaklarıyle para sayıyormu gibi i aretinden anladı. Kendi kendisine — Ke ke benim şşşş
de böyle bir eni tem olsaydı! dedi. ş Bu gece yemekten sonra Vehbi bey Ahmed Cemil'e mat-baya dair görü ülmek için hemen şyukarıya çıkmasını rica etti. Küçük odada Vehbi bey musahabe mukaddemesi olarak Ali ekib'in Şmatbaadan çekilmek üzere olmasından bahsetti. Ahmed Cemil'in gazeteyi hemen yalnızca idare etmekten ziyadece zahmet çekece ine teessüf ediyor gibi göründü, bir aralık lakırdısının ğarasında: «E er pek zahmet çekecekseniz bana Osman Tayyar isminde bir muharrir müracaat etti, ğonu alırız» dedi. Bu Osman Tayyar «Mir'at-ı uûn» dan istiskale u rayarak mevkiini Ahmed ŞğCemil'e terketmi olan adamdı. Ahmed Cemil ihtiyat ederek: «Bir kere böyle tecrübe edelim şde...» cevabını verdi. Daha sonra Vehbi bey: «Bir de o sarho un matbaada ne i i var?... Ona şşbeyhude aylık verip duracak mıyız?» dedi. Ahmed Cemil henüz be dakika içinde canını sıkmaya ba layan bu müzakerenin bir an evvel şşbitmesini sabırsızlıkla bekliyordu: — O biçare matbaadan çıkarılacak olursa sokaklarda sürünür; dedi. Vehbi bey omuzlarını silkti: — E er her sokakta sürünecek olanı matbaaya almak lâ-zum gelirse... Matbaanın u halinden hiç ğşde memnun de ilim. Peder nasıl olmu da bütün sermayesini bir gazetenin istifadesine feda etmi ğşşanlamıyorum... Matbaada gazeteden ba ka bir ey yok, gazetenin ba ında da bir alay ha erat! O şşşşHüseyin Baha efendinin sahib-i imtiyazlı ından ba ka bir eyini göremiyorum; para ğşşbabamın, matbaa onun, sonra neticede bir istifade olursa yarı yarıya taksim. Veîıbi bey söyledikçe hiddetleniyor, Ahmed Cemil, ara sıra kocasına peri an bir mâna ile güya şistirham ederek bu- MA VE S YAH ĐĐ 141 140 MA VE S YAH ĐĐ kan kbal'in yanında, bir âmir kar ısında gibi münkad vazıyle dinliyordu. Đş Eni tesi fikrini büsbütün izah etti. ş — Ben matbaanın idare tarzını büsbütün de i tirmek istiyorum. Hüseyin Baha efendi gazeteyi ğ şbana bırakır, kendisine bir aylık veririz, be endi i yerde yesin. Matbaada beyhude para alanları: ğğŞekib'leri, Raci'leri süpürürüz, siz Said'le Saib üç ki i gazeteyi pek âlâ idare edersiniz. Saib şmüstait, çalı kan bir çocu a benziyor, de il mi? şğğ Saib'in takdire mazhar olu una Ahmed Cemil gülümseyerek yalnız: — Evet; dedi. ş
— Matbaaya gelince, bir sürü mürettip var; kolu ba lı oturuyorlar, matbaayı ne için yalnız bir ğgazeteye hasretmen\" ?\" Kitap basamaz mıyız? Ahmed Cemil: — Matbaanın harf mevcudu kâfi de il T dedi. ğ Vehbi bey asıl maksud olan noktaya geldi ini göstermek isteyerek: — Tamam! dedi ğ — Sade harf de il, hattâ bir de ta makinesi ister, o vakit matbaa hakikaten bir matbaa olur, para ğşkazanmak ne demek oldu unu o zaman anlarız... ğ Vehbi bey canını sıkan bir eyle me gul imi gibi aya a kalktı. «Para olsa matbaayı bir altın şşşğmadeni haline getirmek i ten bile de il!» şğ Da'ha sonra: — ihtiyardan be para koparmak mümkün de il ki... dedi. şğ Ahmed Cemil kbal'e bakıyordu, ikbal karde inin nazarına tesadüf etmemek için gözlerini Đşindirmi ti. ş Vehbi bey Ahmed Cemil'in önüne geldi, üphesiz o ak am biraz ziyadece kaçan Fertek düzinin şşne 'esiyle gülerek: ş — Sen de zü ürt herifin birisin. Ne olurdu? iki üç yüz liran olaydı da matbaaya atıvereydin; ğdedi. ikbal daha ziyade duramadı, bu kaba latifenin karde inin «zerindeki acılı ına ahit olmamak için şğşkalktı, çıktı. Vehbi bey imdi tasavvurlarını izah ediyor, matbaayı büyütüyor, liralarla oynuyor, makineleri şpetrolla i letiyor, bütün devair evrakını iltizam ediyor, matbaada ubeler açıyor, bir* kitaphane, şşbir mücellithane vücude getiriyordu. Bütün bu hülyalar Ahmed Cemil'in dima ını uyu turuyor, bir müddet için tatlı bir mestlik içinde ğşsardıktan sonra birdenbire fena bir iz bırakarak geçiyordu. Mümkün de il eni tesinin hülyalarına ğşi tirak edemiyor, kar ısında türlü tafsilât ile icat etti i o ümit âlemine müvazi kâr bir nazarla şşğşbakamıyordu. Halbuki kendi kendisine; «Bu söylenilen eyler do ru de il mi? Ben onun dedi i gibi zü ürt bir şğğğğherif olmasam da bugün iki yüz lirayı matbaaya atabilsem bütün bu eyler vücude gelmeyecek şmi? diyordu. Bu ak am eni tesinin sesi kulaklarında daima tekerrür etti: — iki üç yüz lira... şş Demek bütün hayatının emelleri hemen tahakkuk ediver-mek için yalnız u iki üç yüz lira kifayet şediyor, öyle mi ?
Bir gün Ahmed Cemil Said'le tashihlere bakarken Saib yava ça yanına sokuldu: ş — Hüseyin Baha efendi kâ ıtlarını topluyor, dedi. Ahmed Cemil dondu kaldı. Önce eni tesinin ğşsöylediklerini sadece bir musahabe gibi dinlemi ti; demek ondan sonra Hüseyin Baha efendi ile şgörü ülmü ; karar verilmi ti... şşş Bir vakit ekmek bulmak için âtifetine müracaat etti i bu adamın bugün u matbaadan vedaını ğşgörmemek için bir bahane icat etti, matbaadan çıktı. Nereye gidece ini tâyin etmeksizin yürürken ğbir sesin: — Eski arkada lara iltifat yok mu? dedi ini i itti. şğş Ali ekib henüz bir gün evvelden beri yerle ti i dükkânının önünde mes'ut bir haz ile tebessüm Şş ğediyordu. O vakit Aflı-med Cemil daima açık bir tesliyet menbaa olan arkada ının elini sıktı, ştebrik etti; onu yeni maun camekânlarm, dolapların, deste deste kâ ıt yı ınlarının, henüz ğğyerle tirilmemi paketlerin arasında bahtiyar gördükçe sevinç duyarak oturdu. Ali ekib hep şşŞdükkânından bahsediyor. «Bak ne cici eyler buldum.» diyerek arkada ına resimli kartlar, tuhaf şşçakılar, hileli para çantaları, renk renk mektup kâ ıtları gösteriyordu. ğ Bir aralık nahiye müdürü olan eni tesinden bahsetti: ş — mdadıma yeti meseydi bu dükkân zor açılırdı; dedi. Đş 142 MA VE S YAH ĐĐ Ahmed Cemil de kendi eni tesini dü ündü; bu adam hakkında henüz hüküm vermemi , ona fena şşşyahut iyi sıfatlarından birini takamamı tı. ş Ali ekib büyük keman eklinde jelatin kaplı zarif bir takvimi göstermekle me gul iken Şşşdükkânın kapısından Saib'in ba ı göründü: ş •—¦ Cemil bey! Deminden beri sizi arıyorum, eni tesiniz geldi, imdi sizi istiyor... şş Ahmed Cemil eni tesini Hüseyin Baha efendinin henüz tahliye etti i yazıhanenin ba ında buldu. şğşVehbi beyin ilk sözü: —-i i bitirdik! oldu. O da zaten gazete gailesinden kurtulmak için bir fırsat gözetiyormu , ben şşteklif eder etmez kabul etti. u halde bu yazıhaneyi siz alırsınız, de il mi? Şğ Ahmed Gemilin gözleri Hüseyin Baha efendinin kapaklı yüksek yazıhanesine gitti. Kendisini bir matbaanın öyle bir odasında bir müdürlük yazıhanesinin önünde oturmu görmek isterdi, fakat şşşimdi bu yazıhaneye temellük etmek fikrine kar ı bir so ukluk hissediyordu. O yazıhanenin şğba ına geçmekle bir vakit kendisine muavenet elini uzatmı ' olan bir adamın hakkına taarruz şşetmi olacak zannetti. ş
Eni tesine cevap vermedi. Vehbi bey imdi gazetenin, matbaanın idare ekilleri hakkında şşştasavvurlarını izah ediyordu. Gazeteyi Ahmed Cemil ile Said ve Saib pek âlâ idare edebilirlerdi. Bu cihet zaten geçen ak am karar altına alınmamı mıydı? Matbaaya gelince Ahmed evki efendi şşŞbiraz tuhaf adam amma oldukça becerikli birisine benziyor. Ahmed Cemil'in nezareti altında i in şiçinden çıkabilir zannolunur. Matbaanın, nevakısmı ikmale gelince: Vehbi bey birden tahattur ediyormu çasma: ş — Ha!... sahih!... dedi. Para tedariki için bir çare buldum amma bilmem arzu eder misin?... Ahmed Cemil o geceden beri dima ında darbe vurmaktan hâli kalmayan para bulmak ihtimalinin ğtahakkuku ümidini i itince kıpkırmızı oldu. ş Vehbi bey devam etmek için bir istifsar kelimesine mun-tazırdı: — Ne yolda? dedi. O zaman eni tesi paranın tedariki çaresini izah etti. Sü-leymaniye'deki evden dem vurdu. şIstiglâlden, bey'i bilvefadan, rehinden bahsediyor; türlü tarikler ve vasıtalar gösteriyor; MA VES YAH 143 ĐĐ bunlar hakkında tam bir vukuf ile tafsilât veriyordu: «Matbaanın hasılatının ayda meselâ yirmi, yirmi be lira tefrik. edilerek istikraz olunacak paranın tesviyesine tahsis olunur.» diyordu. şŞu halde Ahmed Cemil de matbaaya kısmen mutasarrıf olarak, kendisine bir meslek temin etmi şolacaktı. Öyle de il mi? Eve malik olmaktan ziyade bir mesleke malik olmak lâzımgelir, o paranın bir ev ğiçin nemasını hapsetmekten ise u suretle istifade vesilesi ittihaz ederek... ş Vehbi beyin mantık istidlallerinin sonun yoktu, mütalâalarının nihayetine u cümleyi koydu: ş — Yine sen bilirsin, bunda bana müteallik hiç bip ey yok... ş Ahmed Cemil de bu matbaa meselesi yeni bir dü ünceye silsilesi tevlit etmi oldu. Matbaada şşmaddeten, fiilen bir hak sahibi olmak ümidine kar ı içi titriyordu; bu ümide 'husul şbulamayacak nazariyle bakmakta iken i te imdi gözünün önünde bir çare belirmi ti. u ş şşŞdakikada bir karar verse matbaaya bir ta makinesi ilâve edebilecek, bir petrol muharrikinin çarhı şkayı kolanlara takılınca ayaklarının altında u bina bir fabrikanın hayat gulgulesiyle şşgürleyecek... O gürültüyü imdi kulakları i itiyor, onun hayaliyle mestoluyordu. Ah! şşayaklarınızın altında bir irfan burkanı gibi gürleye gürleye dönen o makinelerin çelikten zemzemesiyle kulaklarınız uyu arak, u ceviz yazıhanenin .ba ında yazı yazmak, kaleminizden şşşakıp ta an o eyleri uracı a halının üzerine döküvermek henüz be dakika evvel sizin şşşğşdima ınızdan do an, yerde cihana da ılmak için muntazır serilen kâ ıtlarınızı imdi küçük bir ğğğğşmürettip yama ı gelip toplayacak; fikrinizin uçu larını takip edemeyerek garip ivicaclarla sanki ğşıstırabından kâh kıvranarak, kâh sürünerek uzanıp giden yazılarınız, yanıba ınız-da ellerinin ştarakası duyulan mürettiplere gidecek, bir saat sonra bu uzun kâ ıtlar birer madenî sütuna ğtebeddül edecek, daha sonra makinenin safhasına iki kanatlarını açmı bir yaprak... te şĐşmuharrik bir canavar gibi homurdanma a ba lıyor. te kayı lar birer uzun yılan gibi matbaayı ğşĐşş
ba tan a a ı sarsıyor; makinenin, o siyah devin karnından, bakınız, beyazlıklar peyda oluyor; şş ğçelik di lerin, üstüvanelerin üzerinden, abasından kayarak akarak, bükülerek bir alay şbeyaz ku lar, kanatlarını gererek, çırpınarak uçu uyor, bir rüzgâr bütün bu şş 144 MA VE S YAH ĐĐ irfan mahlûklarını dünyanın her tarafına atacak, parça parça öteye beriye serpecek, bunlar sizin i te u iki parma ınızla arasında sıkarak fikir yaratma a mecbur etti iniz akalarınızın içinden ş şğğğşfırlamı , canlanmı eyler... şş ş Ahmed Cemil'in imdi kulaklarında makinelerin tarraka-sı, gözlerinin içinde binlerce, şyüzbinlerce beyaz kâ ıtların delice uçu u hüküm sürüyordu. ğş Demek bu rüyayı hemen imdi hakikate tebdil edebilmek için elinde bir çare var. ş Fakat o mini mini ev... Hayatında, cihanın uçsuz, sonsuz geni li i içinde hissesine isabet eden ş ğSüleymaniye'deki o bir avuç topra ı... Onu emellerinin bir oyunca ı gibi istimal edebilir miydi? ğğ Terhin! Bu kelimede bir so ukluk buluyor, ondan ürkü-yordu. Zavallı babası onu terhin edilmek, ğo lunun bir hevesi u runa tehlikeye konulmak için mi bütün hayatının mesaî bahası olarak ğğedinmi ti? Haydi kendisine ait olan hisse için onu alet olarak kullansın. kbal'in hakkına ne şĐsalâhiyetle tasarruf «decek, onu ne sebeple tehlikeye atacak? Hülyasını dolduran makinelerin tarakası arasında zayıf Mr vicdan sadası Ahmed Cemil'i o tasavvurdan irkilme e davet ederken di er bir ses — daha vazıh, daha metin bir ses — ba ka bir ğğşlisan ile kuvvet verme e çalı ıyordu: ğş «Ne için tehlike olsun?... Parayı bir kumar masasına mı Ttoyacaksm?... O para ile alaca ın her ğvakit para de il midir?... Ne zaman istersen eline geçecek bir sermayeyi kullanmaktan ne için ğkorkuyorsun?...» Evet, ne için korkuyor?... Bir eyden daJha korkuyordu; annesine, karde ine bu tasavvuru nasıl şşaçmalı? Bundan beklenen menfaati onlara anlatabilmek için ne yapmalı? Ahmed Cemil henüz bu tereddütler içinde bir karar verebilmek için cesaret bulamamakta idi ki ertesi gün ak am üzeri eni tesi matbaaya geldi i vakit iki lâkırdı arasında: «Dün kbal'e ev şşğĐmeselesini açtım!» dedi. Sonra yine matbaanın günlük i lerine geçti. ş Ahmed Cemil ancak ay^lacaklan zaman sorma a cesaret Iraldu: «îkbal ne cevap verdi?» dedi. ğEni tesi omuzlarını silk-ti. «Onun ne hükmü var?» demek istedi, sonra: «Ben ne karı ırım, diyor. şşĐkimizin re'yine havale etti.» dedi. MA VE S YAH ĐĐ 145
Bugünden sonra bu tasavvura ait vukuatın cereyanını idare edebilmek için Ahmed Cemil imkân bulamadı, belki tatlı bir hülyanın u tahakkuku vasıtasını reddetmek için mukavemet sarfından şkendisini alıkoyan bir sebep vardı. Eni tesi iki gün matbaaya bir yabancı ile geldi. Üç ki i, daha do rusu Ahmed Cemil i tirak şşğşetmeyerek, ikisinin arasında güya mukarrer bir i in teferruatına dair müzakere cereyan etti, o şak am evde bahis tazelendi. Sabiha hanımla kbal ses çıkarmıyorlardı, hattâ o lunun istikbalini şĐğbu tasavvurun ta-hakkukuyle kaim zanneden bir annenin sükûtunda bir tehviç emaresi bi'le farkolunuyordu. Senetler yapıldı, mahkemelere gidildi, yine o sırada i ini tatil eden bir kar ı şşmatbaasının müzayedesinden bahsolundu. imdi Ahmed Cemil sanki bir dalganın üzerinde Şdü ünme e meydan bulmayarak yuvarlanıyordu. Eni tesinin bin türlü zorlukları yenen faaliyeti şğşbir hafta içinde Ahmed Cemil'in ayakları altına petrol muharrikiyle litografya makinesini yerle tirdi. ş Ahmed Cemil o gün makineler dairesinden çıkmak istemiyordu. Ahmed evki efendi i kin Şş şgöbe iyle, Saib kuru kısa vucudiyle, Said yüzünü gözünü örten kırkılmı sakalıyle, eni te ve ğşşkayının u küçük bayramına i tirak ettiler; hattâ hiç kimseye kar ı kin ta ımak elinden gelmeyen şşşşAli ekib bile bir çeyrek kadar dükkânının cam kapılarını kapayarak matbaanın makinelerini Ştema aya geldi. ş Bu günden sonra Ahmed Cemil kendisini bahtiyar bulma a ba ladı. Matbaanın idaresi hemen ğşbütün kendisine inhisar etmi gibiydi. Gazeteyi istedi i gibi yazıyor, yazdırıyordu. Eni tesi şğşhergün sabah ak am u rayarak Ahmed evki efendiyle bir çeyrek içinde i ini bitiriyor, Ahmed şğŞşCemil'in odasında kanepeye yaslanarak bir sigara tellendirdikten sonra gidiyordu. Yeni makinelerin erefine matbaa temizlendi, harfler ve edevat ikmal ve ıslah edildi, şmürettiplerle, müstahdemlere talimat verildi, matbaayı i gal edecek i ler bulundu; Ahmed Cemil şşartık bütün vakitlerini matbaaya hasredebilmek için eni tesinin tavsiyesine uyarak derslerini hattâ şyava yava muhabbet etme e ba ladı ı Muzaffer beyi terketti. Ak amları ev- şşğşğş Mai ve Siyah — F. 10 146 MAI VE S YAH Đ de sofra ba ında eni tesiyle bir yeni bahis zemini tedarik edilmi oldu, artık daima matbaadan şşşbahsonunuyordu. u halde Ahmed Cemil artık tamamiyle bahtiyar idi, yalnız bir endi esi vardı: Eserini bitirmek. ŞşOnu bitirdikten sonra asıl hayatının mes'ud bir devresinin ilk saati çalmı olacaktı. ş Geceleri üç arkada sıra ile matbaada kalırlar, Ahmed Cemil eserini takip etmek için ekseriyet şüzere matbaada kaldı ı geceleri intihap ederdi. Hüseyin Nazmi'ye vaadetti i gibi bir ay zarfında ğğbitirmek mümkün olamamı tı; imdi matbaa, terketti i derslerinden, uykusundan, yemek şşğzamanlarından iktisat olunmu saatlerini zaptediyordu. Eseri için her türlü yorgunluktan âzâde bir ş
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173