mecbur oldu. Bu sefer sınır kenarınıniçerilere eşit olmadığını anladı.Nevrekop'a kadar indi. Dört beş senegeçmeden Balkan Harbi patladı. Hemenannesiyle İstanbul'a kaçtı. Dimetoka'nınövgüsüyle kulakları dolmuştu. Kalktı,oraya gitti. Bir köye yerleşti.İçinden, \"Artık biz ölünceye kadar savaşolmaz!\" diyordu. Köyünün kahvesinde 1.Dünya Savaşı'nın haberlerine inanamadı.Fakat...\"Vay anasını! Yalan be!\" diye haykırdı.\"Sınır düzeltilecek!\" deniyordu.Gerçekten bu sınır düzeltildi. Mıstık'ıngöçmen gibi yerleştiği köy yineBulgarlara geçti. Bereket versin ihtiyarannesi ölmüştü. Gamsız bir serseritasasızlığı ile, tek başına ErgeneKöprüsü'nü aşarken \"İlki de Şam,sonuncusu da Şam\" dedi. Bu kadar kısa
bir zaman içinde, \"birbiri üstüne dörtdefa göçmen olmak\" onun yerleşmekheveslerini söndürmüştü. Gözünüyumdu. Anadolu'ya atıldı. Aldatılabilecekmilyonlarca saf adamlar arasındakalınca, Şam'ı falan unuttu. Şehir şehir,kasaba kasaba dolaşmaya, ticaretetmeye başladı. Önüne gelene külahgiydiriyordu. En kârlı bulduğu ticaret,hayvan alım satımı idi. Bir kasabadanalınan atın, yahut eşeğin pahası, enyakın kasabaya götürülüncedeğişiveriyordu. Bu pahayı, Mıstık,kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu.Kırmızı kuşağında, Rumeli'ndekitabancasının yerine sokulu kara kılıflımakas, her hayvanın değerine yüzdealtmış ilave ederdi. En miskin bir beygirialınca tırnaklarını temizler, yağlar;yelesini, kuyruğunu Batı tarzında keser,düzeltirdi. Sonra, torbasındaki o kimseyegöstermediği, kimseye isminisöylemediği siyah ottan bir tutam
yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saatşaha kaldırır, gözlerini parlatır, azgın birejderha haline sokardı. Lakin atpazarlarında sürekli karşısına çıkan birrakibi vardı. Onun alacağı hayvanı artırır,en kâr bırakacak fırsatları elindenkapardı. Herkesin \"Molla\" diye çağırdığıbu herifin ismini bilmiyordu. Yerdenyapılı, çember sakallı, kalın çatık kaşlı,kırk beşlik bir softaydı. Küçük siyahgözleri hep önüne bakar, ince beyazsarıklı kalıpsız fesinin altında tıraşlıkafası, geniş ensesi terden pırıl pırılparlardı. Mıstığın beğenmeyip bıraktığıen miskin, en hasta, en ihtiyarhayvanları bile alıyor, bir gün içindegençleştiriyor, kuyruğunu, yelesinikesmeden, şeklini değiştiriyor, gözleriniparlatıyor, şahlandırıyordu.Mıstık, henüz geldiği kasabanınhanından girerken yine bu herifi gördü.Yeni bir zarara uğramış gibi birdenbire
canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi.\"Merhaba Molla!\" dedi.\"Merhaba...\" Şimdiye kadar hiçkonuşmamışlardı.\"Hayvan almaya mı geldin?\"\"Sana ne?\"...\"Neye geldimse geldim.\"Mıstık, kirli zayıf elini seyrek sarıbıyıklarına kaldırdı. Çakır gözleri bakacakyer bulamadı. Renksiz dudaklarınıkısarak gülümsedi:\"Ortak olalım be\" dedi.\"Olalım.\"Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın
avlusuna doğru yan yana yürüdüler.Kahvenin önündeki eski sıraya oturdular.Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk\"gut, gut, gut\" diye civcivlerinigezdiriyordu. Pazar yarındı.Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı.Mollaya uzatırken, sıranın yanındakipencereden içeriye bağırdı:\"Bize iki kahve getir.\"Molla:\"Ben oruçluyum!\" dedi.Mıstık anlamadı:\"Ramazanda mıyız yahu?\"\"Hayır.\"\"Üç aylarda mıyız?\"
\"Hayır.\"\"Ee, bu ne orucu?\"\"Ben bütün yıl bir gün yer, bir güntutarım!\"\"Sahi mi?\"\"Vallahi.\"Mıstık tütün kesesini tekrar koynunasoktu. Eğildi, camsız penceredenkahveciye:\"İstemez, kahveleri yapma\" diyeseslendi.İçinden, \"Bu gebeşin kafasına ben birkülah geçiririm!\" dedi. Kendisinindindarlığından, küçükken hafızlığaçalıştığından, ama hastalandığı içinvazgeçtiğinden, babasının yirmi yedidefa Hacca gittiğinden bahsetti. Molla
yere bakarak dinliyor, başını sallıyor,inanıyor, Rumelilerin sağlam Müslümanolduklarını söylüyordu. Mıstık sordu:\"Sen nerelisin?\"\"Kayserili.\"\"Kayseri nerede?\"\"Bu tarafta.\"Molla, kısa parmaklı tombul eliyle hanınkapısını gösteriyordu. Mıstık, geldiğiciheti hatırlayarak:\"Konya tarafında mı?\" diye sordu.\"Hayır canım, daha yukarılarda...\"Mıstık, Kayseri'nin nerede, hem de neolduğunu pek iyi biliyordu. Rumeli'ndebıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonrayaptığı kapıyı yeterli gördü. İşlere geçti.
Konuştular, anlaştılar. O günden itibarenortaklığa karar verdiler. Kâra, zarara,sermayeye ortak oluyorlardı. Mıstık yineiçinden, \"Ben sana bir külah giydireyimde, gör!\" dedi:Ertesi gün pazarda hayvanları berabersattılar. Mollanınkiler daha genç, dahadinç duruyordu. Birkaç gün daha buradakalıp çürük hayvanları toplamak içinsözleştiler.İkisi de aynı handa, karşılıklı birerküçük odada yatıyorlardı. Bir geceMıstık'ın oda kapısı vuruldu. Kalktı,sürmeyi çekti, açtı. Baktı ki ortağı...\"Hayırdır inşallah, Molla?\"\"Sabahleyin ben bir köye kadargideceğim. Sana şimdiden unutmadansöyleyeyim. İyi bir iş var.\"Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:
\"Ne?\"\"Valinin çocuğu için benden bir beyazeşek istemişlerdi. Seksen liraya kadarsatabileceğiz.\"\"Ne?\"\"Ben yarın burada yokum: Sen ara,bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver.Mutlaka al.\"\"Beyaz eşek olur mu?\"\"Olur ya...\"Mıstık şaşaladı. \"Şaka mı ediyor?\" diyesofu ortağının yüzüne dikkatle baktı.Hayır, ciddi idi. Sordu:\"Peki, burada bulunur mu?\"\"Ne bilirsin, belki bulunur.\"
\"Pekâlâ, yarın ararım.\"Molla, saf bir ortak samimiyetiyle onaakıl öğretti:\"Buranın en birinci cambazı HacıHüseyin'dir. Sen tanımazsın. Şimdi çokihtiyar olduğu için evinden çıkmaz:Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git,git, git. Orada birine sor, gösterirler.Çiftlik gibi bir ev. Pazara gelmez...Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondaniste. De ki: 'Akşama kadar bana mutlakabir beyaz eşek bul...' Elli liraya kadarvaat et\"\"Pekâlâ\"Mollanın ağzından sert bir rakı kokusuçıkıyordu. Küçük lambanın hafif aydınlığıile gölgelenen yüzünde yorgun bir neşevardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık,ortağının gündüz oruçlu olduğunuhatırladı. Biraz iltifat etmek istedi:
\"Keşke beni de iftara davet edeydin!Beraber içerdik...\"Molla reddetti:\"Hâşâ!.. Ben ömrümde bir damlaağzıma koymamışım, elhamdülillah...\"\"Peki, bu koku ne be?\"\"Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımıçalkaladım.\"\"Ya!\"\"Evet.\"\"Öyleyse Allah rahatlık versin!\"\"Sana da...\"Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine\"Gidi gebeş seni!.. Ben sana bir külahgiydireyim de, gör!\" dedi. Ayakta
duramayacak kadar sarhoş olduğu halde,yine sofuluk taslayıp ömründe ağzına birdamla koymadığını söylemesi, Mıstık'ınsanki gururuna dokunmuştu. \"Beni aptalyerine koyuyor ha!\" diye ellerinikalçalarına dayadı, durdu. Gözleriniküçülterek yere baktı: \"Şuna bir külah...ilk fırsatta bir külah...\"Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmayabaşladı. Kendisi de \"sıtma tutmasın\" diyetorbasında daima birkaç şişe konyakgezdirirdi. Onun için kafası gündüzdentutkundu. Hemen uyuyuverdi.Sabah olunca kahvesini içmeden dışarıatıldı. Sokakların inek, öküz, kaz, koyunkalabalığı içinde yürüdü. İhtiyar CambazHüseyin'in evini buldu. Bu ak sakallı,kısacık boylu, şeytana benzer biradamdı. On altı yaşında bir çocuk kadarçevikti. Yürürken zıp zıp sıçrıyordu.
Mıstık selamdan sabahtan sonra beyazbir eşek istediğini söyledi. İhtiyar, böylebir hayvanın bulunacağını ümitetmiyordu. Elli senedir cambazlık ettiğihalde, ancak ömründe bir defa beyazeşek görmüştü.\"Ama, ara sıra bir uğra\" dedi, \"Kısmetinvarsa bulunur.\"\"Akşamları uğrarım.\"\"Ne zaman istersen...\"Mıstık o gününü akşama kadar hayvanaramakla geçirdi. Kelepire benzer bir şeybulamadı. Ortağı Molla, gittiği yerdengelmemişti. Akşama yakın canısıkılmaya başladı. Beyaz eşeği bulupbulmadığını anlamak için değil, sırfkendisiyle konuşup bilgi kapmak içinihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyıvurdu, karşısına çıkan Hacı Hüseyin:
\"Oğul, senin talihin varmış!\" diyebağırdı. \"Bir beyaz eşek buldum.\"\"Ne çabuk?\" '\"Sen gider gitmez, şişmanca, simsiyahbir Arap geldi. Ama, tuhaf bir Arap.Başında yeşil bir hacı sarığı... BenHicaz'da askerlik ettiğim için Arapçabilirim. Arapça konuşmaya kalktım.'Gurbette unuttum' dedi. Allah kimseyigurbete düşürmesin! İnsan anadilini bilekaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasızkalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeğibana sattı. Kırk liraya aldım.\"\"Çok be!..\"\"Ne yapalım? Sen elliye kadar verdemedin mi?\"\"Çok iyi canım! Nerede bakalım, birgörelim.\"
\"Gel... Ahırda.\"Mıstık, sık adımlarla hızlı hızlı yürüyenihtiyarın arkasına takıldı. Dış avluyugeçti. Geniş bir âhıra girdi. Köşedehakikaten süt gibi bembeyaz bir eşekduruyordu.\"Çok güzel yarın gelir, alırım\" dedi.\"Şimdi niye almıyorsun?\"\"Yarın sabah, dedim ya... Akşamınhayırı, sabahın kötülüğünden beterdir.\"\"Olur, sabahleyin gel.\"\"Güneş doğarken...\" dedi.Çıkarken avlunun çitlerine, kapınınkenarlarına, ahırın saçaklarınaçaktırmadan dikkatli dikkatli baktı:Gözleri sokağın karmakarışık izlerinde,hana dönerken, \"Bu fırsatı
kaçırmamalıyım!\" diyordu. İşte beyazeşek bulunmuştu. Bunu Mollanın haberiolmadan alıp valiye götürmeli, bütün kârıcebe atmalıydı. Ama Molla, eşeğinbulunduğunu haber alırsa, gider, artırır,yine işi bozardı. \"Ona duyurmam\" dedi.Düşünmeye başladı. Hana gelinceyekadar planını kurmuştu. Odabaşı ilehemen hesabını kesti. \"Bu gece ay ışığıvar. Ben aşağı köye gidiyorum, iki üçgün gelmeyeceğim\" diye heybeleriniomuzladı. Gizlice başka bir hana gitti.Sabahı dar etti. Erkenden, ortağınagiydireceği külahı düşünerek uyandı. Birucunu pencere parmaklığına bağladığıuzun kırmızı kuşağını döne dönesararken, yanında başka biri varmış gibikendi kendine konuşmaya başladı:- Hacı Hüseyin'e neden kırk liravereceğim?- Ya ne yapmalıyım?
- Çitler alçak, kapı da harap. Köpek deyok. Gidip gece çalarım.- Sonra?- Bugün çarşıdan boya alırım. Dereninkenarına götürür, saklarım. Eşeği gecegötürür orada boyarım. Sabahkaranlığında hanla hesabımı keser,boyalı eşeğe biner, vilayetin yolunututarım.- Vilayete gidince?..- Eşeği sıcak su ile yıkar, valiyesatarım.- Molla?- Külahı giydiğinin farkında olmaz bile...Poturunun açık kalmış düğmeleriniiliklerken gözünün önüne Mollayıgetiriyor, başındaki beyaz sarığının
yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor,bu külahı hayalinde bir sağa bir sola, birarkaya, bir öne eğerek eğleniyordu.Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı.Kınadan başka boya bulamadı. İki okkakına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Dereninkenarında kuytu bir yer buldu. Mollayarast gelmemek için kasabaya dönmedi.Gece oluncaya kadar orada oturdu.Kesesindeki tütünlerin hepsini içti, bitirdi.Hava bozuktu. Siyah bulutlar bazen ayıörtüyor, her tarafı zaman zaman koyubir karanlık kaplıyordu. Mıstık, geceyarısından sonra bu karanlığın içindeyürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin'inevine geldi. Durdu. Dinledi. Ses sedayoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluyaindi. Tekrar etrafı dinledi. Bir şeyduymadı. Yürüdü. Ahıra doğru gitti. Kapıaralıktı. İtti, içeri girdi. Yine karanlığıdinledi. Cebinden çıkardığı kibriti çaktı.Köşede eşek, tıpkı bir mermer parçasıgibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının
ucuna basarak yürüdü. Yuların bağıkördüğüm olmuştu. Elleriyle, dişleriyleuğraşarak çözdü. Yavaş yavaşsoğukkanlılıkla kapıdan çıkarkenboğazına boğucu bir şey sarıldı. Beynindebir yaygaradır koptu:\"Hırsız var, hırsız var! Koşun çocuklar,hırsız var!\"Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı.Avlunun sağındaki yer odalarından elleriışıklı kadınlar koşuşuyorlardı. Korkudanpatlamış gözleri, boğazına sarılanı tanıdı.Bu Hacı Hüseyin'di. Dün sabah biryabancının gelip kendisinden yüksekfiyatla damdan düşer gibi bir beyaz eşekistemesi... Sonra o gider gitmez yinedamdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapçabilmez bir Arabın kendisine bir beyazeşek getirip satması... Daha sonra,ertesi gün gelip eşeği alacağını söyleyenmüşterinin görünmemesi onu şüpheye
düşürmüştü. İşte, \"Bunda bir kurt yeniğivar\" diye bu gece uyumamış, kuyubaşındaki bostan gölgeliğinde beklemişti.Yakaladığının, gelmeyen müşteriolduğunu görünce öfkesinden deliolacaktı.\"İp getirin\" diye haykırdı.Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün evhalkı uyanmıştı. Kalın iplerle Mıstık'ısımsıkı bağladılar. Canını çıkarıncayakadar dövdüler.Sabahleyin yağmur bardaktanboşanırcasına yağıyordu. Hacı Hüseyin,damatlarıyla, kalın incir ağacından, geceyakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarınınbağlarını gevşetti, arkasına kattı. Beyazeşekle beraber hükümet konağına doğruyürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğinrengi atıyor, boynunda, sırtında,sağrısında, yol yol siyah çizgiler peydâ
oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağanyağmurla böyle alacalandıkça, HacıHüseyin daha beter hiddetleniyor, dönüpMıstık'ın ensesine tokatları indiriyor:\"Sizi gidi dolandırıcılar! İlk önce sengelirsin, sonra arkadaşın o yalancıArap!.. Çıkarın altınlarımı!..\" diyeküfürleri basıyordu. Gören alaya katıldı.Olay hemen duyuldu. Bütün kasabahükümetin avlusuna toplandı. Bir eşeğebakıyorlar, bir Mıstık'a... Gülmektenkatılıyorlardı. Dün boya aradığıdükkâncılar, kına aldığı aktar, hancılaronu tanıdılar. Daha jandarma komutanıgelmemişti.Uzun boylu çavuş, yanındaki askerlerinegülerek emrini verdi: \"Tıkın şu uğursuzubodruma! Yağmur altında, eşeğinki gibionun da rengi değişmesin!\" Askerler,Mıstık'ı tuttular. Halkın arasındançektiler, kollarının bağlarını çözmeden
dar bir kapıdan kapkaranlık bir yerefırlattılar. Mıstık bu karanlıkta yapayalnızkalınca, Molla'nın kendine ettiği oyunusezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyahaboyanmış, çember sakallı bir çehrekırmızı dilini çıkartarak sırıttı. Bu hayalintıraşlı başında, giydiremediği külahyerinde yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdine yapacaktı? Ne cevap verecekti?Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı?Öyle bir tuzak ki... Düşünüyor,düşünüyor, aşık kemiklerine kadarkafasına geçirilmiş üç katlı kurşun birkülahın altında ezilmiş gibi kıvranıyor,karanlıkta ayaklarını yere vurarak, \"Tuhbre anasını! Tuh bre anasını!\" diyesuratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.
KÜTÜKALACAKARANLIK içinde sivri, siyah birkayanın belli belirsiz hayali gibi yükselenŞalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiğitrampete, boru seslerini akşamın hafifrüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafayayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümühatırlatan küfürbaz karga sürüleri,bulutlu havanın donuk hüznünü dahabeter artırıyordu. Mor dağlar gittikçekoyulaşıyor, gittikçe kararıyordu.Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuzormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar,ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanıngürlemesini bekliyorlardı.Burcun tepesinde beyazlı siyahlı birbayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla,kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasaraordusunun çadırları, kaleye giden genişyolun sağındaki büyük dişbudak
ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlerekazıklanmış kır atlar, yabancı kokularduyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarakkişniyorlar, tırnaklarıyla kazmayaçalıştıkları toprakların nemli çimenleriniotluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar,sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatlekılınmış akşam namazından dağılanaskerler, çadırların arasından gürültü ilegeçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılanisimler, bir kahkaha, bir söz...başlayacak suskunluğu bozuyor, atlarınyanında itişen birkaç gencin şen naralarıduyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırınkapısı önüne serilmiş büyük bir kaplanpostu üzerinde kehribar çubuğunu fosurfosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateşnazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağıkalenin sallanan bayrağına dikmişti.Karşısında diz çökmüş kâhyasınınanlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarımsaat evvel dörtnala gelen bu adam,yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta
oluyor, kumandanının \"GöndersdrefBaronu Erasm Tofl'u beraber vurmak\"teklifini içeren mektubunu tek başına,Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama,paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevapverememişti. Dregley Kalesini sarıyordu.Kuşatmanın başlangıcından sonunakadar hazır bulunan kahya, şimdi oradagördüklerini söylüyordu; bu kale sarp,gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.Arslan Bey sordu:\"Bizim kaleden daha yüksek mi?\"\"Daha yüksek beyim.\"Kumandanın, \"Bizim kale\" dediği, henüzçırpınan bayrağına hasretle baktığı ŞalgoBurcu idi. Fakat o, burasını birkaç güniçinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Dahabirkaç hafta önce Boza Kulesi'ndehücumlarına karşı durmak isteyenAdrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl
kendisine kuleyi teslim etmişler; nasılkahramanlığını, cesaretini alkışlayarakiyi davranışına teşekkürler ederek çekilipgitmişlerdi...\"Ben, bir kalenin karşısında çokduramam\" dedi, \"Hiç sabrım yoktur.Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!\"Kâhya başını kaldırdı:\"O da sabırsız... Ama ne yapsın?Dregley, pek yalçın, pek sarp... BorsemDağları içinde baş kale bu imiş diyorlar.\"\"Paşa, muhafızlara önce teslim teklifetmedi mi?\"\"Etti. \"\"Kabul etmediler mi?\"\"Hayır, etmediler.\"
\"Kalenin kumandanı kimdi?\"\"Zondi isminde bir kahraman...\"\"Ben onların kahramanlıklarını bilirim.Verdikleri sözü tutmazlar... Vire'yibozarlar. Elçiye hakaret ederler.\"\"Hayır, Arslan Bey, Zondibildiklerinizden değil. Çok mert bir adam.\"\"Paşa, teslim teklifini kiminlegönderdi?\"\"Papaz Marten Uruçgalo ile...'\"Ne ise... Türk elçi gönderseydi,mutlaka kafasını keserler, kalebedenlerinden aşağı fırlatırlardı.\"\"Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondibunu yapmazdı.\"
\"Ne biliyorsun?\"\"Papaz Marten'e söylediği sözlerdenanladım?\"Ne demiş?\" .\"Demiş ki; git, paşaya söyle. Banateslim teklif etmesin. Bir askere bundanbüyük hakaret olamaz. O nasıl savaşadamı ise, ben de savaş adamıyım. Yaölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorumki, benim işim bitti. O durmasın, bütünkuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka,yıkılacak kalenin taşları altında kalmakisterim.\"\"Sahi, namuslu bir askermiş...\" Kâhya;\"Yalnız namuslu bir asker değil, ArslanBey\" dedi, \"Hem de gayet yüce ruhlu birmert.\"\"Nasıl?...\"
\"Bakın anlatayım. Papaz Marten,ordugâha ret haberini getirmek içindönerken, Zondi onu tutmuş. Eskidenesir aldığı iki Türk delikanlısını yanınagetirmiş. Bunlara gayet kıymetlierguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerinialtınla doldurmuş. 'Al bunları paşayagötür. Benimle beraber ölmeleriniistemiyorum. Çok yiğit gençlerdir.Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine ikibüyük asker yetiştirmiş olur' demiş.\"\"Sahi yüce bir adammış...\"\"Sonra, elimize diri geçen esirlerdenişittik: Kalenin avlusuna silahlarını,gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarınıyığarak, yakmış. Ahırındaki savaşatlarını, ağlayarak, kendi eliyleöldürmüş. Son hücumda bizim asker,kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler,bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diriyakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün
olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafıkılıçla, mızrakla delik deşik olup,ölünceye kadâr vuruştu.\"\"Demek paşa, bu mert düşmanlakonuşamadı.\"\"Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesikbaşını kalenin karşısına gömdürdü.Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrakdikilmesini emretti.\" '\"Aşkolsun! Ben olsam bir türbeyaptırırım vallahi...\"Arslan Bey, düşmanın cesurunu,kahramanını, yılmazını severdi. Onca,savaş bir mertlik sanatıydı. Düşmanordusundan kaçıp, kendisine ilticaedenlere hiç aman vermez, 'Hain, heryerde haindir' diye hemen boynunuvurdururdu.Ortalık bütün bütün kararıyor, gece
oluyordu.Kâhya, uzun uzadıya anlattığı DregleyKalesi'nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu.Yatsı namazı için aptes suyu taşıyanangaryacılar, meşalelerle geçmeyebaşladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun,ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönüksönük parlayan ışıklarına bakıyor,kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendiplanını düşünüyordu. O biliyordu;düşmanların hepsi Zondi gibi, PlasBatanyus gibi, Lozonci gibi kahramandeğildi. İçlerinde tavşan kadar korkaklarıda vardı. Mesela Seçeni Kalesi'ninmuhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken,toplarını, tüfeklerini, cephanelerini,erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını,çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadankaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası daalınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmatkaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.
\"Hepsinin alınması belki bir aysürmez...\" diye mırıldandı. Kâhya,kumandanın ne düşündüğünden haberiyoktu. Anlamadı. Sordu:\"Bu kalenin alınması mı beyim?\"\"Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş!Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadardört beş kale var... Onların hepsinidiyorum.\"\"Bir ayda dört beş kale... Bu güçbeyim.\"\"Niçin?\"\"Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış...Ben attan inerken yoldaşlar söylediler.\"\"Ben burasını, bir kurşun atmadanalacağım.\"\"Nasıl beyim?\"
\"Senin aklın ermez. Hava birazkapansın, görürsün...\"\"Hiç topa tutmadan hücum muedeceğiz?\"\"Hayır.\"\"Ya ne yapacağız?\"\"Havanın kapanmasını bekle, dedimya... Göreceksin...\"Arslan Bey, planlarını en yakınadamlarından bile saklardı. \"Yerin kulağıvar\" derdi. Ağzından çıkan bir sırmutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz,bu manasız beklemeden bütün askerlersıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı.Kumandanın yardım, cephane, topbeklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler,\"Biz burasını yardım gelmeden alamazmıyız? İki top yetmez mi? Neduruyoruz?\" diye çadırlarında dedikodu
yapıyorlardı. Buraya gelindiği gündenberi askeri istirahat ettiren Arslan Bey,her sabah erkenden atına biniyor, tekbaşına gerilerdeki ormanların içinedalıyor, saatlerce kalıyor, gülerekdönüyor.\"Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sisolsa...\" diye gözlerini gökten, kaleninsallanan bayrağından ayıramıyordu.İşte kâhyanın getirdiği mektupta AliPaşa da teklifini kabul ediyordu. Onunlabirleşince ordusu yedi bin kişi kadarolacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli,Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti.Koyu karanlık içinden uzaktan uzağaŞalgo Burcu'ndaki nöbetçilerin attıklarıacı naralar, acı köpek ulumalarıişitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. ArslanBey, hademesinin tuttuğu billurbardaktaki yakut suyu içti. Yeniden
doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıylaöteden beriden konuşuyordu.Konuşurken düşündüğü hep kendiplanıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbiresordu:\"Hava kapanıyor gibi, değil mi?\"\"Evet.. \"\"Bakalım yarın...\"\"Hücum mu edeceğiz beyim?\"\"Hayır canım, hava bozsun, görürsün.\"Kâhya, yine bir şey anlamadı...Bir sabah...Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk,nemli bir duman kadar koyu bir sis hertarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar,tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar,
hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvelabirbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor,sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyazkaranlığın içinde buluşuyordu. Arslan Beyatını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, hergünkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.O kadar neşeli idi ki...Bütün subayları, çavuşları çağırttı.Hepsi hücum var sanıyordu. At divanıyapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağıüzengide.\"Ağalar\" dedi. \"Bugün kaleyi alacağız.Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdihepiniz hazır olun.\"Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyüksakalının çerçevelediği yüzü sis içindeasılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşısordu:\"Siz gelmeden ben dövmeye başlayım
mı, beyim?\"Arslan Bey güldü:\"Hayır... Senin iki topunun güllelerineihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültüyap.\"\"Nasıl gürültü beyim?\"\"Toplarını boşuna yerinden kımıldatma.Topçularını kalenin bedenlerine doğruyaklaştır. Avazları çıktığı kadar, 'Heya,mola, yisa!..' diye bağırt!\"...\"Anlamıyor musun? Yalnız gürültüistiyorum.\"\"Pekâlâ beyim.\"Sonra diğer subaylara döndü:
\"Siz de bütün askerlerinizi savaşdüzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkünolduğu kadar çok gürültü yaptırın 'Heya,mola...' çektirin. Angarya naraları attırın.İş türküleri söylettirin.\"İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da,çavuşlar da, bu emirden bir şeyanlamadılar. Fakat onlar anlamadanyapmasını pek iyi bilirlerdi.\"Baş üstüne, baş üstüne...\"\"Haydi, ama çabuk...\"Hepsi iki adım ayrılınca sisin içindegörünmez oldular. Arslan Bey tepinenatına binince yuları tutan kâhyasına;\"Sen de koş, yanına bir adam al,gerideki Değirmenli Çiftliği'ndebiriktirdiğim elli mandayı hemen burayasür. Burca giden yolun yanında hazırtut... Orada beni bekle. Haydi!\"
\"Başüstüne...\"\"Ama çabuk...\"Hızla mahmuzlanan azgın at, şahakalkarak sisin içine atıldı. Üzerindekisırmalı kaftanın etekleri altın kanatlarabenzeyen Arslan Bey'le bir masal kuşugibi uçtu.Biraz sonra...Nereden geldiği belli olmayan derin birgürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri,yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu.Kös, kalkan, boru sesleri atkişnemelerine karışıyor; alınan emirler,verilen kumandalar yüzlerce ağıztarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu.Bastıkları yerleri görmeyen askerler,savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarınıtekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıylabirbirlerine dokunarak duman içindeilerliyorlardı.
Sağ taraftan topçuların \"heya, mola\"larıişitiliyordu. Etrafını saran gürültüdenhücumun başladığını kale de anladı.Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye,tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı.Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadargidip geliyorlardı. Safların arasındatopçubaşının büyük bir lağım açtığısöyleniyordu.Askerler, subayların emriyle olduklarıyerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar,gürültü ediyorlardı.Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklamolmuş atı ile duman içinde savaşsıralarının arasında, adım adım göründü.Her adımda;\"Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mıhemen susun. Hep birden ayağa kalkın,hücum edecek gibi durun. Ama ilerigitmeyin. Ateş de açmayın. Ben
düşmana teslim teklif edeceğim...\"diyordu.Topçuların, topçulara karışanangaryacıların \"heya, mola\" naralarıgittikçe artıyor, büyüyor, tüyleriürpertecek heyecanlı yankılarlagörünmeyen dağları, taşları inletiyordu.Öğleye doğru sis açılmaya başladı.Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağıile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler.Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgârdumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlaradoğru sürüyordu.Artık herkes birbirini görüyordu.Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler,gözleriyle kumandanlarını aradılar. Oburç kapısına giden yolun gediğindeatıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyükbir manda sürüsü vardı. Burcuntepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı,
tüfekli adamlar geziniyordu.Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü.Kaleye yüz adım kadar yaklaştı.Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercümankoştular... Gür sesiyle haykırdı:\"Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben,padişahımın dedesine sizin kralınızınmemleketlerinden büyük yerlerzaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa'nıntorunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey,daha on dört yaşında iken sizinordularınızı perişan etmiş, Viyanakuşatmasında, Viyenberg önünde şanalmıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geridönmemişim, daha geçen gün iki küçüktopla Boza Kalesi'ni yerle bir ettim. MihalTerşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibikahramanlarınıza canlarını bağışladım.Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yolvardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun.Boş yere kanınızı döktürmeyin...\"
Kale ile beraber bütün ordunun işittiğibu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadarbağırarak tekrarladı.Derin bir sessizlik...Arslan Bey'in atı duramıyor, şahakalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya,dizgininden tutmaya çalışıyordu.Burcun tepesinden bir cevap verdiler.Tercüman tekrarladı:\"Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim.\"Arslan Bey, deminkinden daha sert birsesle haykırdı:\"Şartım filan yok. Biz teslim olanıncanına kıymayız. Teslim olmazsanız, beşdakika sonra kalenin içinde bir canlıadam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediğiüzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyormusunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi?
Elli manda ile buraya getirdiğim bu topuniki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetindeolan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşteİstanbul'u alan bu top... Bir kere ateşedeceğim. İkinci atıma gerek yok. Nekaleniz kalacak, ne de kendiniz.Acıyorum size...\"Genç tercüman, bu sözleri, yine avazıçıktığı kadar tekrarlarken, bütünaskerler, gözlerini yolun gediğineçevirdiler. Mandaların yanında, uzun,büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayetsiyah müthiş bir topun korkunç birejderha gibi uzandığını gördüler. Saflarınarasında sevinç sadaları yükseldi. HerkesArslan Bey'in bir haftadır ne beklediğinişimdi anlıyordu. Demek bu topgeliyormuş...Biraz sonra...Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni
olan uğursuz beyaz bayrakdalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı.Korkudan sapsarı kesilen tuğlakumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlışövalyeler, Arslan Bey'in önünde dizegelmişlerdi. Silahları alınan düşmanikişer ikişer bağlanıyor, takım takımordugâhın arkasına götürülüyordu.Kalenin içindeki kıymetli şeylerden birdağ ortada kabarıyor; al yeşilbayraklarla kalenin tepesine dolanaskerler bağırışıyorlar, aralarındakidervişler, bedenlerden sarkarak ezanokuyorlar, tekbir çekiyorlardı.Teslim olan kumandanla erkânınaArslan Bey;\"Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır.Biz Vire'yi bozmayız. Gelin, size ellimanda ile buraya getirdiğim topuseyrettireyim...\" dedi.
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsibirbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bukorkunç aleti yakından görmeyi hemmerak ediyorlar, hem çekiniyorlardı.Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyüktopa doğru yürüdüler. Yaklaşınca ArslanBey;\"İşte\" dedi, \"Sizin böyle topunuz varmı?\"Düşman kumandanı tercümanla cevapverdi:\"Hayır.\"\"Niçin yapmıyorsunuz?\"\"Bilmiyoruz.\"Genç irisi bir şövalye tercümana birşeyler sordu. Arslan Bey;\"Ne diyor?\" dedi.
\"Bey bu topu kaç günde İstanbul'danburaya getirmiştir, diyor.\"\"Sen de ki: İstanbul'dan getirmemiş.Burada bir hafta içinde kendisi yapmış.\"Tercüman bu sözleri söyleyince esirlerafallaştılar. Arslan Bey, daha ziyadeyaklaşıp elleriyle yoklamalarına, dahayakından görmelerine müsaade ettiğinisöyledi. Mağrur kumandan, kahramanasilzadeler, cesur şövalyeler, büyüktopun etrafında toplandılar. Bir elinihançerinin elmas sapına dayayan ArslanBey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya,başını kaşıyarak gülmekten katılıyor,tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adımuzakta duran mızraklı nöbetçiler degülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler.Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar.Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar.Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak
yere bakan kale kumandanı titreyerekmırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;\"Ne diyor?\"\"Bu mertlik değil... diyor.\"\"Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayanbir toptan korkarak, hemen teslimoluvermek mi mertliktir?\"Tercüman sordu.Kale kumandanı, gözlerini yerdenkaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler,şövalyeler, birbirlerinin yüzlerinebakmaya cesaret edemediler, ani birölüm darbesiyle vurulmuş gibi olduklarıyerde donup kaldılar.Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bukorkunç top, siyaha boyanmış kocamanbir kütükten başka bir şey değildi!...
KAŞAĞIAHIRIN avlusunda oynarken aşağıda,gümüş söğütler altında görünmeyenderenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiziç çitin büyük kestane ağaçları arkasındakaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'agittiği için benden bir yaş küçük olankardeşim Hasan'la artık Dadaruh'unyanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamınseyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyinerkenden ahıra koşuyorduk. Ensevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'labirlikte onları suya götürmek, çıplaksırtlarına binmek, ne doyulmaz birzevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi.Dadaruh onu kendi önüne alırdı.Torbalara arpa koymak, yemliklere otdoldurmak, gübreleri kaldırmak eğlencelibir oyundan daha çok hoşumuzagidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252