Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-18 14:38:44

Description: Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Search

Read the Text Version

uğraşırken, mandıraya gidip gelirken,salhanede koyunları yüzerken,müşterilere et keserken, \"Ne yapacağım,ne yapacağım?\" diye düşünüyor, hiçbirşeye karar veremiyordu. Dünyadakimseye eyvallah etmeyerek azlayetinip, gururun mutluluğu için yaşamakisterken başına gelen bu bela neydi?Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşteo zaman gerçekten hırsızlık etmişolacaktı. Ama bu herifin ikide bir deyaptığını başa kakmasına dayanmakölümden pek güç, ölümden pek acı,ölümden pek ağırdı...Hacı Kasap'a köle olduğunun tamhaftasıydı. Günlerden cumaydı. Yineerkenden mandıraya gitmiş, koyunlarıgetirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândakiçengellere asmıştı. Tezgâhın solundakibüyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor,yine \"Ne yapacağım, ne: yapacağım?\"

diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu.Daha efendisi gelmemişti. Satırlarıbitirince büyük bıçakları bilemeyebaşladı.\"Ne yapacağım, ne yapacağım?\" diyedüşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabıngeldiğini duymadı. Ansızın uğursuzunboğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:- Ne yapıyorsun be?...Döndü. Efendi köşesine oturmuş,çubuğunu tüttürüyordu:- Bıçakları biliyorum, dedi.- Hay tembel miskin hay!... Sabahtanberi ne yaptın?Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş buküçük, bu hain, bu yılan gözlerekırpmadan baktı, baktı. İhtiyarbeklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

- Ne bakıyorsun?- ...Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir haftaiçinde belki beş yıllık hizmetini durupdinlenmeden gördüğü halde onu yine\"tembel, miskin\" diye kötülemektensıkılmayan bu kötü insanı ezici birbakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanırgibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyleryayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakaklarızonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu.Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta bunanasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasapçubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin buağır bakışından kurtuluvermiş gibidırlandı:- Kolunun diyetini benim verdiğimiunutuyorsun galiba! dedi. Benolmasaydım şimdi çolak kalacaktın...Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı

gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı.Hızla döndü. Bilediği satırların enbüyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksekkıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı,ağır satırı öyle bir indirdi ki... O andakopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyinürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayanHacı Kasap'ın önüne:- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuzkalan yenini sıkı bir düğüm yaptı.Dükkândan çıktı.Onun bir zamanlar geldiği yer gibi,şimdi gittiği yeri de, kentte kimseöğrenemedi.

FORSAAKDENİZ'in, kahramanlık yuvası sonsuzufuklarına bakan küçük tepe, miniminibir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallıbadem ağaçlarının alaca gölgeleri sahileinen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlırüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgınbağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badembahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaztaşlardan yapılmış kısa bir duvarınötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu.Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısızgirişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalıbembeyazdı. Kamburunu düzeltmekistiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayaklarıtitriyordu. Gök kadar boş, gök kadarsakin duran denize baktı, baktı.- Hayırdır inşallah! dedi.Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü.

Başını ellerinin arasına aldı. Sırtındayırtık bir çuval vardı. Çıplak ayaklarıtopraktan yoğurulmuş gibiydi. Zayıfkolları kirli tunç rengindeydi. Yine başınıkaldırdı. Gökle denizin birleştiğidumandan çizgiye dikkatle baktı, Amagörünürde bir şey yoktu.Bu, her gece uykusunda onu kurtarmakiçin birçok geminin pupa yelken geldiğinigören zavallı eski bir Türk forsasıydı.Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuzyaşında, dinç, levent, güçlü birkahramanken Malta korsanlarının elinedüşmüştü. Yirmi yıl onlarınkadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl ikizincirle iki ayağından rutubetli birgeminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmiyılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları,güneşleri onun granit vücudunueritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü,kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kezhalkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama

onun çelikten daha sert kaslı bacaklarınabir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığıiçin. üzülüyordu. Hep güneşin doğduğuyanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleyeçevirir, beş vakit namazı gizli işaretleyerine getirirdi. Elli yaşına gelince,korsanlar onu, \"Artık iyi kürekçekemez!\" diye bir adada satmışlardı.Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekleonun yanında çalıştı. Tanrıyaşükrediyordu. Çünkü artık bacaklarındanmıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tamkıblenin karşısına geçiyor, unutmadığıâyetlerle namaz kılıyor, duaedebiliyordu. Bütün umudu, doğduğuyere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıliçinde bir an bile umudunu kesmedi.\"Öldükten sonra dirileceğime nasılinanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıltutsaklıktan sonra da ülkemekavuşacağıma öyle inanıyorum!\" derdi.En ünlü, en tanınmış Türkgemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken,

Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğruhaftalarca, aylarca, kenar kıyı görmedengitmiş, rastgeldiği ıssız adalardanvergiler almış, irili ufaklı donanmaları tekbaşına hafif gemisiyle yenmişti. Ozamanlar Türkeli'nde nâmı dilleredestandı. Padişah bile onu, sarayaçağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti.Çünkü o, Hızır Aleyhisselam'ın gittiğidiyarları dolaşmıştı. Öyle denizleregitmişti ki, üzerinde dağlardan,adalardan büyük buz parçalarıyüzüyordu. Oraları tümüyle başka birdünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay geceolurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyükgünle bir büyük geceden oluşan başkadünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş,inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerkendeniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut,Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdikırk beş yaşında olmalıydı. Acabayaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu,karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı?

kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul'unminareleri, ufku, hayalinden hiçsilinmemişti. \"Bir gemim olsa gözümükapar, Kabataş'ın önüne demir atarım\"diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtiktensonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Buözgür kılmak değil, sokağa, perişanlığaatmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağıniçindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi.Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabayainiyor, yaşlılığına acıyanların verdiğiekmek paralarını toplayıp dönüyordu. Onyıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı.Hem bağ sahibi de artık onuistemiyordu. Nereye gidecekti?Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyalarıyine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık birrüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi...Gözlerini kurumuş elleriyle iyice ovdu.Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet,geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesineinanıyordu ki...

- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz!diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı.Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbaharbir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu.Martıların, \"Geliyorlar, geliyorlar, senikurtarmaya geliyorlar!\" gibi işittiği tatlıseslerini dinleye dinleye daldı. Duvartaşlarının arkasından çıkan kertenkelelerüzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysininiçine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalınınüstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsakrüyasında, ağır bir Türk donanmasınınlimana girdiğini görüyordu. Kasabayagiden yola birkaç bölük askerçıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı.Yatağanlar, kalkanlar güneşinyansımasıyla parlıyordu.Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarakuyandı. Doğruldu. Üstündekikertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı.Gerçekten, kalenin karşısında birdonanma gelmişti. Kadırgaların,

yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkatetti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızlaçarpmaya başladı. Ellerini göğsünekoydu. Bunla~ Türk gemileriydi. Kıyıyayanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.\"Acaba rüyada mıyım?\" kuşkusunakapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü?İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı.Yerden sivri bir, taş parçası aldı. Alnınavurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı.Gördüğü rüya değildi. O uyurken,donanma burnun arkasından birdenbireçıkıvermiş olacaktı. Sevinçten,şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü.Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler,ellerinde al bayraklar, kaleye doğruilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemeninson çabasıyla davrandı. Birden kemikleriçatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekligölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü.Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkanaskerler, ak sakallı bir ihtiyarın

kendilerine doğru koştuğuna görünce:- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı,bağırdı:- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.- ...Askerler onun yaklaşmasını beklediler.İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşıncaönüne ilk geleni tutup öpmeye başladı.Gözlerinden yaşlar akıyordu. Halinebakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanıdinince sordular:- Kaç yıldır tutsaksın?- Kırk!- Nerelisin?- Edremitli.

- Adın ne?- Kara Memiş.- Kaptan mıydın?- Evet...İhtiyarın çevresindeki askerler birbirinekarıştı. Bir çığlıktır koptu. \"Bey'e haberverin!... Bey'e haber verin!\" diyebağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler.Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Birsandala koydular. Büyük bir kadırgayaçıkardılar. Askerin içinde onunkahramanlık serüvenlerini bilmeyen,ününü duymayan yoktu. Biraz güvertededurdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı.Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına birkaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.- Haydi, Bey'in yanına! dediler.Onu kadırgaya getiren askerlerle

birlikte büyük geminin kıçına doğruyürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalıgiysisinin üzerine demir, çelik zırhlargiymiş iri bir adamın karşısında durdu.- Sen kaptan Kara Memiş misin?- Evet! dedi.- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerdengeçen sen misin?- Benim.- Doğru mu söylüyorsun?- Niye yalan söyleyeceğim?- Aç bakayım sağ kolunu. ,İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı.Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında haçbiçiminde derin bir yara izi vardı. Buyarayı, gecesi altı ay süren bir adadan

karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerinesarıldı. Öpmeye başladı.- Ben senin oğlunum! dedi.- Turgut musun?- Evet...İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı.Kendine gelince oğlu, ona:- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sengemide rahat kal, dedi.Eski kahraman kabul etmedi:- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.- Çok yaşlısın baba- Ama yüreğim güçlüdür.- Rahat et! Bizi seyret!

- Kırk yıldır dövüşü özledim.Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını,sevdiklerini göremeden seni tekrarkaybetmeyelim baba diye yalvararak,öptü.İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünükabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi.Bayrağı işaret ederek:- Şehit olursam bunu üzerime örtün!Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değilmidir? dedi.

FERMANSANKİ bir tufandı. Gök delinmiş gibiaralıksız yağmur yağıyor ve bütün orduSemlin'e doğru sel, çamur, sis ve boraiçinde ilerliyordu. Belgrad - Şabaç yoluçökmüştü. Karanlık ormanlara, sarpyokuşlara, uçurumlu dağlara alışkınolmayan yük develeri, yedekçileriylebirlikte kaybolmuşlardı. Subaylarbağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlarkişniyordu. Hatta padişahın otağı bileortada yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitiptükenmiyordu.Konak yerine, yalnız sadrâzamın çadırıkurulabilmişti. Padişah saltanatarabasının penceresinden kendi otağınıgöremeyince, çevresindeki, ıslanmış, allıyeşilli, sırmalı giysileriyle gözlerikamaştıran iri ve çevik koruyucularına:

- Daha durmayacak mıyız? dedi.Hiç kimse karşılık vermedi. Herkesönüne bakıyor ve şakır yağmuryağıyordu. Yaşlı padişah hastaydı. Amaayaklarındaki nıkris sızılarını duymuyor,Kurban Bayramı namazının Semlindekılınmasını düşünüyordu. Artık eskisi gibiata binemiyor, hatta vezirleriyle görüşüpkonuşmak için bile saltanat arabasındançıkamıyordu.Konak yerinde padişahın otağınıgörmeyen bütün ordu, gökyüzündengelen bu öfke karşısında donakalmış;günah dolu bir topluluk gibi birdenbiresustu. Sesler, borular, uğultular, hattaatların kişnemesi bile kesildi. Yalnızyerlere ve çalılara düşen yağmurdamlalarının şıkırtısı duyuluyordu.Sadrazam ne yapmıştı? Tâ İstanbul'danberi padişahtan bir konak ileri gidiyor,yolları düzeltiyor, padişahın otağını

kurduruyordu. Bu onun göreviydi.Ama hangi padişah otağı?...Yağmurun loş gölgeleri içinde, kocakavuğu ve uzun boyuyla Sokullu'nun,elleri önünde bağlı, gözleri yerde, yavaşyavaş saltanat arabasına yaklaştığıgörüldü. Haberciler açılarak yolveriyordu. Arkasından üç tuğlu vezirlerde geliyordu. Kavuğundan sızan sularsolgun yüzüne, sarı sakalına akıyordu.Som sırma perdenin yanına gelince:- Padişahım, acıyınız, kulunuzunçadırına şeref veriniz, dedi.- Bizim otağımız niçin yapılmadı?- Otağcılar fırtınadan yolu kaybetmişler.Konak yerine gelemediler Padişahım...Padişah bir şey söylemedi, perdeningerisine çekildi. Yağmur durmuyor, daha

da şiddetleniyordu. Sokullu'nunişaretiyle, altın yaldızlı koruyucumızrakların arasındaki değerli taşlarlasüslü saltanat arabası hareket etti. Sakinve ıslak vezirler, büyük kavuklarındakiparlak tuğları sallayarak, gözleriyerlerde, altın tekerleklerin yanı sırayürüyorlardı. Çadırın önüne gelince,arabadan inen padişahın kollarınagirdiler. Sırma perdeli kapıdan. içerisoktular.Yağmur hiç durmadan yağıyordu.... İstanbul'dan kırk dokuz gündeBelgrad'a gelen yorgun ordu; yollardabirtakım haydutların saldırısınauğramıştı. Yeniçeri ağası bunlarıizlemeye çıktı. Malkara Beyi, EvrenBey'le birleşti. Hepsi saklandıklarıkovuklarda tuttu. Konak boylarındaastırdı. Bu izlemelerde üst düzeyden vepadişahın gözdelerinden pek genç bir

kahraman olan Tosun Bey yine kendinigösterdi. Tek başına dağları, ormanları,mağaraları dolaştı. Beşer, onarrastgeldiği haydutlarla tek başınavuruşarak hepsini yere serdi. Bütün orduyolunu temizledi. Hiçbir yasakçı onunarkasından at süremiyor, kimse onayetişemiyordu. İleri, geri, üç konağabirden gidiyor; uykusuzluk, yorgunluknedir bilmiyordu. Dört yıl önce padişah,onu sipahiler arasında görmüş,güzelliğini, yürekli tavırlarını beğenerekyanına almış, ona birçok görev vermiş,hatta bir yıl içinde çavuşbaşlığa kadarçıkarmıştı. Daha yirmi beş yaşındaydı.Gür siyah bıyıkları, şahin bakışlı iri elagözleri, geniş ve kalın omuzları;gösterişli yürüyüşü, her göreni hayranbırakırdı. Savaşlarda, ayrı ayrıyerlerinden şimdiye kadar otuz yaraalmış ve pek çok general kafasınımızrağına takarak paşalara armağangetirmişti... O, bütün ordu içinde rakipsiz

bir yüreklilik, kahramanlık ve çabuklukörneğiydi. Yaşlı Zal Mahmut'tan dahagüçlü olduğunu herkes biliyordu. Kuş gibiuçar, yıldırım gibi seğirtir, arslan gibiatılır, kaplan gibi parçalardı. Sadrazamen tehlikeli işlere onu salar, büyük veeşsiz başarılarından sonra padişahınhuzuruna çıkarır, ona övgü yağdırırdı.Kendilerinden başka yiğit olmadığınainanan gururlu yeniçeriler bile önlerindeno geçerken kendilerini tutamazlar,coşarak:- Yaşa Tosun Bey! Seni hangi anadoğurdu! diye nara atarlardı.Tek başına yaptıklarının ünü dillerdeydi.Kuşatılmış kalelere gece gizlice kurulanince merdivenlerden çıkmış, yalınkılıç,tek başına, düşman arasına atılmış...Düşman ordugâhlarının görünmedenarkasından dolaşarak, cephaneleriniateşe vermiş... Tutsak olduğu zaman

yüzlerce koruyucunun arasındankurtularak, onu bekleyen nöbetçileriöldürüp silahları ve atlarıyla dönmüştü.Herkes onu sever, herkes ona saygıgösterirdi. Hatta vezirler' bile... ÇünküTosun Bey, bu yüreklilikle yakındabeylerbeyi olacak, vezirlik için çokbeklemeyecek, evet öyle sayılır ki, dahasakalına kır düşmeden padişahınmührüne kavuşacaktı. Hem yürekli, hemerdemliydi! Savaşa giderken sedeflicurayla kahramanlık destanları söyler;barış zamanında gayet çelebicebilgeliklerle dolu gazeller, kasideleryazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığıelinde, kalem yabancı durmuyordu.Halkın dilinde onunla ilgili birçok efsanedolaşırdı. Babasının bir emektarı onubüyütmüştü; haksız yere kafası kesilmişbir, beyin oğluydu.Yağmur durmadan yağıyordu.

Konak, çamurlu ve bozuk bir yolunsağında kurulmuştu. Her yandan sellerakıyor, erler sırayla yerlerine geliyorlar,çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor,ötede beride ateşler parlıyordu. Bukalabalığın arasında Tosun Bey'in alatıyla süzüldüğü görüldü. İki konakgeriden orduya yetişmişti. Yol kenarındasemeri devrilmiş bir katırı kaldıranyeniçerilere sordu:- Padişahın otağı nerede, ağalar?Yeniçeriler onu görünce doğruldular,saygıyla selamladılar. En yaşlıları karşılıkverdi:- Kurulmadı.- Efendimiz ileri mi gitti?- Hayır.- Ya nerede?

- Sadrazam Paşa'nın çadırında.Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzünedikkatle baktı. Yeniden sordu.- Padişahın otağı nerede kurulmuş?- Kurulmamış.- Niçin?- Kaybolmuş...- Ne?..Yeniçeri sustu. Önüne baktı.- Padişahın otağı mı kaybolmuş?- Evet...Tosun Bey fena halde öfkelendi.Dişlerini sıktı. Padişahın otağı nasılkaybolurdu. Bunu aklı almıyordu.Padişah, onca pek kutsaldı. Otağ,

gözünde yeri değiştirilen bir Kâbe'ydi.Kâbe'si yıkılan bir inançlının aceleciliğiyleağır ve keskin mahmuzlarını atınınkarnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrakdirekleri görünen sadrazam çadırınadoğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi.Seğirdim ustaları yağmur içindedolaşıyordu. Onu pek seven KazaskerPerviz Efendi'nin çadırını gördü. Yereatladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi.Kahramanlık şiirlerini okuduğu PervizEfendi, çadırın içinde ayaktaydı. NişancıEğri Abdizâde Mahmut Çelebi'yle SabaçKöprüsü'nün, Semendire BeylerbeyiBayram tarafından nasıl yapıldığınıkonuşuyordu. Onun girdiğini görünce:- Hayrola, Tosun Bey! diye sözünükesti. Tosun Bey titriyordu. Kendindedeğildi:- Padişahın otağı kaybolmuş.

- Evet oğlum.- Bu nasıl olur, efendi hazretleri?- Yolu şaşırmışlar belki...- Sadrazam Paşa bir konak öndengidiyor. Nasıl kaybetmiş?Perviz Efendi karşılık vermedi. MahmutÇelebi yağmurun, fırtınanın şiddetindensöz etmek istedi. Tosun Bey coşuyordu.Açtı ağzını yumdu gözünü... Artık bukadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğayakışır mıydı? Hasta velinimet hiçdüşünülmüyordu. Ya otağı suyakaptırdılarsa... Ya taht bulunmazsa...Daha İstanbul'dan çıkmazdan önce birçavuş gönderilerek görüşmek içinSemlin'e çağrılan Zigismond'u, padişahnerde huzuruna kabul edecekti? Birparça yağmurdan yollarını şaşıran,dağılan orduya, padişah nasılgüvenecekti? Tosun Bey yürekli

adamlara özgü o saldırganlıkla ağzınageleni söylüyordu:- İki konak arasında bir otağıkoruyamayan adam, koca bir devletinasıl yönetir? dedi.Bu çok ağır bir soruydu. Perviz Efendiyavaşça, kalın halının üzerine serilmişerguvani şiltesine çöktü. Mahmut Çelebibu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı.Durmadan yağan yağmurun sayısız vesinir bozucu damlaları tıpır tıpır çadırınüstüne düşüyor, ordugâhın belirsizuğultusu içinde, sanki düşsel bir akınınuzak ve düzenli ayak sesleriniduyuruyordu.Tosun Bey dışarı çıkınca, aceleyleadamlarını buldurdu. Atını değiştirdi.Kimseyle konuşmadan, tek başına,padişahın otağını aramaya çıktı. Havagittikçe kararıyordu. Derin yarlardan, sel

yarıklarından aştı. Taşan, köpürenderelerden geçti. Ormanlara dalanyollara girdi. Tepelere çıktı. Dört yananaralar savurdu. Sesinin boğukyankılarından başka bir karşılık alamadı.Gelen gece pek karanlıktı. Yağmurdurmuyordu. \"Sabah erkenden çıkar,bulurum,\" diyerek geri döndü. O kadarkaranlıktı ki... Dizgini boş bırakıyor,geldiği yollardan atının içgüdüsüyledönebiliyordu.Meşaleleriyle, ordugâh uzaklardangörünmeye başladı. Karanlığın,yağmurun, rüzgârın içinde at, dilediğinceyürüyordu.- Kimdir o?On adım ötede koyu bir karaltı belirdi...- Yabancı değil...- Sen misin, Tosun Bey!

- Benim!- Sadrazam Paşa Efendimiz siziaratıyor. Biz on süvari, çevreye dağıldık.- Pekâlâ, gidelim.Ve karanlığın içinde Tosun Bey önde,sipahi arkada, ordugâha koştular.Meşaleleri, nöbetçileri; mehterlerigeçtiler. Zaten hizmetkârlar, solaklar,çavuşlar yağmurun altındabekleşiyorlardı. Tosun Bey'i, sadrazamınyanına götürdüler. Paşa büyük şiltesineyaslanmış, uzun ve değerli taşlarla süslüçubuğunu çekiyordu. Karşısında SilahtarCafer Ağa ile Nişancı Feridun Beyhazırolda duruyordu.- Oğlum Tosun, dedi, sana bir iş çıktı.Senin gibi at sürecek er yok. Bu padişahfermanını şimdi al. Koş, Niş'e götür...Oradaki Bey'e ver...

Karşısında sırılsıklam hazırolda duranTosun Bey'e, öpüp başına koyduğukırmızı bir keseyi uzattı. Tosun Bey,elleri bağlı; ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı.Öptü. Başına koydu. Dışarı çıkarkenSadrazam:- Haydi arslanım, çabuk, yolun uğurluolsun! diyerek gülümsedi. Çadırın önündeeşsiz bir kır atın onu beklediğini gördüTosun Bey. Yağmur hâlâ eski şiddetiyleyağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisinitutan hizmetkârlardan su istedi.Verdikleri suyu sonuna, kadar içti. Veağır, keskin mahmuzlarını atın karnınavurdu. Ordugâhın kalabalığı, ışıkları,uğultusu arasından beş dakikada çıktı.Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içindedörtnala uzaklaştı. Kayboldu...Ormanlardan, derelerden, köprülerden,tepelerden, uçurumlardan şimşek gibigeçti. Belgrad'da durmadı. Hemen atını

değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı.Hiç uyumuyor, yalnız düz yerlerde atıtırıs giderken, rüyasız ve uyanık biruykuya dalıyordu. Gecelerden gündüze,yağmurlardan güneşe girdi. Haziransıcaklarıyla giysileri kurudu. Kendi ve atıterledi. Akşamları serin rüzgârlarakarışan bülbül sesleri işitti. Sabahlarıcıvıldayan tarlakuşlarının saklandığı ekindenizleri içinde yürüdü. Sonunda birgece, pek uzaktan Niş'in aydınlıklarınıgördü. Büyük bir çiftliğin önündengeçiyordu. İri ve azgın köpeklerarkasından koşuyor ve havlıyorlardı.\"Gün doğuncaya kadar şurada kalayım.Erkenden kente girerim,\" dedi ve çiftliğesaptı. Herkes gibi çiftliğin adamları daonu tanıyorlardı. Atını aldılar. Saygıiçinde yukarıya, kuleye çıkardılar.- Ben biraz dinleneceğim. Gündoğmadan beni uyandırın! diye buyurdu.

Ne olursa olsun, her gelen yolcuyayemek çıkarmak gelenekti. Tosun Bey:- Hiçbir şey istemem. Bana biraz ayrangetirin, dedi. Ve getirip bıraktıkları testiyidikti. Susuzluğu geçince sedire uzandı.Gözlerini kapadı. Ama uyuyamadı. Atüzerinde gelen uykusu, böyle hareketsizkalınca kaçıyordu. İki yanına döndü.Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti.... Tam dalacağı sırada birdenbire sıçradı.Göğsünün üzerine koyduğu ferman ateşalmış yanıyordu. Elini götürdü. Hayır...Tuhaf bir rüya. Ferman yerindeduruyordu. Biraz daldı. Rüyasında,götürdüğü, fermanın eriyerek kanolduğunu, sonra tufan dalgasının kırmızıalevler halinde bütün vücudunu sardığınıgörüyordu. Sıçradı, uyandı. Hiçbir tehlikekarşısında düzenini bozmayan yüreğişimdi hızlı hızlı çarpıyordu. Doğruldu:\"Hayırdır, inşallah...\" dedi. Oturdu. Birşeyler okudu. Döndü. Üç kez sol yanına

tükürdü. Elini titreyerek fermanagötürdü. Yerindeydi. Yavaşça tuttu veelinde olmâdan çekti. Ocağın üzerindekikandilin titrek ve sönük aydınlığı içindebaktı. Üstüne sardığı çevreyi çıkardı. Bu,kırmızı bir keseydi. Yanındanbalmumuyla mühürlenmişti. Dikkat etti.Terden, yağmurdan ve hareketten bumum mühür yerinden oynamıştı. Acabaiçinde ne vardı? Dehşetle rüyasına girenbu ferman neydi? Kesinlikle güvenlikleilgili kutsal bir buyruk... Çünkü savaşyukarıdaydı. Haydutlar, cephane ya dayollar ve ulaştırıcılar için bir şeyolmalıydı. Ama, hayır... Bu önemli, pekönemli bir buyruktu. Çünkü özel olarakkendisiyle gönderiliyordu. Acaba neydi?Fermanı tekrar çevreye sardı. Koynunakoyacaktı. Ama göğsünün görünmez birbaskı altında ezildiğini duydu. Boğazıtıkandı. Sanki ferman gerçekten ateşalmış, vücudunu yakıyordu. Sönmez birmerak ateşi ruhunda tutuştu. Zaten işte

mühür bozulmuştu. Açsa... Belli bileolmayacaktı. Başını salladı. Kendikendine: \"Sakın, sakın!\" dedi.İçinde tutuşan merak ateşi öldürücü birsıtma gibi her yerini sarsıyordu. Ateşiçinde yanan elleri, sanki kendigüdüsüyle inat eden başka bir vücudunorganıymış gibi torbayı açtı. Üçekatlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey,istemine başkaldıran ellerinincinayetinde titredi. Bir ferman açılabilirmiydi. Ama kımıldayamıyor, ellerine sözgeçiremiyordu. Zincire vurulmuş,hareketsiz yatarken, başkasının işlediğicinayeti karışmadan seyreder gibi,ellerinin hainliğine bakakaldı. Onudinlemeyen bu eller, fermanı da açtı.Tosun Bey az ışık veren kandilin ışığıylaancak gördüğü satırları okudu. Taşodanın beyaz duvarları, nakışlı tavan,halı örtülmüş döşeme çevresindedönmeye başladı. Deli oluyordu.

Cinayetten sonra kaçan katiller gibielleri iki yanına düştü. Açık fermandizlerinin üstünde kaldı. \"... İşbu kutsalbuyruğumuzu getiren, devletimize zararlıolan Tosun Bey kulumun da hemen,vücudundan başın kesesin ve şöylebilesin ki...\" Gözünü bu cümledenayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı.Demek, gece gündüz, hiç durmadankoşarak getirdiği, rüyasında vücudunuyakan bu kırmızı kese, kendi idamfermanıydı. Şaşkınlığı çok sürmedi. Belkielli kez ölümün pek yakından geçerekkorkunç kanatlarını sürttüğü geniş veparlak alnını tuttu. Arkasına dayandı.Sağındaki pencereden siyah ve dağınıkbulutların geçişine baktı. Bir an öyledurdu. Derin bir solukla göğsünükabarttı: \"Ama niçin? Ama niçin?\" dedi.Bağlılıktan, yüreklilikten, fedakarlıktan,savaştan, saldırıdan başka ne yapmıştı?Tâ on beş yaşından beri... On yıldır at

sırtından inmiyordu. Bütün dünyayıdolaşıyor, en ünlü kahramanlarınçekindikleri yere gözünü kırpmadanatılıyordu. Kuşatmadaki burçların içine,yüzlerce zırhlı düşmanın arasına, tekbaşına yalınkılıç atıldığı zamanlarölmediği halde, şimdi bir celladın, bayağıköpek bir çingenenin satırı altında mı canverecekti? Geçmişi hep birdendüşünüyor ve kırılır gibi olan cesaretiyavaş yavaş yerine geliyordu. Doğruldu.Ayağa kalktı. Ferman ve kese yeredüştü: \"Ben kafamı kolay kolayvermem.\" dedi.Pencereye yaklaştı. Siyah bulutlar dahahızlı geliyor, tan yeri ağarıyor, çiftliğinyanından akan küçük bir derenindokunaklı ve hafif şarıltısı işitiliyordu.Bütün Rumeli, bütün Anadolu onu tanırdı.Anadolu'ya atlayınca hangi şehzadeninyanına gitse, sevgiyle kabul olunacağınagüveniyordu. On kişiye, yüz kişiye değil,

gerekirse bin kişiye karşı koyabilecek bircesareti vardı. Sonra gücü, ustalığı,çevikliği... Bütün ülkede bir eşi dahayoktu. Bir kere Anadolu'ya kapağı atınca,ele geçmezdi. İran'a, Turan'a kadar vurakıra gider, adına ününe daha çok ün,şeref eklerdi.. Yüreği yeniden: \"Amaniçin? Ama niçin?...\" diye burkuldu.Hiçbir şey beklemiyordu. Aklına ancaködül ve övgü gelirdi. Böyle bir sözcük...Asla... Acaba ne suç işlemişti?Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü suçabenzer bir şey yaptığını hatırlamıyordu.\"Ah iftiracılar! Allah'tan korkmazkaralamacılar!\" Kimbilir aleyhinde neyalan uydurmuşlardı. Ama... O, babasıgibi celladın pis kılıcına bir koyun gibibaşını uzatmayacak, canını almayagelenlerin canlarını alacak, kendi canıalınıncaya kadar başkalarından canalacaktı... \"Zaman geçirmeyeyim\" diyemırıldandı. Tolgasını başına geçirdi.Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı.

Yerdeki fermanla keseyi aldı. Yinegözüne \"devletimize vücudu muzırolan...\" sözcükleri ilişti. Niçin onunvücudu devlete zararlıydı? Böyle birsuçlama, canını devlet uğruna adamış birinsan için ne acı bir aşağılama, ne acı birsövgüydü... Yazıya dikkat etti. Acabapadişahın yazısı mıydı?Silahtar Cafer Ağa'nın da olabilirdi,padişahla onun yazısı, farksız derecedebirbirine benzerdi... Fermanı katladı. Yinekeseye soktu. Balmumunu hohladı.Mührü eski yerinden hafifçe yapıştırdı.Azrailin kanadından kopma kanlı bir tüykadar hafif olan bu müthiş bez içinde,işte hayatı duruyordu. Evirdi çevirdi.Böyle... Bu müthiş şeye bakarken,kafasından hep eremediği dilekleriaçıklayamadığı istekleri geçti. Budakikaya kadar ne mutluydu. Padişahınen sevgili gözdesiydi. Gördüğü iyilikleridüşündü. Süvarilik zamanlarını hatırladı.

Daha on beş yaşındayken bile gücü,yiğitliği, görenleri şaşırtıyordu. Ciritoyunlarında, güreşlerde, vuruşmalardahep birinci geliyordu. Sonra... Onu evindebüyüten, babasının eski emektarı yaşlıSalih Ağa gözünün önüne geldi.İstanbul'dan çıkarken ayrılık için eliniöpmeye gittiği zaman, bu ihtiyarınverdiği öğüdü işitir gibi oldu: \"Padişah'ınbuyruğundan dışarı çıkma, Canını istesever. Düşünme. Dünyada olmasa bileöbür dünyada karşılığını görürsün... Vegeçmişi daha fazla hatırlayamadı.Ansızın bozulan bir saat gibi, sanki kafasıdurdu. Yalnız kulağından; Salih Ağa'nınsesi çıkmıyordu: \"Padişah'ınbuyruğundan, dışarı çıkma...\" Oysa...Oysa o, işte padişahın buyruğundandışarı çıkıyor, hatta başkaldırmayahazırlanıyordu. Bu büyük ve utanç vericigünahı işlemiş gibi, yüreğinde heyecanve pişmanlık karışımı zehirli bir sızıduydu. Canını padişah ve devlet uğrunda

vermeye ant içmemiş miydi? O halde bucanı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı?Artık birdenbire güçlenmiş istemine bağlıdemir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyikaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonrabaşına götürdü.Güneş bulutlar içinden gizlice doğarken,doludizgin Niş'e girdi. Canlı bir yıldırımgibi, dar ve bozuk sokaklardan geçti.Beyin konağı önünde de atından atladı.Onu tanıyan kapıcılar, süvariler, erler:- Tosun Bey! Tosun Bey! diyekoşuştular.İki kanadı açık geniş kapının, ortasındabir fener sarkan beyaz badanalı kemerinaltından, temiz ve zemini kara taşlı kaplıbir avluya ilerledi. Bağırdı:- Çabuk Bey'e haber verin, fermanvar...

Hizmetkârların arasından ayrılan uzunboylu kapıcıbaşı öne düştü. Onu taşmerdivenlerden çıkardı. Bey, sabahnamazını kılıp selamlığa çıkmıştı, rahatrahat çubuğunu tüttürüyor, uykusersemliğini üzerinden atmayaçalışıyordu. Odasına ansızın Tosun Bey'igeldiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onunyiğitliğine ve kahramanlığına hayran,yaşlı, feleğin çemberinden geçmiş eskibir askerdi. Hemen ayağa kalktı.Kucakladı. Alnından öptü:- Hoş geldin yiğidim, iyi haberlergetirdin... Tosun Bey gülerek:- Bir padişah fermanı getirdim, dedi.Ve koynundan kırmızı keseyi çıkardı.Öptü. Başına koydu. Uzattı. Yaşlı Bey,Tosun Bey'le özel olarak gönderilen birfermanın önemini düşündü. Yorgunyüreği hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve

kıllı elleriyle bu keseyi aldı. Öptü. Başınakoydu. Mumun bozukluğuna bile dikkatedemedi. Kopardı. Fermanı çıkardı. Açtı.Okudu. Ve uzun çubuğunun dayalıdurduğu yüksek sedire yıkılıverdi.Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında,dinç ve levent duruyor, gülümsüyordu.Zavallı ihtiyar ağlamaya başladı:- Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri? İhtiyarinledi:- Bu fermanın ne yazdığını biliyormusun?- Biliyorum. Benim kafamın kesilmesiniyazıyor.Yaşlı Bey, bütün memlekettekahramanlığı dillere destan olan bu alyanaklı, gür bıyıklı, dağ parçası,görünüşü saygı uyandıran, yiğit güzelbahadıra ıslak gözleriyle uzun uzun baktı.Acaba niçin bu öfkeye uğramıştı? Böyle

bir arslanı, celladın eline vermek nebüyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan bunarazı olurdu? Ak sakalına yakışmayançocuksu bir hıçkırıkla:- Suçun ne? diye sordu.- Padişahım bilir...- Ben senin başını kesmem, Tosun Bey.Şimdi bağışlanmanı dileyeceğim. Çiftetatar çıkaracağım. Dileğim kabulolunmazsa kendi başımın kesilmesiniisteyeceğim.- Hayır, Bey! Hayır... Padişahınbuyruğundan dışarı çıkma. Başımı kes...Kestikten sonra bağışlanmamı dile.Padişahım, kendi buyruğu yerinegeldikten sonra, ben kulunu bağışlamalı.Yaşlı Bey daha çok ağlıyor, hıçkırıyordu:- Ben senin gibi bir yiğide kıyamam.

Ben seni kesemem. Elim dilim bunavarmaz.- ...- Vallahi seni kesemem...Yeni uyanmış erkek bir arslansessizliğiyle gülümseyen Tosun Bey'inparlak yüzü birdenbire karardı. GürKaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ele gözleriaçıldı. Tiksinti ve öfkeyle kılıcını çekti:- Padişahımın buyruğunu yerinegetirmeyen âsilerin başını benkeserim!... diye kükreyerek yumuşakkalpli, zayıf ve boyun eğmez ihtiyarınüzerine yürüdü.Al çuhadan büyük kapı perdesininarkasında gizli nöbet bekleyen silahlıadamlar koşuştu, onu tuttular.Yarım saat sonra, sırmalı resmi

kavuğunu çıkarıp başına gösterişsiz duakülahını geçirmiş olan ak sakallı Bey,ıssız odasında seccadesinde oturmuş,boynu bükük \"Yâsin\" okurken, dışardadokunaklı ve belirsiz bir yağmurserpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındakitaze ve sıcak kanlar üstünde, süvarilergörünmeyen içtenlik dolu gözyaşları gibidamlıyordu.

İLK CİNAYETBEN, hep acı içinde yaşayan biradamım! Bu sıkıntı adeta kendimibildiğim anda başladı. Belki daha dörtyaşında yoktum. O gün bugündür,yaptığım değil, sadece düşündüğümkötülüklerin bile vicdanımdatutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntılarıiçinde kıvranıyorum. Beni üzen şeylerinhiçbirini unutmadım. Anılarım sankiyalnız hüzün için yapılmış.Evet, acaba dört yaşında var mıydım?Ondan önce hiçbir şey bilmiyorum.Bilinç, başımıza yakmayan bir yıldırımgibi nasıl düşer? Tolstoy, daha dokuzaylık bir çocukken banyoya sokulduğunuhatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma!Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Benilk kez kendimi Şirket vapurundahatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde:

Sanki dünyaya o anda doğmuşum,annemin kucağı... Annem, yanındaki çoksarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerekkonuşuyor, cigara içiyorlar. Annemcigarasını ince gümüş bir maşayatakmış. Ben bunu istiyorum.- Al ama ağzına sürme! diyor.Bana bu ince maşayı veriyor, cigarasınıdenize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık,çok güneşli bir hava... Annem,konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyiyavaş yavaş sallıyor. Ben kucağındankayıyorum. Beni kollarımdan tutarakyanına oturtuyor. Gümüş maşacığınhalkasına parmağımı takıyor, annemgörmeden ucunu ağzıma sokuyor,dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarısaçlı hanımın çarşafı mavi... Benbeyazlar giymişim. Başım açık. Saçlarımgür. Hem galiba dağılmış. Annem bunlarıdüzeltirken başımı yukarıya

kaldırıyorum. Güneşten kum kumparlayan tentenin kenarında el kadar birgölge kımıldıyor.- Bak bak, diyorum. Annem de başınıkaldırıyor:- Kuş diyor.Bu kuşu isteyince,- Tutulmaz, diyor.Ben yine istiyorum. Annemşemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor.Ama gölgede kımıltı yok.- A kaçmadı.- Neye acaba?- Yavru olacak mutlaka...Yine yanındaki hanıma dönüyor:

- Anne, ben kuşu isterim! diyetutturuyorum,O vakit annem yelpazesini bırakıpayağa kalkıyor, beni koltuklarımınaltından tutuyor ve küçük bir top gibidışarıya doğru kaldırırken diyor ki:- Birdenbire tut ha!Başım keten tenteye yaklaşınca,gözlerim kamaşıyor. Ellerimi uzatıyorum.Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş...Annem alıyor elimden, öpüyor, sarı saçlıhanım da öpüyor, ben de öpüyorum.- Ah zavallı, daha yavru.- Martı yavrusu.- Uçamıyor olmalı.- Denize düşerse boğulur.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook