Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladımı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saatgibi... yerimde duramaz,- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtınakoyar, elime kaşağıyı verir,- Hadi yap! derdi.Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter,ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.- Kuyruğunu sallıyor mu?- Sallıyor.- Hani bakayım?..Eğilirdim, uzanırdım. Ama atınsağrısından kuyruğu görünmezdi.Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım,derdim.- Yapamazsın.- Niçin?- Daha küçüksün de ondan...- Yapacağım.- Büyü de öyle.- Ne zaman?- Boyun at kadar olduğunda....At, ahır işlerinde yalnız tımarıbeceremiyordum. Boyum atın karnınabile varmıyordu. Oysa en keyifli, eneğlenceli şey buydu. Sanki kaşağınındüzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor,kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocamanbir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar
biteceğine yakın huysuzlanır, o zamanDadaruh, \"Höyt..\" diye sağrısına birtokat indirir, sonra öteki atları tımarabaşlardı. Ben bir gün yalnız başımakaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarınainmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsıuyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım.Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresizküçük bir odası vardı. Buraya girdim.Rafları aradım. Eyerlerin arasına falanbaktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşiltahtadan bir sandık duruyordu. Onuaçtım. Az daha sevincimdenhaykıracaktım. Annemin bir hafta önceİstanbul'dan gönderdiği armağanlariçinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırılparlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'unyanına koştum. Karnına sürtmekistedim. Rahat durmuyordu.- Sanırım acıtıyor? dedim.Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının
dişlerine baktım. Çok keskin, çoksivriydi. Biraz köreltmek için duvarıntaşlarına sürtmeye başladım. Dişleribozulunca yeniden denedim. Geneatların hiçbiri durmuyordu. Kızdım.Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmakistedim. On adım ilerdeki çeşmeyekoştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum.Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taşbularak üstüne hızlı hızlı indirmeyebaşladım. İstanbul'dan gelen, üstelikDadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bugüzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonrayalağın içine attım.Babam, her sabah dışarıya giderken birkere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı.Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasanevde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı.Babam çeşmeye bakarken, yalağıniçinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'ahaykırdı:
- Gel buraya!Soluğum kesilecekti, bilmem neden,çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı,kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babambunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,- Bilmiyorum, dedi.Babamın gözleri bana döndü, daha birşey sormadan,- Hasan dedim.- Hasan mı?- Evet, dün Dadaruh uyurken odayagirdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağıntaşında ezdi.- Niye Dadaruh'a haber vermedin?- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldaneve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım.Zavallının bir şeyden haberi yoktu.Koşarak arkamdan geldi. Babam peksertti. Bir bakışından ödümüz kopardı.Hasan'a dedi ki:- Eğer yalan söylersen seni döverim!- Söylemem.- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?Hasan, Dadaruh'un elinde duran aleteşaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlıbaşını sarsarak,- Ben kırmadım, dedi.- Yalan söyleme, diyorum.- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalançok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi.Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü\"Utanmaz yalancı\" diye yüzüne bir tokatindirdi.- Götür bunu eve; sakın bunu bir dahaburaya sokma. Hep Pervin'le otursun!diye haykırdı.Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağınaaldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artıkahırda hep yalnız oynuyordum. Hasanevde hapsedilmişti. Annem geldiktensonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe,\"O yalancı\" derdi babam. Hasan yediği,tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar,güç susardı. Zavallı anneciğim benimiftira atabileceğime hiç ihtimalvermiyordu. \"Aptal Dadaruh, atlaraezdirmiş olmasın?\" derdi.Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a
gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâyasaktı. Geceleri yatakta atların neyaptıklarını tayların büyüyüpbüyümediğini bana sorardı. Bir günbirdenbire hastalandı. Kasabaya atgönderildi. Doktor geldi. \"Kuşpalazı\"dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eveüşüştüler. Birtakım tekir kuşlargetiriyorlar, kesip kardeşimin boynunasarıyorlardı. Babam yatağın başucundanhiç ayrılmıyordu.Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngürhüngür ağlıyordu.- Niye ağlıyorsun? diye sordum.- Kardeşin hasta.- İyi olacak.- İyi olmayacak.- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.- Ölecek mi?Ben de ağlamaya başladım. Ohastalandığından beri Pervin'in yanındayatıyordum. O gece hiç uyuyamadım.Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümünönüne geliyor \"İftiracı! İftiracı!\" diyekarşımda ağlıyordu.Pervin'i uyandırdım.- Ben Hasan'ın yanına gideceğim,dedim.- Niçin?- Babama bir şey söyleyeceğim.- Ne söyleyeceksin?- Kaşağıyı ben kırmıştım, onusöyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'adarıldığı...Sözümü tamamlayamadım. Derinhıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlayaağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babamasöylersem, Hasan da duyacak belki benibağışlayacaktı.- Yarın söylersin, dedi.- Hayır,. şimdi gideceğim.- Şimdi baban uyuyor, yarın sabahsöylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin,ağlarsın, seni bağışlar.- Pekala!- Haydi şimdi uyu!Sabaha kadar gene gözlerimi
kapayamadım. Hava henüz ağarırkenPervin'i uyandırdım. Kalktım. Beniçimdeki zehirden vicdan azabınıboşaltmak için acele ediyordum. Yazıkki, zavallı suçsuz kardeşim, o geceölmüştü. Sofada çiftlik imamıylaDadaruh'u ağlarken gördük. Babamındışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
ANTBEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldırgörmediğim bu kasaba, düşümde artıkbir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan,eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zamangenç bir yüzbaşı olan babamla herzaman önünden geçtiğimiz ÇarşıCamii'ni, karşısındaki küçük, harapşadırvanı, içinde binlerce kerestetomruğu yüzen nehirciği, bazenyıkanmaya gittiğimiz sıcak suluhamamın derin havuzunu şimdihatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz birunutuş dumanı önüme yığılır. Renklerisiler, şekilleri kaybeder... Pek uzungurbetlerden sonra vatanına dönen biradam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sisaltında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktanbir an önce göremediği için nasılhüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka,
sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O,her akşam sürülerle mandaların,ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar,yosunlu, siyah kiremitli çatılar,yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar,küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksıztarlalar, alçak çitler hep bu duman içindeerir...Yalnız evimizle okulu gözümün önünegetirebilirim.Büyük bir bahçe... Ortasında köşkbiçiminde yapılmış bembeyaz bir ev...Sağ köşesinde her zaman oturduğumuzbeyaz perdeli oda... Sabahları annembeni bir bebek gibi pencerenin kenarınaoturtur, dersimi tekrarlatır, sütümüiçirirdi. Bu pencereden görünen avlununöbür yanındaki büyük toprak rengiyapının camsız, kapaksız tek birpenceresi vardı. Bu siyah delik beni çokkorkuturdu. Yemeklerimizi pişiren,
çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızısilen, babamın atına yem veren, avköpeklerine bakan hizmetçimiz AbilAna'nın her gece anlattığı korkunç,bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlıkpencerede görür gibi olurdum. Bukuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamakmerakında olan zavallı anneme hersabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgunbir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü,ormandaki inine kapadığını, kollarımıbağladığını, burnumu, dudaklarımıyediğini, sonra Bayramiç yolundaki sudeğirmeninin çarkına attığını söyler, onabirçok, \"Hayırdır inşallah...\" dedirtirdim.Yorumlarken benim büyük bir adam,büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı,bana kimsenin kötülük yapamayacağını,güvenceyle sundukça, yalan söylediğimiunutur, ne kadar sevinirdim...Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim?Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları
badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalıbir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük,ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonundaayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı...Erkek çocuklarla kızlar karmakarışıkotururlar, birlikte okur, birlikteoynarlardı. \"Büyük Hoca\" dediğimiz,kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu,yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri peksert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla,tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağabenzerdi. \"Küçük Hoca\" erkekti. BüyükHoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiçkorkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı.Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nınen uzun sopasını uzatamadığı bir yerdeotururdum. Kızlar, belki saçlarımın açıksarı olmasından, bana hep \"Ak Bey\"derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri yaadımı söylerler ya da \"Yüzbaşı oğlu\" diyeçağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayankanadında sallanan \"geldi - gitti\" levhasıyassı, cansız bir yüz gibi bize bakar,
kalın duvarların tavana yakın darpencerelerinden giren donuk bir aydınlık,durmadan bağıran, haykırarak okuyançocukların susmaz, keskin çığlıklarıylasanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...Okulda yalnız bir tür ceza vardı:Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bilefalakaya yatarlardı. Falakadankorkmayan, titremeyen yoktu. KüçükHoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nınuzun sopası... ki rasgeldiği kafayımutlaka şişirirdi. Ben hiç dayakyememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnızbir defa Büyük Hoca, kuru, kemiktenelleriyle yalan söylediğim için solkulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmiştiki, ertesi günü bile yanıyordu.Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğrusöylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısınınmusluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçuyapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli,kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu.
Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâretti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendikopardığını, onun suçu olmadığınısöyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopalarıyedi. O zaman Büyük Hoca, \"Niçin yalansöylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?\"diye kulağıma yapıştı. Yüzünüburuşturarak darıldı.Ağladım. Ağladım. Çünkü yalansöylemiyordum. Evet, musluğukoparırken gözümle görmüştüm. Akşamüstü, okut dağılırken dayağı yiyençocuğu tuttum:- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim.Musluğu sen koparmamıştın...- Ben koparmıştım.- Hayır, sen koparmamıştım. Öbürçocuğun kopardığını ben gözümlegördüm.
Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyledurdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğimeyemin edersem, saklamayacaktı.Anlatacaktı. Ben hemenmeraklanıyordum:- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben debiliyordum. Ama o çok zayıf, hemhastadır. Görüyorsun, falakayadayanamaz. Belki ölür, daha yataktanyeni kalktı.- Ama sen niçin onun yerine dayakyedin?- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. Obugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onukurtardım işte.Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:- Ant ne?- Bilmiyor musun?
- Bilmiyorum!O vakit güldü. Benden uzaklaşarakkarşılık verdi:- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna\"ant içmek\" derler. Ant içenler kankardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceyekadar yardım ederler, dertli günlerindebirbirlerine koşarlar.Sonra dikkat ettim, okulda birçokçocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kankardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendiaralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, buyeni öğrendiğim göreneğin nasılyapıldığını da gördüm. Yine arkarahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almakiçin dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasınıbize çevirmiş, yavaş yavaş, birsümüklüböcek kadar ağır, namazınıkılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıylakollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı
damlayı kolları üzerinde bu çizgiyesürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonrabirbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerekkan kardeşi olmak... Bu benidüşündürmeye başladı. Benim de kankardeşim olsa, hocaya kulağımıçektirmeyecek, üstelik falakayayatacağım zaman beni kurtaracaktı.Koca okulun içinde kendimi yapayalnız,arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum,anneme düşüncemi, her çocuk gibibirisiyle ant içmek istediğimi söyledim.Andı tanımladım. Razı olmadı:- Öyle saçmalıklar istemem. Sakınyapma ha... diye uyardı beni. Ama bendinlemedim. Aklıma ant içmeyikoymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı,beklenmeyen bir kaza bana kankardeşimi kazandırdı. Cuma günleribizim evin bahçesine ,bütün komşuçocukları toplanırlardı. Akşama kadarbirlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin
sahibi Hacı Budak'ların benim kadar birçocukları vardı ki, en çok adı hoşumagiderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerkentad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesineuyumluydu ki... Kızlar bu güzel adauydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede,sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi;hâlâ hatırımda.Mustafa Mıstık,Arabaya kıstık,Üç mum yaktık,Seyrine Baktık!diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparakona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı.Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğübağırarak tekrarlar, eğlenirdik.Bu mini mini şiir, benim hayalimi bileetkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın
Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasınasıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarakseyrine baktıklarını görürdüm. NiçinMıstık öyle uslu dururdu. Niçin birdenfırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz,sıkıştığı katran kokulu arabadankurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adıgibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları,bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütünçocukları güreşte yenerdi... Yazın hercuma sabahı büyük bir deste söğüt dalıgetirirdi. Bu dallardan kendimize atlaryapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarıştada tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiztutamazdık. İşte yine böyle bir cumagünü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Benuzununu kendime ayırdım. Öbürleriniçocuklara dağıttım. Bir çakıyla budalların ucunu keser, kabuklarından ikikulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir atbaşına benzetirdik. Bunu en güzel benyapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğerçocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıloldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğubirden yarıldı. Arasından kayan çakı solelimin işaret parmağını kesti. Sulu,kırmızı bir kan akmaya başladı. O andaaklıma bir şey geldi: Ant içmek...Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kankardeşi olalım. Sen de kes...Siyah gözlerini yere dikerek, büyük,yuvarlak başını salladı:- Olur mu ya... Ant için kol kesmekgerek...- Canım ne zararı var? diye üsteledim,kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, haparmaktan... Haydi, haydi!... 'Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu,üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar
koyuydu ki, akmıyor, bir damla halindekabarıyor, büyüyordu: Parmağımınkanıyla karıştırdık. Önce ben emdim.Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benimparmağımı emdi.Bilmiyorum, aradan ne kadar zamangeçti? Belki altı ay... Belki bir yıl...Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzuunutmuştum nedense. Yine birlikteoynuyor, okuldan eve birliktedönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı.Büyük Hoca, bize yarım günlük tatilverdi. Tıpkı perşembe günü gibi...Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaşyavaş yürüyorduk. Ben fesimin altınamendilimi koymuştum... Terimisilemediğim için yüzüm sırılsıklamdı.Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk.Kenarda yığılmış bir duvarın temellerivardı. Birdenbire karşıdan iri, kara birköpek çıktı. Koşarak geliyordu.Arkasından birkaç adam kalın sopalarla
kovalıyorlardı. Bize, \"Kaçınız, kaçınız,ısıracak!..\" diye bağırdılar. Korktuk,şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben birazkendimi toplayarak, \"Aman, kaçalım...\"dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpekbize yetişmişti. O zaman Mıstık, \"Senarkama saklan!...\" diye haykırdı, önümegeçti. Köpek ona saldırdı.İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonratıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler.Köpek de ayağa kalkmıştı.Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi deyere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi,mavi yemenisi düştü. Bu savaş, banapek uzun geldi. Titriyordum. Sopalıamcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarınınbütün gücüyle birkaç tane indirdiler.Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından,burnundan kan akıyordu. Köpek,kuyruğunu bacaklarının arasınasıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı.
Mıstık, \"Bir şey yok... Acımıyor... Birazçizildi...\" diyordu. Evine götürdüler. Bende hemen evimize koştum. Annemebaşımıza geleni anlattım. Abil Ana, beniyere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma,korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâokuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısakkokusundan aksırdım.Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti.Daha ertesi günü yine gelmedi...Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ıgörmemizi söyledim.- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyiolunca yine oynarsınız, şimdi rahatsızetmek ayıptır.Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ıiyileşmiş bulacağım umuduyla okulagittim.Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpekkuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı
Bandırma'ya götürdüler. Oradanİstanbul'a göndereceklerdi.Sonunda bir gün işittik ki, Mıstıkölmüş...Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar,herkes gibi bana da çocukluğumuhatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor birtanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yerigözümün önüne getirmek isterim. Vehep, farkında olmayarak sol elimin işaretparmağına bakarım. Birinci boğumunüstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duranbir küçük yara izi, bence çok kutsaldır.Andı için ölen, hayatını mahvedenkahraman kan kardeşimin, sıcakdudaklarını tekrar parmağımın ucundaduyar, beni kurtarmak için kendisindenbüyük, kudurmuş, iri ve kara çobanköpeğiyle pençeleşen o aslan vekahraman hayalini görürüm.
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeliTürklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuşderinliklerine yuvarlandığımız karanlıkuçurumun, bu ahlak ve bozuculuk,vefasızlık ve bencillik, bayağılık vemiskinlik cehenneminin dibinde, üzgünve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan,geçmiş, kaybolmuş bir cennetingerçekten uzak bir serabı halindekarşımda açılır... Beni mutlu eder.Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz vesoylu üzüntünün eskiyip, unutuldukçadaha çok değeri artan tatlı hüzünlüacısından tat duyarım...
DİYETDAR kapısından başka aydınlık girecekhiçbir yeri olmayan dükkânında tekbaşına, gece gündüz kıvılcımlar saçarakçalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuşterbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzunboylu, iri pençeli, kalın pazılı, genişomuzlu bir pehlivandı. On yıldır bukaranlık in içinde ham demirden dövdüğükılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tümRumeli'de sınır boylarında büyük bir ünkazanmıştı. Hatta İstanbul'da bileyeniçeriler, satın alacakları kamaların,saldırmaların, yatağanların üstünde \"AliUsta'nın işi\" damgasını arıyorlardı. O,çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzunkılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bileiki kat olur, kırılmazdı, \"Çifte su vermek\"sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı.Yanına çırak almaz, kimseyle çok
konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz,durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı,akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı.Kılıçtan, demirden, çelikten, ateştenbaşka söz bilmez, pazarlığa girişmez,müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaşzamanları ocağını söndürür, dükkânınınkapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonraortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçokhikâye söylenirdi. Kimi \"cellat elindenkaçmış bir çelebi\", kimi \"sevgilisi öldüğüiçin dünyadan elini eteğini vakitsizçekmiş garip\" derdi. Siyah şahanegözlerinin mağrur bakışından, soyludavranışlarından, gururlususkunluğundan, düzgün sözlerindenonun öyle sıradan bir adam olmadığıbelliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Neredengelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onuseviyordu. Kentte böyle tanınmış birustanın bulunması herkes için ayrı birövünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...- Bizim koca usta...- Dünyada eşi yoktur...- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısıryaprağı gibi incelten, kâğıt gibiyumuşatan sanatını kimsedenöğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu.Daha on iki yaşındayken, sert birbeylerbeyi olan babasının başı vurulmuş,öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi.Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanınaaldı. Okutmak istedi. Belki devletkatında yetiştirecek, büyük görevlereçıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında\"başkasına gönül borcu olmak\" gibi birsızlanmaya yer yoktu. \"Ben kimseyeeyvallah etmeyeceğim,\" dedi. Bir geceamcasının konağından kaçtı. Başıboş biradsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı.
Adını bilmediği ülkelerde dolaştı.Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircininyanına girdi. Otuz yaşına kadarAnadolu'da uğramadığı kent kalmadı.Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcuolmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnınınteriyle kazandı, içinde \"kutsal ateş\"tenbir alev bulunan her yaratıcı gibi, paraiçin değil, sanatı, sanatının zevki içinçalışıyordu. \"Çeliğe çifte su vermek\"onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlaragittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,sekbanların arasında, Ali Usta, işininövgüsünü duydukça tadı dille anlatılmazbir mutluluk duyardı. Ölünceye kadarböyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaçbin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlarparçalayan çelik yatağanlar, zırhlar,keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunudüşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreğiçarpar, ruhundan kopan bir atılımlaörsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımtutuştururdu.
- Tak!- Tak, tak!...- Tak, tak!İşte bugün de sabah namazından beridurmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğüeğri namluyu örsünün yanındaki sufıçısına daldırdı. Ocağının sönmeyebaşlayan ateşine baktı. Çekici bırakaneliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıkimescitte dokunaklı dokunaklı akşamezanı okunuyor, bacasının tepesindekiyuvada leylekler sonu gelmez bir takırdıkoparıyorlardı. İkindi abdesti dahaduruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı.Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı.Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti.Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzunalandan mescite doğru yürüdü... Kentinkenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hepyoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan
küçük bir pencereydi. Müezzin buradanbaşını çıkarır, ezanını okurdu.Koca Ali mescide girince herzamankinden fazla kalabalık gördü. Hepüç kandil yakılırken bu akşam ramazangibi bütün kandiller yanmıştı. Dahanamaz safları dizilmemişti. Kapınınyanına çöktü. Yanında alçak seslekonuşanların sözlerine istemeyeistemeye kulak kabarttı. Konya'dan ikigarip dervişin geldiğini, yatsı namazınakadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.Akşam namazı kılınıp, bittikten sonramescittekilerin bir bölümü çıktı.Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zatenbiraz başı ağrıyordu. \"Mesnevi dinler,açılırım!\" dedi. Büyük bir gönül rahatlığıiçinde, iki garip dervişin ruhu ürpertenezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibionun yüreğinde de sonsuz bir kendinden
geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneğivardı. En küçük bir nedenle coşardı.Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemliuyumu, durgun kanını sular altında saklıderin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Heryanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor,sökülmez bir hıçkırık boğazınadüğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazınıkıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğrudükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusuyoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi.Samanyolu, sarı altın tozundan gözalabildiğine bir bulut gibi göğün biryanından öbür yanına uzanıyordu.Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralaragiden yolun geçtiği tahta köprüde durdu.Kenara dayandı. Geniş derenin dibineyansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibiparlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlıktop söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı,gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediğiezgilerin ruhunda kalan uyumlarınıişitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden
geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:- Kimdir o?... diye bağırdı.Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü.Köprünün öbür yanında iki üç karaltıilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:- Yabancı yok!- Kimsin?- Ali...Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onugiyiminden tanıdılar:- Koca Ali... Koca Ali, be!- Sen misin, Ali Usta?- Benim!- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç...- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdünyoksa!...Bunlar kent subaşısının adamları,bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğinişaşırdı. Geceleri afyon yutan buserseriler, namuslular gözündehırsızlardan, uğursuzlardan dahakorkunçtu. Kendilerinden başka dışarıdabir gezeni yakaladılar mı, dayaktancanını çıkartırlardı. Ama, ona kötüdavranmadılar. Bekçibaşı:- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.- Yok.- Böyle gece yarısına yakın değil, hattayatsıdan sonra sokakta, hele böylekentin kıyısında kimsenin dolaşmasınaağamızın izin vermediğini bilmiyormusun?
- Biliyorum.- Ee, ne arıyorsun buralarda?- Hiç...- Nasıl hiç...Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onunnamuslu bir adam olduğunu biliyorlardı.Hırpalamadılar. Yalnız:- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen KocaAli, ruhunda demin dinlediği uyumutekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskinötüyor, uzaktan mandıraların köpeklerihavlıyorlardı. Sokakta hiç kimseyerastgelmedi. Dükkânının önüne gelincedurdu. Bacasının üstündeki leylekuyumamış, kefenli bir görüntü gibiayakta duruyordu. Kapısı aralıktı.Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmaksıkıntısına girsin...İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerinkarışması canını sıkmıştı. İşte kentteyaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öteyandan da dağ başında, köyde sanatıgeçmezdi. Birden ağır bir yorgunlukduydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağınsoluna gelen alçak musandıraya elyordamıyla çıktı. Büyük bir ayıpöstekisinden oluşmuş yatakçığınauzandı.Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu.Uyku sersemliğiyle:- Kim o? diye haykırdı.- Aç çabuk.Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında
bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiçböyle dalıp kalmaz, güneş doğmadanuyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızlasürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapınındükkânı dolduran aydınlığı içinde,palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yıgördü. Arkasında keçe külâhlı, çiftehançerli genç yamakları da duruyorlardı.\"Ne var?\" der gibi yüzlerine baktı.Bekçibaşı:- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi.Koca Ali şaşkınlıkla sordu:- Niçin?...- Bu gece Budak Bey'in mandırasındahırsızlık olmuş.- Ee, bana ne?...- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyuköprünün altıda kesmişler. Meşinkeselerin içindeki paraları alarak birtanesini oraya bırakmışlar.- Bana ne?...- O keselerden bir tanesini de bu sabahsenin dükkânın önünde bulduk... Sonra...Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısınıntemiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadarbir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızılekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklıbekçi:- Hem bu gece, geç saatte ben seniköprünün üstünde gördüm, orada nearıyordun? dedi.Koca Ali yine verecek bir karşılık
bulamadı. Önüne baktı:- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyleyamakları dükkâna girdiler. Örsünyanından geçen yamaklardan birihaykırdı:- Ay! İşte, işte...Koca Ali elinde olmadan, bekçininbaktığı yana gözlerini çevirdi. Yeniyüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı.Yamaklar hemen deriyi yerdenkaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Birağalarının, bir de suçlunun yüzünebakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:- Çaldığın paraları nereye sakladın?- Ben para çalmadım.- İnkâr etme, işte kuzunun derisidükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?- Bilmiyorum.Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı.Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da,gece geç saatte köprünün üstünde nearadığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğubütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. BudakBey'in yeni sattığı beş yüz koyununparası da mandıradan çalınmıştı. İkigüçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkıbağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncayakadar dövmüşler, hatta işkence için birkolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcınönünde bu çoban, hırsızın birini KocaAli'ye benzettiğini söyledi. Gece geçsaate kadar dükkânına gelmemesi,derinin dükkânda, para keselerindenbirinin kapısı önünde bulunması, KocaAli'nin suçlanmasına yetti. Ne kadarinkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu.Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da
belli değildi.Sol kolunun kesilmesine karar verildi.Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilkkez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Kararaboyun eğmekten başka yolu yoktu...Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dikbir sesle:- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diyedilekte bulundu.Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Amayaşlı yargıç hak yemez biriydi.- Hayır oğlum, dedi. Sen adamöldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, ozaman kafan giderdi. Ceza suça göredir.Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecekHak böyle istiyor. Yasaların kestiği yeracımaz...Koca Ali'nin kolu kafasından çok
değerliydi. Çeliğe \"çifte su\"yu bu ikikoluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlardadövüşen binlerce gaziye çelik kalkanlarıkıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgalarıikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlaryetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkınaçalışıyordu.Onu, Ağa kapısında bekçilerin odasıaltına kapattılar. Cezanın uygulanacağıgünü burada bekliyor, hiç sesiniçıkarmıyor, çolak kalınca örsününbaşında çekiç vuramayacağınıdüşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişininyasını duyuyordu. Kolunun diyetiniverecek on parası yoktu... Şimdiye kadarpara için çalışmamıştı.Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük birustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadaryakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel biradamın ölünceye kadar sakatsürünmesine en duygusuz gönüller bile
dayanamıyordu.İşte herkes onu seviyordu.Sipahiler onlara çok ucuza kılıç dövenbu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentinen büyük zengini Hacı Mehmet'ebaşvurdular; bu adam Karun kadar malsahibi olduğu halde son derece cimriydi.Hâlâ kentin pazar yerinde küçük birdükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü,taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başınısalladı: Ama sipahilerle iyi geçinmekgerekiyordu.- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Bende onun kolu için diyet veririm. Ama birkoşulum var.- Ne gibi? diye sordular.- Varın kendisine söyleyin. Eğer benölünceye kadar bana, hiç para almadanhizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...
- Pekâlâ, pekâlâ...Sipahiler, Ağa kapısına koştular. HacıKasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler.O, önce \"kasaplık bilmediğini\" ortayasürdü. Kabul etmek istemiyordu.Sipahiler:- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadarsavaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunuyere yatırıp kesemez misin? diyeüstelediler. \"Kula kul olmak\", ölümlüdünyada \"birisine gönül borcu duymak\"acıların en büyüğüydü.O daha çok gençken, vezir amcasınınkayırmasını bile çekememiş, gönül borcualtında kalmamak için aile ocağındankaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdikör talihi, onu bak kime köle edecekti?Sipahiler:- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zatendaha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine
sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın.Haydi, düşünme usta, düşünme!diyorlardı.Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetiniyargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasınataktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pektitiz, pek huysuz, oldukça çekilmezbiriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi.Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi,bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi elinegeçirince hemen dükkânının köşesindebir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu.Geçti, oraya oturdu. Her şeyi onayaptırmaya başladı. Ama her şeyi...Sabah namazından beş saat öncekentten iki saat ötedeki mandırasından ogün satılacak koyunları ona getirtiyor,ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, onaparçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşamnamazına kadar durmadan buyruklarveriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiğiyalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi
artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı.Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor,uykuya yatmadan ertesi sabah içinkoyun getirmek üzere mandırasınayolluyordu. Odununu bile ormandan onakestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi,her işini ona gördürüyordu. Hatta evininbahçesindeki lağım kuyusunu bile onatemizletti.Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bukadar sıkıntıya yıllarca göğüsgerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikidebir:- Ulan Ali!... Kolunun diyetini benverdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diyeyaptığı iyiliği tekrarlamasınadayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişinisıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı.Gündüz koştu. Efendisinin karşısındaelpençe divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.- ...- Şimdi çolak kalacaktın, ha...- ...- Benim sayemde kolun var.- ...Hacı Kasap bu sözleri âdeta \"aferin\"dercesine diline dolamıştı. Herbuyruğunun yerine getirilmesinden sonrakır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek,mavi çukur gözleriyle onu tepedentırnağa kadar süzer, \"Aklında tut, benimtutsağımsın!\" der gibi verdiği diyetihatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğininparçalandığını, göğsüne sıcak sıcak birşeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerininçatırdadığını, şakaklarının attığınıduyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252