Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-18 14:38:44

Description: Hikayeler-Ömer SEYFETTİN

Search

Read the Text Version

Öteki kadınlar da söze karışıyor,\"Yaşamaz!\" diyorlar. Annem beyaz kuşu,\"A zavallı, o zavallı!\" diyerek uzunuzadıya okşadıktan sonra benimkucağıma veriyor.- Eve götürelim, belki yaşar, diyor. Amasakın sıkma yavrum.- Sıkmam.- Böyle tut işte.Gümüş maşacığına bir ince sigaratakıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyorsöze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyazki... Dokunuyorum... Kanatlarınınkemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı.Kaçmak için hiç çırpınmıyor, şaşırmış.Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasınınkenarında sanki sarı bir şey yemiş debulaşığı kalmış gibi san bir iz var.Boynunu uzatarak çevresine bakmayaçalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme

kaldırıyorum. Yanımdaki hanımlagülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgilideğil. Sonra beyaz kuşun uzanan inceboynunu yavaşça elimle tutuyorum.Bütün gücümle sıkmaya başlıyorum.Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimleonları da tutuyorum. Mercan ayaklarıdizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum,sıkıyorum. Dişlerim kırılacak gibisıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlıgagacığı titreyerek açılıp kapanıyor.Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak.Gözleri önce büyüyor. Sonra küçülüyor,sonra sönüyor... Birdenbire kasılmışellerimi açıyorum. Beyaz kuşcağızınölüsü \"pat!\" diye düşüyor yere...Annem dönüyor eğiliyor. Yerden buhenüz sıcak, masum ölüyü alıyor. \"A...Aaaa ölmüş!\" dedikten sonra bana dikdik bakıyor:- Ne yaptın?

- ...- Sıktın mı?- ...- Söyle bakayım?- ...Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadarağlamaya başlıyorum. Annemin elindenbeyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanımalıyor:- Ah, ne günah!- Zavallıcık.Başka kadınlar da söze karışıyor.Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir kadıncinayetimi bildiriyor:- Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain

çocuk...Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:\"Ah insafsız!\" diyerek bana yine acı acıbakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadarağlıyorum ki... Beni artıksusturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasılsustuğumu bugün hatırlayamıyorum.Sanki sonsuza kadar ağlıyorum.Kendimi bilir bilmez yaptığım bucinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazlabir zaman geçti. Şimdi Şirketvapurlarının güvertelerinde otururken nezaman bir martı görsem, birdenbireneşemi kaybederim. Bir çocuk,haykırışıyla ağlamak isterim. Yüreğiminiçinde derin bir sızı büyür büyür,göğsümü acıtır.\"Ah insafsız!\" diyerek beni azarlayananneciğimin hiç bitmeyen paylamasınıduyar gibi olurum.



YENİ BİR HEDİYEYemekten kalkalı belki bir saatolmuştu. Karı koca, kahvelerini, herzamanki gibi yalının balkonunda içtiler.İçindeki şeyler silinmiş, süpürülmüş desonra havaya mıhlanmış gümüş birtepsiye benzeyen ay, her tarafıaydınlatıyor, dargın denize uzun veyaldızlı yansımasını bırakıyor; yorgundağları, ışıksız yalıları, bülbülsüz korularımor ve serin sisle örtüyordu. Sadi Beyüçüncü sigarasını da bitirdi. Bıı, otuzyaşına gelmeden altmışını tamamlamışsıska bir gençti. Orta yaşa gelmedendökülmeye başlayan saçlarından şimdi,tepesinde tek bir kıl bile yoktu. Kafasıayın ışığıyla bir balkabağı gibi parlıyordu.Gözlerini uzaklara, pek uzaklaradikmişti...Karısı Cevriye Hanım -kocasına inat-

gürbüz, şişman, canlı kanlı, genç, dinç birvücuttu. Yirmi beş yaşında vardı. Ama, okadar körpe görünüyordu ki... Tanıyanlarhep; \"Ancak on dördünde...\" yargısınıverirlerdi. Hem de şairdi. Kafiye ve millivezin ona, hayat büyüsü gibi etki ediyor,yeni şiirler oldukça şişiyor, bu yazındayanılmaz sıcağında Tokatlıyan'ın\"framboazlı\" dondurması yemiş gibiferahlıyor, iştahı açılıyor, günde on ikidefa karnı acıkıyordu.- Oh ne yüce manzara! dedi.- ...Sadi Bey sesini çıkarmadı. Sankiişitmemişti. Cevriye Hanım kıvrandı.Balkonun kenarını sıktı. Bir elini kalbininüstüne koydu. Sık sık nefes alıyordu:- Ah ölüyorum!.. diye derin derin içiniçekti.

Sadi Bey uykudan uyanmış gibi, sersembir hayretle sordu:- Niçin karıcığım?- Kederden?..- Hangi kederden?- Halimi görmüyor musun?- Görüyorum.- Ne görüyorsun?- Çok yemek yedin. Biraz hazımsızlıksıkıntısı...- Ah, işte erkekler!.. diye CevriyeHanım hüngür hüngür ağlamaya başladı.Tepiniyor, hayali bir bisikletingörünmeyen tekerleklerini çevirir gibiayaklarını hareket ettiriyor,

- Ah Sadi! Sen hiç beni anlamadın!diyordu.Sadi Bey, gerçekten karısını iyiceanlamamıştı. O kadar duyarlılığına,kederlenmesine rağmen, her günşişmanlıyor, hiç zayıflamıyordu. SadiBey, pek maddi, pek ciddi idi. Her şeyisoğukkanlılıkla düşünürdü. Yine öyle ikensavaşın başından beri her sene donlarınınkemerinden beşer parmak kasılmakzorunluluğu baş gösteriyordu. Otuzdokuz numara yakalık kullanırken, şimdiotuz iki numara yakanın içindeki boynu,İsveç jimnastiğinin en güç hareketlerinibile rahatça yapabilirdi.Karısı tekrar sordu:- Bu halim çok yemek yemekten mi?- Bilmem.- Bilmiyorsan, ne iftira ediyorsun?

Sadi Bey cevap vermedi. Yine derinleredaldı, gitti. Fakat Cevriye Hanım'ın sinirigeçmedi. Kocasına ters ters bakarak,- Sende saksağan kadar duygu yoktur...dedi. Aklın fikrin hep yemekte...Balıkpazarı çığırtkanı mısın, nesin? Pirinç,bulgur, yağ, peynir fiyatı... Düşünbabam, düşün... Sanki senin düşünmenlefiyatlar düşecekmiş gibi... Halbuki benimetkilenmem ne kadar duygusal, ne kadarruhsal... Şu havada parlayan ayabakıyorum, bu gülümseyen ay şimdidünyanın yarısına bakıyor... Kimbilir nekadar aşk ve ilgiyle seyrediyor...Sadi Bey omuzlarımı büzerek sinirli birtavırla.- Bize ne? dedi. Ne seyrederse etsin...Cevriye Hanım, kocasına baktı. Sonraellerini aya kaldırarak.

- Ey, ilahi çehre! Gülen gözlerininaltında ne kadar hayvanlar bulunduğunuanlıyor musun? dedi.Yıldızsız gökyüzünde yalnız başınabakan ay, \"Anlıyorum, anlıyorum...\" dergibi sanki daha beter gülümsüyor, hafifbir rüzgâr denizdeki uzun yansımasınıgenişletiyordu. Sadi Bey,- Benim başkalarının aşklarıylauğraşacak vaktim yok... dedi. CevriyeHanım cevap verdi:- Balıkpazarı çığırtkanlarının işleriyleuğraşacak vaktin var ama...Karı koca birbirlerine baktılar. Sadi Beysordu:- Sen benim ne düşündüğümü biliyormusun?- Biliyorum.

- Ne?- Et.- Hayır.- Pirinç.- Hayır.- Yağ.- Hayır.- Bulgur.- Hayır.- Eh, öyle ise fasulye.- Hayır.- Kuru fasulye.- Hayır diyorum, hanım.

Cevriye Hanım kocasının başka bir şeydüşüneceğine hiç ihtimal vermezdi.- Şüphesiz bir saattir şairane hayalleredalmamıştın ya?Doğru... Şairane değil...- Ne düşünüyordun, öyleyse sen söyle...- Ne düşüneceğim? Yeni bir masrafı...- Ne gibi?- Bütçemizi altüst edecek bir masraf...Bu ay üçüncü hediyeyi alacağız. CevriyeHanım birden anlamadı.- Ne hediyesi?- Dayının çocukları sünnet oldular. Yarınakşam davetliyiz... Ne hediyegötüreceğiz? Bu ay düğünleri olan ikiakrabamıza beşer liralık hediye

götürdük.Cevriye Hanım,- Mutlaka maddi bir hediye götürmeklazım mı? dedi. Manevi bir hediyegötürelim. Bedava, fakat çok kıymetli birşey...- Ne gibi?- Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.- Böyle bir maskaralık olmaz.- Vay, sen şiiri küçük görüyorsun ha...- Canım... şey...- Ne?- Böyle şey olur mu? Niçin?- Sonra bize...

- Ne diyecekler?- Deli derler..Karı koca yarım saat kadar tartıştılar.Her tartışmadan olduğu gibi, onlarıntartışmalarından da hiçbir sonuç çıkmadı.\"Fikirlerinin çarpışmasından sanki gerçekşimşeği söndü.\" Ay, onları daha iyigörebilmek için yavaş yavaş,çaktırmadan, daha tepeye, göğün taortasına çıkıyordu. Cevriye Hanım,- Boş laflarınla şairane hayallerimidağıtıyorsun! diye kocasına darıldı.Kederinden, gerine gerine yatakodasına çıktı. Balkonda yalnız kalan SadiBey, karısının içine fenalık verecekderecede etkili bu yüce manzara içinde,yarın alacağı hediyeyi düşündü. \"Nealayım? Ne alayım...\" diyordu.İki tane sünnet çocuğu... Birer kol saati

alsa... Üçer liradan altı lira... Birer hokkatakımı... Beşer liradan on lira.Pigmalyon'da kemik bir kâğıt bıçağınınfiyatını sormuş ve tenekeden ürkencesur bir spor beygiri gibi iki adım geriyefırlamıştı... Düşündü, düşündü. Dünyadaucuz bir şey kalmamıştı. Bu ay hediyeiçin on lira mümkün değilveremeyecekti. Ayın sonuna daha onsekiz gün vardı. Gözlerini havadandenize indirdi. Ayın yansıması, içinden birkarartı geçiriyordu. Dikkat etti. Birtorpido...- Havada ay... Denizde ayınyansıması... Ayın yansımasının içinde deyaldızlı, gümüş köpükler saçarakyürüyen sessiz, kahraman bir torpido...Bir ressam olsa şu manzaraya deliolurdu.Sadi Bey, böyle düşünürken sankiressammış gibi deli oldu.

- Buldum! Buldum!... diye haykırdı.Karısı henüz uyumamıştı. Yatakodasının penceresinden dağınık saçlıbaşını çıkardı:- Ne buldun?- Alacağımız hediyeyi...- Ne? Ucuz bir şey mi?- Hem ucuz, hem pahalı...- Pahalı... Kaç kuruş? Bin kuruş mu?- Hayır, bir milyon kuruş...- Tanesi mi?- Evet.- Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerdebulacaksın?

- Bir milyon kuruş kıymetinde, amatanesi bir liraya...- O ne?- Bil bakayım...- Benimle eğleniyorsun...- Hayır, vallahi doğru söylüyorum.- Söyle Allah aşkına ne?- Söyleme, sen de düşün, bul...- Söyle diyorum, şimdi zihnim dağınık...- Canım, sende hiç hızlı anlamayeteneği yok mu?- Sende hızlı anlama yeteneği yok mu?Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.- Pekala, bende hızlı anlama yeteneği

yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sanasöylüyorum. Bir milyon kuruş değerindebir hediye! Fakat alırken bir lirayaalacağız. Nedir? Bul...- Eğleniyorsun benimle...- Hayır, eğlenmiyorum.- Yenir mi? Yenmez mi?- Yenmez be... Bir milyon liralık şey hiçyenir mi? 140- Büyük mü, küçük mü?- El kadar.Cevriye Hanım, pencereden yarı belinekadar sarkarak balkona atılacakmış gibikocasına bakıyor, düşünüyor düşünüyor,bir türlü bulamıyordu.- Yumuşak mı, katı mı?

- Yumuşak, ama pamuk gibi değil. Kâğıtgibi.- Baş harfini söyle.- D...Cevriye Hanım \"D\" harfiyle başlayanbirçok şey saydı: \"Dondurma, davul,dama, def, damızlık koyun, duvar saati,dev aynası, darı, diba, demir, dem çekengüvercin, dikiş makinesi... vs...\" Osöyledikçe Sadi Hey gülüyor; \"Bu milyonkuruş kıymetinde mi?\" diye karısınıüzüyordu. Cevriye Hanım, bu hediyeninne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldıki.. Sonunda cevaben dedi ki:- Söyle, nedir, yoksa vallahi kendimiaşağı atarım! diye haykırdı.Sadi Bey, gülmekten katılıyor, parlakkafası sarsılıyordu.

- Kendini atmağa gerek yok, de ki,\"Bende hızlı anlama yeteneği yok!\"söyleyeyim.- Pekala, yok...Sadi Bey, sandalyesinden kalktı.Meraktan kıvranan karısının yüzünebakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı.Ağır bir masraftan birdenbire kurtulanzüğürtlere mahsus samimi bir sevinçleellerini oğuşturarak içeri girdi ve o gecepek rahat bir uyku uyudu.

PEMBE İNCİLİ KAFTANBüyük kubbeli serin divan, bugün dahasakin, daha gölgeliydi. Pencerelerindensüzülen mavi, mor, sincap rengi baharaydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerindebirikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipekşiltelere diz çökmüş yorgun vezirler,önlerindeki halının renkli nakışlarınabakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıfeliyle tutan yaşlı sadrazamın sönükgözleri, çok uzak, çok karanlık şeylerdüşünüyor gibi, var olmayan noktalaradalıyordu.- Yürekli bir adam gerekli, paşalar...dedi. Biz onun sırmalara, altınlara,elmaslara boğarak gönderdiği elçisinepadişahımızın elini öptürmedik, ancakdizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz oda karşılıkta bulunmaya kalkacak.

- Kuşkusuz.- Hiç kuşkusuz.- Mutlaka.Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendigörüşünü paylaştıklarını anlayansadrazam düşündüğünü daha açıksöyledi:- O halde bizden elçi gidecek adamınçok yürekli olması gerek! Öyle bir adamki, ölümden korkmasın. Devletininşanına dokunacak hareketlere karşıkoysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağıhakaretlere boyun eğmesin...- Evet!- Hay hay.- Çok doğru... Sadrazam sakalındançektiği elini dizine dayadı. Doğruldu.

Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperenvezirlere ayrı ayrı baktı:- Haydi öyleyse... Yürekli bir adambulun!.. dedi... Hoca takımından,Enderundan, divandan benim aklımaböyle gözüpek bir adam gelmiyor. Sizdüşünün bakalım... - ...- ...- ...Sofu, barışsever, sessiz padişahın kocadevletine, sessiz küçük bir beyin olandivan düşünmeye başladı.Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin \"Yavuz!\"namındaki yaman sillesiyle hergururunun, her cinayetinin cezasını biranda gören İsmail Safavi'yegönderilecekti. Şehzadeliğini ata

binmekten, cirit oynamaktan, silahkullanmaktan çok, kitapla geçiren bilgeBayezid'in yaradılışı son derece uysaldı.Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever;savaştan, mücadeleden nefret ederdi.Vezirler, sevgili padişahlarının rahatınıbozmamayı en büyük görevlerisanırlardı... Bununla birlikte sınırlardayine kavganın önü alınamıyordu. Bosna,Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya,Hırvatistan, Venedik seferleri birbiriniizliyor; Modon, Koron, Zonkiyo,Santamavro ele geçiriliyordu. Sankiİstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini,\"Gölgesi yere düşüyor\" diye kırdırıpsavaşa girmeye kalkan- halefininzamanında da sönmüyor; sönmez biralev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahatistendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu...Kan içinde, ateş, kıyım içindekıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunluhanedanının yıkıntıları üstünde Şah

İsmail serserisi saltanat kurmuştu.Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan,babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünüaldığı için delice bir gurura kapılan bukudurmuş şah, akla gelmedikcanavarlıklarla sağına solunasaldırıyordu. Kendine sığınanları bile,çağırdığı şölende, yemekmiş gibikaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüşyapan, yendiği Özbek padişahınınkafatasıyla şarap içen bir acımasız şah,dünyada gerçekten eşi görülmemiş birkıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz,temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onunişkencelerini hatırlamayadayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir günmutlaka bizim sınırımıza da saldıracak,Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı.Bunu herkes biliyordu. Geçen yılZülkadriye egemeni Alaüddevle'dennikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızınıvermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamayaöfkelendi; öç için padişahın toprağından

geçti. Savunmasız Zülkadriyetopraklarına girdi. Diyarbekir, Harputkalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçanAlaüddevle'nin oğlu ile iki torunu elinetutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallılarıateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerinikuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şeyDoğu'da yeni duyuluyordu. Savaşistemeyen padişah, Ankara'ya, YahyaPaşa kumandasında bir ordugöndermekten başka bir şey yapmadı.Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı...Osmanlı toprağına geçtiği için özürdiliyor, birbiri arkasına elçilergönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisiolan Şehzade Yavuz, babası gibidayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş,Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeriyağmalamış, hatta şahın kardeşiİbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisişimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlıtoprağına son akınlarının padişahındevletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye

karşı olduğunu tekrarlıyordu. İştedivanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasıztürediye gönderilecek uygun bir elçibulunamıyordu; çünkü kendini OsmanlıHakanı'yla bir tutan, hatta bütünDoğu'da egemenlik kuran bu serseri,karşısında devleti temsil edecek adamakuşkusuz birçok densizlik yapacak;densizliklerine karşılıkta bulunanı ola kikazığa vuracak, derisini yüzecek, aklagelmedik korkunç bir işkenceyleöldürecekti. Sadrazamın sağındaki,deminden beri bir mezar taşı gibikımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk,yerinden oynadı. Yavaş yavaş soladöndü:- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adambiliyorum, dedi, babası benimyoldaşımdı. Ama devlet memurluğunukabul etmez.- Kim?

- Muhsin Çelebi.Sadrazam bu adamı tanımıyordu.Sordu:- Burada mı oturuyor?- Evet.- Ne iş yapıyor?- Biraz zengindir. Vaktini okumaklageçirir. Tanımazsınız efendim. Hiçbüyüklerle ahbaplık etmez. Büyükmevkiler istemez.- Niye?- Bilmem ama, belki \"düşüşü var\" diye.- Tuhaf...- Ama çok yüreklidir. Doğrudanayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez

savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.- Bize elçi olmaz mı?- Bilmem.- Bir kere kendisini görsek...- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?- Nasıl gelmez?- Gelmez işte... Dünyaya minnetiyoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.- Devletini sevmez mi?- Sever sanırım.- O halde biz de kendimiz için değil,devletine hizmet için çağırırız.- Deneyiniz efendim....Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin

Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi.Devlet, ulus hakkında bir iş içinkendisiyle konuşacağını, yarın mutlakagelmesi gerektiğini yazmıştı.Sabah namazından sonra sarayınınselamlığında, Hint kumaşından ağırperdeli küçük loş bir odada kâtibininbıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama,Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.- Getirin buraya.... dedi.İki dakika geçmeden odanın sedefkakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri,levent, şen bir adam girdi. İnce siyahkaşlarının altında iri gözleri parlıyordu.Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarınınetek öpmesine, secdesine alışansadrazam, bir an eteğine kapanılmasınıbekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirinhep öpülen ağır sırma saçağındakiyumağı, altından, içi boş küçük bir kafa

gibi şaşkın duruyordu. Sadrazamsöyleyecek bir şey bulamadı. Böylegöğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkıkbir adamı ömründe ilk defa görüyordu.Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklümdururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal birsesle sordu:- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksinizefendim?- Şey...- Buyurunuz efendim.- Buyur oğlum, şöyle otur da...Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan,ezilip büzülmeden çok rahat birhareketle kendine gösterilen şilteyeoturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğukıvrık kağıtlara bakarak içinden, \"Nebiçim adam? Acaba deli mi?\" diyordu.Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir

insandı! Yiğide, alçağa gerekduymayacak kadar bir serveti vardı.Çamlıca ormanının arkasındaki büyükmandırayla büyük çiftliğini işletir,namusuyla yaşar, kimseye eyvallahdemezdi. Yoksula, zayıflara, gariplerebakar, sofrasından konuk eksik olmazdı.Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din,ulus, padişah aşkını ta yüreğindeduyanlardandı. Devletin büyüklüğünü,kutsallığını anlardı. Tek ülküsü,\"Tanrı'dan başka kimseye secdeetmemek, kula kul olmamak\"tı... Bilgisi,olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbniKemal ondan söz ederken, \"Beniokutur!\" derdi. Şairdi. Ama ömründedaha bir tek kaside yazmamıştı. Hattaböyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkıgeçiyordu. Önünde açılan yükselmeyollarından daha hiçbirine sapmamıştı.Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cennetiandıran nurlu yolların sonunda, hep \"kirlibir etek mihrabı\" bulunduğunu bilirdi.

İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çokbüyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde,Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrıinsana kendi ahlakını vermek istemişti.İnsan, her varlığın üstündeydi.Kuyruğunu sallaya sallaya efendisininpabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanmapek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebiher türlü aşağılanmayı sindirerek yüksekmevki tepelerine iki büklüm tırmananmaskara, tutkulu insanlardan, kendinesaygı duymayan kölelerden, güçsüzlergibi yerlerde sürünen pis kölelerdentiksinirdi. Hatta bunları görmemek içininsanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaşzamanları Guraba Bölüklerinekumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurdaserbest, içinden geldiği gibi oturuşusadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz.Tarafımızdan sen gider misin oğlum?

- Ben mi?- Evet- Ne ilgisi var?- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruzda...- Ben şimdiye kadar devletmemurluğuna girmedim.- Niçin girmedin?Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu,Gülümsedi.- Çünkü ben boyun eğmem, el eteköpmem, dedi. Oysa zamanın devletlilerimevkilerine hep boyun eğip, el etek,hatta ayak öpüp, bin türlüyaltaklanmayla, ikiyüzlülükle,dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerinehep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin

hareketlerini tekrarlayanları toplarlar.Gözdeleri, nedimeleri, Korudukları, hepalçak ikiyüzlüler, ahlaksız dalkavuklar,namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru,kendisine saygılı, özgür vicdanının sesinekulak veren bir adam gördüler mi,hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi,Paşam?Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı.Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdıburuşturdu. Öfkelenmiyordu. Amaöfkelendiği zamanlarda olduğu gibi,yanaklarına bir titreme geldi. Vezirkendeğil, hatta daha beylerbeyiyken bilekarşısında akranlarından kimse onaböyle açıkça söz söyleyememişti. Yine\"Acaba deli mi?\" diye düşündü. Delideğilse... bu ne küstahlıktı? Bu dereceküstahlık, dünya düzenine karşı çıkmakdeğil miydi? Gözlerini daha beter süzdü.İçinden: \"Şunun başını vurdursam...\"

dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzınıaçacaktı. Ansızın vicdanının -neresiolduğu bilinmeyen bir yerinden gelen,derin sesini işitti: \"İşte sen deyaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavuklukyollarından yükselenler gibi, dürüstçe birsözü çekemiyorsun! Sen de karşındayiğit bir insan değil, ayaklarını yalayanbir köpek, hor görülmenin altında iki katolmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!\"Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığıkâğıdı yanına koydu. Yine MuhsinÇelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıçyarasının izi parlayan yüksek alnı... alyanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalınboynu... biraz büyücek, eğri burnu... incesarığı... tıpkı Şehname sayfalarındagörülen eski kahramanların resimlerinebenziyordu. Evet, bu alnında yarasıgörülen kılıcın yere düşüremediği canlıbir kahramandı. İnsaflı sadrazam,vicdanının ruhunda yankılanan sesini,gururunun karanlığıyla boğmadı. \"Tam

bizim aradığımız adam işte...\" dedi. Bukadar korkusuz bir adam, devletine,ulusuna yapılacak hakareti de çekemez,ölümden korkarak, göreceği hakaretlereeyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçesalladı:- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz.Muhsin Çelebi sordu:- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler,hocalar var. Niçin onlardan biriniseçmiyorsunuz?- Sen Şah İsmail denen kötü ruhluadamın kim olduğunu biliyor musun?- Biliyorum.- Devletini seviyor musun?- Seviyorum.Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına

dayandı:- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhluadam \"elçiye zeval yok\" kuralını kabuletmez. Bizimle boy ölçüşmedavasındadır. Er meydanında bizeyapamadıklarını, bizim göndereceğimizelçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyleidam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusuyoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaretdevletimize demektir. Bize öyle bir adamgerekli ki, hakaret görünce başındankorkmasın... Bu hakareti aynen o kötüruhlu adama iade etsin... Devletiniseversen, sen bu fedakârlığı kabuledeceksin!Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:- Ettim efendim, ama bir koşulum var...dedi.- Ne gibi.

- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretleolmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşıücrette yapılacak bir fedakârlık, neolursa olsun, gerçekte kişisel birkazançtan başka bir şey değildir. Benmaaş, makam, ücret filan istemem...Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm.Koşulum budur!- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisiçok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârlarıkusursuzdu. Bizim elçimizin atları,hizmetkârları, giysileri daha gösterişli,daha ağır olmalı... Bunlar için mutlakahazineden sana birkaç bin altınvereceğiz. .Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı.Sonra başını kaldırdı:- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam.Gerekli göz alıcı muhteşem takımlıatları, süslü hizmetkârları ben kendi

paramla düzeceğim. Hatta...Sadrazam gözlerini açtı.- ... Hatta sırtıma Şah İsmail'inömründe görmediği ağır bir şeygiyeceğim.- Ne giyeceksin?- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşıHint'ten, harcı Venedik'ten gelme,\"Pembe İncili Kaftan\"ı alacağım.- Ne... O kadar parayı neredenbulacaksın, oğlum? Sadrazamınşaşmaya hakkı vardı. Bir ay öncetamamlanan, üzeri ender bulunur pembeincelerle işlemeli bu kaftanın ününüİstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler,elçiler, padişaha armağan etmek içinToroğlu'na başvurdukça, o fiyatınıartırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanınasıl alacağını anlattı:

- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehinevereceğim: Tüccarlardan on bin altınborç toplayacağım, iki bin altını atlarlahizmetkârlara harcayacağım. Geriyekalan sekiz bin altınla da bu kaftanıalacağım.Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:- Geldikten sonra bu kaftan senin işineyaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır.Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksuldüşeceksin.- Hayır, sekiz bin altına alacağımkaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedibin altına geri alır. Yedi bin altınla bençiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalanborçlarımı ödeyemezsem, varsınbabamın yadigâr bıraktığı mandıramdevlete feda olsun... Devletten hepalınmaz ya... Biraz da verilir!Muhsin Çelebi'yle konuştukça

sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreğirahatladı. Îşte küstah, türedi birhükümdara haddini bildirmek içingönderilecek uygun bir adambulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunusallıyordu. Divanın nazik, korkak,hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çokseverlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse,devletinin onurundan çok alacağı bağışıdüşünerek, kendisine yapılan herhakareti kabul edecekti. Sadrazam,Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymakistedi. Başaramadı, giderek onu tasofaya kadar uğurladı.... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyükçiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını,bahçesini, bostanını rehine koydu.Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü.Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedikderecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi binaltına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndanünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç

karısıyla iki küçük çocuğunuakrabasından birinin evine bıraktı. Altıaylık nafakalarını ellerine verdi. Sonrapadişahın mektubunu koynuna koyarakyola düzüldü. Konak konak ilerledikçe buyeni elçinin gösterişi, zenginliği, heleincili kaftanının ünü bütün Anadolu'dangeçerek Şah İsmail'in ülkesineulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün TebrizKalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Buküçük başkentin, süse, zenginliğe, renge,süs eşyasına tutkun halkı, İstanbulelçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent,saray, bütün encümenler kaftanınhikâyesiyle doldu. $ah İsmail, \"Pembeİnci\"yi yalnız masallarda işitmiş, dahanasıl şey olduğunu görmemişti.Kendisinin daha görmediği şeye sahipolan bu zengin elçiye karşı içinden derinbir kin duydu. Onu hakareti altındaezmeye karar verdi. Huzuruna kabuletmezden önce tahtının arkasınacellatları hazırlattı. Tahtının önündeki

ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadelerikaldırttı. Sağında vezirleri, solundasavaşçıları duruyorlardı.Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerliaçık kapıdan rahat adımlarla girdi.Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda,göğsü her zamanki gibi ilerideydi.Koynundan çıkardığı padişah mektubunuöptü. Başına koydu. Sonra altın tahtınüstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipekyığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla,sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcıkuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı.Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığındansapsarı kesildi. Gözlerinin beyazlarıkayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi,tahtın önünden çekilince şöyle birçevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu.Gülümsedi. İçinden, \"Beni zorla ayakta,saygı duruşunda tutmak istiyorlargaliba...\" dedi. Bir an düşündü. Buharekete nasıl karşılık vermeliydi?

Hemen sırtından Pembe İncili kaftanınıçıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şahİsmail, vezirleri kumandanlarıaptallaşmışlar, şaşkınlık içindebakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanınüzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderharesimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlıkemerleri çınlatan gür sesiyle:- Mektubunu verdiğim büyükpadişahım. Oğuz Kara Han soyundandır!diye haykırdı. Dünya yaratıldığından berionun atalarından kimse kul olmamıştır.Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarıdoğuştan beri hükümdar olan birpadişahın elçisi, hiçbir yabancı padişahkarşısında divan durmaz. Çünkü dünyadakendi padişahı kadar soylu bir padişahyoktur... Çünkü...Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça;Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor,morarıyor, elinde heyecandan açamadığı

mektup tir tir titriyordu... Tahtınınarkasındaki cellatlar kılıçlarınıçekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı,çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar,savaşçılar hükümdarlarının sabrına, bunadayanmasına şaşıyorlardı. Hattaiçlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı.Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filanistemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü.Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'dakırılacak olan gururu, bugün bu tekTürk'ün ateş bakışları altında erimişti.Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibişaşkınlıktan donan nedimelerine:- Şunun kaftanını veriniz! dedi.Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önündeserili kaftanı topladı. Türk elçisineyetişti:- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı

kapıya doğru dönerek şahın işiteceğiyüksek bir sesle:- Hayır, unutmuyorum. Onu sizebırakıyorum. Sarayınızda büyük birpadişah elçisini oturtacak seccadeniz,şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiğişeyi bir daha arkasına koymaz... Bunubilmiyor musunuz? dedi.Geçtiği yollardan gece gündüz dört naladöndü. Üsküdar'a girdiği zaman, MuhsinÇelebi'nin cebinde tek bir akçekalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dediki:- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları,takımları, üstünüzdeki giysileri,belinizdeki değerli taşlarla süslühançerlerinizi size bağışlıyorum. Banahakkınızı helal ediyor musunuz?- Ediyoruz... Ediyoruz...

- Anamızın ak sütü gibi.Karşılığını alınca onları başından savdı.Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan,deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı.Sadrazamın konağına gitti. Mektubuşaha verdiğini, hiçbir hakareteuğramadığını, şahın iznini bile almaksızınhabersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünüsöyledi. Zaten sadrazam, onun görevinihakkıyla yerine getireceğine son derecegüveniyordu. Yollar, derebeyleri;aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebikalkıp çekileceği zaman:- Ben satın almak istiyorum oğlum,kaftanın burada mı? dedi.- Hayır, getirmedim.- Acemistan'da mı sattın?- Hayır, satmadım.

- Çaldırdın mı?- Hayır.- Ya ne yaptın?Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu.Kaftanın ne olduğunu bir türlüanlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıylaövünecek kadar küçük ruhlu değildi. Oakşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedibin altını geri almak için kendisini bulansırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı neyaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'dahiç kimse, ünlü \"Pembe İncili Kaftan\"ın\"Nasıl, nerede, niçin\" bırakıldığınıöğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndakiserüven, tarihin karanlığına karıştı, sıroldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi; bukaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini,mandırasını, iratlarını rehindenkurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalanatıyla değerli taşlarla süslü takımını


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook