Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mai Ve Siyah-Halid Ziya UŞAKLIGİL

Mai Ve Siyah-Halid Ziya UŞAKLIGİL

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 13:44:56

Description: Mai Ve Siyah-Halid Ziya UŞAKLIGİL

Search

Read the Text Version

Halid Ziya U aklıgil _ Mai Ve Siyah ş BtRKAÇ SÖZ \"Mai Ve Siyah.\" için sadele tirilmesi ve yeni yazıyla tekrar basılması hakkında ısrar edenler şoldu u gibi eserin, yeni yazıyla basılmasına de il, fakat sadele tirilmesine itiraz edenler de ğğşbulundu. Eser eski halinde mevcut olmakta devam ediyor, e er ona genç nesil de ra bet edecekse ğğyeni yazıyla tıasılması bir zaruret demek oluyor, bu takdirde de sadele mesine iddetle lüzum şşvar; mademki yeni nesle mahsus olacaktır, lisanını onun kabul edebilece i bir ekle sokmak ğşte ebbüsün tabiî bir icabı demektir. ş Ancak sadele tirmek için ne yaptım : Terkipleri, menus olmayan kelimeleri, a ır cümleleri şğbugünün zevkine uydurmak istedim. Üsluba, ibarelerin in a tarzına, velhâsıl eserin bünyesine şasla dokunmadım. Aksine hareket, kitabı esas mahiyetinden soymak olurdu. Terkipleri ve kelimeleri de i tirirken bunların hayale ait olan vasıflarını açık lisanla muhafaza ğ şettim. Hattâ meselâ: \"Bârân-ı elmas\", \"Bârân-ı dürrisiyah\" terkiplerini, sonra hikâyenin kahramanı airin kendi ivesinde kullandı ı tâbir ve terkipleri bıraktım. Bunlara dokunmak şşğmümkün de ildi. Kitapta kalan lügatleri yeni nesilden menus bulmayanlar olabilir, fakat ğitikadımca yenilik, lisanını, yeni kadar eskisini de bilmemek de ildir. Hiçbir millet, hiçbir ğmünevver genç yoktur ki, kendi lisanının geçmi ine vâkıf olmasın. ş Yapılan i e dair fazla izahata lüzum görmüyorum, vücu-de gelen eser i in mahiyetini göstermeye şşkâfidir. mlâ için birkaç söz ilâve edece im: Đğ Görülecek ki imlâda kendimce muvafık buldu um de i iklikler var. çtihat kapısı kapanmamı ğğ şĐşoldu undan ben görü üme ve söyleyi ime göre yazdım, nitekim bir ta ra çocu u da kendi ğşşşğtelâffuzuna göre bir imlâ kullanmaktadır ve kullanacaktır. Hiç kimseye \"Beni taklit ve bu tarzı takip ediniz!\" diyecek selâhiyete malik olmak iddiasında de ilim, ancak kendi nefsime taallûk ğeden salâhiyetle kanaat ediyorum. Hclid Ziya U akfogil ş MA ve S YAH ĐĐ Sofranın etrafında yedi ki i idiler. ş Birgün, Mirat-i uûn sahib-X DatiyazL.Iiüseyin.Baha efendi, matbaaya 'çehresinde bir ba ka ŞĐşsevinç parıldayarak girdi i zaman dört nüshadan beri devam eden \"Dahilî sanatlar\" makalesinin ğaltına son kelimesini iri bir yazı eklinde karalamakla me gul olan ba muharrir-Ali -Sekib\"© şşşdemi ti ki: ş

— Yarın de il öbür gün Mir'at~i uûn onuncu senesinin üç yüz altmı be inci gününü ikmal ğŞşşediyor. Çar amba günü için... ş Ali ekib hemen cevap vermi ti: Şş — Hiç bir ey yazamam. Ziyafet verilmeyince bir satır yazı yok. ş Bu gece i te, Tepeba ı bahçesinde yazı heyetine o ziyafet veriliyordu. şş Davetliler \"Mir'at-i uûn\" ceridesi muharrirlerinden ibaretti. Bütün bu gençler dört saat hep Şiçmi ler, bir saat hep yemi lerdi. imdi parmaklarının arasında karnı doyduktan sonra yalnız şşŞme gul olmak için oyalananlara mahsus gev ek bir eda ile yava yava yuvarladı ı bir elmanın şşşşğkabu unu bir parçada çıkarmaya çalı an Ali ekib'den ba ka, hepsi, sandalyelerinin vaziyetin ğşŞştebdil etmi ler; sofradan az çok çekilmi lerdi. Sofrada artık yemek sonuna mahsus bir da ınıklık şşğhüküm sürüyordu; kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılıvermi elma, portakal şkabuklarıyle dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı cür'alar görünen arap kadehlerinin yanında şduruyor; sofranın kenarında yer yer çıkan tütün dumanı bir müddet dalgalanarak lambanın etrafında dönen bir bulut te kil ettikten sonra da ılıyor; beyaz örtünün üzerinde^yüksek yemi şğştabaklarının, kadehlerin, oraya bırakılmı bir fesin arap lekelerine karı an gölgeleri lambanın şşşoynak ziyası altında kâh küçülüp kâh büyüyor... urada devrilmi bir tuzluk... Ötede birisinin Şşcan sıkıntısıyle üç çataldan te kiline çalı tı ı bir ehram... yer yer tabakların üzerine yahut i elerin yanma şş ğş şbırakılmı pe kirler... dü mü de kaldırılmasına ü enilmi bir bardak... sofrayı ba tanba a örten şşşşşşşşbir karga alık sanki yedi kuvvetli çenenin hücumundan yorgun dü mü , melûl bir enkaz kümesi şşşşeklinde serilmi bir sofra. ş Hepsi ba ka bir vaziyette idi: bir tarafta Ahmed Cemil — latif kıvrıntılarla bükülerek şkulaklarında dola an uzun. san saçları ensesine dökülmü bir genç — ellerini ceplerine sokmu , şşşbacaklarını uzatmı , a zında sallanan sigarasının mini mini bulutlarına süzgün gözlerle dalmı ş ğşdü ünüyor; tâ öbür ucunda Sait, Raci — arkada larının aireyn diyerek alay ettikleri iki genç air şşşş— di er bir airin aya ına ip takmı sürüklüyor; biri — kısa zayıf, kuru, öyle ki susuz bir yerde ğşğşyeti mi zannolunur — yanında bo kalmı bir sandalyeye e ilerek iki sandalye ötede sahib-i şşşşğimtiyaz Hüseyin Baha'nın idare memuru Ahmed evki'ye tevdi etti i dertlerini dinlemek için Şğkulak kabartıyor; kafaları buharla i mi olan bütün bu adamlar geciken kahveyi bekleyerek ş şşorada, u peri an sofranın kenarında yarım kalmı sözleri ikmal ediyorlardı. Herkes söylüyor, hiç şşşkimse dinlemiyordu. Ahenksiz, vezinsiz aletlerden mürekkep bir musiki heyeti gibi mukaddime iz, müntehasız, kırık, dökük muhavereler, çok içilmi / çok yenmi zamanlara mahsus şşşbir serseri fikir ve lisan akı ı... ş Ali Sekip elmasını soymu tu, bozmayarak, sakatlamayarak çıkarma a muvaffak oldu u kabu u şğğğkar ıda, aireyn'in arasına fırlattı: şş — Raci! Seni çatlattım!... dedi. Onlar lakırdılarını kesmediler, Raci diyordu ki:

— Bak fikirlerimin neticesini söyleyeyim: Onda tek bir ey var: yalnız ben yazayım, benden şba ka kimse yazmasın diyor! ş — Demek: edebiyat inhisarı! Sahib-i imtiyazı; Hüseyin Nazmi. Raci gülerek sustu u zaman bir aralık arkada ı - parlak siyah gözlü, derin kırkılmı gür sakallı ğşşbir genç - ba ıyla Ali Sekib'i i aret ederek sordu. şş MAÎ VE S YAH S Đ kisi de onun akasını anlamamı tı. Uzaktan vak'ayı takibeden, kısa kuru çocuk, — Saip — Đşşyanlarına yakla tı, yere dü en elma kabu unu bir ucundan tutarak gösterdi, nükteyi izah etti: şşğonun rivayetine göre meyvaların kabukları öyle tamam soyulursa eytan çatlarmı ! O, Ali şşŞekib'in latifesini pek parlak buluyor, kırık kırık çirkin ve sinirli bir kahkaha ile gülüyordu. Şaireyn bundan zevk alamadılar, Raci: — Puf!... dedi. So uk!... Tahtessıfır 30... unu Mir'at-ı uûn'un bir sahifesinde imza koymadan ğŞŞne retseler herkes Ali ekib'in oldu una yemin ederdi. şŞğ Ba muharrir i itmedi. Kendi kendine: şş — imdi de ötekim çatlatman; diyordu. Ş Ötede idare memuru — kısa, i man; bıyıkları seyrek/o kadar ki yolunmu zannolunur, yanakları ş şşkıpkırmızı, öyle ki berber sakalından ni ane bırakmamak için derisini soymu kıyas edilir; hiç bir şşsinne sı maz bir ya ta; bir adam ki yürürken yuvarlanıyor, otururken gömülüyor denebilir — ğşşairlerin fırkasına döndü, kendisiyle e lenmi ler zannıyle: ğş — Ahmet evki efendinin burada oldu u unutulmamalı... Şğ • Dedi. itenler güldüler, idare memurunun kendisinden bahsederken Ahmet evki efendi ĐşŞdemesinden herkes ho lanırdı. ş Elleri ceplerinde dü ünen Ahmed Cemil hafifçe dönerek dudaklarının arasından bir ey söyledi, şşfakat i itilemedi. ş Bu aralık kısa, «zayıf, kuru çocuk airlerin yanından ayrılmı , tekrar sahib-i imtiyazın sırlarına şşra bet göstermi ti. Bu sırada Hüseyin Baha efendi matbaa idare i leri memurundan bahsederek ğşşve muhatabının bir sözüne cevap vererek diyordu ki: — Ne?... stikamet ha?... Hay safderun hay! Elini versen parmaklarını eksik bulursun. Đ Bu aralık Ali ekib: Ş — Kahve!... diye ba ırdı. Kahve içmeyecek miyiz?... Kahve!... ğ O zaman, birden herkes bir ey eksik oldu unu, onu bekleyerek burada kaldıklarını hatırladılar, şğ

yedi ses bir nakarat gibi tekrar etti: j.u MAI VIS »UAH — Kahve!... Kahve!... Sabih-i imtiyaz — Hüseyin Baha efendi kendi isminden^i-yade sıfatının unvanıyle anılır — sahib-i imtiyaz parma ıyle^ uzaktan kahve getiren u a ı gösterdi. Bütün bu çılgın çocuklar ğş ğayaklarını vurarak, çırpınarak, ba ırarak nakaratı tekrar ediyorlardı: ğ — Kahve!... Kahve!... E lenme e, gülme e, ba ırma a vesile arayan bu gençler hep alkı ladılar, güya bu gece ğğğğğşne velerine u bir fincan kahve ile güzel bir hatime vereceklerdi. şş Fincanları kapı tılar, kimisi ayakta durarak, kimisi bir sandalyenin kenarına ili erek kahvesini şşiçme e ba ladı. Tepsinin üstünde yalnız bir fincan fazla kalmı tı. U ak mütereddit bir nazarla ğşşşetrafına baktı, tâ ötede hâlâ o vaziyette dü ünen Ahmed Cemil'i gördü, yakla arak dedi ki: şş — Kahve sizin mi? Ahmed Cemil, dalgın\", cevap verdi: — Zannederim. Sonra birdenbire do ruldu, elini fincanına uzatarak biraz ötede hâlâ Hüseyin Nazmi'yi, refiki ğSaid'le çeki tirmekte devam eden Raci'ye döndü, kuru bir sesle: ş —• Demin Hüseyin Naznıi için bir ey söylüyordunuz? dedi; o burada bulunsaydı ne cevap şverirdi, bilmem, fakat öyle zannediyorum ki sadece bir gülümseme ile susardı. Ahmed Cemil'in a zından bu söz bir çırpıda tereddütsüz çıkmı tı, Raci ilkönce bu tarzda ğşmuhatap olu una a ırmı gibi göründü, sonra cevap vermek istedi^ şş şş — Gencine-i Edep ba muharririni — bu sıfatı istihfaf eden. \"bir eda ile söyledi — herkesin sizin şkadar takdir etmesi lâzım gelmez. Siz birbirinizin yazdı ını anlarsınız, herkesin de sizin gibi ğanlamasına bir lüzum göremiyorum. imdi herkes, sükût etmi ti. Havanın içinde sanki bir im ek çakmı , bir fırtınanın tutu mak Şşşşşşüzere oldu unu ihtar etmi ti. ğş Said bo fincanını sofraya koydu. Ali ekib sekizinci elmanın kabu unu tam çıkarmaktan sarf-ı şŞğnazar etti. Hüseyin Baha efendi daha iyi dinlemek için burnunun üstünden daima dü en şgözlü ünü büsbütün salıverdi... Kuru, kısa, zaif çocuk biraz daha yakla tı. Herkes Ahmed ğşCemil'in ¦ba lama- ş MA VE S YAH ĐĐ

11 sini bekliyordu, bu uzun sarı saçlı genç hepsince bir ba ka fıtrata, malik olmak üzere tanılır, o şsöze ba larken herkes bir hürmet hissiyle sükût ederdi. Fakat hepsi ümidlerinde aldandılar, o şbekledikleri fırtına patlamadı; Ahmed Cemil hâlâ dü ünmekte devam ediyormu çasına tam bir şşlisan ve tavır itidali içinde dedi ki: — Bu muhakeme tarzı, bilmem makbul olabilir mi? Sizin edebî fikirlerinize - u son kelime şAhmed Cemil'in ince dudakları biraz basılarak ancak farkedilen bir istihza ile telâffuz olundu - herkes gibi ben de vâkıfım. Buna a mak, garip bulmak öyle dursun hattâ aksine delâlet ş şşedecek bir ey görsem, emin olunuz ki inanmak istemem. Sizi gücendirmek fikrine hizmet şetmeyerek temin ederim ki, zaten size meslek de i tirmeye kalbimde küçük bir heves bile ğ şyoktur. Ne olur, varsın bizi iltifata lâyık görmeyen o kadar arkada lar içinde air Raci şşde bulunsun... Bugün Gencine-i Edeb'in iki bin nüsha satı ına .Hüseyin Nazmi sebeptir şdiyor] ar. Raci'yi hiç biri sevmezdi. Sârî bir tebessüm bütün dudakları dola tı, herkeste bu sözlerden latif şbir haz uyanıyordu. Raci istihfaf eden bir nazarla cevap verme e çalı ıyordu. ğş Ahmed Cemil dinleyenlerin muhabbetine emin olan bir natuk imtinaniyle mütebessim dudaklarını fincana uzattı, sözünde devamda mahsus gecikiyormu çasına kahvesinden uzun bir şyudum içti, sonra dedi ki: — Hüseyin Nazmi'yi tahkir vesilesini arayanları anlayamıyorum. Hergün kucak kucak önümüze yı dı ı o bediala-rı, edebiyat binasını o yeni esaslarını göstermek için insan gözlerini kapamak, ğ ğbugün kaleminden ta an zafer sayhasını i itmemek için insan kulaklarını tıkamak lâzım gelir... şş ... Latifaierle onu tevkif etmek istiyorsunuz, bo fikir! ş Görmüyor musunuz ki bugün dehasının pınarı tehevvüre gelmi bir nehir gibi akıyor; ileriye, şdaima ileriye akıyor!!... Onun co kun dalgalarına set mi çekebileceksiniz?... Anlamıyor musunuz şki mümkün de il! O en saf kaynaklardan kuvvet alarak, en yüksek tepelerden atlayarak, \"en ğgönül ok ayan vadilerde dola arak, en temiz kaynaklardan süzü- şş J. MAI Vli Bl X AM Đ lerek büyüye büyüye yükseldi. Dü manları biraz a ızlarını aç-salar bo ulacaklar... şğğ Saip — kısa, zayıf, kuru çocuk — hazzından ellerini ovuyordu. Said dayanamadı, arkada ı şRaci'den ayrıldı: — Evet! dedi. Ali Sekip gizlice Raci'yi gösterdi; Raci kinden, hasetten mürekkep bir hisle sanki bo uluyordu. ğ Ahmed Cemil ince parmaklarıyle yumu ak sarı saçlarını taradı; gözleri yarı kaybolmu bir şş

saniha dalçasıyle tutu mu kadar parlak çehresi — lambanın ziyasıyle yarı gölgeli bir levha şşşeklinde, kendisini dinleyen, bütün sözlerine i tirak ettikleri gözlerinde okunan bu arkada ların şşkar ısında — Raci'ye yarı dönük, yarı muhatap bir vaziyette devam etti: ş — Siz iirimizi bıraktıkları noktada sabit görmek istiyorsunuz, amma buna imkân olamayaca ına şğbir türlü inanmak istemiyorsunuz.. Raci'nin dudaklarında sanki istihfaf tebessümü donmu , orada yapı mı gibi ne da ılıp ne şşşğsaçılıyordu. Ahmed Cemil'in yanaklarına hafif bir renk çıkıyor, dudaklarına bir ihtizaz geliyordu. Fakat sadası saf bir ahenk kadar kulakları ok ayan, ruha sıcaklık veren sadası — uçtukça pervaz şkabiliyeti artan kırlangıçlar gibi — söyledikçe kuv-' vet buluyordu. — iirin nasıl bir yol takip etti ini anlamıyorsunuz. Fu-zulî'nin saf ve samimî iirine terceman Şğşolan o temiz lisanın üzerine sanat gibi, ziynet gibi iki belâyı taslit etmi ler; lisanda onlardan şba ka bir ey bırakmamı lar, öyle eyler söylenmi ki sahiplerine air demekten ziyade şşşşşşkuyumcu denebilir. Bir ucundan tutulsa da silkilse ta parçalarından ba ka bir ey şşşdökülmeyecek... Lisanı camit bir kütle haline getirmi ler. Bakîler, Nedim'ler, o deha perisinin şnâsiyelerine ilâhî bir nur koydu u adamlar, bu lisandan, bu camit kütleden ne ğçıkarabileceklerinde mütehayyir kalmı lar; lisanı — üstünü örten tezeyyün ve tasannu yükünün şaltında zayıf, sarı, artık görülemeyecek, belki yok denebilecek bir hale gelen ruhu — Vey-sî'lerin, Nergisî'lerin eline vermi ler; o güzel türkçeye muamma söyletmi ler. Bunu inkâr etmek şşmümkün d<v;il... Dert yüz sene I MAI VE S YAH Đ 13 emekle lisan üzerine yı ılan bu kof eyler nihayet zaman ile yava yava sıyrılıp savruldu... ğşşş Ahmed Cemil imdi kendisini unutmu ; yalnız gö sünü i iren, dima ında muttarit darbelerle şşğş şğvuran bir sabit fikirle söylüyorcasma kimseye bakmayarak; hattâ söyledi ine vâkıf olmayarak ğdevam ediyor; bütün etrafında bulunanlar — güya bu genç natuktan çıkan miknatısiyet nefesiyle tabiattan yüksek bir noktaya çekilmi bir halde, hareket etmi-yerek, gözleri dalarak, nefeslerini şzaptetmek isteyerek, bir vaizin kar ısında heyecandan uyu mu duranlar gibi — dinliyorlardı. şşş — Bilseniz, iirin nasıl bir lisana muhtaç oldu unu bilseniz! Öyle bir lisan ki.. Neye te bih şğşedeyim, bilmem?... Mü-tekellinı bir ruh kadar beli olsun, bütün kederlerimize, ne -velerimize, ğşdü üncelerimize, o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çe it derinliklerine, heyecanlara, şştehevvürlere terceman olsun; bir lisan ki bizimle beraber gurubun mahzum renklerine dalsın dü ünsün, bir lisan ki ruhumuzla beraber bir matemin yesiyle a lasın. Bir lisan ki asabımızla şğheyecanına refakat ederek çarpsın... Haniya bir kemanın telinde zap-tolunamaz, anla ılamaz, bir şkaide altına alınamaz na meler olur ki ruhu titretir... Haniya fecirden evvel afaka hafif bir renk ğimtizacıyle da ılmı sisler olur ki, üzerinde tersim olunamaz, tâyin edilemez akisler uçar; ğş

nazarlara buseler serper... Haniya bazı gözler olur ki sonsuz karanlıklarla dolu bir ufka açılmı şkadar ölçülemez, nerede bitece ine vukuf kabil olamaz derinlikleri vardır, hissiyatı yutar... te ğĐşbir lisan istiyoruz ki onda o na meler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, ğdalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonda müteverrim bir -kızın yata ı kenarına dü sün ğşa lasın, bir çocu un be i ine e ilsin, gülsün, bir gencin ümitle parlayan nazarına saklansın. Bir ğğş ğğlisan.... Oh! Saçma söylüyorum, zannedeceksiniz, bir lisan ki sanki tamamiyle bir insan olsun. Ahmed Cemil'in titreyen sesinde terennüm eden saf ahenk, dehanın sihir esasına temas etmi şzannediln çehresinde par-îayan bir saniha yıldızı; lambanın zayıf ziyası ve dalgaların tutun dumanları arasında yükseliyor görünen heyeti, ruhu ok-sayan bir nazım suretinde titrek dudaklarından dökülen bu ±* A1A1VJUSS1XAH sözler, sanki burada bulunanları bir cazibe dairesi içine almı tı. ş * # # Ahmed Cemil'i bir seneden beri tanıyorlardı, geçen sene mekteb-i mülkiyeden çıkıp da matbuat âlemine atıldı ı zamandan beri... onu bir kere görmek, sevmek için kifayet etmi ti, herkes ğşseverdi, daha do rusu bir nevi hürmet ederdi. ğ Son söz üzerine Ahmed Cemil yorgun bir tavırla iskemlesine atıldı. O son kelimeden sonra öyle bir hale geldi ki, hiç söylememi , deminden beri orada sakit, mütefekkir otu-ruyormu şşzannolundu. Raci, yüzü fena halde kızarmı oldu u halde yanına yakla tı, ellerini sofranın kenarına şğşdayayarak yarı istihza yarı tehdit karı ık bir tavırla dedi ki: ş — Bunlar öyle i kin fakat öyle bo sözlerdir ki içinde bir ey bulmak mümkün olamaz. ş şşş Ahmed Cemil cevap vermek istedi. Zaten sofrada umumî bir hareket olmu tu. Raci'nin şmukabelesi karga alı a geldi, imdi bahçenin musiki takımı gece faslına ba lamak üzere idi; ş ğşşkemanlar hazırlanıyor, kırık dökük na me parçaları i itiliyor, bahçe memurlarından biri elinde ğşşem'alı de ne iyle dola arak halkın tekrar toplanmasına kadar idare maksadiy-le söndürülen ğ ğşgazları yakıyordu. Hep aya a kalkmı lar, öyie bir iki devir yaptıktan sonra — bahçenin böyle ğşşyan ve tenha bir yerinde pineklemektense — ortalarda bir yerde oturmak istemi lerdi. Hattâ Ali şŞekib ziyafetin hiçbir tarafında eksik bırakmamak üzere bir nargile ısmarlayaca ını sahib-i ğimtiyaza hemen imâ bile etmi ti. ş Ahmed Cemil müsaade istedi, o aydınlık ve kalabalık bir yere u gizli ve yarı karanlık ciheti ştercih ediyor, buradan ayaklarının altında serilen Halic'in ve stanbul'un münevver bir sema Đaltında manzarasına kar ı dü ünmek istiyordu. şş 2 Onlar ayrıldıkları vakit geni bir nefes aldı, sanki büyük bir zahmetten kurtulmu gibi kendisini şş

yalnız, ötede beride yemek yiyen birkaç ki iden, arasıra görünen iki üç sakit hizmetkârdan ba ka şşhalktan; biraz ötede uyanmaya, ha- MA VE S YAH 15 ĐĐ rekete ba layan kalabalıktan uzak, dü ünceleriyle yalnız kalmakta azîm bir vicdan istirahati şşduydu. Zaten mûtadı olan. perhizkârlı a ra men bu gece u ziyafet erefine, biraz da ğğşşarkada larının ısrarına kar ı — o da âdeti hilâfına olarak — biraz mikyası geçmi , biraz şşştahammülünden ziyade içmi ti. imdi yava yava beyninden süzülen bir ey: damarlarının şŞşşşiçinden kemiklerinin arasından, hafif hafif raseciklerle akarak; sanki bütün cismaniyetini, iradesini çekerek ayaklarından do ru çekiliyor, gidiyor, vücudunu mukavemet mümkün olmayan ğbir kuvvetle erite erite da ıtıyor gibiydi. O vakit muvakkat bir cehtle kendisini toplar; bir ğuçuruma yuvarlanmıyor, toprakların arasından süzülüp akmıyor oldu una emniyet kesbetmek ğistiyormu casma gözlerini açar, ayaklarını çekerdi. ş Arkada ları Ahmet Cemil'i böyle bir halde bıraktılar, onlar gider gitmez dudaklarının arasından: ş— Aman, bu Raci!... dedi. Bu adamdan, ilk muarefe dakikasından ba layarak duydu u nefreti u üç kelime tamamen izah şğşederdi. Onu hiç sevmez, sevmemek mümkün oldu u kadar sevmezdi. Raci o adamlardan ğbiriydi ki dünyaya hiç bir ey olmamaya mahkûm edilerek geldikleri halde her ey olmak şşisterler. Raci de en ziyade olamayaca ı bir ey olmaya yelteniyordu : air... Ahmet Cemil pek iyi ğşŞbilirdi ki bu adam bilmem kimin bir gazeline nazire söylemek için bir gün Bo aziçinin ğtâ Kavak iskelesine kadar gidi geli seferini ihtiyar etmi , on kuru da masraftan çıkmı tı da şşşşşancak iki buçuk beyitle dört kafiye bulabilerek avdet etmi ti. O vakit muzafferane matbaaya şgirdi i zaman Ahmed Cemil elindeki kâ ıdın üzerinde yirmi otuz çizilmi satır arasında sa ğğşğkalabilmi altı mısra ile bir mısraın yalnız bir kısmını — evet, son kısmını — görmü tü. Aman şşYarabbi! air Raci dedikleri i te bu idi!./. Bu kadar hiçli iyle beraber her meziyet sahibine Şşğdü man... Bunun bir güzel eyi be endi i, muktedir bir arkada ı takdir etti i daha görülmemi . şşğğşğşGüya di erlerinde bir meziyetin teslimi kendisinde bir noksan tevlit edecekmi gibi bir küçük ğştahsin tebessümünü bile esirger. Bu adamın be endikleri ölülerden ibarettir. Ölüler, onlar ğartık fevkalâdele mi , u edebiyat pazarından çekildikleri için rekabetten azade kal- şş ş 16 MA VE S YAH ĐĐ mı lardır. Ahmed Cemil bir gün bir garp edibinden naklen. \"Mezar ta ı i tihar heykelinin şş şkaidesidir\" dedi i zaman orada bulunan Raci'ye dönerek \"Al sana göre bir söz, öyle de il mi?\" ğğdemi ti. Bu yolda latifeleriyle Raci'yi kendisine dü man etmi ti. Fakat ne beis var? Zaten Ahmed şşşCemil yalnız herkes tarafından takdir edilmi olmakla onun husumetine hak kazanmı olmuyor şşmuydu? Herkes tarafından takdir edilmi olmak sözüne de Ahmed Cemil umumî bir vüsat şvermez* nsanın olsa olsa kendi mesle i haricinde olanlarca, yani bitaraflarca takdir edilece ine üphe Đğğşetmez. Onu arkada ları seviyorlardı, fakat o muhabbet içinde kimbilir nekadar, saklı kinler, ne şderin hasetler mevcuttur! Bugün kendisini takdir edenler yarın — kendisini dü ürmeye sebep ş

olabilecek bir ey yazsın — bakınız nasıl gülerler. Ah! Bu matbuat âlemi! Bir seneden beri o şâlemin az tecrüblerini mi görmü , az acılıklarını mı tatmı tı! Mektepte iken nasıl hülya ederdi! şşBugün kimbilir ne kadar gençler vardır ki o âlemde zevk tasavvur ederler, fakat bir kere o çirkin matbuat hayatına girseler... Ahmed Cemil kin ve haset dedikçe hep Raci aklına gelir. Bu adam matbuat âleminde bir cins mahlûkatm hususî nümu-nesidir. Tashihlere bakarken tertip yanlı larına dikkat ede-^ cek yerde ötekinin berikinin hatalarını bulmıya dikkat edery Birgün şmeselâ Ahmed Cemil'in bir makalesinde yanlı bir izafet cümlesi buldu u için bir hafta alay şğgeçer. Pek ziyade kaide inaslıkla müftehirdir; arapça, acemce pek iyi bilmek istidadmdadır da bir şkere arapça bir ceridenin üç satırını tercüme edememi ti. Ceridede vazifesi muhbirlerin getirdi i şğhavadisi tashihten ibaret kalır. Ne vakit bir makaleci e filan ihtiyaç görülse kendisine havale ğolunmasından korkarak ak am ziyade kaçırdı ından bahisle sersem oldu undan dem vurur. şğğMatbaada onu kimse sevmez, hele idare memuru — o kendisine Ahmed evki efendi diyen Şyuvarlak adam — Raci'den bahsolunsa ate püskürür; onun kadar mahsuben para alan, matbaada şkimse bulunmadı ı zamanlar tesadüf ederse gelen ilânların ücretini haczeden bir muharrir — i te ğşmatbaa i lerinde bulunalı on sene oluyor — hiç görmemi ti. şş Ahmed Cemil: \"Aman bu Raci!\" dedi i zaman i te bütün bu tafsilât o üç kelimenin telâffuz ğştarzının içine sıkı mı tı. şş M Al W SU Bl ü AH Đ 17 Bakınız, ba muharrir Ali ekib büsbütün ba kadır. Raci ile tam bir tezad te kil eder. ri boylu, şŞşşĐgeni omuzlu, açık çehreli, ancak otuz be ya ında olan bu adam, biraz safça — tâbirde zarafet şşşiltizam olunmasa — biraz budalaca olmakla beraber \"Mir'at-ı uûn\" yazı heyetinde en ziyade Şmalûmat sahibidir. Hukuka nisbeti vardır, çok kitap okumak sayesinde en çok her eyden anlar, şküçük ya ından beri matbuatta çalı mı tır, cihan siyasetinin en ehemmiyetten âri tafsilâtı bile şşşezberindedir, sanki bir kamusu ulûm gibi beyninin içinde yapraklar döndükçe malûmat tenevvü eder, hikmet-i tabiiyeye aid bir ey yanında fen-i idareye aid bir mebhasa tesadüf olunur, şmaamafih gayet mütavazı'dır, bildi inden emin olmayanlara mahsus bir korkaklıkla herkesten iyi ğkonu abilece i mebahisde sükûtu tercih etmek âdetidir. Onun için kendisini tanıyanlar ondan hiç şğkorkmazlar, yanında en saçma eylerden bahsederler de o tekzipten utanır, hattâ Raci'-nin şgazellerini güzel bulmamaya bile cesaret edemez, zaten edebiyata kat'iyyen intisab iddia etmez. Bir gün bir fıkra yazmı idi de, arkada larına okumak için matbaaya getirdi i hailde şşğokuyamaksızın.: \"Alay edeceksiniz! Neme lâzım? Bana siyasî makale yazmak ne güne duruyor.\" diyerek yırtmı -tı. Onun için Ahmed Cemil de, bu bir küçük çocuk kadar utangaç adamın samimî şbir dostudur. Ali ekib o adamlardandır ki insan ellerini ellerine koyacak olur ise onlarda his-Şsolunan satvet sıcaklı ıyle hayatın birçok kötülüklerinden kalbte hâsıl olan buzların eridi ini ğğduyar. Ahmed Cemil, Ali ekib'in yalnız bir eyini affetmez: O da bütün utangaçlı- iyle beraber Şşğbu adamın ara sıra latife etmek istemesidir. Bu saf yüre i incitmi olmamak için Ahmed Cemil en ğştahammül olunmaz latifelerini bile ho bulmu gibi görünür. Onun latifeleriyle e lenen bilhassa şşğRaci ile Said'dir. Raci tab'an meftur oldu u hiyanete, Said de ahsî tabiata malik olmayıp da ğşötekinin berikinin yaptı ına imtisal âdetine uyarak, Ali ekib'e a ız açtırmazlardı. Said hakkında ğŞğAhmed Cemil'in vazıh bir fikri yoktur, çünkü Said'in vazıh bir varlı ı yoktur. Said her suale ğ\"evet\" diyen, her duydu u fikre \"benim de fikrim budur\" cevabını veren, fakat bütün bu dönekli i ğğesasen beyni gayet hassas bir mahrek üzerinde çevrilmeye mahkûm olarak yaratılmı olmaktan ş

ba ka bir sebeple ih- ş Mai ve Siyah — F. 2 tiyar etmeyen bir gençtir ki, kötülük etmez, iyili e davet olunmazsa iyilik etmek aklına gelmez, ğşahsının mevcudiyetinden mefkudiyetinden üphe edilir, hattâ iirine de katlanılabilir bir adam şşoldu u için Raci ile ekseriyet üzere aynı duyguda çıkmasına Ahmed Cemil gücenmez. ğ Saib - kısa, zaif, kuru çocuk - Ahmed Cemil'in sinirlerine dokunan i te bu mahlûktur. Bunun şmanzarasından duydu u so uk ürpermeyi hattâ Raci hakkında bile hissetmez. Sa-ip; o, küçük ğğkıt'ada yaratılmı , kemikleri vüs'at bulamamı , adelâtı kemiklerimin üstünde kurumu , küçük şşşgözlü, ufak yüzlü, daima ayakta, daima harekette, kulaklanyle gözleri, daima me guliyette, bu şdünyaya görülmeyecek eyleri görmek ve i itilmeyecek eyleri i itmek için gelmi çesine gözleri şşşşşmeselâ Ali ekib'in bilmem nerede nahiye müdürü olan eni tesine yazdı ı bir mektubu yandan Şşğokumakla me gul iken kulaklarını odanın kö esinde idare memuru Ahmed evki'-nin — Ahmed şşŞŞevki efendinin — kâ ıtçıyı az para ile savmak için sarfetti i belâgate vakfeder. Onun için ğğmeselâ çar amba günü sahib-i imtiyaz Hüseyin Baha efendinin evinde uskumru dolması olaca ını şğbilir, ıçünkü bir gün evvel mü-rettip yama ı Emin'e : \" ki okka alacaksın. Dolmalık olaca ını ğĐğunutma! Geç kalırsan yarma yeti mez...\" dedi ini tamamiyle i itmi tir. Raci parasız kaldı ı vakit şğşşğAhmed evki efendinin çekmecesinde para olup olmadı ını Saib'den tahkik eder, çünkü Şğbehemahal çekmecesinin bir tarafına atılan bir ilân ücretini görmü tür. Meselâ bir kaç ki i şşarasında, lakırdı esnasında bir saz gürültüye karı sın da anla ılmasın, Saib'den sorunuz, o mutlaka şşanlamı tır, size de anlatır. Ona her yerde tesadüf olunur. Matbaada herkesten ziyade i inin basma şşdevam etti i, bir kitapçının hesap defterini tuttu u, sabahleyin mekteb-i hukuk derslerine gitti i ğğğhalde, Babıâli caddesinden çıkarken bakınız, bir matbaa kapısının önünden geçen birisine meselâ o gün Ahmed Cemil'in bir manzumesinin iki beytini okurken, biraz ötede tütüncü dükkânına u rayarak filân risalenin filân nüshasının ne kadar sürüldü ünü tahkik ederken; matbaaya giriniz, ğğyazıhanenin kenarında \"Selanik hususî muhabirimizden aldı ımız mektuptur\" diye ba ladı ı bir ğşğkâ ıda sun'î bir mektup, uydurmakla me gul olurken görürsünüz. Matbaada herkesten ziyade o ğşçalı ır, müte- ş JVLAl Vüı Oi I Ati nevvi makale yazar, ecnebi gazeteleri okur, tercüme eder, ta ra mektuplarını hülâsa eder. Ahmed şCemil'in bu çocuk hakkında — çocuk diye mâruftur, çünkü yirmi ya ını herhalde geçmi olmakla şşberaber çocukluktan kurtulmamı tır — duydu u ey... şğ ş Bakınız, i te imdi bile o aklına geldi i için vücudunda ürpermeye benzer bir ey duyuyor. ş şğş Ahmed Cemil'in sanki vücudunu iki kol tutmu , sonu olmayan bir derinli e çekiyordu. Kendisini şğtoplamak istedi. Fakat fikrinin bütün iradesine malik olmakla beraber vücudunu istilâ eden o azîm keselâna mukavemet kabil de ildi. O vakit nefsine bir cebir ile, sanki vücudundan yava ğşyava uzanıp gidiyormu casına uyu an bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde şşşyayılan bütün manzarayı, bir rüyanın silinmi ekillerine benzeten bulanmı gözlerinde kâfi bir ş şşkuvvet toplamak istedi. O aralık mızıkanın uzaktan gelen ahengini taklit ederek kendisine biraz metanet vermi olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya ba la-di. imdi Ali ekib, Raci, şşŞŞSaid, bütün bu çehreler beyninden silinmi ti; bu çalınan eye a ina çıkıyor, neydi? Neydi?... Her şşş

vakit, bahçeye hemen her geli inde dinledi i bir ey... O vakit aklına geldi. Waldteufel'in me hur şğşşValse'ini ne vakit dinlese bütün hayali inki af ederdi. Onun ismini kendine mahsus ive ile şştercüme etmi ti: Bârân-ı elmas! Ne güzel, ne hülyalar getiren, nasıl rüya âlemleri açan bir isim... ş Bakınız, i te gözlerinin önünde gördü ü bu eyler; gözlerinin önünde açılan bu semada, şğştemmuzun u sıcak gecesine mahsus bir bu ile örtülü zannoflunan bu mailikler içinde titri-şğycrmu , dalgalanıyormu kıyas edilen bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bâfân-ı elmas de il mi? şşğ Ahmed Cemil'in içkinin tesiri altında bunalarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmi sema sallanıyor, sallanıyor, imdi kar ısında tepelerin şşşmyuyan sırtlarına dökülerek; yahut denize do ru akan bu ğ 20 MA VJü Oil Aû Đ renkli levha yava yava yüksele yüksele yer ve gök birle ecek toprak ve gök gecenin a k havası şşşşiçinde azîm, medid, vücudu yaka yaka eritip da ıtan bir buse ile birbirine sarılarak tek bir vücut ğolacak zannediyordu. Ah! Bu bârân-ı elmas... Bahçenin rakit havası içinde bir a k nefhası, sıcak ve baygın bir nefes şgibi sanki tâ göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu na meler... Kâh kalbin en derin ğnoktalarından geliyormu casına derunî, pest, sanki sakit; kâh bir teessür feveranından inikas şetmi çesine parlayarak, feryat ederek; bazan bir ikâyet nalesi, bazan bir mahkuriyet iniltisi... şş imdi Ahmed Cemil altından yer kaçıyor, ba ından sema uçuyor, vücudu bir bo luk içinde Şşşyuvarlanmaya ba lıyor zan-nında idi. ş Bârân-ı elmas! te i te; sanki semalardan dökülen, kar ısında u bayırın ete inde yer yer parıldayan, denizin Đşşşşğsiyahlıkları içinde urada burada ı ıldayan bu ziyalar; i te i te raksediyor; ya ıyor; onlarda bir şşşşğbârân-, elmas, fakat hayatta yüksek eylere meftun olmu gözler gibi a a ıdan yukarıya ya ıyor; şşş ğğtâ o semalara, o üzerinde gülümseyen nurlar, çalkalanan mailiklere do ru ya ıyor. ğğ Bir rüya içinde yahut sihir âlemi kar ısında idi; kemanların titreyen eninleri, filâvtanın şkahkahaları, sanki bu aletlerden, bütün bu kiri lerle tahta veya bakır parçalarından sihirli bir şnefesle canlanarak, kanatlanarak uçu an küçük küçük na meler birbirine atlıyor, Birinden ötekine şğbir hicran sadası, ötekinden bir ıstırap enini, undan bir tahassür nâlesi, di er birinden bir ümit şğcevabı çıkararak, bütün o biçâre insan kalbine mahsus acılıkların, tatlılıkların hazinesini ta ıyor, şmai siyah kelebekler gibi uçu arak, birbirleriyle dudak duda a bir visal içinde da ılıyorlar, şğğyükseliyorlar; sonra bunlar o parlak semanın mailiklerine, u muzlim denizin siyahlıklarına şserpiliyor; i te u a a ıya süzülen sema nurları, u yukarıya jıçu- arak siyahlara bürünen sönük ş şş ğşşziyalar! Bârân-ı elmas... Son bir na me tufaniyle nagihanî bir karar bütün bu ha-yalât silsilesine hatime çekti. Ahmed ğCemil sanki bir rüyfadan f

MA VE S YAH ĐĐ 21 1 uyandı, etrafına baktı. imdi her ey hakikata ricat etmi oldu. Ba ını çevirdi, burada ne için Şşşşbulundu unu anlamak için dü ündü, baktı, o vakit tahattur etti. Arkada ları üphesiz orada i te ğşşşşşuracıktan bir parçasını gördü ü bahçenin kalabalı ı arasındadırlar. Onların yanına gitmeye ne ğğlüzum var? Tâ ötede dönen bir levhanın yalnız bir kısmı eklinde gözünün önünden akıp giden u şşseyrancılara, a açların arasında küme küme oturan bütün bu halka onun bir nisbeti var mı ki ğgitsin de o kalabalı ın içine atılsın ? O bu dünyada herkesten uzak, herkese yabancı de il mi? ğğ imdi kendisini biraz topluyor, akaklarında hafif bir serinlik hissediyor, dima ını âte in bir Şşğşbulutla örten buhar yava yava açılıyordu: Onun âlemi i te u yava yava açılan beyninin içinde şşş şşşmai bir sema, o mai semanın içinde birçok gülümseyen ümit yıldızlarından ibaretti. Orada da bir bârân-ı elmas... te gözlerini kapayınca görüyor: Mai bir sema altında azîm bir sahra ki sabahın hüzün ve Đşne veden, renkten ve zulmetten, sükûttan ve na meden, gölgeden ve hayalden; o yekdi erinin şğğhem aynı hem gayri zannolunan tezatlardan mürekkep hülyalı hali altında, henüz; uykusundan tamamiyle sıyrılmamı mahrumluklarla yüklenmi sisler arkasında bo ulan ufuklara do ru şşğğuzanıp gitsin. Üzerinde bir sema ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk a aalarının ş şimtizacımdan mürekkep esmer bir renkle gözleri taltif eder, bir müphem renk altında mai bir atlas halinde görünen semanın derin bir kö esinden zührenin beyaz handesi hâlâ görünür, bakir bir şsafvetle münevver bir göz gibi bakmaktadır... O lâcivertliklerin bir tarafında henüz belirsiz bir nurdan toz savruluyor gibidir. Bu sahranın üzerinde o semanın altından bir peri alayının kanatlariyle dalgalanıyor denebi-len hafif bir hava uçar ki dikkat edilse bir ruhanî cihanın zenı-zemesine benzer na melerle titrer. Bütün menazır ğsabahlara mahsus o rengin müphemiyeti içinde hava ve hayalden mürekkep bir gölge eklinde şdurur; fakat bir zaman gelir ki birdenbire bir ihti am ça layanı dökülür, biraz evvel sönük duran şğsema sanki bir yangın ile dolar. Ufkun bir kenarından güne in sinesinden sahraya bir nur tufanı şdöker, semanın bu 22 MA VE S YAH ĐĐ muhte em yangını altında sahra mü evve iyetten sıyrılır, bütün sahra taze bir hayatin canlılı iyle şşşğtutu ur. ş Ahmed Cemil burada, hayalinin u müdebdep levhasını ya atırken: \"Ah! o ümit güne i!...\" şşşdiyordu. Onu ne kadar se-nelerdenberi bekliyordu. ' Henüz yirmi iki ya ında idi. Öyle bir ya ta, gençli in öyle hassas bir devresinde ki fikir, şşğ

münevver bir semanın bâ-rân-ı elması altında parlak hülya âleminde kanatlan kırılmı bir ku gibi şşhenüz topraklara dü memi ; gözler ziyadar bir hayal ufkunun envariyle dolu iken bir perde şşaltında siyah bir hayal ufkunun envariyle dolu iken bir perde altında siyah bir kö enin açılmak şüzere oldu unu, henüz görmemi ; yalnız mü-nevevr, müptehiç bir sabahın rüyasına dalmı ; ümit ğşşgüne inin üzerine tâ uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülme e müheyya şğoldu unu anlamamı idi. Henüz yirmi iki ya ında, bütün maneviyeti yalnız bir ümidin ğşştahakkukuna muntazır... öhret bulmak, edip olmak, herkesçe anılmak, bugün o kadar Şacılıklarına, gö üs vermek için hayatını zehirledi i bu edebiyat âleminin bir gün yüksek ğğzirvelerine çıkmak, ve, Ahmed Cemil ismini o kadar yükseltmek ki... O tasavvur «tti i yüksek ğpayeye bir hat bulamıyor; sonra da o derece itilâ emellerine kapılıyor oldu undan kendi kendine ğutanıyordu. Edip olmak, öhret almak, senelerdenberi bütün dü üncesi bu de il miydi? şşğ Ta mektepte bir kimya kitabının üzerine ba ını dayayarak, gözleri ötede siyah tahtanın üzerinde şunutulmu , yarım kalmı bir cebir muadelesine bakarak; fikri bir hayal rüzgârı üzerinde, meçhul şşemeller fezasında uçtu u zamanlardan-beri bütün varlı ını istilâ eden emel, i tihar arzusu de il ğğşğmiydi? Ahmed Cemil daima aceleci ve telâ lı yürüyü iyle, âdeta ko arak Babıâli caddesinin kenarından şşşçıkarken u kitapçı «dükkânları, cam kapıların aralarından farkedilen u kütüphane müdavimleri, şşbu matbaalar, sabahtan ak ama kadar fikir ve sanat hareketlerinin münferit mecrası olan u cadde şşbir gün olacak ki onun tesiri altına girmi olacak. imdi birkaç eski mektep arkada iyle sekiz on şŞşkalem erbabından ba ka her- f kesin meçhulü olan bu genç, bugün koltu unun altında bir iki şğkitapla buradan bir gölge gibi çıkarken bir gün olacak ki te- sadüfen bir kitapçının dükkânına gözü isabet edecek olursa mektepten henüz çıkmı iki genç şedebiyat müntesibinin birbirine kendisini gösterdi ini farkedecek... Ah! O zaman gö sü nasıl bir ğğiftihar havasiyle i ecek! imdi oradan mevhum bir cisim eklinde geçiyor, gören yok, bakan ş şŞşyok, lâkin o zaman... Güzergâhında isminin yava ça fısıldandı ım i idecek. şğş Zaten bu neticeye, bu ümidin tahakkukuna ayan olmak için az mı ıstırap çekmi , hayatın az şşme akkatlerine mi tahammül etmi ti? Bugün yirmi iki ya ında idi; fakat bu ya a gelinceye şşşşkadar... Ahmed Cemil'in dü üncelerine bir fasıla daha geldi. Uzaktan sahib-i imtiyaz Hüseyin Baha ile şidare memuru Ahmed evki efendinin yakla tıklarını gördü. Sahib-i imtiyaz gelince dedi ki: Şş — Allah cezasını versin! Islah olmayacak, evde kendisini bekleyen karısını, çocu unu dü ünmek ğşyok ki... Yine oraya gitti... Ötekilerini de beraber sürükledi. Biz üç ki i kaldık; artık yava yava şşşyola çıksak... Ahmed Cemil, Raci'nin ikide birde Palais de Cristal'da geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden ba ka yerde geçirdi ini bilirdi. Kaç kere bedbaht karısı matbaanın kapısına kadar gelerek şğbe altı ya ındaki yavrusuyle kocasını arattırmı , Ahmed Cemil ile beraber bütün arkada larını ne şşşşcevap vermek lâzım geldi inde mütehayyir bırakmı idi. ğş On dokuz ya ma kadar Ahmed Cemil tamamen — hayatta mümkün olabildi i kadar — mesud şğidi. Ondan sonra pederini kaybedince mai et endi esi, hayat mübarezesi ba :. lamı ; kendisinin şşşş

şairane tâbirine göre \"Piyale-i telh-i h^ yatın zehr âbî\"na dudakları temas etmi ti. Babası dâva L şkiliydi. Ailesini iyi geçindirecek kadar para kazanırdı, za^ ailesi Ahmed Cemil'in annesiyle on sekiz ya ında o lundan dört ya ında kızı kbal'den ibaret idi. ^ JjL şğşĐ yi bir aile babası, evine meftun... zevcesine, çoç ^bi nâ-tamamiyle ba lı... hususiyle namuslu... ĐğAhmed Cemi' 24 MAI VE S YAH Đ MA VE S YAH ĐĐ 25. babasından bahsetse namusunu te rih edecek hikâyelerin sonu gelmez. Onun nakline, rivayetine şgöre bir defa babası kabul etmi ve ücretinin nısfını evvelce almı oldu u bir dâvanın sonradan şşğhakka makrun olmadı ını anlayınca birden reddine ve paranın iadesine karar vermi ti. Fakat bu ğşkararın icrasına büyük bir mâni vardı ki, o da paranın Süleymaniye'deki mini mini evlerinin tamirine sarfedilmi olmasıydı. O vakit saatlerce dü ünüldü, bir çâre bulunamadı, annesi Emniyet şşSandı ına terhin edilmek üzere küpesiyle yüzü ünü teklif etti.. O vakit babasının bütün ğğhassasiyeti nasıl ta mı tı! Karısının elmaslarını terhin etmek! te bu mümkün de il... Kendisinin şşĐşğbir altın enfiye kutusu, bir güzel saatiyle bir altın köste i vardı. Bunlar terhin edildi; fazla olarak ğfahi bir faizle bir muhtekir sarraftan para alındı, o gayri muhik dâvadan vazgeçildi. ş Bu adamın yalnız bir endi esi vardı: Ailesini mesut etmek... Senelerce fikrini vakfetti i bu şğmaksadı temin için kendisini, evet yalnız kendisini birçok eylerden mahrum bırakarak; araba ile şgitmek arzularına galebe çalıp yoku ları, çamurlu sokakları yaya tırmanarak, geçen senenin şesvabını bu seneye salih görme e çalı arak, hattâ arkada larının hissetle ithamına gülümseyerek ğşşpara biriktirmi ti, ufak bir ey... Birçok adamların bir dakikada bir zarın hevesine terkedebilece-şşği kadar ufak... Fakat bu ufak ey bu namuskâr aile babasını senelerce yormu , senelerce alnını şşterletmi ti. O para ile i te imdi karısını çocuklarını sokak ortasında kalmaktan muhafaza eden şş şSüleymaniye'deki bu be odalı evce iz, Ahmed Cemil'in bazan gülerek \"bizim konak\" dedi i şğğmesken alınmı tı. Ahmed Cemil evin alını ını pek iyi tahattur eder. O vakit on dört ya ında vardı. şşşTam mektebe leylî olarak ithal edildi i sene... Babası o lunu ev alınmadan evvel mektepte Jeylî ğğolarak bırakmadı ı için o vakte kadar beklemi ti. O gün, <i £inci defa olarak kira evinden ğşĐkurtulup kendi evlerine gel-^g ;eri gün, ne telâ içinde idler! Bütün e ya a a ıda mermer ve &ya> şşş ğmutfa a, soka a nazır odaya tıkılmı , her ey birbirine gün c^i , babası, validesi, hem iresi, bu ğğşşŞşgürültünün içinde a-eski mt,bu karı ıklık içinde hangisini almak, hangisini nereye kesin şşmecazım gelece inde mütehayyir kalmı lardı. O vakit kitapla buivalidesi arasında bir müddetten ğşberi devam eden bahis teceddüt etmi , o babasına Kula'dan hediye gelen kilim dö emelerin yukarıdaki pembe şşodaya mı yoksa sofaya mı konaca ı meselesi tazelenmi ti. O vakit herkes bir rey beyan, etti: ğşHerkesten maksat Cemil'le kbal... Cemil tabiî babası gibi pembe odayı, kbal validesine uyarak ĐĐ

sofayı münasip görüyorlardı. Nihayet hizmetçi kız — ta ralı iriyan bir kız — hâkem tâyin şolundu. Hizmetçi a aladı, bu hâkimiyet sıfatının ehemmiyeti altında beyni darmada ın oldu. O ş şğhem pembe odaya hem sofaya taraftar çıkıyordu. Onun fikrini tatbik etmek lâzım gelse kilim dö eme ikiye bölünecekti. Kendi evlerine gelmi olmak hepsinde e lenceye bir meyil şşğuyandırmı tı. En küçük vesilelerle bile lâtife ediyor, lüzumunda» ziyade gülünüyordu. Bu mühim şmesele de bir e lenceye medar oldu. Ahmet Cemil'in fesini kura çantası yaptılar, iki kâ ıt ğğparçasına \"pembe\" ve \"sofa\" kelimeleri yazıldı. O vakit tali hükümetti, pembe odaya yar oldu. Şimdi ne vakit Ahmet Cemil o eskimek bilmeyen kilim dö emesinin üstüne otursa babasının bir şhâkim ciddiyetile elini fese sokarak: \"Göreyim seni, pembe oda, senin merhametine kaldı!\" deyi i şgözlerinin önüne gelir. O vakit ne kadar mesut idiler! Her ak am yemekten sonra saatlerce beraber otururlar, babası şyazısını yazar; düsturları karı tırır, Ahmed Cemil bir kö eye büzülür, dersine çalı ır; validesi şşşo luna bir gömlek, yahut kızma esvap dikmekle me guldür; kbar — kız çocuklarını daima ğşĐvalidelerin eteklerine sevkeden bir hisle — annesinin yanma meselâ babasının eskimi para şkesesine kaim olmak üzere yeni bir kese örer; ara sıra bu dört ki iden birinin a zından çıkıvermi şğşbir serseri kelime musahabeye vesile olur. Ahmed Cemil ba ını kaldırır, ikbal güler babası bir şhikâye söyler. Bazan i tigalin nevi tebdil olunur. Babası yazılarını bitirmi tir. Ahmed Cemil şşdersini yapmı tır, daha yata a girmek için bir hayli zaman vardır. O vakit ortaya ba ka i çıkar. şğşşBabasının Mesneviye pek merakı vardır; geli igüzel bir yeri açılır, her yeri cazip olan bu kitabın şbir hikâyesi okunur, Ahmed Cemil'in küçük ya ından beri tahsil zemininde bütün adımlarına şrehber olan bu baba o vakit o luna ders verir: Bir nükteyi anlatmak, bir mazmunu tefsir etmek ğiçin saatlerce yorulur; bu genç dima ı bir gonca gibi nazik parmaklarla açma a çalı ır. ğğş Kendi evlerine geldikten sonra bu müsamereler haftada bir defaya münhasır kaldı. Ahmed Cemil mektepte leyli olduktan sonra bu aile heyetinin mühim bir rüknü haftada altı gece ihazır bulunamaz oldu. Babasının tâbirince iskemle üç ayaklı kaldı. Fakat ne yapalım? Her eyden evvel şçocu u hayata hazırlanmalı. Hattâ kabil olsaydı da kbal'i de verselerdi. O vakit iskemle iki aya ı ğĐğüzerinde durma a çalı ırdı. ğş Heyhat! imdi iskemle yine üç ayak üstünde; fakat bu defa eksilen ayak o kadar mühim bir ayak Şki iskemle duramıyor... O vakitten sonra bu küçük bahtiyar aile nasıl de i mi , Magihan bir kaza darbesine u rayan bu ğ şşğyuvacık nasıl peri an, ba a a ı dü mü gibiydi. O vakittenberi o pembe odanın içinde o kilim şş ş ğşşdö emenin üstünde bir ey noksan idi, bu evin bütün havasında bir hayat unsuru eksilmi ti. O şşşnoksana kendilerini alı tıramamı lardı. Hele ilk matem günlerinde bir ak am üstü meselâ kapı şşşçalmsa kbal'in: \"Babam geldi\" diyece i tutardı. Yemek sofrasının ba ında toplandıkları zaman Đğşhepsinin dima ında menku olan o baba çehresi güya henüz orada kar ılarında imi çesirıe o, ğşşşyeme e ba lamadan ellerini uzatamazlardı. O vakit bir matem sükûtu ba lar, bu sofra ba ında bir ğşşşmezarın sâkit enini hüküm sürer, ci erlerinden çıkan bir uhka-i beka bo azlarına kadar gelir ğşğtakılır, lokmalar geçmez, bu valide ya ların hücumiyle titreyen gözlerini o lu ile kızına diker, bir şğaralık bu üç ki inin gözleri birbirine tesadüf •ediverse o hazır duran ya lar birbirini uyandırır, şşta ar; ya lar, yiyemedikleri lokmalarıyle mahzun duran tabaklara damlar... *'Ne oldu?\" Bu şşçocukların babalarına ne oldu?.. Kaç sabah Ahmed Cemil yata ından, gö sünde bir ate ile kalktıktan sonra, sanki korkunç bir ğğş

rüyadan uyanmı da sabahleyin o rüyanın altında mesud bir hakikat çıkacakmı -casma odasından şşyava ça çıkarak, babasının odasına gitmi ; onu henüz yata ın içinde, sakin bir uyku ile uyuyor şşğgö-recekmi ümidiyle titremi ti. şş O tarihten sonra hayat mübazeresi ne müthi ba lamı , mai etin yükü henüz zayıf olan bu şşşşomuzlara nasıl çökmü tü! ş O zamana kadar henüz hayatın ilk faslını bile okumamı tı. Ah! Mektepte geçirdi i zamanlar... şğ MA VE S YAH 27 ĐĐ Ahmed Cemil tahsilini herkes gibi takip etmi ti. Evvelâ sübyan mektebine gider gelirdi; fakat bu şzamana ait hâtıraları o kadar mübhemdir ki, nasıl okuma a ba ladı ını, bu mektepte ne yaptı ını ğşğğpek karı ık bir surette tahattur eder. Yalnız büyük bir oda, o odanın içinde sıra sıra kürsüler, ta şkarsıki duvarda iki büyük siyah tahta, yine kar ıdaki kö ede yüksekçe bir minder üstünde beyaz şşsarıklı muallim... Oh! Bu muallim ne güzel bir adamdı! Seyrek sakallı, henüz genç, temiz... Hele mai bir cübbesi vardı ki pek yakı ırdı. Ahmed Cemil bu teferruatı pek iyi zaptetmi tir. şşUnutamayaca ı eylerden biri de mektep arkada larının arasında biri, galiba yine mektebe devam ğ şşeden bir kibarzadenin hizmetkârı vardı ki, ba lıca Ahmed Cemil'e musallat olmu tu. Kaç kereler şşonu a latmı , hoca efendiye müracaata mecbur etmi ti. Hattâ bir kere, bilmem bir tokat ğşşmeselesinden dolayı olmalı, babası bile mektebe gelerek hoca efendiyle oldukça iddetili bir şmülakat yapmı tı. ş O gün.. Ahmed Cemil'in bir eyden haberi yoktu, sabahleyin mûtat üzere mektebe gelmi , yerine şşoturmu tu. Dersler daha ba lamamı tı. Çocuklar hep kürsülerin üstünde sallana sallana yarı sesle şşşderselirini tekrar ediyorlardı. Odanın içinde bir u ultu vardı. Birdenbire bu u ultu durdu, derin ğğbir sükût... Ahmed Cemil ba ını kaldırdı. Herkes bir yere bakıyordu. Ay!. Bir de ne görsün? şBabası... Evet,, kendi babası... Ahmed Cemil a ırdı, yanaklarından ate çıktı, bunaldı. Neden? ş şşBabası neden gelmi ? imdi hoca efendi aya a kalkmı , istikbal etmi , oturmu lar, görü me e ş Şğşşşşğba lamı lardı; o vakit bütün mebhut ve mütehayyir duran mektep halkı, bu küçücük halk da şşhocanın u me guliyetinden istifade ederek yerini tebdil etmeksizin harekete ba ladı. Kom u şşşşçocuklardan biri gözüyle di er birine Ahmed Cemil'i gösterdi. Bu i aret, bu mühim haber bütün ğşodayı dola tı. Bir dakika içinde herkes vâkıf oldu ki, bu gelen Ahmed Cemil'in babasıdır, o dünkü şvak'a için geliyor. Gözler hep Ahmed Cemil'den hizmetkâra — galiba Bilâl — Bilâl'den Ahmed Cemil'e gidip geliyordu. Zenci hemen beyazlanmak raddesine gelmi ti... Sonra ne oldu? Ahmed şCemil artık ötesini bilmiyor, o kadar tahattur ediyor. Çocuklukta hep böyle de il midir? Hâtıralar ğhava ve zaman tesiriyle yıpranmı , delik de ik olmu bir sahife eklinde ka- şşşş 28 MAI VE S YAH Đ lir. O zaman en ziyade tesir eden eyler, hatırat levhasında en derin kazılır. Hattâ Ahmet Cemil şgözlerini kapayınca hâtıraları arasında bu vak'adan sonra kendisini birden o mektepten çıkmı şba ka bir mektepte bulur. ş Bu defabüyük bir mektep, hattâ Ahmed Ceiml'in resmî elbisesi bile var, küçücük bir asker

ehemmiyetini almı tır. Öyle ya, artık askeri rü tiyesinde... Evvelâ nekadar utanmı tı! O büyük şşşmektebin içinde ilk günleri korkarak yürür, kendi sınıfından ba ka bir yere giremezdi. şSınıflarında seksenden ziyade •çocuk vardı, fakat Ahmed Cemil bu seksen ki iyi iki yüz ki i gibi şşgörürdü, hatta babasına da o yolda tarif ederdi de bir türlü inandıramazdı/Burada her ey ba ka şştürlü idi, öteki mektepte sıralar birbirini takiben saatte bir, hocanın önündeki kürsüye gidip oturmak âdet iken burada her iki saatte bir ba ka hoca geliyordu... Bu ilk senede ne ö rendi? Onu şğkat'-iyyen bilmiyor. Yalnız hesaptan pek sıkılırdı. Hocası da ona musallat olmu tu, daima tahtaya şonu çekerdi; biçare kaç kereler o iki yüz kadar ehemmiyetli görünen seksen arkada ının şkar ısında, siyah tahtanın ba ında peri an, mahcup, mahvolmu , kendisini kaybetmi , yava şşşşşşyava a lamı tı. Bununla beraber bir müddet sonra onu ba çavu yaptılar. Bakınız, bu nıü-him ş ğşşşhâdisenin esasını hâlâ anlamamı tır. Ne için ba çavu oldu? Ba çavu olmak için ne yapmı tı? şşşşşşHesap derslerinde tahta, ba ında a lamaktan ba ka bir fazile göstermi miydi? Daha da pek şğşşküçüktü. Fakat bütün çocuklar onun hatırını sayma a ba lamı lardı; meselâ sınıfın en gürültülü ğşşbir zamanında, bir müzakere esnasında, bir telâ ile dı ardan içeriye girer, muallimlere mahsus şşolan kürsüye çıkar, elindeki cetveli mühim bir eda ile vurur: «Efendiler...» diye ba lar, ince şsesiyle bu ilk nutuk mukaddemesi sınıfın ortasına dü er dü mez, sükût...' Herkeste bir dikkat, şşba çavu ne diyecek?... Mini mini ba çavu ne der? Sınıf halkına tebli olunacak müdür beyin bir şşşşğemri... Bu bir oyundur. Ne müdürün bir ey dedi i var, ne de tebli olunacak bir emir... Maksat şğğbir kere efendilerin dikkatini celb edip düzme bir ey söyledikten sonra; fakat tam bir ciddiyetle, şesassızlı ım sezdirmiyerek, evet, ondan sonra bir kere hasıl olan sükûtu muhafaza etmek... ğAhmed Cemil'i ba çavu oldu u gün görmeliydi. Eve nasıl gö sü i kin, bu haberi bir an evvel şşğğş şvermek için sabırsızlıktan nasıl ko a- ş I rak gelmi ti! Kapıyı açan Seher oldu. «Ba çavu oldum» sözünü evvelâ onun yüzüne attı. Artık şşşbabasının gelece i zamana kadar validesine ba çavu lu un ehemmiyetini anlattı: ki yüz ki i! ğşş ğĐşŞaka de il!... Bunlara nezaret etmek... Ya sabahleyin, ekseriyet üzere yoklama defterini o ğpkuyacak. Bu yoklama defterinden evde bîzar oldular. Ahmed Cemil mektepten geldi mi, ba ka şbir oyun yoktu. Do ru yukarıya sofaya çıkar, babasının ba çavu lu una mükâfaten alıverdi i ğşş ğğsiyah tahtanın ba ına geçer, mektepteki ciddî tavrı takınır, ba lar yoklama defterini okuma a, ve şşğdaima cevaplariyle... riyle... Mehmed efendi, Kırıkçe me... Mevcud! Necmi efendi, Fatih... Mevcud! Ruhsar efendi, Zeyrek... şNamevcud! ilâh. Bu defter bir kere okunur, ondan sonra hoca efendi gelir, meselâ hesap hocası — artık hesap hocasiyle arası iyile mi tir — hoca efendi sanki yoklama defterini açar. şş Hüseyin Nazmi efendi Saraçhane — bu Nazmi efendi imdi «Gencine-i Edeb» muharriri olan şgençtir — derse davet olunur. Hoca efendi sorar : — Efendi, darb neye derler? Hüseyin Nazmi efendi cevap verir: — Bir adedi di er bir aded miktarınca tekrar ederek ço altma a darb derler. ğğğ

— Geçin-tahta ba ına!.. ş Hüseyin Nazmi efendi tahta ba ına geçer, tebe iri eline alır, hoca efendi emreder: şş — 24605... Yazdınız mı? Ha! imdi bunu darbetmeli... 67 ile... Anladınız,mı? Ş Ahmed Cemil bazan bu taklid ile derste okadar dalardı ki babası gelmi , yava ça yukarıya şşçıkmı , arkasından annesiyle hem iresi gelmi ler, orada bir tarafa birikerek sessizce tatlı bir şşştebessümle kendisini seyre koyulurlar da o farkına varamazdı. Sonra gözleri oraya ili iverince şş şa ırır, donar kalır, elinden tebe iri nereye ataca ını bilmezdi. şğ Babası bu mektepten alıp kendisini Mekteb-i Mülkiyeye götürünceye kadar bu oyun devam etti, fakat orada Ahmed Cemile bir ciddiyet geldi. Artık kendisine büyük bir adam nazariyle bakma a ğba ladı. Hattâ - bu on dört ya ında çocuk -mektebe giderken çanta ta ıma a bile tenezzül şşşğetmez oldu. 3D MA VES YAH ĐĐ kitaplarını bir gazeteye sarar, koltu unun altına yerle tirir, bir kalem efendisi tavrını takınırdı. ğş Hayatının bahtiyarlık sahifeleri hep bu mektepte geçen mes'ud günlere aid lâtif hâtıralarla doludur. Hüseyin Nazmi ile asıl muhabbet iplikleri burada ba lanmı tı . kisi bir sınıfta idiler; ikisi de leyli ğşĐolmu lardı, o vakit aile hayatından uzak dü en bu iki genç kalb birbirile samimî bir karabet hâsıl şşetti, emel ve fikirde bir i tirak peyda ettiler. Zaten hislerinde, haricî tesirler ahz ve telâkkide, şefkârın tayin ve nak i tarzında bir anlayı ta idiler. Meselâ ikisi de bir şşşeyi tuhaf yahud garip bulmakta, bir fikri be enmekte yahut reddetmekte, bir vak'adan ğmüteessir olmakla veyahut ona lâkayd kalmakta müttefik çıkarlardı. Onun için sevi mek, o şinsanlar arasında okadar tatlı olmakla beraber okadar nadir tahalkkuk eden sevi mek, bu iki saf şve temiz kalb için pek kolay bir ey oldu. Hattâ o kadar ki bütün di er sınıf arkada larına yabancı şğşkaldılar, aralarında hususiyet di er bir kalbin i tirakine tahammül edemiyecek derecede idi. lk ğşĐsenelerde münasebetleri tehassüslerini teatiden ibaret kalırdı; fakat sonraları... Taze dima ları ğinki afa ba layıp okuduklarını anlama a ba ladıkları zaman, i te o zaman ikisinde de mütalâa şşğşşcinneti ba ladı. lk mütalâa heveslerine mahsus doymak bilmez bir açlıkla her ellerine geçeni şĐokumak istediler. Evvelâ hikâyeler, kitapçılardan kira ile alınmı yahut arkada larından birinden şşrica ile istenilmi terceme, telif bir alay hikâye okudular. Ekseriya beraber okurlardı, sınıfın bir ştarafında tenhaca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerle tirirler, Ahmed Cemil yava şşsesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve i itemediklerini; göz ucuyla süzerek itmam ederdi. ki refik şĐfikirlerini, kalbleri-ni bir kitabın bir sahifesinde böylece te rik ederlerdi. ş Bir aralık hikâyeden nefret ettiler; o ilk önce duydukları lezzet, hâsıl ettikleri tecessüs kayboldu; fakat okumak ihtiyacı olanca iddetiyle devam etti. Tarih okumak istediler, ellerine geçen bir eski ştarihi yarım bıraktılar. Mektepte zaten dersleri de il mi ? O kifayet etmez miydi ? Hülyaya - ğAhmed Cemil'in batı dillerinden terceme ile kullandı ı bir tabir ile -mafevkalarza okadar ğmeyelânı olan fikirlerini, geçmi zamanların mezarı demek olan tarihe sevketmekten lezzet ş

duymadılar, fakat bunu kimseye de itiraf etmek istemezlerdi. O MA VES YAH 3S> ĐĐ kadar hayal arayan gençler olamktan de il fakat görünmekte» korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına ğgeçtikleri zaman hülyaya mü-said bir saha aramakla me gul olan fikirlerine yeni bir pervaz şseması açıldı: iir... Ş O vakit iir namına vücude getirilen bütün yeni mahsulâtı okudular. Okumak tâbiri sahih olamaz: şonların arasından ko tular. Sonra derin bir menbadan ayrılmayan çöl yolcuları gibi yine o şci erlerine taze bir hayat veren menbalara ricat ettiler. Okuduklarını bir daha okudular, bazı ğparçaları ezberlediler; sonra buldukları eyler kifayet etmedi. Daha bulmak istediler, fakat şheyhat!.. Ruhlarını lâtif bir uyu ukluk içinde agu una alan bu ufuk,, bu iir ve hülya sahası okadar dar idi şşşki... O zaman aradıklarını bulmak için eski divanları okumak istediler. Fuzulileriy Nef'ileri, Nabileri Nedimleri ara tırdılar, bir aralık bunların bazısında hele Nefi'de buldukları şlisan ha meti fikirle-lerini örttü, hislerini bunalttı. Elfazm tantanası altında a ırdılar, güftesiz bir şş şbeste mırıldanmak kabilinden yalnız bu lisan mûsikisine aldanarak okudular, sonra o musikinin esas ruhuna dikkat etmek istediler. Fakat onlar, okadar sâmit yahut okadar taraka arasında o derece candan mahrum göründü ki ruhlarını istedikleri gibi titremekten uzak kaldı. Bi zaman geldi ki aradıklarını bulmaktan meyus oldular, mütalâaya küstüler, okumaz oldular. Bir kaç ay fikirleri âtıl kaldı, fakat bu atalet bir gün geldi ki o senelerce - mü-talâaanın tohumlarından filizler çıktı ını göstererek geçti, sanki, bir kı tan sonra bir bahar... Bu ğşgenç fikirlerin baharı inki afa ba lamı tı. Bir gün Hüseyin Nazmi utanarak Ahmed Cemil'e gece şşşyatakta söylenmi bir mehtap tasvirinin ilk dört beytini okudu. Ahmet Cemil itiraz etti; «Yatakta şmehtap tasvir etmek olur «ıu?» diyordu; fakat biraz da kızarmı idi. Ne için? Ertesi sabah o da bu şmehtap tasvirinin di er dört beytini yapmı bulundu. Artık i tigal vesilesi bulunmu oldu. Ya ğşşşmektep kitapları... Oh! Onlarla i tigal olunmayalı zaten pek çok zaman olmu tu. Zaten mektebe şşgirdikleri tarihten ba layarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememi lerdi. Smıfm şşorta mıntıkasında ya ama ı müreccah görürlerdi. şğ il Evvelce mütalâadan imdi mü aavreden çalabildikleri saatlerle ¦ders kitaplarına hasrettikleri şşi tigal kendilerini u orta mın-takada tutma a kifayet ediyordu. şşğ Bir tatil günü beraber geziyorlardı. Genç çocuklara mahsus bir iir hevesiyle her gezdikleri şyerde, her gördükleri eyi buna bir airlik vesile addederlerdi. Meselâ o gün köprüden geçerken şşbacalardan çıkan dumanlar için te bih yapmak, yahut Beyo luna çıkarken tesadüf ettikleri kürklü şğbir ba lık giymi minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söyleme e yeltenmek gibi şşğçocukça eyleri olurdu. Fakat artık te aürden kendileri de nefret duyma a, bunları kendileri de şşğgülünç bulma a ba lamı lar; dima larının içinde büyük fikirler bulup da onların büyüklüklerine ğşşğnisbeten küçük kalanların kendilerinden duydukları nefrete mü abih bir ey hisseder olmu lardı. şşş O gün Beyo lundan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular, camekânda duran ğ

kitaplara bakıyorlardı, ikisi de fransızcaya mekteplerde kabil olan derecede a ina idiler, belki bir şnebze fazla... Birden Ahmet Cemil dedi ki: — Ahî Bak serlevhaya... Mutlaka bir iir mecmuası olacak. ş Hüseyin Nazmi baktı, Ahmet Cemil'in gösterdi i kitap Edmond Haraucourd - un «L'âme nue» ğşiir mecmuası idi. Ahmet Cemil bunu hemen kendisine mahsus lisan ile «Ruhî Üryan» diye terceme etti. kisinde de bu kitabı satın almak için âni bir heves uyandı. Mahcubiyetle içeri girdiler, fransızca Đsorma a cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi. Ahmet Cemil'in ğtâbirince Hüseyin Nazmi maliye i leri müdürüdür, zira Ahöied Cemil'in daima bo yahut bo a şşşyakın cebine mukabil Hüseyin Nazmi'nin çantası daima dolu, yahut doluya yakındır. Kitabı aldıktan sonra bir yere gitmek istediler, hava güzel fakat so uktu. Hüseyin Nazmi dedi ki: ğ — Ne zararı var? Bak güne e! Bu güne in altında, bunu denize kar ı, Taksim bahçesinde, tâ o şşştepede, o Üsküdar'ın denize bakan levhasının kar ısında okuruz. ş Oraya kadar gittiler, imdiye kadar fransızca bir mün-tehabat mecmuasında görebildikleri köhne şbir kaç manzumeden ba ka bir ey okumamı lardı. Bu, ellerine aldıkları ilk iir kitabı oldu. şşşşTaksim bahçesine girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın pe in lezzetiyle kalbleri güya bir şesrarhane-nin acaip letafetlerine vusul için ilk adımı atıyormu casına tuhaf bir suretle mütehassis şidi. Tâ bahçenin sonuna kadar geldiler, orada ye il tahta sedirlerden birine ters olarak, yani şyüzlerini deniz cihetine çevirerek, kı güne inin hafif harare-tiyle yarı kızmı ta lara ayaklarını şşş şdayayarak oturdular. Kitabın neresinden ba lamak lâzım gelece inde mütehayyir idiler. Anlayıp şğanlayamamak meselesinden de korkuyorlardı. — Bir taraftan aç! bakalım, talihimize ne çıkar? Talihlerine «Makber» unvanlı manzume çıktı. Evvelâ Ahmet Cemil cehren, biraz mübtedilere mahsus tereddütle okudu. Birden anlayamadılar. iirin ötesinde, berisinde zihinleri ili ti, yabancı Şşkelimelerin üzerinde bir müddet durdular; sonra anladıklarını anlayamadıklarını çözüm anahtarı ittihaz ederek manzumenin kıraati bitince gözleriyle, susarak, ikisi de mü tereken uzun uzun şsüzdüler. Birden Hüseyin Nazmi: — Of! Ne yeis ile dolu bir iir!... Ne derin bir melal!... dedi. Ahmed Cemil gözlerini şayıramıyordu, sanki bütün maneviyatı bu ma mum iirin matemi altında eriyip gitmi ti... ğşş Hüseyin Nazmi ilâve etti:

— yice anlamak için zihnimde terceme ettikçe sanki bu güzel yeis levhasının renkleri hep Đsisleniyor. Kaçıyor. Dikkat ediyor musun? u iirin tavrmdaki ahenk meyus tarzına nasıl Ş şyakı ıyor? Bak nasıl hafif ba lıyor, evvelâ en hafif seslerden, kelimelerden mürekkep bir şşmukaddeme... Bir inilti na mesi gibi yava yava , sanki sürüklene sürüklene gidiyor... Terceme ğşşedince o hazin musiki, o matem edası kayboluyor... Terceme sanki bestesi kaybolmu bir güfte şgibi so uk... ğ Hüseyin Nazmi müddeasını isbat etmek istiyormu gibi kırık kırık tercemeye şba ladı: ' 5 ş «Sanki âfak bir memat amacgâhı olmu ... Kalbim, mezarlarının beyazlıklariyle zulmetler altında şyatıyor. Eski mer- Mai ve Siyah — P. 3 ot: merlerin arasında mezarımın levhası peri an bir raks ile şsallanıyor.» ' Ahmed Cemil gülerek Hüseyin Nazmi'ye baktı: •— Berbat oluyor: Saçma mı söylüyorsun? «Arz, sema, her ey mevsimini kaybetmi , bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir lem'a ı ıltısı yok! şşşYalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilâl ölülerimi mahbeslerinde lerzi dar ediyor.» ş Ahmed Cemil ilâve etti: — Sanki niçin «titretiyor» demiyorsun? Yahut Türk-çede mutlaka bir ey ilâve etmek lazımsa ş«lerzi darı ha yet ediyor» demeli ki kelimenin son medid hecası birden intıka edivermesin. Bak, şşşu üçüncü kıt'ayı «hepsi uyuyor» diye ter-ceme ne fena dü ecek. Bana kalırsa yine o tarzı şmuhafaza ederek terceme etmeli, fakat biraz ba langıcı süsleyerek: ş «Hepsi hâbidei sükûn... Sürür, ümid, a k, fazilet, cesaret... Îvîe7.aristanım ba ka bir hayat şşhengâmesinin mahvolmu kuvvetleriyle Jolu... Halbuki henüz kefenlerimin kâffesini tadat şetmedim. Hüseyin Nazmi atıldı: — Of! Bu halbuki!... Hem yanlı terceme ediyorsun. Tâ-dad etmek kelimesinin buradaki kuvveti şba ka olacak, terceme öyle olmak lâzım gelir, zannederim: şş «Henüz ölülerimin silsilesi bir hatimiyle vâsıl olmadı... Lâkin bazan bu azap cehenneminden kıvrananlar o zulmetlerin arasından feryat ederek, sanki elemleriyle istihza için kalkarlar; ve

kar ımda müstehzi heyulaları rakseder...» ş Bu terceme bitince birbirine bakı tılar, sonra yaptıkları tercemeden kendileri de utanarak şgülü tüler. Hüseyin Nazmi: ş — Aman, bu ne saçma eymi ! dedi. şş ikisi de bir müddet tercemenin so uklu undan ü üyerek sustular, sonra Ahmed Cemil aslını bir ğğşdaha okumak istedi; açık sesle, iirin mütehammil oldu u bütün meyus edayı in ad tarzında takip şğşederek, yava yava , dü üne dü üne tekrar etti. şşşş Ahmed Cemil'in sadasının ahengi samimî bir teessürle veznin a ır cereyanı üzerinden mariz bir ğseyelân ile akıyor, kelimeler uzun bir matem nalesi tarzında hafif ivacaclarla uzamı gidiyordu. Bu kıraat tarzı iirin yeis ve meıaımı ousouuın lcx-sir etti. Bu suretle manzume bitti i şğzaman her ikisi de sükût ettiler bu bir nevi sekir veren iir arabı beyinlerini lâtif bir surette şşuyu turmu idi. Öyle sâkit gay olma çasma kar ılarında1 güne in â aasıyle parıldayan levhada; şşşşşşş ştâ uzakta denizin abusuna süzülen Üsküdar'a, beride bir müddet devam edip sonra birdenbire kesilen Bo aziçi'nin manzarasına Üsküdar iskelesinden kalkan bir vapura, Be ikta 'tan kar ıya ğşşşaheste aheste geçen bir kayı a, uzun uzun baktılar. ğ Birkaç gün evvelden beri devam eden ya murlar yalnız o sabah dinerek, sema açılmı ;, güne ğşşhafif bir hararet ne reden ziyasını mebzul bir atıfetle saçmı tı. Bahçenin çok ya mur yemi şşğşotlarından, a açlarından, topraklarından bir bu kalkıyor; güne in altında titriyordu. Tâ ğğşkar ılarında Çamlıca tepelerinin üstünde, hava ihtizaz ediyor, ratıp topraklarından yükselen sisli şbir hava güne in altında, hafif hafif sallanıyordu. Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki şkitaptan fı kıran iir zülâli, kar ılarında titrek havanın altında bu ulanan güne li manzara, denizin şşşğşüstünde biribirini kovalıyormu gibi uçu up kaçı an ziya parçaları; beyinlerine lâtif bir uyu ukluk şşşşveriyordu. Öylece dü ündüler, dü ündüler. Sonra birdenbire Ahmed Cemil dedi ki: şş — Ah, neler hissediyorum da tahlil edemiyorum. Bir ey yazmak, o duyguların içinden bir ey şşçıkarmak istiyorum amma bir kere ne yazmak istedi imi tâyin edebilsem. urada — beynini ğŞgösteriyordu ¦— bir ey var, bir ey duyuyorum amma rüyalarda tutulamayan ekiller gibi şşşparmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir misin, nasıl bir ey? Bak u semaya, ne gö-r rüyorsun, şşmailiklerden mürekkep^bir mina deryası... Gözlerinle onun içine girme e çallı ; o mailikleri ğşyırtmak için u ra , ne görüyorsun- Mai... daima mai... De il mi? Sonra, bak aya ımı- zm ğ şğğĐaltındaki topra a, ne buluyorsun? Donmu , simsiyah bir renk... Of!... O siyah tabakaları ğşparçalıyarak içeriye bak; in, inr in, nekadar inebilmek mümkünse okadar in; ne buluyorsun? O siyahlar içinde ne buluyorsun? Siyah... daima siyah de il mi? i te öyle bir ey yazmak istiyorum ğşşki yukarı bakılsa mai ve daima mai; a a ı bakılsa siyah daima siyah... Bir ey ki mai ve siyah ş ğşolsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; fakat ah! O ne yazmak istedi imi bilsem; onu ğşöyle kar ımda resmi çıka- ş nlmı , tasvir edilmi görmek mumkun olsa; ı ıe o v»^.~~ nediyorum ki artık şşşölebilirim; hayatta nalını tamamıyle almı bir adam hükmünde gözlerimi kapayabilirim.. ş MAI V

* * * Bugünden sonra, bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o tulü tasvirleri, veremli kızlar a zından söylenme ne ideler, pejmürde çiçeklere hitabeler, çocu unun mezarında ğşğa layan anneler, Fuzuli'ye, Baki'ye, Nedim'e nazirelerle beraber yakıldı; tahmisler, ğtesdisler parçalandı; her eyden evvel okumak, duygularını terbiye etmek lâzım olaca ını şğanladılar. Yalnız yazmakla, daima i leyen amele gibi san'atm aynı mertebesinde kalacaklarını, şe er hakikaten san'at sahibi olmak isterlerse asıl san'at ehlile ülfet etmek onların hünerlerini, ğsırlarını tahlil eylemek lâzım gelece inde ittifak ettiler. Evvelâ mâkul bir tertip ile ba lamak ğşhevesinde idiler. Bir edebiyat tarihi silsilesi buldular. Sıra ile mütalâaya karar verdiler; evvelâ îlyadaları, Odiseleri okuyacak oldular; bunları yarım bıraktılar. Hüseyin Nazminin celbetti i ğbütün eski edebiyata aid kitablarm ötesinden berisinden be er onar sahife kesilmekle kaldı; daha şyakm zamanlara inmekte acele ediyorlardı. Yunan ve Roma edebiyatında teahhur edemediler, hattâ ortaça lardan sonra iki üç asırlık edebiyatı iki üç ayda esneye esneye, uyuya uyuya ğgeçtiler, tekrar yeis duyma a ba ladılar; biraz daha yakın zamanlara gelmek istediler; Goethe'ye, ğşSchiller'e, Milton'a, Yung'a, Byron'a, Hugo'ya, Musset'ye, Lamartine'e kadar geldiler; o vakit bu âlemin le-zaizile mest olarak uzun pek uzun bir müddet kalmak lâzım gelece i nazarlarında ğtaayyün etti. O iir ummanı içine daldılar. Derslerini artık kamilen ihmal eder olmu lardı, şşmektepte bütün kurtarabildikleri vakitler bunlara safedilmi oluyordu. Lisanda kuvvet aldıkça şşiir lezzetine kanamaz olmu lardı. O sene imtihanlarını pek zor verdiler, fakat bunun onlarca ne şehemmiyeti var?... Asıl imt'handan sonra iki ay tatile muntazir idiler, bu iki ay zarfmda istedikleri gibi okuyacaklardı. Fakat heyhat! Musibet insanları en z'yade ümide sarıldıkları hengâmlarda zedelemekten haz alır. Ahmed Cemü o iki ayı Hüseyin Nazminin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy'ündeki kö künde geçirme e hazırlanırken talih ken- şğ disi için di er bir ey hazırlamakla me gul idi: Babası bu sırada vefat etmi ti. ğşşş Ahmed Cemü için bu musibet öyle bir beklenilmeyen darbe idi ki bir müddet bütün beyni donmu gibi büht içinde kaldı. ş Ahmed Cemil'de iir ile uzun i tigal mariz bir hassasiyet husule getirmi ti, öyle bir hassasiyet ki şşşonunla malûl olanları ba kaları için, anla ılmaz, mâkuliyetine kat'î hüküm verilemez; şşhareketlerinde, fikirlerinde, duygularında bir büyüklük oldu una kanaat edilir de isabetini teslime ğcesaret edilemez muammalar haline getirir. Öyle bir hassasiyet ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmı ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kur un parçasiyle da ıtan şşğmeyuslardan, avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir arap i esinin yanında insanlıktan çıkma a çalı an bedbahtlardan, bütün o çirkinliklerden şş şğşmürekkep gösterir, insana «Kaç! Bu hayattan kaç!...» der; di er bir gün gözlerinin önüne bütün ğgüzellikleri döker; bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerin yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güne , etekleri denizlere dökülmü ye il da lar gösterir; «Sev! Bu şşşğtabiatı sev!...» der; bir gün bahtiyar di er bir gün bedbaht, bu dakikada âd, biraz sonra hazin ğşyahut bir anda kalıbı hem ne ve, hem gam ile doldurur; öyle bir hassasiyet ki bir hastalı a benzer şğde de ildir. Ah! Böyle hasta olanlar; onlara kendilerini sorunuz, marazlarını te rif etsinler. Emin ğşolunuz ki bu mümkün olmayacaktır, o mübhem ve mü evve ruh, bir lisanın erhine giremez, o şşşöyle bir iirdir ki mahiyeti belki kıymeti zaten vazıh olmamasından ibarettir. Ona bir lisan şbulmak, bir suret vermek mümkün olabildi i anda o asıl iir-likten çıkmı olur. O hasta ruh, bir ğşş

billur parçasıdır ki üzerine iirin ziyası isabet etsin, tahlil etmek mümkün olmayan, renkler şgösterir ve gözleri kama tırır. Onların ne oldu unu anlamak için onu parlatan ziya ile kendisinin şğarasına elinizi koymaktan hazer ediniz; yoksa gözünüzün önünde kalacak 38 MA VE S YAH ĐĐ olan sönük, donuk bir cam parçasından ba ka bir ey de ildir. şşğ Ahmed Cemil o musibete u radıktan sonra bütün duygu kabiliyetleri mahvolmu çasına camit bir ğşnefs hükmüne g'r-di. Artık leylî devam edemedi i mektebe yalnız gider gelirdi, okumazdı, hattâ ğsevgili airlerini, o ruhunun en samimî nedimlerini bile ülfete ayan bulmadı. Hüseyin Nazmi'den şşde •eskisi kadar haz almıyordu. Yalnız bir eyden haz ederdi: Sükût! Evde de bu sükût hazzına hürmet olunurdu. Babasının şvefatmdanberi aralarında hemen hiç ciddî bir bahis vaki olmamı tı; fakat bir gün geldi ki sükûtu, şbir müthi vazifeyi ihtar etmek için validesi ihlâl etmek lâzım geldi. ş Bir ak am validesi: ş •— O lum, seninle biraz ciddî konu mak lâzım geliyor. •dedi. ğş O vakit bu ana a zından çıkan her kelimeyi müteakip a lamak arzusuna ma lûbiyetinden ğğğkorkarak; bazan kö ede büzülmü , siyah ma mum gözlerini annesine dikmi bakan Ik-bal'e; şşğşbazan gö sü kabara kabara duran Ahmed Cemil'e bakarak, baktıkça tıkanarak, bazan da hiç ğbirisine bakma a kuvvet bulmayarak, peri an, bir tertibe uymaz, biribirini tutmaz, yarım yarım ğşcümlelerle babalarından bir ey kalmadı ını, kalan ufak tefe in biraz sonra bitmek üzere şğğoldu unu söyleye-\"bildi. Sonra yine sustular, bir aralık o sükûtun içinde muhtasar fakat ğkısalı ında müthi bir belagat gizlenen u sual irad olundu: ğşş — Ne vakit ahadetname alacaksın? ş Ahmed Cemil artık gözlerini kapadı, sanki dün sütüyle besledi i çocuktan bugün ekmek isteyen ğbu ananın peri an halini görmek istemiyordu. kbal'in — üzerinden bir bulut geçen siyah gözleri şĐ— indi. Bu ak am ancak bu kadar lâkırdı olmu tu, fakat birinci defa olarak ciddî bir zemin üzerinde şşsöylenen u bir kaç söz ş Ahmed Cemil'i tamamen kendisine iade etmi ti. ş Bu matemin kahrı altında ezilip kalan kalblere meta- et vermek için hayat vazifelerinin hâkim sadası kadar müessir ey olamaz. O geceyi Ahmed şCemil kâbuslar içinde geçirdi, ertesi gün Hüseyin Nazmi'yi bulma a karar verdi. Eren-köyü'ne ğkadar gitmek, o her sırrına vâkıf olan dosta bol bol derdini dökmek istedi.

nsan keder ve sevinç zamanlarında kalbinin tahammülünden fazlasını di er, hassas, Mr. kalb_, Đğile taksim etmek ister. Bu böyle bir ihtiyaçtır ki hiç bir maddî fâide beklemeksizin Ahmed Cemil'i Hüseyin Nazmi'ye sevkediyordu. Sabahleyin erken kalktı, bütün beynini ezen muammaların halli çaresi Hüseyin Nazmi'nin elinde imi gibi gidip onu bulmakta istical gösteriyordu. Sanki oturursa geç kalacakmı gibi vapurda bir şşyerde duramadı, zihninde bütün hâtıralar, fikirler donmu , yalnız bir nokta ya ıyordu: Valide-şşsiyle kâde ini ya atmak... Fakat nasıl?... Daha mektepten çıkmak için bir sene var, üçyüz bukadar şşgün ki herbirini geçirebilmek için ekmek lâzım... Bu ekmek sözün kalbinden so uk bir iz ğbırakarak geçerdi. O ihtiyar anne ... o henüz çocukluktan tamamiyle çıkmamı genç kız... Onlar şdaha neler isterler? Ah! Ahmed Cemil onlara neler vermek isterdi, amma nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek eyleri alsın da götürsün, o iki sevgilinin önlerine döksün, «bakınız, bunları şsizin için evet, bunları sizin için, size, ben aldım!» desin. Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi, nekadar mes'-ud!. Servet ve haysiyet sahibi bir babanın o lu, bugün dü- ünme e mecbur olmadı ı gibi yarın da mai et endi esi henüz saadet ğğğğşşrevnakiyle parlayan alnım elem çizgileriyle bozmayacak. Fakat ne beis var! Ahmet Cemil çalı maktan kaçan o cebinlerden mi idi ki henüz hayat mübarezesine ilk hatvesi-ni atmadan şfütura ma lûp olup kalsın. Hayat ile u ra mak, bu mai et mücadelesinde o da yumru unu sıkarak ğğ şşğhissesini alma a çalı mak icab ediyor, öyle mi? Ne için çalı masın? Bu suallere zihnen cevap ğşşverdikçe sanki dövü me e hazır-lanıyormu çasına ayaklarının üstünde biraz daha metin şğşduruyordu. Haydarpa a'dan trene atlamak, Erenköyü'ne çıkmak; mevkiften epeyce uzak olan Hüseyin şNazmi'nin havaî boyalı, bahçesi demir parmaklıklı zarif kö küne kadar gelmek için geçen zaman şbütün zihninin bu me galesine masruf oldu; fa- ş I 40 MAl kat kö kün parmaklık kapısının yanındaki zili çekece i sırada eli mûtat hilâfında titredi. Ara sıra şğburaya geldikçe cesaretle içeriye girmek âdeti iken bugün bir fütüvvet kapısının kar ısından şdermande bir müstedi gibi cesareti kırıldı. Birden, arkada ına yüre inin acılarını döktükten sonra şğonun bir nazarla: — Ne demek istiyorsun? Para mı lâzım?... demek isteyece inden üphelendi. ğş u dakikada duydu u cesaretsizlik bir türlü elindeki zili çekme e iktidar bırakmamı tı. Geri Şğğşdönmek, buradan, bu güzel kö kün, gözlerinin önünde servetin bir timsali gibi yükselen bu şbinanın kapısından kaçmak, avdet etmek, tâ o Süley-maniye'deki evce izin kuca ına atılmak, ğğbabasının henüz hayalini gördü ü o kö eci e kadar giderek: «Baba! Sen bizi ğşğbırakmamalıydın!...» demek istedi. Sonra bütün u, mütalâat silsilesini bir metanet hamlesi alt üst şetti. Oraya para istemek için mi gelmi ti? Onun istedi i ey kendisini dinleyecek br adamdan şğ şba ka bir ey miydi?... şş

Zili çekti. Tâ kö kün ikinci katından taraka ile bir pencerenin ye il parmaklıkları açıldı, Ahmet şşCemil ba ını kaldırdı; tatlı bir çocuk sesi sordu: ş — Siz misiniz, Cemil bey?... Durun, durun, kapıyı ben açayım, a abeyim hâlâ uyuyor... ğ Bu Hüseyin Nazmi'nin küçük kız karde i Lâmia idi. Ahmed Cemil'in u kadarcıktan dostu... On şşdört yasına giren çocuklarda mukaddematı görülen bir takayyüt ve tekellüf endi esini henüz şAhmet Cemil hakkında takınmaz, ona kar ı hâ-1 lâ Lâmia çocuk kalmı tır. Peri an haliyle, şşşhenüz taranma- f mı saçları ko tukça savrularak açık pembe kısa esvabının etekleri uçarak şşbahçeyi geçti, selâmlık kapısından henüz ba ı görünen u a a meydan bırakmayarak şş ğyeti ti, parmaklı ı şğ açtı. — Geldi inize nekadar iyi ettiniz... A abeyim sizi görünce a ıracaktır. Bu sene hiç gelmediniz. ğğş şĐkbal'i niçin getirmediniz?... Lâmia, çocukların teklifsiz görü tükleriyle bitmek tüken-] mek bilmeyen lâkırdıcılı ma serbest şğcereyan vermi , suallerin j cevaplarını beklemeksizin bir dakikada on meseleye temasa vakit şbulmu tu. ş Ahmet Cemil kö ke girerken dedi ki: ş _ Rica ederim, benim geldi imi haber verir misiniz? Lâmia: — imdi!... dedi, ve ko arak ğŞşAhmed Cemil'i yalnız: bıraktı. . . „....,. .. .. Hüseyin Nazmi'nin odasına girince dü ünmekten, yürümekten mütevellit bir taab ile hemen şsandalyelerden birine oturdu. Ah! Her geldikçe lâkaydâne oturdu u bu odanın bugün üzerindeki ğtesiri gayrıkabili tahlil bir eydi... ş Odanın bahçeye nazır ye il pancurları henüz açılmamı , aralıklarından güne in ziyası belli şşşbelirsiz süzülmü , pencerelerin uzun, koyu perdeleri yerlere dökülmü .. Sanki bu zulmetin şşortasından fı kırarak dikilmi korkunç heyulalar... Odanın ötesine berisine peri an konuluvermi şşşşsandalyeler, tâ kar ıda duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita, oda şkapısının iki cenahını i gal eden yüksek, Hüseyin Nasmi'nin bir nevheves israfiyle doldurdu u şğkütüphaneler... Ah! O da böyle bir odaya, öyle bir kütüphaneye, böyle kitaplara malik şolabilseydi! Hüseyin Nazmi'nin evinde bu his birinci defa olarak onun temiz dima ına dü tü. Bir ğşkar tabakasının saf beyazlı ı üzerine dü mü bir katre leke gibi... ğşş Bugün ihtiyaç ile, mai et dardiyle ilk cerihayı almı olan bu taze kalb u havaî boyalı kö kün u şşşşşbahçeye nazır lo odasında mevcut olmak lâzım gelen fikir sükûnuna, gönül rahatına, derin hayat şzevkine kar ı acı bir hüsran hissi duydu. ş urada oturmak, bu etrafını muhit olan e yaya tasarruftan do acak bir kanaat ve itminan ile Şşğoturmak, pancurlardan birini hafifçe oynatmak, öyle ki bu uyu ukluk getiren lo lu a halel şş ğ

gelmesin; odanın müphem manzarasiyle bahçenin güne li parıltısı arasında, i te uracıkta şş şpencerenin u asude kenarında okumak... ş Okumak!... Ahmet Cemil bunun üzerine neler bina etmi , ne ümitler kurmu tu! Sanki onu şşkitaplarıyle rahat bırakacaklardı. Zavallı çocuk! Edip olacaksın, i tihar edeceksin, de il mi? Ne şğuzak!... Annesinin hazin sadası henüz kulaklarında- tâ*: — Ne vakit ahadetname alacaksın? ş Demek, ahadetnameyi aldıktan sonra bütün o ümitleri bırakmak, evin ekme ini aramak için şğkimbilir nerelere gitmek lâzını gelecek... Biçare validesi! Ya kbal! Ahmet Cemil'in bu hâtıra ile Đbirden kalbi sızlayarak buruldu. Bak, Lâmia ne kadar pür-sürur, gülmek için yaratılmı bir çocuk! Ikbal'in dün ak amki hazin nazarı, ah, o şşçocu un gülmemeye mahkûm gözlerinde bir bulut altında duran ya katreleri... ğş Ahmet Cemil aya a kalktı. Sabırsızca, bütün\" varlı ına sirayet eden bu zulmetten artık ğğkurtulmak istiyormu çasına pencereyi açtı, pancurları itti, güne in co kun ziyasiyle beraber yazın şşşbaygın havası odaya hücum etti. Bo uluyormu gibi bu havayı olanca kuvvetiyle teneffüs etti! ğşOh!... — Vay! Bu ne fevkalâdelik!... Nereden aklına geldi?... Ahmed Cemil döndü, Hüseyin Nazmi'ye elini uzattı: — Sana ihtiyacım var. Bilsen, bugün ne için geldim? Beni ciddî dinleyecek misin? — Oogo!... Bu ne ciddiyet?... Neyin var? Otur bakalım. Oturdular; o vakit ba ka mukaddemeye lüzum görmeyerek, her türlü takayyütten azade, lisanını şefkârının peri anlı ına bırakarak, babasının vefatının haiz oldu u ehemmiyeti, çaresizli ini, şğğğmuinsizli ini, annesini, karde ini, bütün emellerinin aksine zuhur eden bu acı hayat hakikatlerini, ğşdün geceki o kısa muhavereyi, bütün ci erlerini yakan ıstırapları; u mai kö kün bu bahtiyar ğşşodasında Hüsyin Nazmi'nin önüne döktü. Hüseyin Nazmi yalnız dinliyordu, o da Ahmet Cemil kadardı, derin kırkılmı siyah ve sert şsaçlarının altında küçük ba ı, nahif çehresinde parlayan siyah gözleri, henüz terlemeye ba layan şşbıyıklarının altında ince donukça dudaklarıyla güzel ve zeki oldu u için sevimli bir genç idi. ğ Büyük bir alâka ile dinliyordu. Onun susarak ¦ dikkatle dinleyi i Ahmet Cemil'in üzerinde en iyi ştesiri yapmı oldu. Biraz evvel Hüseyin Nazmi'ye müracaattan korkan bu genç, imdi onun şşkar ısında artık ihtiyata lüzum görmemi idi. şş Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca, yalnız o vakit Hüseyin Nazmi baya ı sözlere ğtenezzül etmeyerek, hastayı hasta sıfatiyle muhatap ederek: — Ne yapacaksın?... dedi. — Evet, ne yapaca ım?... ğ — Yapaca ın eyi pek pek sade buluyorum. Evvelâ bütün çocuklara, bütün airane ğşş

dü üncelere: «Siz biraz durunuz!» demek, hayatı olanca hakikat ve maddiyetiyle kabul etmek, ş . jn. x » jj *-> — — — — madem ki ya amak için çalı mak lâzım geliyor, çalı mak. Bana öyle geliyor ki seni bu kadar şşşperi an eden ey çalı maktan korku de ildir, hayatın henüz bilmedi in bir eyine biraz vaktinden şşşğğşevvel vukuf hâsıl etti indir. ğ Hüseyin Nazmi sert elli bir cerrah gibiydi, fakat tam yaranın ni tere muhtaç olan yerine şdokunmu oldu. Ahmet Cemil de buna muhtaç idi. Çalı mak, evet, zaten demin de öyle şşdü ünmüyor muydu? Ne için çalı masın? Amma talih onu hayata zahmete girmeden tasarruf şşedenlerden biri etmemi , bundan ne çıkar? Bilâkis. «Ben hayatımı kendim kazandım? Ben yine şkendi i imle ya ıyorum!» diyebilmek. Ah o vicdan itminanı, o, acaba acıkmadan yiyenler gibi şşçalı madan ya ı-yanlar da var mıdır? şş Ahmed Cemil birden azim bir tesliyet duydu: — Elbet çalı aca ım!... dedi. şğ — Hem ne için emellerine bitmi nazariyle bakıyorsun? Seni meslek ihtiyarından menedecek bir şsebep görmüyorum... Mektepte yalnız bir senen daha var, onun için mektebi bırakmak katiyen olamaz. Geçinmek için de geceler var, sabahlar var, ak amlar var. Senin gibi bir adam her i şşyapabilir. Sanki ne için mütercimlik etmeyesin, hattâ hocalık... ¦— Hocalık mı? Çıldırdın mı?... Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi — Kimbilir?... dedi. Mütercimlik Ahmet Cemil'in fikrine daha mülayim gelmi ti. Kitapçıların on altı sahifelik hikâye tercümesine iki mecidiye şkadar para verdiklerini i itmi t. On altı sahife iki mecidiye... ki mecidiye! Bu parayı şşĐkazanabilmek ümidi onu âdeta mes'ut etti. — Acaba on altı sahifeyi kaç günde tercüme edebilirim? —• Kaç gecede demek istersin. Bilmem; belki alı mcaya kadar üç gecede... ş O vakit iki arkada bu fikrin pe ini bırakmadılar. Tercüme olunabilecek eyleri dü ündüler. şşşşHüseyin Nazmi'nin kütüphaneleri karı tırıldı, uzun uzun muhasebeler cereyan etti. Fikirleri hep şyüksekten uçuyordu, en mühim eserlerden ayrı-lanııyorlardı; Hüseyin Nazmi Lamartine'den «Raphael», Ahmed Cemil Musset'den «Bir zamane çocu unun itirafları» için ğ a j. i a n. ısrar ediyorlardı. Nihayet biraz okumaya karar verdiler, her ikisinin ötesinden berisinden karı tırmaya ba ladılar, okudukça kitapları ne için aldıklarını unutuyorlardı. Hele Ahmed Cemil şşartık Lamar tine'in, Musset'nin on altı sahifesini iki mecidiyeye satarak ya amaya çalı mak lâzım şşgelece ini artık aklına getirmiyordu .Sanki o mühim bahis demin teati • olunan dört lâkırdı ile ğhalledilmi ; bitmi gitmi ti. şşş Bu iki nefis eserden birinin, belki her ikisinin tercümesine karar verdikten sonra Ahmet Cemil

duramadı. imdi tercüme i i artık mai et bedeli olmak acılı ım kaybederek sene-lerdenberi tek Şşşğemeli olan muharrirlik meslekine tatlı bir mukaddeme hükmünü almı tı. Bunun hülyası, lezzeti şHüseyia Nazmi'nin ısrarlarına ma lûp olmayarak onu eve kadar evketti. ğş Validesine, kbale - gece zuhur eden mühim meselenin halli i te u elinde kenarlarının yaldızı Đş şparıldayan kitapların arasında saklı inıi çesine - mutmain bir nazarla bakarak: «Ben biraz şçalı aca ım.» dedi, hemen odasına çıktı. Ahmet Cemil her karar verdi ini hemen icra etrek şğğistiyenlerdendi. Hattâ, tamamen soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla kanaat etti. Odasının bir kenrmda cüâsı uçmu eski ceviz yazıhanenin önüne oturdu. Evvelâ Raphael'i şaçtı. Tercüme hakkında kendine göre efkârı vardı : Aslına tamamen mutabık kalarak cümleleri aynı terkip silsilesiyle aynı rabıtalarla tercüme etmek lâzım gelece inde musir idi. Ek cümleyi okudu. ğHenüz tercüme ile itilâfı yoktu. Okudu u hemen kolayca tercüme ediliverecekmi gibi kalemi ğşkâ ıtm üzerine koydu, ba lamak istedi. ğş Neresinden ba layaca ında tereddüt etti, bir daha okudu, kelimelerin sırasına riayet ederek şğcümlelerin her cüzünü birer birer tercümeye ba ladı. Bazan kelimeler için sadık bir muadil şarıyarak bazen buldu u lügatlerin ahengini altında üstünde bulunan kelimelele iyi bir mücaverette ğbulamadı ı için bir müradif dü ünerek, aslında tabiî ahenkle imtizaç eden küçük muterizaları ğştercümenin neresine soku turmak lâzım gelece inde tahayyür ederek, bir dakika evvel yazdı ı iki şğğke- limeyi dört satır a a ıya koymayı daha münasip buiarak, önündeki kâ ıtta yazdı ından ş ğğğziyadesini çizerek, bir âsi kelimenin arkasından uzun müddetlerle ko arak devam etti; belki bir şsahife tercüme etti, fakat ne harap edici bir yorgunluk... O, bir hayli tercüme etmi zannediyordu. Sonra bir aslına bir de önündeki müsveddeye baktı. şAncak bir sahife!... Böyle giderse onaltı sahife için ne kadar çalı mak lâzım gelecekti? ş Sonra tercüme etti ini okudu. nanamıyordu; yaptı ı tercüme bukadar çalı manın neticesi; u ğĐğşşruhsuz, renksiz eyden mi ibaretti? Bu dakikada hissetti i azîm keselâm, cesaretini birden kıran şğye'si yalnız duymu olmak için mutlaka hissiyatına bir suret vermek maksadiyle ümitsizce şu ra mak lâzım gelir. ğ ş Ahmet Cemil aya a kalktı. Odasında gezindi, bir aralık kitabı tekrar aldı, ortasından bir parça ğokudu, buna verilebilecek tercüme eklini dü ünerek süzüyordi1, hiddet etti, belki di eri şşğtercümeye daha müsaittir, dedi. Oru da okumak istedi... Artık iyice sıkılmı idi. Muvaffak şolamamaktan, iktidarını kâfi görememekten gelen bir sıkıntı... Odasının penceresini açmak, hava almak istedi: Evlerinin bahçesine — minimini bir bahçe ki Đkbal kendisine göre onun bir bahçıvanı idi — nazır bir pencere... Ah! Hüseyin Nazmi'nin kütüphanesinin penceresi, o güne le dolu bahçe, o ziya telâtumu, o toprak kokusu, orada duyulan şfikir hazzı... Bu kafesinin boyası solmu , pencere, u güne in kifayetsizli inden topra ı şşşğğyosunla mı bahçe... şş u dakikada bütün geçmi saadetinin güzel yuvası olan bu evce iz sanki bir i kence zindanı gibi Şşğş

Ahmet Cemil'i eziyordu. Burada ya amaya mecbur olmak: burada, u basma perdeli, tek şşpencereli dar odacıkta yazın u bunaltıcı sıcakla-riyle çalı mak... Ah! Ahmet Cemil zengin şşolaydı, evet zengin olaydı. Onun da Erenköyü'nde bir kö kü, kö kte müzeyyen bir kütüphanesi, şşkütüphanenin önünde lâtif bahçesi olaydı; La-martine'i, Musset'yi orada okuyaydı, fakat onaltı sahifsini kırk kuru a tercüme etmek için de il. şğ Duraladı, tekrar çıkmak için fesi ile setresini giydi, sanki soka a çıkarsa aradı ını bulacaktı. ğğ Yürürken muntazam dü ünmek, ne yapaca ına bir karar vermek istiyordu Bu kabil olamadı. şğZihni okadar da ınıktı ki dü üncelerine bir intizam veremiyordu. Zannetti ki yürümekte devanı ğşederse sinirlerini teksine muvaffak olabilecek. Babıâli caddesine kadar geldi. Bir yere gitmek için muayyen fikri olmadı ı zamanlar daima ğayakları onu oraya, ki-taphanelerin, matbaaların sırlandı ı u caddeye getirirdi. ğ ş Matbaa-i Osmaniye kütüphanesinin önüne gelince bir aralık durdu, uzun uzun vitrinde duran kitaplara baktı. Kapların üzerini okudu, bir müddet gözleri kûfî yazılmı bir serlevhaya tesadüf şetti. Bunu okumak için çalı tı. Bir aralık aklında yer tutan suale u cevabı verdi: şş — Ne olacak? Kitapçılardan birine müracaat ederim. «Tercüme etmek istiyorum, ne tercüme edeyim?» derim. Ahmed Cemil buna karar verdikten sonra caddeye indi, ara sıra u radı ı kitapçılardan birinin ğğdükkânına girdi, öte beriden, yeni kitaplardan, son haftanın risalelerinden bahsetti, sonra birden fikrini söyledi, kitapçı dü ündü, pek gev ek bir eda ile. şş — Olsa olsa hikâye tercüme ediniz. Ba ka kitaplar pez az satılıyor. Zaten hikâyeler de satılmıyor şya... dedi. Sonra birden kitapçı tavrını tebdil etti, aklına bir ey gelmi gibi: şş — Sahih; «Hırsızın kızı» hikâyesine devam etseniz ya! dedi. «Hırsızın kızı» bir hikâye idi ki dört cüzü ne rolunduktan sonra mütercimi vazgeçmi , tâbi de şşarkasını aramamı tı Derhal kabul etti: ş — Çıkan cüzlerle aslını veriniz; dedi, sonra biraz dü ünerek ilâve etti: — Fakat bir art ile: şşĐsmimi koymayacaksınız... Lamartine'den, Musset'den sonra «Hırsızın kızı!» te hülyalarının sonu! Đş O ak am Ahmed Cemil, tercüme dedikleri geyin bu kadar kolay oldu una a tı, iki saatte on şğş şsahife tercüme etmi idi, bu gidi le milyon kazanacak. şş Kâ ıtları annesinin önüne döktü: — te!... dedi... ğĐş

Bugünden itibaren Ahmet Cemil için mütemadi bir çalı ma ba ladı; mektebin tatil zamanından şşistifade ederek gecelerini, gündüzlerini garip vak'alardan mürekkep bir dola ık yumak icadında şmahir bir muharririn fikrinden çıkan ve kimbilir kaç ki inin kı uykularına türlü korkunç rüyalar şşkarı tıracak olan bu hikâyeyi; bu cinayetler ve acaip vak'alar silsilesini nefret ede ede tercümeye şhasretti. lk dört cüzün tercüme tarzından cesaret alarak zaten hiçbir ifade meziyetine yahut fikir Đzarafetine malik olmayan bu kitabı hemen bir hamlede tercüme ediyordu. Fakat bu me guliyetten şduydu u nefret çalı tı ı müddeti azap haline getirdi... Damarlarının içinde bir bestekâr kanının ğş ğcevelânmı duydu u halde ekmek yemek için gecesinin sekiz saatini murdar çalgılı ğkahvehanelerde müstekreh muganniyelere demkârlık etmekle geçiren bir kemancı gibi ruhu türlü bedialar yaratma a kabiliyet gösteren bu genç batakhanelerde bitmez tükenmez hırsız ğmuhaverelerini tercüme ettikçe kalbi nefretinden i erdi. ş ş Fakat asıl on be gün içinde sekiz on cüzlük müsvedde hazırlayarak onbe yirmi mecidiye şşalabilmek ümidiyle kitapçının dükkânına gidip tabiin para meselesine katiyyen yana madı ını şğgörünce, nihayet kızara kızara tercüme hakkını istemeye cesaret aldı ı zaman herifin : «Durun ğbakalım, bir kere okutturayım. Daha ruhsat alınacak... Hem basılsın, kaç cüz tutaca ını ne ğbileyim?» dedi ini i itince donup kaldı... Demek, evde günlerce kapanıp; havadan, o güzel ğşgüne ten halkı bütün stanbul'un en güzel yerlerine sevkeden^bu lâtif mevsimden nefsini mahrum şĐederek husule getirdi i bu çalı ma mahsulünü satabilmk için kitapçı dükkânına günlerce devam ğşetmek; u mülevves müsveddelerin arkasında ko mak, bugün ruhsat alınacak, yarın basılacak, şşşimdi elime para geçecek diye elîm intizarlar içinde bulunmak lâzım gelecek... Ahmet Cemil bir ey söylemeden çıkmı tı. Artık o gün eve gidip çalı madı, fakat ak am so uk şşşşğkanla dü ündü ü zaman devanı etmek lâzım gelece ine karar verdi: — bir kere nizamına şğğĐşgirinceye kadar... diyordu. Devam etti. Halbuki zaman geçiyor, eline para geçemiyordu. Bir aralık biraz mahcubane ısrar neticesiyle kitapçıdan yüz kuru alabildi. Hikâyenin ruhsatı alındı, haftada bir cüz ş n rine ba landı, tabım zügurtlugu daha çabuk ne rine müsait de ildi, demek haftada iki şşşğmecidiye... O da çeki e çeki e alınacak, kitapçı size sadaka veriyormu gibi burun kıvıra kıvıra şşşsekiz on talepten sonra verecek. Elinize öyle kümelice para geçmeyecek, hattâ alabildi iniz şğparalardan türlü akçe farkları kaybedeceksiniz, size en ummadı ınız neviden muhtelif paralar ğverilecek. Aman Yarabbü. Bunlar nerelerden toplanmı . Elli altı kuru a aldı ınızı elli üç kuru a şşğşbozduracaksınız, tediyat, daima sizin zararınıza olarak, kesirler kaldırılarak yapılacak, bunun mukabilinde de ne kadar zahmet, ne kadar intizar!... Yalnız tercüme kâfi de il, ruhsat pe inde ğşko malı, matbaada ba mürettibe yaltaklık etmeli, tashihlere bakmalı. Bunları dü ünürken içinden şşşkabaran geni bir nefesle: — Of!... derdi. ş Ahmed Cemil bu suretle ya ayabilmek mümkün olmadı ına kanaat hâsıl etti. Ba ka bir ey daha şğşşlâzım, bir çalı ma vesilesi daha icat etmeli, amma ne?... ş Kitapçının dükkânına devam ettikçe bazı eyler ö rendi kin bunlardan istifade yollarına şğmüracaat kabil idi. Kitapçılar ne rettikleri risaleler için makale yazanlara ehemmiyetine göre para veriyorlardı. ş

Ahmed Cemil bir kaçma yazı yazsa? Neye dair olursa olsun; fransızca eski yeni risalelerde, ceridelerde tercüme olunabilecek ne olursa olsun. Hüseyin Nazmr'nin mü teri oldu u risalelerin şğeksiklerinden, hayat nüshalarından istedi. Bunlardan en yabancı oldu u esaslara, en lakayt kaldı ı ğğbahislere dair tercümeler yaptı. Bunları kitapçılara götürdü, bazısını kabul ettirebildi, kabul ettirebildiklerinden bazısı için para alabildi. Fakat ne zillet mukabilinde!... Daima kalabalık olan kitapçı dükkânlarında daima me gul görünen kitaplardan daima ayıp olan para taleplerine şkatlanmak... « imdi yok...» — «Hâ! o makele mi? Yakında icabına bakarız» — «Üç gün Şsonra...» tarzında bir mü teriye kitap gösterilirken, me guliyet arasında, yahut kuru fasulye şşpilakisi yerken iri lokmaların müsademesi esnasında verilmi cevaplarla, mahrum, avdet etmek... ş Edebiyat âlemi, matbuat mesleki bu muydu? Hiç olmaz-. sa bu kadar zahmetine, eziyetine katlanmaya ba ladı ı u şğ ş meslekte altına imzasını gurur ile, iftihar ile koyabilece i eyler yazabilse... ğ ş Bir gün yine bir makale götürdü ü bir risalenin tabii — Faiz efendi isminde munsıf bir adam ki ğonun ihtiyaç derdini anlamı tı — dedi ki: ş — «Mir'at-ı uûn»için tefrikalık bir hikâyeye lüzum varmı , ba kası kapmadan imtiyaz sahibine Şşşmüracaat etseniz a... yi bir adamdır, ihtiraz etmeyin. Đ ihtiraz etme!... Ahmed Cemil pek iyi anlamı tı ki ihtiraz eden aç kalır: Haydi kendisi aç kalsın, şfakat evdekiler? Hemen o dakikada cesaretle «Mir'atı uûn» matbaasına girdi, imtiyaz sahibinin odasına kadar Şçıktı. O vakte kadar bir ceride idaresine girmemi ti; zihninde matbaa âlemlerini, ev-rak-ı havadis şidarehanelerini büyütür; ye il örtülü azîm yazıhanelerin yanlarında iri sakallı, altın gözlüklü, şyüksek söyler, yüksekten bakar adamlar tasavvur ederdi. u bir iki ay-danberi kitapçı Şdükkânlarında gördü ü numuneler henüz bu hayalleri büsbütün silmemi ti. ğş Hüseyin Baha efendiyi müdüriyet odasında kanepeye lâ-kaydane yaslanmı , ba muharrir Ali şşŞekibin parmaklariyle hemahenk olarak pest perdeden okudu u bir arkının ninnisiyle uyumaya ğşhazırlanmı görünce a ırdı, yle^inden kalkmaksı-zın yüzüne istifsarkârane bakan Hüseyin Baha şş şefendiye nasıl hitap etmek lâzım gelece inde tereddüt etti. ğ Fakat Hüseyin Baha efendi iri sakallı, altın gözlüklü bir sahib-i imtiyaz olmamakla benaber pek iyi bir adam tesirini yapıyordu. — Ne istiyorsunuz, o lum ? dedi; bu hitap Ahmet Cemil'e cesaret verdi, ne istedi ini anlattı, ğğHüseyin Baha efendi do rularak dinledi, sonra Ali ekib'i göstererek: ğŞ — Soralım da hakikaten ihtiyaç varsa... Ali Sekip döndü, o bu gence bir kaç kere tesadüf etmi ti. Bir hafta sonra, devam eden hikâye şbitecekti, « te, Ahmet Cemil bey tercüme etsin» dedi. Đş — Aman okudunuz mu, bilmem?

Ali Sekip o iyi yürekli adamlardan idi ki be dakikada dost olur, hasbıhale girer, her görü tü ünü şş ğsever, dünyada her eyi sevmek için yaratılmı tır. şş Mai ve Siyah — F. 4 Ali Sekip bir hikâye okumu , onu tavsiye ediyordu. «Durun bakayım? Burada mı?» Kitap şbulundu. Ahmed Cemil'in eline tutu turuldu. «Hemen ba layın!» denildi, o, sıkılmasa Ali e-şşŞkib'le Hüseyin Baha efendinin boyunlarına sarılacaktı: utana utana girdi i bu yere be dakikada ğşısınıvermi , be dakikada bu adamlar hakkında derin bir sevgi duymu tu. şşş te «Mir'atı uûn» ceridesine ilk intisabı böyle oldu. u ilk mülakatın evkiyle Ahmet Cemil bir ĐşŞŞşhafta içinde -— tatilin son haftası — cerideye bir ay kiyafet edecek kadar tercüme hazırladı. Ali Şekib'in tavsiye etti i bu hikâye de «Hırsızın kızı» tarzında bir eydi, fakat artık Ahmet Cemil ğşmü külpesent-li e lüzum görmüyordu; madem ki imza koymuyor... o imzayı asıl yazmak istedi i şğğeser için saklamak istiyordu. Para meselesi için ikinci mülakatta Ali ekibe açıldı. Artık teklifsiz bile olmu lardı. Şş Ali Sekip hemen: — Oh, bak, o nazik meseledir... hele ba layalım, ben sana para alîveririm. Elbette Hüseyin Baha şefendinin kara gözleri için çalı acak de ilsin a... idarenin sandı ı daima bo tur amma... sen bana şğğşbiraz kendini tanıtsana bakayım. Ba ka birisinin a zında terbiyeye mugayir telâkki edilecek bu sual onun a zında öyle saf bir şğğkalbden sâdır olmu görünüyor ki Ahmet Cemil garabetini fark bile etmedi. Dört lâkırdı ile şkendini tanıttı; o zaman Ali Sekip hiçbir kelime söylemeyerek elini. uzattı, kendisine bir muavenet eli ariyan bu genç eli samimiyetle sıktı. Bundan sonra Ahmet Cemil'in hayatı hemen takarrür etti: daima çalı mak, öteden beriden şmüteferrik olarak ayda üç dört yüz kuru kadar bir para kazanmak... ş Mektep açılmı tı. Hüseyin Nazmi ile beraber artık son sınıfta idiler! Fakat aralarında eski sıkı şrefakat mümkün olmuyordu. Biri leylî di eri niharî idi. Hüseyin Nazmi okuyor, Ahmet Cemil ğyazıyor, birinde fikir melekeleri servet kesbedi-yor, di erinde kabiliyetler yıpranıyordu. Bu hayat ğfarkı eski münasebet samimiyetini biraz izale etmi gibiydi. ş Bu son sene Ahmed Cemil derslerine büsbütün ihmal eder olmu tu. Sabahleyin mektebe şgidinceye kadar, ak am mek- ş tepten çıktıktan sonra, gece yatıncaya kadar i leyen, daima i leyen bir fikrin mektep derslerine şştahammül derecesi neden ibaret olabilirdi ? Zayıflıyor, sararıyordu; buna annesi lakayt kalamazda Sabiha hanım çocuklarının hiçbir halini ve hissini tedkik-ten hali kaımayan annelerdendi.

Bir gün annesinin önüne — «Mir'atı uûn'un idare memuru Ahmed evki efendiden aldı ı be ŞŞğşmecidiyeyi koydu u zaman Sabiha hanım dedi%ki: ğ — Daha'paramız bitinedi, o lum, sen beni israfE alı tıracaksın. Bizim idaremizden ne olacak? ğşBiraz da kendine baksana... Hem bu kadar yoruldu una da razı de ilim, sonra hasta oluverirsin... ğğ Ohmed Cemil güldü, analık efkatinden do an bi rikkat sözleri Ahmed Cemil'i birden be şğşya ındaki çocuklu una iade etti, kumral uzun saçlı ba ını annesinin dizine koydu: şğş — Ben çalı mayacak dursam nasıl olur, anneci im? Ben çalı malıyım ki bir gey olabileyim, ben şğşşimdi yorulsam sonra rahat edece im... hele bir mektepten çıkayım, bak ne olaca ım? O lunu bir ğğğmatbaa sahibi, bir ceride müdürü görürsen iftihar edersin, de il mi, anneci im? ğğ imdi Ahmed Cemil'in kalbine bu tazejpüt. dü mü tü. Bu ümidin üzerine ne hayaller nak etmi , Şşşşşzihninde neler tertip etmi ti! - ş Kitapçı Faiz efendiye bir ceride imtiyazı aldırtıyor, kendisi ba muharrir oluyor, Hüseyin şNazmi'yi beraberine alıyor, beheri be liralık hisse senetleri çıkarıyor, bir matbaa açıyor, hisseler şhâsıl olacak temettülerle yava yava imha ed'liyor, matbaa Ahmed Cemil'e münhasır kalıyor. şşBabıâli caddesinin bir münasip yerinde, meselâ Sirkeci'de dört yol a zında kö elerden birine zarif ğş— zihninde resmi bile çizili idi — bir dai-Ee; küçük bir araba, tek atlı... ziyade tantanaya ne lüzum var? O vakit gözlük de takacak. Gözlü e bilhassa ehemmiyet veriyordu. Sabahleyin ğSüleymaniye'den... — Yok, yok, o evi satıyorlar, ba ka bir yerde, daha nerede olaca ı tekarrür şğetmemi ti, bir ev... — Sabahleyin arabasına bindi i gibi askerce bir sesle emir verecek: şğ — Matbaaya!... Bu hayali dairma süslerdi, yegâne tesliyet medarı bundan ibaretti. Bunu, gece yata ında rahat ğrahat dü ünebilmek için hattâ yatmakta acele ederdi. ş Daha neler dü ünmemi , bu ümidin etrafında neler icat etmemi ti? Bütün bu mütebessim şşşhülyaların ara ma bir hayal de girerdi, fakat bu hayal pek seyyal idi, belli_belirsiz bir ş§ey... ...... Müphem bir çocuk çehresi, kimbilir kimdir? Ahmed Cemil bu çehrenin ismini bilmekle beraber saraha+le tâyine bile cesaret edemezdi. Mektebin *edris müddeti bitmek üzere idi ki bir gün ak am üstü «Mir'ati uûn» matbaasına şŞu radı ı zaman Ali Sekip kendisini görür görmez: ğğ — Ben de seni bekliyordum, dedi; sonra söyleyece i ey yanında tashihlere bakmakla me gul ğ şşolan Raci'den, Saib'den saklı imi gibi Ahmed Cemil'i tuttu: Hüseyin Baha efendinin odasına şkadar çekti götürdü: — Sana bir i buldum, dedi. ş Ali ekibin buldu u i bir hocalıktan ibaretti. Şğş

Ayda iki lira vereceklerdi. Haftada üç gece, ak am yeme inden sonra gider, zaten onun evine de şğyakın, çocuk pek küçük amma ne olur, bir saat kadar ders, sonra yanına bir u ak terfik ederler, şyine evine avdet eder. Sanki haftada o üç saat zarfında daha mı ziyade kazanıyor? Ahmed Cemil'in aylık muvazenesinde iki liranın pek büyük bir ehemmiyeti vardı. Ali ekib'den Şbu haberi aldıktan sonra güya demiryolu kur'asında büyük ikramiyeyi kazanmı gibi bir an evvel şeve müjde vermek üzere Süleymaniye yolunu her vakitten daha erken tuttu. Bu ak am mühim bir para müzakeresi açıldı. Sabiha hanımın, kbal'in arasında rey vermek üzere şĐhattâ Seher bile meclise davet edildi. Ahmed Cemil'in elinde kur un k&iem diyordu ki: ş — öyle böyle eve dört be yüz kuru giri;^*1, iki lira daha zam olunca madem ki ev kirası Şşşyok... Ba ka ne masraf kaldı?... ş Seher mutbak sarfiyatı hakkında fikirlerini söyledi: Aiı-nıed Cemil kâh annesine, kâh Seher'e gözlerini tevcih ederek muvazeneyi tanzime çalı ıyordu. ş — Daha? Daha?... Masraflar kalem kalem ilerliyordu, cedvelin her noktasında uzun konu malar oluyor, itirazlar şileri sürülüyordu. — Daha?. Daha?... Hep arıyorlardı. Daha ne var? — u yazıldı mı? eyi unuttun, galiba? Daha? Daha?... ŞŞ Nihayet Ahmed Cemil sütunun altını çizdi, toplamaya ha ladı, tolamının neticelerini birer şrakkamla i aret ederek hattın altına indirdikçe kalbinde bir heyecan duyuyordu. Yekûn ne şolacak?... Toplama bitince hayret etti. Herkes tam bir sükût ile neticeyi bekliyordu, o, toplamanın sıhhatine inanmadı, bir daha yapmaya ba ladı. ş — Aman, anne zengin oluyoruz. Bir hayli para artıyor. Hiçbiri inanmadı, Ahmed Cemil'in yanma yakla tılar, cetvelin her rakkamı tekrar okundu, şnoksan bi,r ey olmasın diye dikkat edildi: Seher bir* aralık: « ey unutulmu » dedi, «Ne?» şŞşdediler, « ey» dedi, eyin ismini bulamadı, kahkahayı salıverdiler, Seher utandıs kaçtı, toplama Şşbir daha yapıldı. Aıhmed Cemil elinde kâ ıdı sallıyor: «Zengin oluyoruz!» diye ba ırıyordu, sonra gözlerini ğğĐkbal'in gözlerine dikti:' — Artan para da lâzjn, de il mi anne? Gelin edecek kızımız var, dedi. ğ — Aman a abey, sen de!... ğ Ali ekib'in buldu u ders Vezneciler civarında idi. Büyük eski bir konak, iyi terbiye almı altı Şğş

ya larında zarif bir çocuk, biraz okumak biliyor. Çocu un babası — nazik bir efendi — Ahmed şğCemil'e takip olunacak hareketi tâyin etti: Çocu u idadî sınıflara ihzar etmek lâzım. Artık ne ğyolda tedris tarzı intihabı icabedece inde kendisini muhtar bırakıyor, en ziyade dikkat olunacak ğşey çocukta tahsil hevesi uyandırmak. Çalı masından memnun olmadı ı zaman kendisini haberdar eder. htarların bu kısmında çocu a şğĐğmanidar bir surette bakıldı, çocuk gözlerini indirdi, ders saatlerine gelince: « imdi kı girmek Şşüzere, tabiî geceleri tercih edersiniz, de il mi?... Avdet ikin kendisine bir u ak terfik olunur, ğşhaftada üç defa olsa kâfi...» Bu ak amdan itibaren ders ba ladı: fakat hocalı ın maddî güçlükleri hakkında henüz bir fikir şşğhâsıl etmemi ti. Çocu a biraz kıraat yaptırdıktan sonra ne yapmak lâzım gelece inde tahayyür şğğetti, be dakikada i bitti. imdi ne yapılacak? Çocuk bekliyordu, Ahmed Cemil âdeta şşŞsıkıntısından terledi. mlâ yazdırmak istedi, söyleyecek bir ey bulamadı, sonra okuttu u yeri Đşğyazdırdı, yanlı&ları tashih etti, bazı kaideye taallûk eden hataları izah etmek istedi. Çocuk yüzüne bakıyordu, bir ey anlamadı ından emin idi, büsbütün sıkıldı, «Bu defa bu kadar kalsın şğefendim, gelecek ders için kitap getireyim de...» Konaktan çıktıktan sonra âdeta geni bir nefes aldı, dün ak am geçim cetvelini enlendiren iki şşşliranın kolay kazanılmayaca ını u ilk tecrübe ile anlamı tı... ğşş Mektebin son imtihanları yakla tı. Bu sene dersleri büsbütün ihmal etmi ti; imtihan zamanı şşyakla tıkça içine bir korku giriyordu. ş «Ya sınıfta kalırsa!» bu korku zihinine ili tikçe —- insanları korkulu fikirlerden kaçmaya şsevkedes bir hisle — bunu hemen silip çıkarmakta istical gösterdi. Senenin on ayında artık çalı maya lüzum gördü. Bir yandan bir tâbie tercüme ediverdi i şğ»vocuklara malûmat» sürekli yayım, bir taraftan «Mir'atı uûn »için ikinci defa olarak ba ladı ı Şşğbir hikâye, haftada üç gecesini mahveden Vezneciler seferi derslere vakit bırakmıyordu. Uykusundan tasarruf etti; küçük odasında, herk<\" /azın hararetiyle yataklarında erkence uyudu u ğbir sırada kitaplarının üstüne e ilmi , mütemadiyen i lemekten yorulma a ba layan zavallı ba ını ğşşğşşiki ellerinin arasına almı , dirseklerinin üzerine dayanmı , artık haric-den gelen tesirleri kabul şşetmek istemeyen fikrine bir senedir mühmel kalan dersleri sindirme e çalı ırdı. ğş Korktu una u ramadı, ahadetnameyi alabildi, fakat bir ahadetname ki... Ahmed Cemil bundan ğğşşbahsedilmesine rıza vermez; zekâsına âdeta bir dûniyet veren bu hüccetten utanır. ahadetname aldıktan sonra hiç sevinmedi, ondan zaten büyük bir ey ümid etmiyordu. Artık Şşmai et tarzını bulmu tu; bu ¦ ahadetnamenin temini için çalı ması, ba ladı ı bir eyi bitirmi şşşşşğşşolmak azminden ba ka bir eyden ileri gelmemi ti. şşş Mektep bittikten sonra Hüseyin Nazmi ile hayat i tiraki hemen büsbütün bitti. O Harbiye şnezaretine intisap edecek, ara sıra da bazı risalelerde yazı yazacak... Ahmed Cemil hiçbir yere intisap etmiyecek, büsbütün matbuat âlemine atılacak, bir iki ders daha bulacak, para kazatoacak, «Mir'atı uun» heyeti talhririyesi arasında zaten yeri hazır... Hüseyin Baha efendi birgün Şgözlü ünü zapta çalı arak hizmetinden hiç menun olmadı ı Osman Tayyar'ı göstermi , kula ına: ğşğşğ

«Sen mektepten çıktıktan sonra buradasın» demi ti. ş Ahmed Cemil bu matbaada hemen herkesi severdi. Ba muharrir Ali ekib, sahibi imtiyaz şŞHüseyin Baha, idare memuru Ahmed evki efendi; bunlar o saf yürekli adamlardandı ki Şmülakatlarından bir in irah-ı derun his eder, acılıklarından bir ço unun zail oldu unu duyardı. şğğBir de. matbaa müdürü Tev-fik efendi vardı ki matbaaya hergün herkesten evvel gelir, küçük odasına girer. Daima küskün, daima sakit bir adam ki matbaada bir gölge gibidir, kimse ile konu maz, hiçbir eye karı maz, yalnız Ahmed evki efendiyle idare i lerine bakar. Matbaada şşşŞşöksürü ünden ba ka sesi duyulmaz; mariz, yazın kürk giyer, odasından mangal mayıs ortasında ğşkalkar bir ihtiyar... Bu adamla bir çift lâkırdı etmemi tir, mahiyetini bile bilmez. Matbaa şmüdürü? Ne demk olacak, matbaa müdürü ise kendisini göstersin, odasında kül e elemekten şba ka bir ey yapmayacaksa müdüriyetten vaz geçsin, Hüseyin Baha efendinin buna — hattâ bazı şşçarpık i lerine — tahammül edi ine bakılırsa bu adamın matbaada müdüriyet sıfatını takınmak şşiçin bir hususî hakkı olmalıydı. Bazan kula ına çarpan sözlerden yava yava anlamı tı ki ğşşşTevfik efendi Hü- eyin Baha efendinin eriki imi , galiba asıl sermaj'e de onun imi . şşşş Ahmed Cemil buna hiç ehemmiyet vermezdi, zaten bu üç ki iden ba kaları daima seyyar idiler. şşAltı ayda altı kere matbaa de i tirir adamlar... Bugün «Mir'atı uûn» matbaasında, yarın di er bir ğ şŞğceridede, bazan iki yerde birden. Meselâ Osman Tayyar dördüncü defa olarak «Mir'atı uûn» a Şintisap etmi ti. ş Ahmed Cemil ahadetname aldıktan sonra bu dördüncü defaya da hatime verildi. Hattâ bu defa şHüseyin Baha efendi Osman Tayyar'ın matbaadan çıktı ına dair ceridede iki satırlık bir ilân ğne rine bile lüzum gördü. ş Ahmed evki efendi o gün bir aralık Ahmed Cemil'e: Ş ¦— Oh!, hele u çapkından kurtulduk! imdi gitsin de ba ka bir «Mir'atı uûn» namına para şŞşŞalsın; demi ti. ş «Mir'atı uûn» a kat'î surette intisabından sonra Ahmed Cemil'in hayatı bir intizama girmi oldu: ŞşKitapçılar için çalı mak, mevkut risalelere makaleler yeti tirmek, «Mir'atı uûn» için hergün şşŞhavadis ve mütenevvia sütunlarını doldurmak, sabahtan ak ama kadar idarehanenin havı uçmu , şşmuhtelif renklerde lekeleri, mütenevvi ekillerde yırtıklariyle bir garibe halini almı soluk ye il şşşçuha örtülü yazıhanesinin kenarına ili erek — Ali ekib bir tarafta ismal-i ahval yazarken, Raci şŞötede bir risale-i mevkutede güzel bir manzumeyi tezyife çalı ırken, Hüseyin Baha efendi bîr şhesap meselesi için Ahmed evki efendiye çıkı ırken, ba mürettip mürekkepli elini kapının Şşşkenarına dayamı «mütenevviaya bir buçuk sütun daha lâzım!» derken — çalı mak; yazı imal şşeder bir âlet kabilinden uzunlu una kesilmi kâ ıtları tekrar okuma a vakit bulamayarak ğşğğdoldurup bir yenisine ba lamak; mütemadiyen i leyen zavallı ba ını dumanla uyu turabilmek için şşşşbiribirini müteakip yaktı ı sigaraların dumanı gözlerini doldurdukça durma a, sulanan bu biçare ğğgözleri dinlendirme e vakit bulamayarak yazmak; sonra yorgun zihininin bir kelimeyi ğbulabilmekten, yahut bir cümleyi rabt edebilmekten irkili i üzerine ileriye gitmek istemeyen ş

kalemi kâ ıdın üzerinden ayıramayarak durmak; bir müddet zihninin ataleti içinde gözler ğpencerenin rengi uçmu , e ri takılmı ye il astar perdesinin kenarından urada zihin- ş ğşşş 57 lerini öldürmektle me gul olan bu zavallılara bir istihza nazarı yollayan güne in iltimaına şşhasretle dalıp kalmak... Bu me gale içinde yemek için vakit bulamazdı. Ekseriyet üzere peynir ekmek üzümden te kil şşetti i ö le yeme ini güne sizlikten, havasızlıktan daima i tihasız kalan midesine zorla indirdikçe ğğğşşgüzleri bir ecnebi risalede tercümeye elveri li fıkra arar, yahut demin doldurdu u kâ ıtların şğğbirinde yeri bo bırakılmı bir kelime için lügat kitabını ara tırırdı. Bazan uyu mu bacaklarına, şşşşşmuttasıl oturmaktan yorulmu vücuduna bir taze hayat vermek için kalkıp biraz dola ır, yahud, şşpencerenin kenarında ayakta durarak kar ıdaki kaldırımdan geçenleri seyreder, bir aralık şmerdivenleri iner, soka a çıkar,, kitapçısına kadar gider, yeni çıkmı kitap varsa öyle bir bakar, ğşşyahud tabiin hatırı için tashihlerine bakıverir, yine matbaaya avdet eder... Bu hayat tarzı daima böyledir. Cuma yok, pazar yok, hergün çalı acak, hergün matbaaya esir şolacak, bazan geceleri nöbet bekleyecek, sahib-i imtiyazın odasında sedirin üzerine ili ip yatacak, şnadiren matbaada kendisine ihtiyaç olmayacak da biraz nefes alabilmek için Tepeba ına kadar şgidecek, yahud gidip gelme bir Bo aziçi seferi yapacak... ğ Fakat Ahmed Cemil bu hayattan mü teki de ildi. Çalı mak imdi onun için âdeta asabî bir illet şğşşolmu tu, durairuyordu. Yalnız ak amları evine geldi i zıaman yemek vaktine kadar minderin şşğüzerine boylu boyunca uzanır, dinlenirdi. Eve gelince val'desiyle ikbal o günün vukuat silsilesini naklederlerdi. O, yalnız dinler, ara sıra bir sual irad eder, onlar söyler, bin türlü hiçlerden mürekkep sözlerle ycr^nn zihnine biraz istirahat havası verirlerdi. Ahmed Cemil bu me guliyet hayatı ba ladıktan sonra sükûtu sever şşolmu , gençlere mahsus konu kanlı ım kaybetmi idi; fakat isterdi ki kendisine öteden beriden şşğşbahsolunsun. Bugün kom u Sabire hanım gelmi , o lu Ahmed efendi geliniyle kavga etmi de o şşğşaralarına girmi , barı tırmı , yine kıymeti bilinmezmi , ne de olsa gelin de il mi?... şşşşğ Buna uzun uzun, dudaklarında geciken bir tebessümle gülümserdi. Dün kbal Seher'le beraber sekiz ar ın basma almak için Kalpakçılar ba ına gitmi , yolda ĐşşşSeher'in ayakkabısının ök- çesi kopmu , deli kız: «Aman! Küçük hanım! Ökçem koptu» diye kalabalı ın içinde bir çı lık şğğbasmı ki... ş Ahmed Cemil bu hiçleri derin bir zevk ile dinler, dinledikçe sıcak bir günden sonra dü en yaz şya murlarının latif serinli ine benzeyen bir haz duyardı. ğğ Matbuat için çalı tı ına hiç müteessif de ildi. Zira bütün ümidlerinin mütemadi çalı ma ş ğğşneticesiyle zuhur edece ine kani idi. Fakat o Vezneciler'deki ders Ahmet Cemil'e o kadar a ır ğğgeliyordu ki e er ba ka türlü telâfisine imkân olsa o iki lirayı çoktan terk ederdi. ğş

Hiç olmazsa gecelerine tamamen tasarruf edebilse kendisini bahtiyar addedecekti. Evde kaldı ı ğak amlar bir müddet validesiyle konu ur. Seher'le alay eder, bilhassa kbal'i her lıangi bir sebeple şşĐkızdırarak e lenir, sonra odasına çıkarak ya sevdi i bir airi okur, yahud tercümeleriile i tigal ğğşşeder, yahud - iki gün sonra fena bularak atmak üzere - bir man-zumecik karalardı. Odasında seccadelerin üzerinde yuvarlanarak, minderlerde uzanark çalı ma a sarfeti i bu şğğzamanlar gündüzleri idarehanenin hasır iskelesinde geçen saatlerin me akkat mükâfatı kabilinden şbir istirahat devresiydi; fakat ihtiyaç derdi bu zamanları da tamamen kendine bırakmıyordu. \" sükuny,^ Haftada üç gece yemekten sonra evden çıkarak, bu y, kö esini bırakarak Veznecilere kadar gider; orada saatlerce V7 u ra tıktan sonra maiyetine şğ şverdikleri bir u a ın refakatiyim V evine gelir, o zamana kadar herkes^atnu ._oldu undan uze\" ş ğşğrine aldı ı anahtarla kapıyı açarak hafiîçe ayaklarının ucuna basa basa odasına girer, nihayet on ğaltı saatlik bir sâyiîı ıstırabı bahasına kazanılmı olan yata ına sokulurdu. şğ Asıl bu Vezneciler seferinden kı esnasında zahmet çekmi ti. Öyle ki ders günleri yeme ini şşğyedikten sonra mangalın ba ında ısınmak mümkün iken buna muvaffak olamayıp so ukta, şğkarların, çamurların içinde tekrar soka a çıkmak lâzım gelece ini dü ündükçe eve gitmekten ğğşkorkar olmu idi. ş Dersi oldu u ak amlar Ahmed Cemil sofrada matemi andıran bir sükût ile yemek yedikten sonra ğşküçücük kırmızı bakır majıgalla ısınan bu yuvacıkta annesini, karde ini yalnız bırakarak, hattâ geç kalmak korkusuyle şmangalın kenarına sürülen parlak sarı cezveden hissesini almayarak bilhassa bu gece seferleri için aldı ı siyah mu amba paltosunu giyer, «anne! ben gidiyorum, uykunuz gelirse beni ğşbeklemeyiniz!» der, kalbinde bu eve, u muhtasar aile oca ına bir hasret hissiyle soka a çıkardı. şğğ So uk!... Kı ın tipilerle esen rüzgârı paltosunun ba lı ından hücum ederek yüzünü tırmalar, ğşş ğbütün vücudunu kaplayan ürpermelerle titrer. Hasır iskemle üzerinde yazı- ile geçen bir günden sonra o küçük fakat irin sarı mangalın kenarından mehcur olmak, me kûk i lerle geçinen sefiller şşşgibi geceleri karanlıklar içinde ekmek parasına ko mak takat kıran bir der d idi. ş Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için durma a mecbur olur, iki ellerini ceplerine ğsokarak eteklerini dizlerinin üstünde zabta çalı a çalı a ta ların üzerinden sekerek yürür, bazan şşşduvarların kenarından bir gölge eklinde süzülerek geçer, güzergâhına tesadüf eden küme küme şbüzülmü köpeklerden korkarak yolunu de i tirir, bazan bir viranenin bo lu undan geçerken şğ şş ğşimdi bir el uzanıverecekmi , yakasından tutuverecekmi gibi kalbinde bir korku titremesi şşduyardı. Sonra bir aralık ya mur ba lar, omuzlarında, ba ında mu amba palotusunu dö erek sırtından ğşşşğ

süzülüp ayaklarına do ru akar, ne kadar k:vırsa bir türlü çamurdan muhafaza edemedi i zavallı ğğtek pantolonunu ıslatır... Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan nemi alınacak, kbal bir yandan ütüyü hazırlarken o matbaaya geç kalmak Đkorkusiyle üzülecek. Tenha karanlık sokaklar... So uk rüzgârlarla karı ık sıkı bir ya mur... ğşğ Ahmed Cemil o sokaklardan, o ya murun altından geçer, ta Veznecilere kadar gelir. Kapının ğönünde zile dokunmadan evvel bir nefes alır, sonra kapı açılınca henüz yeme ini bitirmemi ğşya lı elini silmemi u a ın tuttu u mumun ziyasiyle dar bir merdiveni çıkar, selâmlık odasına ğş ş ğğgirer, orada bekler, tâ ki küçük bey kitaplarını alıp haremden çıksın... — Hoca efendi, bu gün hiç çalı amadım, affmızı rica ede- ş rim. Mukaddemesiyle küçük bey girer. Ahmed Cemil'in her eyden ziyade bu hoca efendi tâbiri şcanını sıkar. Ne için? Canı sıkılma a hakkı var mıydı? ğ Çocuk küçük bir yaramazdır, fakat yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Ahmed Cemil şakirdinin hiç bir ze-rafete mugayir haline tesadüf etmemi olmakla beraber ufak bir serzeni şşyapsa çocu un calî bir mahcubiyet edası ile gözlerini indirerek içinden: «Budala! sen de... sana ğne oluyor? ister çalı ırım, ister çalı mam. Keyfimin kâhyası de ilsin ya!...» diyece inden şşğğemindir. Onun için daima affeder, zaten çocu un kendisiyle beraber bulundu u müddetten ba ka ğğşçalı madı ım da bilir. şğ Derse ba lanır; meselâ hesabdan taksim anlatılacak, arzın kürreviyeti izah edilecek, bir küçük şefsane okunacak, ele geçen bir cerideden imlâ yazdırılacak... Ah!. Ahmed Cemil bunlara bedel o küçücük sıcak odada minderin üzerine boylu boyuna uzanarak Musset'nin «Geceler» ini, Hugo'nun tema alarını, Lamartine'in «tefekkürat» mı okumak için nasıl bir i tiyak şşduyardı. ^W^ $cja^ ' Bir vakit gelir ki her ikisi de yorulur;(çocuk küçücük eliyle a zını saklayarak yalandan ğesnemeye! ba lar, Ahmet Cemil'in yorgun gözleri süzülürdü. Bir aralık! u ak görünür: şş«Hanımefendi haber göndermi , kucuk_bey.-aitek-y&rulmustar, diyor» sözü üzerine derse şnihayet verilir. Çocuk bir an evvel hareme gitmek, u ak da Ahmed Cemil'i bir an evvel evine şgötürüp avdet etmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla u ak arasında bir sania olması da şpek ziyade ihmal altında olmakla beraber, o aldanma ı terci'h ederdi. ğ Avdet ederken ba ka bir fasıl ba lardı. U ak yava yava Ahmed Cemil'le teklifsizle mi di. O, şşşşşşşbu lâubalili e sükûttan ba ka bir eyle mukabela göstermedi inden u ak evde la-kırdısız geçen ğşşğşhayatın öcünü kendisinden çıkarardı. Elinde mu amba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her defasında bir iki parmak şgeri kala kala nihayet yanında gitme e ba ladı ı Ahmed Cemil'e geveze u ak bütün dertlerini ğşğşdöktü, memleketinde kendisini bekleyen ri- anlısından bile bahsetti... Ahmed Cemil, yalnız dinler yahut dmlemeksızm susardı. Nihayet şsoka ın ba ına gelince u ak , f.;^e-- ^rt|k buradan gidersiniz», derdi. Ahmed Cemü hafif bir ğşş

selamla ayrılır, titreyerek anahtarı sokar, çamuriu lastıklerıyle mu amba paltosunu hemen ta lı a şş ğatar odasma çıkar, ıslak esvaplanm öteye beriye ili tirir Jata n W ta kendisine mukadder tek şğ Đdinlenecek yeri olan yata ına g ğ «Uyu zavallı çocuk, ye il eski çuhalı yazıhanenin kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük şnazlı çocu un daima esneyen çehresi kar ısında geçen o me akkat ve mihnet saatlerinden sonra ğşşşu sıcak temiz yata ın içinde, münevver mai bir semanın bârân-ı elması altında, tulûunu ğbekledi in ümit le uyu!...» ğ fjs^yafetini takip eden günün sabahı Ahmed Cemil matbaaya mûtadından biraz geç, gecenin bakıyye-i huma-riyle biraz sersemce olarak geldi i zaman Ahmed evki efendiden ba ka kimseyi ğŞşbulamamı idi. Sabahları inti ar eden cerideler idarehaneleri en ziyade sabahleyin asudedir; gece şşceride basılmı , sabahleyin afa ı müteakip müvezzilere da ıtılmı tır; yalnız postaya tevdi şşğğşedilecek olanlar ku aklanmakta, ter-tiphanede mürettiplerin telâ a lüzum görmeyerek kasalara şşda ıttıkları dökme harflerin seri darbeciklerle rjuttarid ahengi i itilmektedir. Muharrirler henüz ğşgelmemi , tütün kokusu henüz matbaanın mürekkep ve ıslak kâ ıt kokusiyle me bu havasını şğşdoldurmamı , Ahmed evki efendi henüz hücresine girip kâ ıdının üstünde daima çıtırdayan şŞğkalemini eline almamı tır, îdare memurunun kalem çıtırdısiyle müdürün öksürü ü matbaa şğmakinesinin dümdarlarıdır. Ahmed evki efendiye ne vakit kaleminden, o bitmez tükenmez Şnâli iyle kâ ıdın üzerinde — a ır a ır yürüyen bir öküz arabası gibi — o daima çı-tırdıyan şğğğkaleminden bahsolunsa: «Yok! ona ili meyiniz, o benim ninnimdir; ben hem yazarım hem o şninni ile uyurum» derdi. Ahmed Cemil idare memurunu en samimî temennasiyle selâmladı. Her sabah böyle bulu urlar, şdertle irler, öteden beriden bahsederlerdi. Ali ekib bu iki dosta yazıhanenin bir tarafında şŞhasbıhal esnasında tesadüf ettikçe nükte sarfetmek için iptilâsına uyarak Ahmed Cemil ile Ahmed Şevki'nin mah-leslerindeki mü abehetten «Ahmed efendiler yine birle mi ler,» derdi. şşş Ahmed evki efendi musahabe refikini görünce - söylemek istedi i eyi söyleyecek bir adam Şğ şbulamayıpta ilk tesadüf edenin üzerine atılanlan sabırsızlara mahsus bir telâ ile - Ahmed şCemil'in selâmına mukabele etmeye vakit bulamadan: — gördün mü bir kere çapkını? Bu ak am şyine evine gitmemi !... dedi. Ahmed Cemil Raci'den bahsolundu unu derhal anladı. şğ Ahmed evki efendinin ba lıca müntehabı olan lügatlerden biri de «çapkın» kelimesidir. Bu Şşkelimeyi hiç sevmedikle-riyle pek ziyade sevdiklerine hasreder; hattâ bir kere sevgi hissine lüzumundan ziyade kapılarak kendisini kaybetmi , sa-hib-i imtiyaz Hüseyin Baha efendinin şdizine elini vurarak «hay!: çapkın hay!» demi idi de sonra da bu gaflet hatasından dolayı zaten şkırmızı olan çehresi birkaç gömlek daha kurmızı-la arak üç dört gün kadar sahib-i imtiyazın şyüzüne bakama- mı idi. ş Ahmed evki efendi bu sabah u cümleyi pek hiddetle beyaz keten yele inin altında zorca Şşğzaptolunan göbe i yerinden sarsılarak söylemi ti. ğş Ahmed Cemil telâ etmeyerek sordu: ş

— Nereden anladınız? — Nereden anlayaca ım? Zavallı kadın yine öksüzler gibi boynu bükük çocu iyle gelmi , ğğşmatbaanın a a ı katında a layıp duruyor. Görsen, ne de güzel kadınca ız! Taze, mahzun edalı bir ş ğğğbiçare. Bedbahtlı ı her halinden belli. Karısını evde kimsesiz, yapyalnız, ihtimal ekmeksiz ğbırakıp ta kimbilir hangi kahbenin yanında vakit geçirmekte mâna var mı?... kide bir de Đ«Babanı nerede?» diye glen bu çocukla, matbaa halkının kaba kaba manalı gülü leri arasında şa layan o kadınca ızı gördükçe içim içime sı mıyor Alimallah!... Bir gün o çapkını tuttu um ğğğğgibi idaresinin penceresinden a a ıya ataca ım. Amma neye yarar? î bu biçarelerin derdine deva ş ğğşbulmakta... Ahmed evki efendi devam etti: kendisini tecrübe etmeden aile babalı ı ne demek oldu unu Şğğanlamadan, yahut o mukaddes vazifenin ehemmiyetini her türlü takayyütten vareste addedecek kadar kendilerinde duygusuzluk gördükleri halde evlenenlerden bahsetti. Kimbilir, u genç kadın şkimin, hangi baba ile hangi ananın nazlı bir kızıdır? Pek küçük iken evlenmi olacak, çocu undan şğöyle anla ılıyor. Belki onbe onaltt ya ında... Tutmu lar bilmedi i bir adama veri vermi ler, şşşşğş«Senin her eyin i te bu adamdır» demi ler. Sonra ana baba ortadan kalkmı , dünyada bu şşşşadamdan ba ka kimsesi kalmamı . Bir ay ya mes'ut olmu ya olmamı , kocası içme e ba lamı , şşşşğşşnihayet bir ak am evde küçücük bir çocukla yalnız kalmı . Bu genç kadın ne yapar? Kocası şşnerede kalmı ?... Bu gaybubet tekerrür eder olmu . Nereye gidiyor?... Nerede kalıyor?... Türlü şşfaraziyyat silsilesi ki her biri ci erlerinde bir ba ka yara açıyor, meram anlatamıyor, a lasa ğşğkıyametler kopuyor, hattâ... Ahmed evki efendi diyordu ki: — Evet, böyle bir herif bilirim ki karısı a ladıkça onu döverdi. ŞğĐnsan ilk önce karısını döven erkeklerden bahsolundu unu i itince: «Kimbilir? Karı nasıl daya a ğşğmüstahaktır.» demek ister... Evet, efendi içsin içsin, sonra: «Evde bakkaldan veresiye peynir ekmek alırlar.» tesellisiyle gitsin cebindeki parayı bir murdar a üfteye versin. Sonra eve gelince şkarısının a lamasına tahammül etmesin. O kadın a larsa, ba ırırsa yaygaracı denecek; daya a ğğğğmüstahak addedilecek. Buna, bir de, kadının kocasına â ık olmasını ilâve ediniz. te Raci'nin şĐşkarısı! Dünyada kendisinden kaçan u heriften ba ka bir ey dü ünmedi i bu sabah afak atar şşşşğşatmaz gelip urada a lamasiyle sabit de il mi?... Amma kocasını aramak için sabahleyin ba ını şğğşörttü ü bir matbaaya geliveren kadının muamelesini de süslü bir muamele addetmiye-cekmi iz. ğşBir de ona sormalı. Bu dereceye kadar dü mü olmak için kimbilir ne mecburiyetler görmü tür... şşş Ahmed Cemil derin bir teessürle dinliyordu. Ahmed evki efendinin sâde bir talâkatle söyledi i Şğbu sözler gözlerinin önünde bir facia âlemi açmı , cemiyet hayatı içinde göz ya larından şşmürekkep bir ıztırap sahifesi te kil eden acı bir bahsi bütün- müz'ic ve elîm tafsilâtiyle meydana şdökmü tü. Utan- ş masa a a ıda a layan Raci'nin karısına de il, bütün gözü ya lı zevceler için urada uzun uzun, ş ğğğşşsaf bir büka-i merhametle a layacaktı. ğ Bir aralık Ahmed Cemil'in gözüne bir ey ili ti. Ahmed evki efendiye göstererek dedi ki: şşŞ — Baksanıza, merdivenin ba ında duran Raci'nin çocu u de il mi?... Bir ey söyleyecek de şğğşgaliba cesaret edemiyor.

Ahmed evki efendi: Ş — Gel bakayım, o lum, gel!... Bir ey mi söyleyeceksin? dedi. ğş Çocuk — Kırkılmamı lepiska saçlı, dünyada vaktinden evvel dertle, mihnetle a lamaya şğba ladı ı için hazin bir hayret mânasiyle örtülmü zannedilecek kadar baygın gözlü; bir iki sene şğşevvelden alındı ı paçaları dizlerine yakla an soluk pantolonundan, bileklerini örtmeyen ğşyenlerinden anla ılan soluk elbisesi içinde, pejmürde yapraklar arasında yeni açmı bir gül kadar şşcana yakın bir çocuk — tereddüd ederek yakla tı: ş — zin verirseniz, annem size bir ey söyleyecek, dedi. Ahmed evki efendi refikina bakti, bir ĐşŞnazar teatisiyle kadınca ızı dinleme e karar verdiler. ğğ Ahmed evki efendi çocu un elinden tutarak dedi ki: Şğ — Senin ismin ne bakayım?... — Nedim!... — Bak bir kere! lk kabalık hevesiyle çocu a air ismi vermi de sonra... Đğ şş Ahmed evki efendi mütalâasını çocu un yanında ikmal etmek istemedi. Ahmed Cemil'i de bir Şği aretle davet ederek sofaya çıktı. Kadınca ız merdivenin kenarına dayanmı müsaade şğşbekliyordu. Ahmet evki efendi kendisine biraz vekar vererek, ve merasime mahsus sesini takınarak: Ş —• Ne istiyorsunuz, hem ire hanım?... dedi. ş Ahmed evki efendinin u suali üzerine genç kadın bütün matemli hayatının karanlık Şşme akkatlerinden genç sırna ma çekilmi bir ye'is perdesi gibi çehresini örten siyah peçenin şşşaltında henüz kurumamı kirpiklerini kaldırma a henüz gençlik gülü üne bedel ıstırap giryesi şğşsilâhı altında melûl ve kesif K> J. -L .«. XI 65 duran gözleriyle u mü fik çehrelere naze-i istimdad tevcihine bile cesaret edemeyerek titrek bir şşseda ile: — Demmindenberi size müracaat edip etmiyece imi dü ünüyordum, dedi; nihayet müraacata ğşkarar verdim de imdi ne diyece imi bilmiyorum. Zaten benim ne demek istedi imi siz pek iyi şğğbilirsiniz, de il mi efendim? Zevcimi siz de benim kadar tanırsınız... kide birde boynu bükük bir ğĐçocu un gelip babasını sordu unu da görüyorsunuz. Bu gün o çocu un elinden tutaran gelen ğğğ

annesini görünce bu zavallı kadının ne demek istedi i de anla ılmı tır, elbette... ğşş Kadın artık ilk itiraza u üç dört sözle galebe çaldıktan sonra, o, senelerden beri katra katra şci erlerine damlayıp her isabet noktasında bir ate tutu turan zehirin bütün acılıkları feveran etti. ğşşSöyleyece ine, ne demek istedi ine dikkat etmeyerek ; orada u mürekkep lekeleriyle simsiyah ğğşkesilen matbaa merdiveninin kenarına dayanarak, kar ısında yüzüne ba-kamaksızın teessürle ve şsükûtla dinleyen bu iki efkat çehresine, yamba ında bu facianın henüz e hasını idrak edebilecek şşşbir ya a gelmemi , fakat bütün elem ve ıstırabına gafil ibir erik olmu çocu un mahzun edasına şşşşğbakma a cesaret edemeyerek peri an bir lisanla imdiye kadar kimseye fa olu-namayıp da ğşşşteraküm ede ede artık havsalasının isti'abına muktedir olamadı ı acılıklarını hatırına geldi i gibi ğğsalıverdi... — Fakat ben kocamı aramak için de gelmiyorum. O beni arama a lüzum görmezse benim onu ğarswnaga mecburiyetim kalır mı?... Geceleri evine gelmeyen erke in elbette gidece i bir yeri ğğolmalı. Karısından elbette bir sebeple kaçıyor. Biz, zavallı kadınlar, kocalarımızın bizden kaçtıklarını görürüz de ekseriyet üzere kimin için bizi terk ettiklerini de bilmeyiz. Kaç kere niyet ettim, u babasının bir güler yüzünü görme e muvaffak olamayan çocu u elinden tutup o kadın şğğher kim ise ona götürmek, «Hanım, bakınız, bu çocuk babasına muhtaç bir çocuk, e er o eve ğgelmeyecek olursa bu çocuk genç anasının daima a layan gözlerinin önünde yava yava ölecek. ğşşBuna acıyınız. Babasını bırakınız!» demek istedim... Fakat bilir miyim, o kadın kimdir?... te Đşefendim, ben bu gün kocam için de il çocu um için geliyorum... ğğ Mai ve Siyah — F. 5 Genç kadın burada çocu una uzun bir nazarla baktı. Ah bu nazar!... Dünyada bedbaht bir kadın ğolma a katlanmak mecburiyetinden ba ka bedbaht bir çocuk yeti tirmi olmaktan mütevllit bir ğşşşye'sin bütün erhi bu nazarda mündemiç idi. Bir nazar ki çocu u sanki a layan bir buse ile ihata şğğetti. Sanki efkatten, rikkatten mürekkep bir dera u un mıknatısı cezbesi içine aldı... şğ ş O vakit bu genç kadın, her derdini yüzüne baka baka dü ündü ü, sanki onun masum simasına şğelemlerinin mersiyesini yazdı ı bu çocuktan artık gözlerini ayıramayarak bütün hissiyatını döktü. ğHenüz çocuk denecek bir ya ta iken bu adamın zevcesi oldu unu, çocuklu a mahsus tam bir şğğitimat ile olanca hissini ve fikrini ona hasretti ini, sonra yava yava kocasının kendisinden ğşşuzakla tı ına vukuf hâsıl ettikçe kalbinin nasıl yırtıldı ını, muhabbet devresinin ilk smeresi daha ş ğğ«Baba» deme e ba lamadan babasının onunla beraber annesini de unutup haftada dört be gece ğşşevin semtine u ramama a ba ladı ını, eve geldikçe titizli inden, sarho lu undan ba ka bir eyle ğğşğğş ğşşgaybubetini unutturmadı ını birer birer döktü, bu güne kadar sabretti ini, tesellisini a lamakta ğğğaradı ını söyledi; fakat artık... ğ — Evet, artık tahammüle imkân kalmadı. Bakınız, yalnız son vak'ayı anlatayım; bu gün arsız bir kadın gibi beni size müracaata mecbur eden de bu... Babamdan, annemden bana bir ey şkalmamı tı, zaten gelin ederlerken de pek az ey vermi lerdi. Kocam daha onların hayatında iken şşşon liralık bir küpemi aldı, mahvetti; güya beni Emniyet Sandı ına terhin olunmu diye aldatmak ğşistiyordu. Pederimle validem ortadan kalkınca yalana da lüzum kalmadı, küpenin satıldı ı ğmeydana çıktı. Bir. yüzü üm, iki altın bilezi im vardı. Onlar da birer birer gitt Tabiî ses ğğçıkaramıyordum; e er kazandı ı para bir o luyle bir barısından ibaret olan evini geçindirme e ğğğğkifayet etmeseydi hattâ müteessir de olmazdım;- fakat bu paranın kazandıklanyla beraber ba ka ş

birisine sarf olundu unu hissediyorum... Nihayet her ey bitti, satılacak aı™ük bir ' ey kalmadı. ğşşBirkaç günden beri galiba parasızlıktan olmalı — her vakitten ziyade hiddeti vardı. Evin içinde sanki bir ey arıyormu gibi bir hayli dola tı, sonra bir aralık önüne dikilerek: «Nedim'in kâ ıtları şşşğnerede?» dedi... Zavallı babam, ne olur ne M A 1 V iÜ olmaz diye di inden tırna ından artırarak üç tane Demiryolu hisse senedi almı , ölürken bunları şğşNedim'e bırakmı tı. Kocamın kâ ıtlar dedi i bu idi... Küpemin, yüzü ümün filân gitmi olmasına şğğğşehemmiyet vermedi im halde çocu un dünyada yalnız u kâ ıtlardan ibaret olan servetini, ben ğğşğölürsem elinde kalacak olan u tek kuvveti artık bu adamın eline vermek bir hıyanet, af şolunamayacak bir kabahat oldu unu anladım... «O kâ ıtları veremem» dedim, o vakit üzerime ğğhücum etti, «ya öyle ise ben sana gösteririm...» dedi; ve... Genç kadın ikmal edemedi, kadınlık hicabı ikmale mani oldu; bundan sonra göz ya larını şzaptedemedi, bir müddet öyle hıçkıra hıçkıra a ladı... ğ Ahmet evki efendi ile Ahmet Cemil bu facianın kar ısında bir hürmet ve merhametle sükût Şşediyorlardı. Ahmet Cemil —¦ bir ceridede sefaletten intihara mecbur olmu bîr aile pederine, sokakta kolu şkırık bir çocu a, meza-nstanda on be ya ında verem bir kızın kabrine tasadüf etse dünyaya ğşşküsmek hassasiyetinde yatırılmı olan bu rakik air -— u feryad eden iirin hüznüne kar ı şşşşşmephut olmu , sanki donmu kalmı tı. şşş Nihayet genç kadın ba ını kaldırdı: — Kâ ıtlar henüz bende, fakj^t o vakittenberi eve gelmiyor şğve gelmiyecek, yahud gsise bile bundan sonra hayat büsbütün cehennem olaca1^.,. Ben nasıl olsa geçinirim; elimden her ey gelir. Dikj.§ dikmek, bir evde yemek pi irmek, çocu um için bunlum şşğhepsine katlanırım, ona haftada be on kuru verebilmek î#n, ne olur hizmetçilik de şşederim... Fakat* \"çocuk ne yapsın, efendim, çocuk?... i te size bunun için ge-iiyorum, çocu u şğböyle bırakma a babası razı olabilir, fakat ' \"ben nasıl razı olurum? Okumak lâzım, ben ğhizmetçilik etme e mecbur olayım, fakat onu ileride u aklı a mecbur olmaktan kurtarmak lâzım ğşğde il mi?... ğ Ahmed evki efendi, zihninde bir mü külün halliyle me gul imi gibi iki parma ının arasında Şşşşğçenesini sıkıp duruyordu; sonra biraz tereddütle, biraz hicap ile ve söyleyece i eyin refikince de ğ ştasvibe mahzar olup olmıyaca ını anlamak i tiyomu casına Ahmet Cemilin yüzüne bakarak dedi ğşşki: __ E er merakınız yalnız çocuktan ibaretse onun elbette bir kolayını buluruz. Meselâ buraya ğgelebilir.;. Matbaa da bir mektep de il midir? Burada muharrir efendilerin herbi-rinden iki söz ö rense âlim olur gider. ğğÇapkının - Ahmed evki efendi mümkün de il bu kelimeden vaz geçemezdi - zekâsı gözlerinden Şğbelli... zevcinize gelince: O mühim bir mesele,er-keklerin bazı gaflet zamanlan olur ki bir müddet vazifelerini terk etmelerine sebebiyet verir, fakat... Kadın atıdı:

— Rica ederim, o bahsi kapaynız, ne lüzumu var?... Çocu um hakkındaki merhametinize ğte ekkür ederim. Bu ya ta bir çocu un - hususiyle anası babası hayatta iken - hangi mektebe şşğgönderebilirim ? Mahalle mekteplerinden birine göndermekle maksad hâsıl olsa! Kocam, o, ne isterse yapsın, ben, çocu umun zamanı bo geçirmedi ine emniyet hâsıl ettikten sonra her ey ğşğşyapabilirim. Bir küçük diki makinası bir kadınla bir küçük çocu un ya amasına kâfi de il midir? şğşğ Matbaanın u tenha saatinde merdiven ba ında cereyan eden bu muhavere artık bitme e şşğyakla mı tı. Kadın Nedimin elinden çekti: «Tekrar te ekkür ederim, efendim, elbette bir kere şşşbabasına da söylersiniz, de il mi» dedi; Ahmed Cemil ile Ahmed evki efendi uzun bir ğŞmerhamet nazariyle u f acia— zihayatı takip ederken gözleri daima ya lı olan bu talihsiz genç şşkadın, annesinin gözlerinde ne ve veren bir gülü görmemekle çocukluk sevinci masum şşçehresinde donnuı olan biçare çocu u yava yav çeke çeke matbaanın merdivenlerinden indi. şğşşAhmed evki: — te!... dedi. Sanki bu kelime a zından biraz ^wel söyledi i sözlerin ŞĐşğğ hülâsası gibi dü mü tü. şş * * * Ahmed Cemil yazıhaneye teveccüh etmek üzre iken merdivenden birisi çıkmakta idi. Ba ını şçevirdi. Hüseyin Nazmi-nin u a ını gördü. ş ğ Hüseyin Nazmi kendisine bir tezkere göndermi ti. Diyordu ki: ş «Bir haftadan beri inmiyorum. Ufak bir nezle, yahut daha do rusu büyük bir tenbellik beni ğevden çıkarmıyor. Ben çıkmazsam «Gencine i Edeb» de çımayacak, onun için bugün matbaada i i bitirdikten sonra - gece derslerin varsa talik e-derek - bizim idareye u rarsın; ne kadar şğmüsvedde filân bulursan toplar, bu ak am bana gelirsin: u i i ba ka birisine şŞşş de havale debilirdhn, fakat yalnızlıktan patlıyorum gel de biraz gevezelik edelim...» Kur un kalemiyle bir buru uk kâ ıda atılıvermi olan u peri an sözlere bir de küçük zeyl vardı: şşğşşş «Lâmia'ya bir ey vaadetmi sin, ba ımın ucunda «unutmasın» deyip duruyor.» şşş U a a: — Peki! dedi. Lâmia'ya ne vaadetmi ?... Katiy-yen hatırına gelmiyor. Son defa olarak ne ş ğşvakit görmü tü? Bir ay kadar oluyor. Ahmed Cemil bir ay evvelki günün bütün teferruatını şzihninden tekrar geçirmek istedi. O Hüseyin Nazmi ile bahçede geziyordu. Bir eye dair şkonu uyorlardı. Dalgın dalgın yürürken arkalarından bir ey çarpmı idi. Bu Lâmia idir çember şşşçevirirken üzerlerine gelmi idi. Hüseyin Nazmi o vakit kızmı «senin ya ında çocuklar çember şşşçevirirler mi?» demi idi de Lâmia istihzalı lâtif bir göz kırpmasiyle «pencerede oturup da iir mi şşsöylerler?» demi , bir de, muhteriz kahkaha-cıkla istihzanın rengini takviye etmi idi. i te Ahmed şşşCemil o vakit bir ey vaadetmi idi amma ne idi.?... şş Ba mürettip bu dü ünceye fasıla verdi: — Beyefendi, tefrikaya iki sütun lâzım... şş — imdi!... dedi, hay eytan hay! Bunu unutmakta mâna var mı? Ne idi yarabbi, ne idi... Şş

Yazıhanenin kenarına oturdu, istedikleri iki sütunu tercümeye ba ladı, fakat bu tercüme mihaniki şbir i kabilinden fikrini i gal etmeksizin yürüyordu, fikrinde yalnız bir sual bütün örtülü hâtıraları şştırmalaya tırmalaya tekerrür ediyordu: «Ne idi acaba?» Pencereden soka a bakmakla me gul olan Ahmed evki efendi birden döndü: ğşŞ — te Said'le Saib geliyor, ak amı beraber geçirmi ler olmalı. Rari'den haber alırız... Đşşş Saib'le Said — Saib havadis vermek için, Said de Saib'i taklit etmi olmak için — merdivenleri şyıkarcasma atlaya atlaya çıktılar. Saib Ahmed evki efendiye sordu: — Raci gelmedi mi? Ş Ahmed evki efendi burnundan cevap verdi. Saib'den o kadar nefret ederdi ki ne vakit ona Şlâkırdı söylemek lâzım gelse a zıyle söz söyleme i tenezzül addederek burnunu konu ma vasıtası ğğşittihaz ederdi: —¦ Ooo! Biz onu Palais de Kristal'de bıraktık'. çti sızdı; orada murdar, kart bir karıya tutulmu ... Đş Ahmed evki ile Ahmed Cemil bakı tılar. Şş — Görülecek ey, karı Reciye ne nazlar, ne cilveler yapıyor... Ya Raci'nin hâli! Karının yüzüne şbaygın baygın bakıp gazel söyleyi ini görseniz. Dur bakayım, dün ak am karının gözlerine bakıp şşbakıp da bir beyit söylüyordu: ule i handerizi zühre midir Ş Saib a a ısını tahattur edemiyordu. Said ikmal etti: O siyehnûr çe§m-i ef an ş ğş Ahmed Cemil gülerek: ¦— Aferin Raci! Epeyce taze renk gösterme e ba lamı ! dedi. ğşş — Hele karıyı görseniz. ri bir Alman, yarım yamalak türkçesiyle Raci'nin gazelleri için: «Ne Đdiyu ?... Ne diyu ?...» dedikçe biz Said'le kırı tık. Sonra baktık ki oradan kaldırmak mümkün ğğşde il, bizi de salıvermek istemiyor. Öyle bir asılıyor ki!... Sıvı ıncaya kadar.. ğş Saib'in hikâye bakiyesi gürültüye karı tı, Ali ekib ba -mürettibi ça ırarak merdiveni çıkıyordu. şŞşğAhmed evki efendi Ahmed Cemil'in kula ına e ildi: Şğğ — Bu ak am Palais de Cristal'e gidelim; dedi. Ahmed Cemil refikinin fikrini anladı: ş — Bu ak am kabil de il, ben Erenköyü'ndeyim, isterseniz yarın ak am... şğş * * * Lâmia'ya vaadetti i eyi tahattur edemeyecek olursa... Hep zihninin içinde bu vardı: Acaba ne ğ şidi?...

7 : Ahmed Cemil; i ini istical ile bitirdikten sonra «Gencine-i Edeb» idarehanesine u ramı , bütün şğşmüsvedatı toplamı , Lâmia'ya vaadetti i eyi tehattürden ümidini keserek vapura binmi ti. şğ şş Ahmed Cemil'in, Hüseyin Nazmi ile uzun çocukluk arkada lı ı neticesiyle aralarına ne kadar ş ğfasıla gelse yine zeval bulmaz bir yakınlı ı vardı ki buna hiçbir sebeple sekte gele- ğ ıvxcitı,ı;p ıın^auuuaiı uır sene uaaue un uuu'i aıa.- nıaktan, bulu mak ihtiyacına uymaktan hâli kalmamı lardı. Hüseyin Nazmi hemen her gün şşsabahley'n «Mirat-ı uûn» idaresine u rar, Ahmed Cemil refikini iki gün görmese Umûr-u ŞğŞehbenderi kalemine yahut «Gencine-i Edeb» idarehanesine ba vurur, hiç olmazsa ayda bir şgecesini Erenköyü'nde geçirirdi. ki arkada küçüklükten beri hissiyat ve efkâr te rikine o kadar Đşşalı mı ları ki yekdi erinden birkaç gün iftirak etseler mânevi tamamiyetlerine nakısa gelmi şşğşzannederlerdi. Kö kün yanma gelince parmaklı ın arasından Lâmia'nm yine çemberi önüne katarak bahçenin şğdar yollarında ko tu unu gördü. Kendi kendisine: « fena!» dedi. ş ğĐş Zili çekti, Lâmia'nın elinden çember kaçtı, de nek bir yana fırladı, kapıya ko tu. ğş — Haniya benim ey?... ş — Ne? Lâmia derhal darıldı, kıpkırmızı oldu, küçücük çehre-i ne- atmı bir dargınlık bulutu .kapladı, şdargın bir sesle: — Hem vaadediniz de hem sonra ne diye sorunuz?... Ahmed Cemil bu hiddetin lâtife ile önü alınabilece ine ğ hüküm vererek: —- imdi o' ey alınmadı diye kapı açılmayacak mı ? Şş Lâmia kapının dü mesini çekti, bir kelime bile ilâve et-miyerek ko tu, çemberiyle de ne ini ğşğ ğaldı, Ahmed Cemil'in önünden bakmayarak geçti. Hüseyin Nazmi kütüphanesinin penceresinde idi: — Bu vakitte mi gelinir? Sabahtan beri seni bekliyorum. ¦— Tamam, bir de sen darüsaa! Bari geri döneyim.

— Ba ka kim darıldı?... ş — Lâmia'nm hiddetini görme. Az kaldı kapıyı açmıyordu. Hüseyin Nazmi dudakları arasından: *¦' — ımarık! dedi. Sonra ilâve etti: Ş —-- IKır içeri girme de bahçede oturalım... *\"\" Tâ bahçenin bir kö esinde sarma ıklarla lo şşşküçük bir •kameriye vardı; oraya gittiler, Ahmed Cemil fesini bir iskemleye attı, müsceddeleri Hüseyin Nazmi'nin önüne döktü, otur- geımı mektupları, eserleri gözden geçirmek istediler. ş Hüseyin Nazmi zarflan birer birer bo altma a ba ladı: —. Al sana arzın küreviyetine dair bir şğşmakale. mza okunmuyor. Risaleler mektep kitaplariyle mektep çocuklarından Đkurtulamayacaklar. Bir gün âmal-i erbaaya dair bir makale gelse taaccüp etmeyece im. Tarsuslu ğZaraifizade Abdullah imzasıyle bir gazel: Nâr-ı a kın içre ey malum senin Ahmed Cemil: — Ate e! dedi. şş — Vay!... imdi de ba ımıza «Bir fırka-i muhayyile» çıktı: Şş «Bin üç yüz dokuz sene-i hicriyesinin ehr-i abanımn on yedinci gecesi saat altı buçuk şşraddelerinde Edirne kasabasının cihet-i imaliyesinde kâin...» ş — Sen böyle hepsini okuma a kalkı ırsan i imiz var... ğşş Hüseyin Nazmi ihtisara ba ladı, sepete atılacak müsveddeler teraküm ediyordu, bilâhare tetkik şolunmak üzere bir iki müsveddede ayırdı. Bir aralık bir kâ ıt için «Koca air!... Saki-namesi dere ğşolunmamı diye küplere binmi !» dedi. Ahmed Cemil «Fıçıya binsin de Sakinamesini orada şşokusun» diye mırıldandı. Hüseyin Nazmi birdenbire «Vay! burada da sama tariz var, dedi; senin o geçen nüshadaki «Ezhar-ı bekâret» manzumesine bir alay te niat...» ş Ahmed Camii yerinden kalktı, «Bakayım!» dedi; ikisi beraber okudular; Ahmed Cemil için sarf olunmamı tahkir, ibzal edilmemi tezyif kalmamı tı. Saçlarına, gözlerine, yürüyü üne bile tariz şşşşolunmu tu. Mektup sahibi manzumeyi kelime kelime mûtarıza içine alarak herbirisine söyleyecek şbir söz, o münasebetle aire hediye edilecek bir hakaret bulmu tu. Ahmed Cemil okudukça şş«Aman ne kariha bollu u! ne vicdan geni li i!...» diyor. «Ben miyim?» Bu mirî belâhet-semir, ğş ğbu air-i zülüfdar garâibdisar, bu herzevekil pozuna-misil... Bunlar ben miyim? Ne için?... Çünkü ş«tâbi -i lerzen-de...» demi im, çünkü «Kiysu-i mü emme ...» demi im, çünkü «Pervaz-ı nigâh şşşşşemelim...» demi im... Öyle eyler demi im ki görülmüyor, gösterilmiyor, u halde ben bütün bu şşşşsayılan eyler imi im. şş Birden Ahmed Cemil: — «A...» dedi, bu yazı bizim Raci'nin... O vakit iki arkada birbirine baktılar. u insafsızlı a, hususiyle daima beraberinde ya adı ı bir şŞğşğ

adamın bu suretle aleyhine kalem yürütmek için bir insanın mua eret zarafetinden bu derece şmahrumiyetine taaccüp ettiler. Ahmed Cemil diyordu ki: — Lâkin ne sebep var, bu adamın u muannit ısrar ile senin ve benim aleyhime bu kadar şmusallat olu una ne sebep var? Kendisine bunun için para mı veriyorlar, yahut bizim iyi iir şşsöylemedi imize halkı ikna etmekle kendisinin air meziyeti iki kat mı oluyor?... Bizi anlamıyor, ğşhaz etmiyormu ; o ba ka bir mesele, bunu mutlaka söyleme i bir vazife addediyorsa tahrike şşğneden lüzum görüyor?... Ben iir söyleyecek olursam onu susma a mecbur mu etmi şğşoluyorum? Ondan hakk-ı te aürü selbedecek bir kuvvet mi var? O da söylesin. Ben onun şsöyledikleri için bir ey diyor muyum ? Ben ona ştahkire benzer bir ey yapıyor muyum? Beni bir lügat kitabından ne kadar etme, tahkire şşdelâlet eder kelime varsa toplayıp da Raci'nin yüzüne fırlatmaktan meneden bir ey var mı?... ş — Elbette... î te asıl farkınız da o de il mi? O tahkirleri icradan seni meneden bir ey var ki onda şğşyok. Çok safderunsun, Cemil!..;. Hiç mahalle çocuklarının oynadıkları bir viranlıktan süslü bir bebek gibi küçük bir kız geçerken tesadüf ettin mi? Bütün o arsız çocuklar o küçük kızın zerafe-tine kar ı duydukları bir kıskançlıkla birden nasıl tutu urlar, nasıl arkasına dü erler, ba ırırlar, şşşğiçlerinde ta atan, söven, hattâ güzel esvaplarının eteklerine sarılan azgınlar olur. Bu, insanlarda ştabiî bir histir. te senin yazıların mutbuat sahasından geçerken bu yolda haset yaygaralarına Đştesadüf ediyor, o kadar... O küçük bebek gibi a layarak eve mi kaçacaksın? Emin ol ki ğpencerelerden seyredenler için o çocuklar arsız, hayâsız çocuklardan ba ka eyler de ildir. şşğ Ahmed Cemil: — Acaba? dedi, sonra Hüseyin Nazmi'nin kar ısına oturarak bu kelimenin ihtiva şetti i üpheyi tefsir etti: ğ ş wyic LWSliye UZ.. luıuutt mem ki hakikat senin dedi in gibi olsun. Bence halk nerede gürültü oraya teveccüh eder, bu tabiî ğnıeyelâna, insanlarda istihzalara, tezyiflere u rayanların haline acımaktan ziyade gülmek hissini ğilâve edersen bugün bizim etrafımızda ba ıranların ne yolda bir aksi ada hâsıl etti ini anlarsın. ğşğBak, hergün sütunlarından bir ço unu ötekinin berikinin yazdıklarına, tarizlerle, tezyiflerle ğdolduran «Mâkes-i Zaman» ne kadar satılıyor. Sabahleyin kapı an kapı ana. Çünkü herkes şşgülmek ister. Hakkın kimde oldu unu aramakla i tigal edenler çok mudur zannedersin? ğşMatbuatta taarruz erbabının eline geçenler tıpkı sokakta çamura dü mü bir adama benzer, şşetrafına toplananların onda dokuzu güler. Hüseyin Nazmi arkada ının teessürle söyledi i sözleri dinlerken gülüyordu: şğ — Ne kadar hassassın! dedi. Mütalâanın bir kısmı do ru, fakat meselenin esasını yanlı telâkki ğşediyorsun... Halk güler ve gülmekten haz eder, fakat halkı güldürme e çalı anlar i te o bir alay ğşşsoytarı olmaktan ba ka bir ehemmiyet alamazlar... O istihzalar ayniyle mudhik resimlere benzer şki ¦insanı bir müddet güldürür, fakat istihzaya hedef olanın kıymetini tenkis etmez, Bugün takdir etti imiz bitr adamın o yolda tuhaf bir resmini görsek hangimiz gülmeyiz? Fakat o resme gülmü ğş


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook