PEYAMISAFADOKUZUNCUHARICIYE KOĞUŞU
YAYIN NU: 20EDEBÎ ESERLER: 8ISBN 978-975-437-048-5
ÖÇocuklar HastahanesiBeklemesini onlar kadar bilen yoktur.ğleye doğru muayene odasının önüdoldu. Sıralarda oturacak yerkalmadığı için yeni gelenler ayakta durdular veanneler, hasta çocuklarını dizlerineoturtabilmek için duvar diplerine çömeldiler.Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatilbuzlu camlarından gelen soğuk ışıklarınbuğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarakdonuyor.Saatlerce bekleyenler var. Fakat bunaalışmışlar. Az kımıldanıyorlar, hiçkonuşmuyorlar.Dehlizin sonlarında, görünmeden açılıp
kapanan bir kapının gıcırtısı. Muşambalarasürtünen bir ayak sesi. Köpüklenerek uçan veuzaklarda kaybolan bir beyaz gömlek ve iyot,eter, yağ, ifrazat ve saire kokularındanmürekkep, terkibi tamamıyla anlaşılmayan birhastahane kokusu.Hasta çocuklar, yanlarında ailelerinden birerbüyük insan ki hastalarından daha endişeligörünüyorlar ve bir anne, pelerinini iliklemekbahanesiyle omuzu sarılı çocuğunun sırtınıokşuyor. Onu biraz sonra çekeceği acıyahazırlamak için.Sıralarda hiç düz oturan yok. Hastalar sarılıbir kol veya bacağın bozduğu muvazene ilehep, amutları kırılmış, yamrı yumru duruyorlarve büyükler küçüklere doğru eğilmişlerdir.Başının her tarafı sargılarla kaplı, yalnız biryanağı ve bir gözü dışarda kalmış küçük birkız çocuğu, ağzını oynatamadığı için, babasınaelleriyle işaretler yapıyor; ötekilerin hepsi,alçının kaskatı uzattığı bir bacakla, sargıların
dimdik tuttuğu bir boyunla, asılmış bir kolla, hertarafları kıskıvrak bağlanmış gibihareketsizdirler.Yeni gelenlere karşı alâkaları gayet kısasürer. Düşük başlar hafif kalkar, büyük kapıyadoğru hafifçe eğilir ve tekrar eski vaziyetinedöner; herkes kendi üstünde toplanan dikkatinibaşkasına pek az ayırır, hem de onlar ilkgördüklerini bile eskiden tanıyorlarmışgibidirler, aralarında kandan fazla akrabalıkvardır; acının ve korkunun birleştirdiğimüşterek bir manevî aileye mensup olduklarınıhissederler, emindirler ki insanlar arasındasabretmesini, beklemesini onlar kadar bilenyoktur.Küçükler çok benzeşirler: Korku ile acınınderinleştirdiği anlayışlı gözler, yaşlarınanisbetle ağır tecrübelerin kırıştırdığı vesoldurduğu mânalı yüzler, tahammülündüşürdüğü başlar ve ümit...
Muayene odasının kapısına ümitle bakarlar.Ve muayene odasının kapısı açılır.Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam birtanesini işaret eder ve yüksek sesle çağırır.Beklemek azabının bitmesiyle odaya girmekkorkusunun başlaması arasında şaşıran hastaçocuk, babasının koluna dayanarak içeriyegirerken, dışarıya ısınmış bir ilâç ve bozuk birkan kokusu çıkar, bekleyenlerin hisli genizlerinihafifçe ürpertir ve renksiz bir badana gibi,görünmeden, uzun koridorun yüksek, çıplakduvarlarına sıvanır.Yalnız Çocuğun AzabıAğaçların bile sıhhatine imrenerekyürürdüm.Ben de onların arasındaydım ve onlarınarasında büyüğüm de yoktu. Yalnız bende
meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beriçekiyordum.Ben de o muayene odasının ve nicemuayene odalarının önünde senelercebekledim. Benim yanımda büyüğüm de yoktu.Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdaniçeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşunadoğru ağaçların bile sıhhatine imrenerekyürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıklagözlerime vuran ve içimde korku ile karışarakyuvarlanan parıltıları arasında o dehlizegirerdim ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim,kımıldamazdım, susardım, beklerdim,korkudan büzülürdüm, rengimin uçtuğunuhissederdim.İçinde Birşeyler Geçen OdaO insan ki yüzünde bıkkınlıkla sebatmücadele eder.Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam
parmağıyla beni de işaret etti, yüksek sesleçağırdı.Karanlık dehlizden beyazlıklarla dolu veaydınlık muayene odasına girdim. Beyazlıklarve madenî parıltılar. Yedi senedir bu işinteferruatını iyi öğrenmiş olduğum için vakitkaybettirmemeye mecbur, oturdum, soyundumve sol dizimi çözmeye hazırlanan hastabakıcıkıza uzattım. -Dikkatim her vakitki gibi ikiyeayrıldı: Bir taraftan, dizimdeki sargınınaçılmasına, öte taraftan ellerini yıkayanoperatöre bakıyordum. Yüzünde bıkkınlıklasebatın kavgası var.Hepsi konuşmadan, sür’atle işlerini yapıyor:Asistanlar deftere birşeyler yazıyorlar, camlıdolapları karıştırıyorlar, hastabakıcılar benimlemeşgul ve tımarcı yerdeki kanlı pamuklarısüpürüyor.Tıs yok. Arada bir madenî âletlerin tepsilerdeçıkardıkları ince ve kırık sesler. Ve bir şırıltı,
diğer kokuları yenen bir iyodoform kokusu vebeyazlıklar: Beyaz duvarlar, beyaz demirmasa, beyaz dolaplar, beyaz örtüler, beyazsargılar, beyaz pamuklar, beyaz gömlekler...Dizimdeki sargıyı çözüyorlar, her kataçıldıkça bacağım o kadar hafifliyor ki, sargıtamamiyle çözüldükten sonra dizimuçuverecek, yerinde bulunmayacaksanıyordum.Sargı çıktı. Sonra pamuk ve sonra gazbeziçıkacak. Bu korku anı müthiştir. Dikildim.Hastabakıcının elini tutmak istiyordum.Yüzüme tekdirle bakarak beni gözleriyleoyaladığı anda, birdenbire pamuğu çekti veçıkardı. Fakat asıl mesele gazbezininçıkarılmasındadır: Yaralı et, iki obur dudak gibigaz bezini emer, bırakmaz ve bu dudaklarkurumuş ifrazatın tutkalıyla birbirineyapışmıştır, kilitlenmiştir.Vücudum büyük bir korku ile öne doğru eğildive dizimin üstüne kapandı. Bana doğru gelen
operatörü görerek saygı ve utançla birazdoğruldum.Yaklaştı:- O! Sen misin? Ne var gene? Bacağın azdımı?Ellerini kalçasına koyarak yaranın açılmasınıbeklerken sordu:- Fistülvar mı?- Üç tane.- Süpürasyon? Akıntı?- Çok var. Her gün...Bir çığlık kopardım. Yara açıldı. Operatöreğildi ve benim pek iyi anladığım vahim birteşhis yerine geçen mânalı bir sesle mırıldandı:“Hımm...”
Hava dokundukça, yaralı çıplak et derisizgibi ürperiyor ve benden fazla korkuyordu.Daha büyük acılara hazırlanıyordum. Heryaradan içeriye birer sonda girecektir vekemikteki çürüğe kadar dayanacaktır.Asistanlar ellerinde parlayan madenlerleyaklaştılar. Dişlerimi sıktım ve gözlerimikapadım. Çırpınmamak için tımarcı kollarımı,hastabakıcı kız başımı tuttu. Genekıvranıyordum.- Ben sana ne vakit ameliyat yaptım?- İki sene oluyor.- Bir daha lâzım.Bir taraftan yaranın etrafındaki etlereparmağıyla basarak, öte taraftan bendekorkunun uyandırdığı yeni ruhî cereyanı takipederek, soramadığım suallere cevap veriyordu:
- Çare yok... Bu fistüllerden ikisi yenidir.Kürtaj lâzım... Hatta sonra alçı bile lâzım...Artık mafsalı da feda edeceğiz... “Ankylose”olmadıkça bu dizi kurtaramayız... İltihapşiddetli... İhmal etmemelisin. Çare yok. Bubacak kısalacak ve yere basamayacak. Neyaparsın? Böyle çekmek iyi mi?Yüzüme baktı, başımı önüme eğerekgözlerimi sakladım. Bu, kederimin sonderecesini ancak benim bileceğim bir sırhalinde bırakmak için, galiba nafile bir hareketoldu. Operatör, ihmalin davet edeceği fenaneticelere dair telkininde devam ediyordu.Gene sordu:- İyi mi böyle çekmek?Cevap vermedim. O kadar fena olmuştum ki,dizimin sarılması bittiği haldekımıldayamıyordum. Giyinmeme yardım ettilerve kollarımdan tutarak beni ayağa kaldırdılar.
Hastahane Bahçeleriİçimde garip bir karıncalanma halindebir takım iniltiler, mırıltılar, şekilsiz gölgeler...Âletlerle hırpalanan dizimde bir zonklama,fakat temiz ve yeni sargıların verdiği rahatlık,pansumandan kurtulmuş olmak sevinci,operatörün müthiş kararı, yakın istikbalimekarşı duyduğum merak, derhal birçoktahminlere kalkışan endişeli zekâmın faaliyetigibi ruhumu birkaç parçaya bölen duygular vedüşünceler arasında karanlık dehlize çıktım.Ağır ağır yürüyordum. Etrafımda ipe diziliçamaşırlar gibi müphem dalgalanışlar. Onlarıgörmüyorum. Kapanırken dizime çarparkorkusiyle büyük, yaylı kapıyı ihtiyatlaaçıyorum. Dış kapıdan bir sedye geliyor.Bakmadan daha hızlı yürüyorum.Bahçe. Parlak bahar güneşi. İçerininrenklerinden ve kokusundan birdenbire ayrılan
tatlı bir parlaklık, çamların yeşili ve taze birtabiat kokusu. Uzakta, çamların altında, beyazentarili hastalar derinliklere doğru gitgideküçülen, yumuşak hayaletleriyle uzanmış,güneşleniyorlar. Koğuşlardan birininpenceresinden hasta bir çocuğun söylediğitürkü geliyor. Kumlu yolda yürüyen ayaklarınçıtırdısı. Ve her an çamların karaltıları arasındaansızın beliren bir beyazlık.Her gidişimde, hastahanelerin bahçeleri banahüzün verirdi. Bunun mânasını şimdi bulmayaçalışıyorum ve hastalıkla tabiat arasındakibüyük tezadı anlıyorum. Bu, bir bahçedenhastahaneye girerken ve bir hastahanedenbahçeye çıkarken en çok hissedilen şeydir.Ve bu, bana kendi meselemi unutturuyor,ruhumda daha büyük muammalara doğrugenişlemek, yayılmak için bir tebahhurbaşlıyor, zihnim boş, hiç bir şey düşünmeden,fakat içim dolu, ağır ağır etrafıma bakınarak,biraz da sendeleyerek yürüyorum. Hasta
çocuğun türküsü uzaklaşıyor.Caddeye doğru çıkarken kendime doğrugitmeye başlıyorum, felâketimi mücessem birşekilde değil, büyük teessürlerimde olduğu gibimüphem birtakım hayaller ve remizler halindehissediyordum; ameliyat olacağımı, sakatkalacağımı düşünmüyor, içimde garip birkarıncalanma halinde birtakım iniltiler, mırıltılar,şekilsiz gölgeler seziyordum.Caddeye çıkınca da bu devam etti, fakathayatın gözlerimi çeken birçok hareketleri benidaha hakikî olmaya sevketti. Ne yapacağımıdüşünmeye mecbur oldum.İşim yoktu, eve gitmeliydim, tramvaya doğruyürüdüm. Şehrin gürültüleri de benim aksiistikametime doğru yürüyerek uzaklaşıyorlardıve sesler, uzaklarda, sallanıyorlar, sallanıyorlarve koparak, parçalanarak, şehrin derinliklerineyuvarlanıyorlardı.
Bazı Kederlerin RiyaziyesiAnnelere anlatılan kederler taksimdeğil, zarbedilmiş olur.Kendimi çok sevdiğim an, kendime çokacıdığım an.Beni yalnız bu koruyor: Bu aşk, bumerhamet.Ve dizimin acısını duymayarak, yürüyorum,istikbalimden başka bir yere çıkan rahat veemin bir yolda gider gibi yürüyorum.Biz, kenar mahallelerden birinde annemleyalnız oturuyorduk. Ona bu fena haberivermekte gecikmek için eve gitmek istemedim.Felâketimizi başka biriyle taksim etmeksaadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil.Annelere anlatılan kederler taksim değil,zarbedilmiş olur: Çocuklarının felâketini iki kat
şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarınıçocuklarına fazlasiyle iade ederler; böylecekeder anadan çocuğa ve çocuktan anaya herintikal edişinde büyüdükçe büyür.Kırlara çıktım.Şehir bana kendini unutturacak kadar geridekaldı.Bir ağaç altına oturdum, ve hasta diziminzaviyesini her vakitki itina ile ayarlayarakbacağımı uzattım. Bu zavallı uzvumun talihineait hiçbir şey düşünmek istemiyordum,şuurumun hastalığım üstüne boşaltacağıaydınlıktan kaçmak için ruhumun daha karanlıkve izbe hatlarına kendimi atıyor, daha korkunçve karışık hayallere dalıyordum.Arada bir, bu karanlıklardan çıkarak, öğlegüneşiyle yanan karşıki tepelere baktıkça,karanlık bir odadan gayet aydınlık bir yereansızın geçmiş gibi gözlerim kamaşıyor vehayret içinde kalıyordum.
Ne aydınlık! Ne aydınlık! Bütün taşlar,topraklar, boşluklar, camlarla, aynalarla, beyazmadenlerle dolmuş gibi parıldıyordu.Fakat bu ışığa çok bakamıyordum, bu güneşbile gözlerimden içeriye girince, kendimdendaha büyük bir karanlık denizine düşmüş gibiderhal sönüyor ve içimin rengini alıyordu.Sofanın Bana Söyledikleriİki yastık, bir şişe, bir mendil.Fakat eve gittim. Şehrin bir ucundan öbürucuna.Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adalelergibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Heryağmurda, her küçük fırtınada sancılanan vebiraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önündenher geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarınıtakip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz dahakararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha
yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimibiraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır,onları seviyorum; çünkü onlarda kendimibuluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyatolmadıkça yaşayamazlar, onları çokseviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkçane kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeylersaklarlar, onları çok.. çok seviyorum.Eşiklerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkekve sessiz çocukların, ellerinde ekmekkabuğiyle ve çerden çöpten yapılmışoyuncaklarla, ağır ağır, düşünerek vegülmeden oynadıkları bu evlerin arasında kendievimi ararım ve âdeta güç bulurum, çünkübunların hepsi benim evim gibidirler.Evde kimse yoktu; kapıyı anahtarımla açtım,girdim ve her zamanki âdetimle alt kat sofadaepeyce durarak, hareketsiz etrafıma bakındım.Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizinbütün ruhu, kederleri ve neş’esi orada görünür,her günün hâdiseleri tavana, duvarlara,
döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk vebazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli birişaret ilâve eder. Bu sofa canlıdır: Bizimleberaber kımıldar, değişir, bizimle beraberdağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; busofa aramızda sanki üçüncü bir simadır vegüldüğü, ağladığı bile olur.Bu sofa dört köşedir: Ortada sokak kapısı,iki yanında birer pencere. Pencerenin yanındabir ot minderi. Minderin yanında yemek masası.Masanın yanında iki sandalye. Bu sofadaoturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir.Benim her girişimde, orada, hareketsizduruşum, beni bana gösteren bu çehreyebakmak içindir.Ve baktım: Minderde üstüste konmuş ikiyastık. (Demek annem biraz rahatsızlanmış veburaya uzanmış.) Masanın yanında rafınönüne çekilmiş bir sandalye. (Demek annemen üst raftan bir ilâç şişesi almış). Ha... İşte
masanın üstünde bir şişe: Kordiyal. (Demekannem bir fenalık geçirmiş.) Minderin üstündeıslak, buruşuk bir mendil. (Demek annemağlamış.)Benim de bu şişeye, iki yastığa ve birmendile ihtiyacım var, ben de Kordiyalalacağım, uzanacağım ve ağlayacağım.Kapıya Bir Anahtar SokulduBir deniz, bir vapur, beyaz köşkler.Az sonra kapıya bir anahtar sokuldu. Hemendoğruldum, mendilimi sakladım.Kendisine zaafımdan ziyade metanetimigösterdiğim kadın içeriye girdi. Beni görünce,elindeki erzak torbasını merakının derecesinihissettiren bir şiddetle yere bırakarak yüzümebaktı. Yorulmuş olduğu için arkasını hafifçekapıya dayayarak sık sık nefes alıyor,öğrenmek istediği şeyi öğrenmek için sual
sormaya ya muvaffak olamıyor, ya lüzumgörmüyor ve gözlerini benden ayırmıyor.- Bir daha muayene edecekler, dedim.- Ameliyat lâzım mı imiş?- Belli değil. Bugün kalabalıktı. İyicebakamadılar. Belki lâzım olacak.Bu müphem sözlerim onu hiç tatmin etmemişolacak ki, torbayı yere bırakırken kolununhareketine tesir eden merak ve endişe iletorbayı kaldırdı ve mutfağa doğru şaşkınadımlarla yürüdü. Yolunu bir kör alışkanlığıylabulduğunu, etrafını görmediğini, torbayı evvelâmasaya, sonra rafın altındaki dolabaçarpmasından anlamıştım.Mutfağa girdikten sonra bir an hiç sesiçıkmadı. Kımıldamıyordu. Neden sonra ocaktabazı tıkırtılar oldu. Arkasından yere bir maşadüştü: Sonra bir şeyler daha devrildi. Elindekieşyaları idare edemeyecek kadar sinirleri fena
idi.Hemen ona bir teselli yetiştirmeyi düşündümve şunu bularak seslendim:- Operatör yoktu, muavinleri baktılar. Birkere de benim doktora, fakülteye gideceğim.Cevap vermedi ve sofa ile mutfak sustu.Hastalığımı doğrudan doğruya o andan itibarendüşünmeye başlamıştım. Onu teselli içinsöylediğim söz beni de aldatacak bir cazibealdı ve bir ümit kapısı açtı. Başka doktorları,bilhassa benim doktoru görmek arzusunuduyuyordum. Bu doktor, genç olmadığı halde,birçok siyasî sebeplerden dolayı henüz stajınıbitirmemişti, fakat bana hepsinden yakın birinsandı ve dizimden ziyade sinirlerim üstündekiiyi tesirlerine muhtaçtım.Zaten hastahaneden eve gelinceye kadariçimde bir deniz, bir vapur, bir şimendifer yolu,
etrafında beyaz köşkler dizili bir yol hayalivardı; bu, açık, berrak bir hayal değildi, birçokkarışık tasavvurlarım arasında, çabucakçevrilen bir defterin yapraklarında görülenresimler gibi, görünmesiyle kaybolması biroluyordu: Deniz, vapur, uzun ve çıplak bir yol,bir toz dumanı, köşkler, çayırlar, bahçeler...Fakat bu hayalin içinde ne fakülte, ne doktorvardı. Bunu, o manzaraya sonradan ilâve ettim.Yemekte sustuk.Bu, benim sessizliğime alışık olmasınarağmen, onu ürkütüyor gibi.Sokak kapısının önünde çocuklaroynuyorlar. Bazen, birdenbire, keskin bir çığlıkkoparıyorlar. Kısa, şiddetli bir münakaşa.Sonra, aralarındaki meseleyi çabucakhallederek susuyorlar. Bu sükût içinde,oynadıkları oyunun teferruatına dalarakdüşündükleri hissediliyor.Bir an oldu ki bu sükût uzun sürdü ve dikkat
edilecek bir hâdise haline geldi. Evin içi ve dışısusuyordu. Bir ses işitmek için konuşmakistiyordum, fakat nasıl çıkacağını bilmediğimsesimin bu vahameti arttırmasındankorkuyordum.Tam o sırada, çıt.. etti, merdivenin üstüneasılı farbalanın bir köşesi koptu. Ürperdim.Bütün sofa kımıldanıyor gibiydi.Gayret ederek konuşmaya başladım:- Bu akşam Erenköyü’ne gideceğim... Yarınöğleden evvel fakülteye gideceğim: Mithat bey,oradadır. Bir kere de o görsün, belki ötekioperatörlere de gösterir de konsültasyonabenzer bir şey yaparlar.- Git ya, git... Erenköyü’ndekiler senisoruyorlardı, Paşa seni pek görmekistiyormuş.- Gideceğim.
Konuşurken aramızda bir sevinç seyyalesidolaşmıştı. Fakat bir an sonra ben operatörünkat’î kararını ve ihtarını hatırladım. Ümitleriminhepsini bir anda kaybettim ve düşünceyedaldım.Beni bastıran keder anneme de geçti.Fakat ben bu kederimin sebebini biliyordum,o, bu kederinin sebebini bilmiyordu.
PPaşaArkamda hafif bir ayak sesi ve sıçrayış.aşa, kanepede, kendisini tanıdığım vehatırladığım günden beri oturduğutarafta oturuyordu. Salonda akşam karanlığıarttığı için, kendisine pek yakın olduğum haldeyüzünü göremez olmuştum. Bakışlarını,gülümseyişlerini ve yüzünün kımıldanışlarınısesinde bulmaya çalışıyordum ve ağır ağırkonuşuyorduk. Hastalığımdan ziyade tahsilimealâka gösteriyor, imtihanda aldığım numaralarısoruyordu. Nihayet karanlıktan sinirlendi vehizmetçilere lâmba emretti.Arkamda açık duran balkon kapısından hafifbir rüzgâr giriyor, salona ıhlamur ve gül kokusugetiriyordu. Odaya ışık girinceye kadargözlerimi hafifçe kapadım, bu köşke aithatıralarımın uyanışına kendimi bıraktım.Paşa’nın ağır ve yeknesak sesi, kendisine
ayırdığım küçük dikkati yormuyor, içimdekihayallerin serbest uzanışını bozmuyordu.Daha pek küçük yaştanberi, karşımdakinidinlediğim halde içimden başka şeylerdüşünmeyi, zihnimi iki dikkatle çalıştırmayıöğrenmiştim. Karanlık da buna yardımediyordu. Fakat odaya ışık girince dışarıylameşgul oldum. Gözlerim evvelâ piyanoya gittive üstünde birşeyler aradı. Kapıya da sık sıkbakıyordum.Sonra bunun farkında oldum ve kapıyaarkamı dönerek yüzümü tamamiyle Paşa’yaçevirdim: Bu dönüşüm sırasında, dizimiincitmemek için yaptığım hususî bir hareketedikkat eden Paşa, sıhhatimi sordu. Bazı kısave yanlış izahat verdim, ertesi sabah fakülteyegideceğimi söyledim.Hastalığıma dair sualler soruyor, verdiğimkısa cevaplarla kanaat etmiyordu.Arkamda hafif bir ayak sesi ve sıçrayış oldu.İçeriye girenin kim olduğunu anladığım için
başımı çevirip bakmadım. Kulağımın dibindekeskin bir ince ses:- Hani benim kitaplarım? diye bağırdı.O vakit biraz döndüm ve Paşa’nın kızıNüzhet’e cevap verdim:- Getirdim.Elimi sıkarken vahim bir şeydenbahsettiğimize dikkat etti, ağırlaştı ve dinledi;fakat Paşa’nın suallerinden sıkılmayabaşlamıştım. Nüzhet de yanımızda çokdurmadı, bir sıçayışta balkona çıktı. Bu, onunhuylarından birisidir. Herhangi bir vaziyetteekseriya iki dakikadan fazla durmaz ve kaçar.O uzaklaşınca bana küçük bir dalgınlık geldi.Paşa’nın sesini duymaz oldum, sonrabirdenbire bu sesin yükseldiğini işitereksilkindim:- İşitmiyor musun? diyordu, soruyorum:
Bizim doktor Ragıp vardır, ona bir görün.Ne söylediğini yarım anlayarak, dalgınlığımınutancını azaltmak için:- Hay hay! dedim.Ve arkasından, yakalandığımı zannederekepeyce kızardım.Cinaî Bir Roman“M. Lökok’un kızı” uzun tasvirlerlebaşlıyor.Paşa benim uzak akrabalarımdandı ve beniçok severdi. Dört beş yaşımda iken bilebenimle saatlerce konuştuğunu hatırlarım. Birmütekaidin münzevî hayatını dolduran küçükşeyler arasında ben de ehemmiyetkazanmıştım.Son senelerde Paşa iyice ihtiyarladı.
Konuşması ağırlaşmıştı ve bazı, konuşurkenuyuyordu. Ben ona eğlenceli romanlargötürürdüm ve geceleri okurdum. Kanepeyeyatar, arada bir, çocukluğumda çok işittiğimkahkahalarından birini atardı. Ben, sonsenelerde işitmez olduğum bu kahkahalarıduymak için ona tuhaf romanlar okumaktanzevk alırdım. Ben de onu çok severdim. “M.Lavaredin kırk beş parası”, “Çalgıcınınseyahati” romanları onu güldürmüştü.“Çalgıcı”yı iki defa okudum. Nüzhet’e edebîromanlar götürürdüm. Biz babasıyla otururkeno, odasına çıkıyor ve bunları kendi başınaokuyordu.O gece Paşa, bana ne romanı getirdiğimisordu:- Bu sefer tuhaf roman getirmedim, cinaîroman getirdim.Buna da memnun oldu ve herkes yattıktansonra okumaya başladım. Paşa genekanepesine uzanmıştı. Okuduğum romanın
ismi “M. Lökok’un kızı” idi ve ilk sayfaları gayetuzun tasvirlerle başlıyordu. Birkaç sayfaokuduktan sonra Paşa sordu:- Daha sabredelim mi?Bu suali intihabıma telmih saydığım için:- Ediniz.Dedim ve okumaya devam ettim.O sırada salon kapısı önünde bir patırdıoldu. Başımı çevirdim ve Nüzhet’in bana işaretettiğini gördüm. Okumamı bırakarak dışarıçıkmamı istiyordu. Hâlbuki romanda epeyilerlemiş ve meraklı yere gelmiştim. Paşa, buçıkışıma razı olmayacaktı. Gözleri kapalıdinlediği için kızının işaretini görmemişti. BenNüzhet’e işaretle menfi cevap verdim veokumaya devam ettim.Nüzhet ayaklarının ucuna basarak banayaklaştı ve omuzumdan sarstı. Kaşlarımı
çatarak okumaya devam ettim. O sıradakulağıma fısıldadı:- Budala! Baksana: Paşa babam uyuyor!Sahi... Paşa, başı arkaya doğru kaymış,uyuyor, hatta hafifçe horluyordu.Ayağa kalktım ve Nüzhet’le beraber dışarıçıktım.- Nurefşan’ı gönderelim de onu yatırsın. Bizseninle bahçeye çıkarız.Polis hafiyesi M. Lökok’un araştırma yaptığımeyhanenin merdivenlerinden iniyormuşuzgibi, basamakları ihtiyatla inerek Nüzhet’inarkasından gittim ve bahçeye çıktık.Havuz başındaki demir kanepeye oturduk.Başımızın ucunda, tâ uzaklara kadarsıralanarak ötüşen ağustos böcekleri, bütünErenköyü’nü uzun bir ses zinciriyle
çeviriyordu. Sıcak bir rüzgâr. Sankiilkbahardan yaza geçilen mevsim çizgisininüstündeyiz, etrafımızda gizli bir coşkunluk var.Ciddi Bir AdamBir aşk teminatına benzer sözler.Havuzda yıldızların aksine bakıyoruz; fakatayni şeyi hissetiğimizden emin olmamak azabıiçindeyim.Onun ne düşündüğünü anlamak için ilk sözüondan bekliyorum ve bunun müstehzi bir cümleolmasından korkuyorum.- Sen çok ciddi adamsın! dedi.Hayret ettim. Sessiz, uslu oturuşuma mıtelmih ediyordu?- Niçin? diye sordum.
- O kadar işaret ettim, ettim, gelmedin.- Ben Paşa babanı uyanık sanıyordum.Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereyebaktığını bilmeden geceyi seyrediyorduk.- Senin haberin yok, dedi, beni biri istiyor.İzahat isteyen bir susuşla sustum. Devametti:- Bir doktor.- Doktor Ragıp mı?- Ne biliyorsun?- Hissettim, bu akşam Paşa baban bir doktorRagıp’ tan bahsetti.- Beni istediğini söyledi mi?- Hayır.. başka türlü bahsetti. Fakat ben buismi yeni işittiğim için tahmin ettim.
- Evet... İşte o...Gene susarak izahat istiyordum, anlattı:- Genç bir adam... Mektepten yeni çıkmış...Bize iki defa geldi, bir defasında beni gördü.Annesiyle istetmiş. Babam reddetmedi,“düşünelim” dedi. Düşünüyor.Ben gene sustum. Nüzhet anlatıyordu. Fakatartık söylediği şeylerden ziyade sesine dikkatediyordum ve bu meseleyi nasıl telâkki ettiğinisezmeye çalışıyordum. İstihza sesine hâkimdi;fakat zaten onun tabiatı müstehziydi ve böyleolmasa bile, kendisini isteyen adamla mı,hâdise ile mi, benimle mi istihza ettiğinianlamak güçtü. Anlatırken arada bir küçükkahkaha atıyordu:- Biliyor musun? diyordu, bunlar hoşumagidiyor... Evin içinde büyük bir mesele...Herkes bunu.. yani beni düşünüyor. Boyum,bosum, kaşım, gözüm... Onun tahsili, parası,güzelliği.. bir sürü mukayeseler! Ben hep
gülüyorum. Annem bana kızıyor.Bir kahkaha daha attı. Ben ağzımıaçamayacak bir halde idim ve dinlemekte degüçlük çekerek susuyordum.Birdenbire kolumu tuttu:- Of! Sen ne ciddi adamsın! Bir şeysöylesene...Büyük bir itiraf yerine geçmesinden korkarakşunları söyledim:- Bu bahisten hoşlanmıyorum.Bu sözüm onu epey düşündürdü. Aramızda,hislerimiz hiç bu kadar soyunmamıştı. Hafifçekolumu sıkmaya başladı ve birdenbire alçalanbir sesle mırıldandı:- Ragıp bey beni istedi diye, ben de hemenevlenmiyorum ya... hem ben daha on dokuzyaşındayım.
Hemen boynuna sarılmak istedim. Bu sözlerbenim için bir aşk teminatı yerine geçti. Biranda pek çok şeyler öğrenmiş olduğumuzannettim. Fakat biraz düşününce bunun birteselli olabileceğini de anladım ve bir an evvelkikederim arttı.Nüzhet’in KahkahalarıOnun birçok heyecanları otomatiktir.Ben Nüzhet’in kahkahalarından ürkerim, bu,bir silâhtır ki Nüzhet onu başkalarının zaaflarıüzerine merhametsizce boşaltır. Ağzından bukısa, kesik ses parçasının dışarıya sıçrayışıkendisi için o kadar gayri ihtiyarîdir ki infilâktansonra o da her zaman şaşırır, bazen utanır venadir olarak da açtığı yaraya acır.Nüzhet’in birçok heyecanları otomatiktir.İşte, bu kahkahalardan ürktüğüm için bahsideğiştirmeye mecbur oldum.
- Ben yarın öğleden sonra Fakülteyegideceğim, dedim.Ona hastalığımdan pek az bahsederdim; oda bana kısa bir iki şey sorar, aldığıcevaplardan her şeyi anlamış gibi susardı.Fakat sesimde gözlenen vahameti sezmiş gibisordu:- Hastalığın fenalaşıyor mu?- Biraz fena... Galiba bir ameliyat lâzım.Artık hiçbir şey sormadı ve sustu. Bu andaneler düşündüğünü anlamak için sükûtunun nekadar süreceğini ölçmek fikr-i tedâisine intikaletmek için de ilk sözü ondan işitmekistiyordum. Bir hayli sustu. Nihayet şunu sordu:- Babam sana Dr. Ragıp’tan ne diyebahsetti?Bu suale cevap vermeden evvel, benimhastalığımın ona doktor Ragıb’ı nasıl
hatırlattığını düşündüm ve içimden, korktuğummukayeseyi yaptığına hükmettikten sonracevap verdim:- Hastalığımdan bahsolunuyordu da “Bizimbir doktor Ragıp var, bir kere de ona göster”dedi.Nüzhet parmağını uzattı:- Bak ay çıkıyor... Limon gibi sarı değil mi?Arkamızda bir çatırdı. Dönüp baktık,Nurefşan. Yaklaşmaya cesaret edemiyor gibi.Nüzhet sordu:- Ne var, Nurefşan?- Hanımefendi; “Nüzhet artık yatsın”, diyor.- Geliyorum.Kalktık. Nüzhet kulağıma söylendi: “Şuanneme de uyku verici bir roman getirsen de
daha uzun konuşsak!”Her bedbaht gibi ben de bu basit nüktede bilebir merhametten, bir teselliden şüphe ettim:Kendi kendime güvenimi o kadar kaybetmiştim.Yeni MeseleIstırap, ağırlığıma bir şeyler katıyordu.Yatağa girerken, her büyük felâketimdeolduğu gibi, kendimi birkaç yaş birdenbüyümüş hissettim. Kırkını geçmiş insanlarıntecrübelerine sahip olduğuma inanıyordum,fakat hâlâ Nüzhet’e âşık olduğumu kendimeitiraf edemeyecek kadar çocuktum. (Bunu hepsonraları, aylardan ve nice yıllardan sonra,bugün iyice anlıyorum.)Yatağa girince vücudumun her vakitkindenfazla ağırlaştığını zannettim. Istırap ağırlığımabir şeyler katıyordu. Dizim de çok ağrımayabaşladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk
değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o günçok yürümüştüm ve doktorların kat’î ihtarlarınarağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyidaima reddettim.Uyuyamıyordum.Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lâzımgeldiğini anlıyordum. İçimde hep ne olduklarınıbilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım;onlar olmasa bir saniye nefes alamazdım;çünkü bütün hesaplar aleyhime çıkıyordu, bumeçhul ümitler beni aldatırlarsamahvolacaktım.Nüzhet’in doktorla evlenmesi ihtimalinidüşündüm. Aklımla bunu tabiî buluyordum.Hiçbir zaman benden dört yaş büyük bir kızlaevlenmeyi kurmamıştım ve onun günün birindebenden başka biriyle evleneceğinikıskanmadan düşünmüştüm; fakat böyle, ilkdefa bir istekli çıkınca yepyeni bir mesele ilekarşılaştığımı görerek biraz hayret ettim.Benim için bunun neden bir mesele olduğunu
hâlâ anlayamıyordum.O gece hastalığımdan fazla zihnimi işgalettiğinin farkında olmadan yalnız bunudüşündüm. Nüzhet’le beraber büyüdük.Benden yaşça büyük olduğu halde, onunküçükken bebekleriyle oynamasını, ben,a seyrederdim, bilhassa hastalığımdanflistihfasonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktançıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu.(Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.)Kendimde kaybettiğim şeyleri ondabuluyordum. Fakat bütün bunları arkadaşhisleri sanıyordum.Yalnız, büyüdükçe birbirimizeyabancılaştığımızı birkaç kere fark etmiştim,aramıza meçhul anlaşmazlık setleri yığılıyorduve ben bunları yıkmaya çalışmaktan zevkalıyordum, fakat herbirini yıktıkça dahabüyüğünün önüme çıktığını görmek beni hemsevindiriyor, hem kederlendiriyordu. Birbirimizeaçıldıkça kapanıyorduk. Önceleri her şeyimizi
birbirimize açık anlatırken, sonraları, benikendime karşı, onu da kendisine karşı hayretedüşüren birçok tereddütler ve hesaplar içindesusmaya başladık. Sohbetlerimize ihtiyaç girdi.Zaman geçtikçe birbirimizi daha çoktanıyacakken, birbirimize karşı yenileşiyorduk.(Bütün bunlar aşka benzer şeylerdir, o vakitlerbunu anlamıyordum.)* Yalnız bir şey anlamıştım ki, ben çokbedbahttım.O gece de yatakta bunu kuvvetle hissettim.Gözlerim doluyordu.Meçhul ümitlere inanmadığım an, benikurtaracak şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.
Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı.Yalancı istikbalin şüpheli vaatlerine değil,teminatına ve senedine ihtiyacım var. Halbuki ovaat bile etmiyor ve kendisine beni nasılkarşılayacağını sorduğum vakit, korkunç birdilsizlikle susuyor.Uyuyamıyorum.Karanlık dehliz. Sarı mumdan heykeller.Fistül var mı? Üç tane. Beyaz eşya ve beyazgömlekler. Ameliyat lâzım, ayağım birazkısalacak. Böyle çekmek iyi mi? İşitmiyormusun? Soruyorum: Bizim bir doktor Ragıpvardır. Polis hafiyesi M. Lökok ve adamlarısiyah pelerinlerle meyhaneye girerler. Karanlıkmerdiven, iskelet, hayaletler, kandan birkurdele, sarhoşlar, silâh sesleri,merdivenlerden bir yuvarlanış, havagazıfenerinin altında bir adam görünüp kayboluyor.Doktor Ragıp. Havuzda yıldızlar. Bir limonbüyüdükçe büyüyor. Artık bu meseleyikonuşmayalım. Nüzhet’in kahkahası ve
Nüzhet’in içi: Zavallı! diyor o, ben kan, cerahat,irin, ciddi adam, mahzun çocuk sevmem. Benmes’ut olmak isterim.Bir Genç Kız Ne İster?Mes’ut olmak ister.Elbette bir genç kız mes’ut olmak ister.Bu kadar basit bir şeyi kendi kendimeanlatmaya çalışıyordum. Uyku ile uyanıklıkarasındaki hayallerim içinde sendeleyenmantığım, hep bu neticeye geldiği halde, kaniolmamış gibi, yeniden muhakemeyebaşlıyorum.Ansızın inanılmayacak bir ses işittim: Odakapıma vuruluyor. İnanmadım ve iyice kulakverdim, doğru.- Kim o? Diye seslendim, hafifçe:
- Benim. Uyudun mu? Gireyim mi?Nüzhet! Gece yarısı Nüzhet! “Gir”diyemedim.Bir daha sordu.- Gireyim mi?Yatağımın içinde hayretle dimdik:- Gir! dedim.Girdi.Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları,terlik içinde, çıplak.Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bircesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana bakarakbir kahkaha attı.Ona bu geceki kadar hayretle bakmamıştım.Vücudundan başka kendisine hiçbir tarafıbenzemiyordu. Hattâ o bile başkalaşmış:
Kumral saçları açık sarı gibi. Elâ gözleri -vecanlı, hareketli gözler- simsiyah ve hareketsiz.Oynak başı kımıldamıyor ve mum ışığınınsallantıları içinde uzanıp kısalıyor. Fakatyaklaştıkça vücudu o kadar büyüyor kigözlerimi kaplıyor, odada ondan başka bir şeygöremiyorum ve onu da tamamiylegöremiyorum.Bir kahkaha daha attı.- Ayol... Nedir bu hayret? Bir kaçamak yapıpgeldim... Uyuyamadım.Karyolama oturdu.Hayretimin üstüne binen sevincimitaşıyamayacak bir hale geldim.- Korkma! Hepsi uyuyor! Periler bile duymadıgeldiğimi...Derhal Nüzhet’in odası ile annesinin vebabasının yattıkları oda arasındaki mesafeyi
ve tehlikenin haritasını zihnimde ölçtüm.Biraz rahatladım.Sık sık nefes alıyordu. Biraz açılan şalınınönünde, o âna kadar bu derece olgunlaşmışolduğunu esvaplarının üstündenanlayamadığım göğsünü gördüm ve yepyenibir Nüzhet keşfettim. Yanımda bir başka insan.Baktığımı görünce göğsünü kapadı:- Uyuyamadım, dedi.- Ben de uyuyamadım.- Sen niçin uyuyamadın?- Sen niçin uyuyamadın?- Ben bir şeyler düşündüm.- Ben de bir şeyler düşündüm.- Sen ne düşündün?
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230