HİKAYELERÖMER SEYFETTİNhttp://eskikitaplarim.comDüzenleme: Tyrion
ÖMER SEYFETTİN28 Şubat 1884 tarihinde Gönen'dedoğdu. Öğrenimine Gönen'de başlayanÖmer Seyfettin, Ayancık'ta ve annesiylebirlikte geldiği İstanbul'da Aksaray'dakiMekteb-i Osmaniye'ye devam etti.Eyüp'teki Baytar Rüşdiyesi'ni bitiripasker çocuğu olduğu için Kuleli Askeriİdadi'sine yazıldı (1893). Bir müddetsonra da Edirne Askeri İdadisi'nenaklolarak öğrenimini burada tamamladı.Daha sonra İstanbul'da Mekteb-iHarbiye'ye gelen Ömer Seyfettin, piyademülâzımı sânisi rütbesiyle buradanmezun oldu.İzmir'de Teğmen (1903-1910), dahasonra da üsteğmen olarak Rumeli'degörev yaptı (1908-1910). Askerlik'tenayrılıp Selanik'e gelerek, Genç KalemlerDergisi'nde yazmaya başladı. BalkanSavaşı'nda tekrar subay olarak orduya
döndü. Yunanlılar'ın elinde bir yıl kadaresir kaldı. Esareti sırasında da öyküyazamaya devam ederek bunları HalkaDoğru, Türk Yurdu ve Zakâ dergilerindeyayımladı. İstanbul'a dönünce ordudanikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar KabataşLisesi edebiyat öğretmenliği yapan ÖmerSeyfettin, 6 Mart 1920 tarihindeİstanbul'da öldü.
İÇİNDEKİLERPirelerAşk DalgasıKülahKütükKaşağıAntDiyetForsaFerman
İlk CinayetYeni Bir HediyePembe İncili Kaftan
PİRELERAŞK filan değil... Hani şu \"rastlantı\"dediğimiz, tarihi yapan, mutluluklarıyaratan, yuvaları kuran belirsiz el yokmu? İşte o, beni Rose Mayer'le
birleştirmişti. Yirmi yaşında ya vardım,ya yoktum. Küçücük köpeğim Koton'laİzmir'in ikinci sınıf otellerinden birindeoturuyordum. Bir gün karşımdaki odaya,iri mavi gözlü, sarı saçlı bir Fransız kızıgeldi. Kederli olduğu yüzünden belli idi.Otelciye kim olduğunu sordum.- Paris'ten bir Ermeni doktorununpeşine takılmış, doktorun ailesi kabuletmemiş, kovmuşlar. Zavallı şimdimemleketine dönmek için vapurbekliyor, dedi.İnsanın yirmi yaşındayken kalbi nefaaldir! Ben, bu basit serüveni hayalimdebüyüttüm. Ağlamaktan kızarmış iri mavigözlü kızcağızın acılarını, üzüntüleriniyaşamaya başladım. Galiba vapurdandaha çok, para bekliyordu. Çünkü gizlicetakip ettiğim için görüyordum ki, her günFransız postanesine gidiyor, mektupsoruyor. Merdivenlerde, koridorlarda
karşı karşıya geldikçe birbirimize dikkatlibakmaya... Sonra \"bonjur, bonsuvar\"demeye başladık. Nihayet bir haftaiçinde dost olduk. Bana başına gelenleriağlayarak anlattı. Teselli verdim. Hayatınfelsefesini yaptım. Hiç de toy bir kızdeğildi. Her şeyi biliyordu. Realistti.Fakat namusuna pek büyük kıymetveriyor, sakin bir ev kadını olmasını herhayali mutluluğa tercih ediyordu. Güyaben de onun gibi sessizliği seviyordum.Bir ay geçmeden anlaştık. Paris'tekiailesinden para geldiği halde gitmedi.Benimle birleşti. İkinci Kordon'unarkasında küçük bir apartman kiraladık.Ah bu serbest evlilikler! O kadar mutluolmuştum ki... İçimde kapalı kalmışçılgın bir sevinç kumrusunun demçekerek çırpındığını duyuyordum. Rose,gerçekten hiç sokağı, gezmeyisevmiyordu. Sabahtan akşama kadarevin işleriyle uğraşıyor, durmak,dinlenmek bilmez bir hırsla her tarafı,
her şeyi yıkıyordu. Temizlik merakınıadeta delilik derecesine getirmişti. O,ben, köpeğim, üçümüz de günde üç defabanyo ediyorduk. Geceleri ParisKahvesi'ne veya sinemaya giderdik.Dönüşte, Rose, yorgun argınayakkabılarımızın altını çamaşır sulusuyla siler, Koton'un ayaklarınıyıkamakla kalmaz, bazı geceler zavallıhayvancağızı tepeden tırnağa kadar gıcırgıcır sabunlardı.Fakat mutluluklar rüyadan başka birşey midir? Bizim mutluluğumuz da çoksürmedi. Acı bir kederle uyandık. Kotonfena halde hastalandı. Yemiyor, içmiyor,oynamıyor, daima yatıyor, zayıflıyor,eriyordu. Rose da benim kadar ümitsizdi.- Zavallı verem oldu! diyordu.Ne kadar veteriner varsa hepsinegösterdik. Kınakına verdiler. İçiremedik.
Müshiller, şunlar bunlar hiçbir faydavermedi. O vakitler Rahmi isminde birarkadaşım vardı. Rose'u yalnız onunlatanıştırmıştım. Pazar günleri evimizegelirdi. Felaketimizi, Koton için ne kadarüzüldüğünü gördü.- Hiç veterinere gösterdiniz mi? dedi.- Gösterdik.- Hangi veterinere?İzmir'in bütün veterinerlerini saydım.Hele bir tanesinin iktidarını, ilmini deövmeye kalktım. Bu veteriner İslamolduğu halde santur mu, keman mı,mandolin mi ne idi, şimdi unuttuğumuzbir çalgı ismi taşıyordu. Rahmi.- Azizim, köpeğini kaybetmekistemezsen, Avrupalı bir veteriner bul,göster, dedi.
- Veterinerin Avrupalısı ile Asyalısıarasında ne fark olur? dedim.- Çok... diye güldü.- Ne gibi?- Köpeğini gösterince görürsün.Bu öneriyi bir paradoks olarakdüşündüm. Ama denize düşen köpüğesarılır! Felaket zamanında, ümitsizlikteen boş, en çürük temeller üzerine ümitbina etmek ne hoş bir tesellidir. Rose da:- Boykotaj yapmıyoruz ya... Bir Avrupalıveterinere gösterelim, belki RahmiBey'in hakkı var, demeye başladı.Sordum, soruşturdum. Punto'da ihtiyarbir İtalyan veteriner varmış. Sığır vebasıuzmanıymış. Halsizlikten gözleriniaçamayan zavallı Koton'un cesedinikucağıma aldım. Evine gittim. Kapıyı
kendisi açtı. Beyaz, çatal sakallı biradamcağızdı. Galiba sokağa çıkıyordu.Şapkası başında, bastonu elindeydi.- Ne istiyor? dedi.- Köpek hasta, dedim.Kalın bastonunu kapının kenarınadayadı. Titrek zayıf elleriyle Koton'ukucağımdan aldı. Gözlerine, ağzına baktı.Sonra tüyleri kokladı. Elleriyle bu beyaztüyleri araladı. Dikkatli dikkatli baktı.- Bunun üzerine bir avuç pire koy, iyiolacak! dedi.- Ne demek?- Pire oğlum, bir avuç pire!..Koton'u uzattı. Aldım. Birdenbire fenahalde canım sıkıldı. Terbiyesiz, bunak,işte benimle eğleniyordu.
- Bir ilaç vermeyecek misiniz? dedim.İhtiyar gülerek yine münasebetsiztavsiyesini tekrarladı:- Bir avuç pire! Yıkamayacaksın.Üzerinde kalsın. Bu ilaçtır! Hiddetlendim.- Benimle eğleniyor musunuz?- Ne eğlenmek? Doğru söylerim. Başkailaç istemez bu...- Bunak herif!- Ben, ben bunak ha...- Sen ya...Canımın sıkıntısından az daha ihtiyarıdövecektim.- Ben bunak ha?- Hem bunak, hem terbiyesiz! Ben sana
insan gibi hasta hayvanı getiriyorum, sengevezelik ediyorsun.Hani Avrupalıların dehşetli cehaletlerkarşısında acır gibi donuk bir gülüşlerivardır. İhtiyar İtalyan veteriner bu özelgülüşle beni baştan aşağı bir süzdü.Sonra:- Haydi bre, kafasız adam, sen anlamazbir şeyden. Git, benim dediğimi yap. İyiolursa viziteyi getireceksin. İyi olmazsayine geleceksin. Benim yüzüme \"tuh\"yapacaksın.Cevabı beklemedi, kapıyı hızla çekti,önümden uzaklaştı. Acaba bu ilacıyapmalı mıydım?Bir taraftan ihtiyarın \"Türk\" diye banaönem vermeyip alay edişine kızıyor, birtaraftan hâlâ bu alayı sahi zanneder gibioluşuma hiddetleniyordum. Eve geldim.Rose'a, ihtiyarın terbiyesizliğini
söyledim.- Belki sahidir, bir kere deneyelim, dedi.- Budala mısın? diye güldüm.- Ümit bu.- Pekalâ.Fakat pireyi nerede bulmalı? Her gün ikidefa yıkanan evde pirenin kendi değil,ruhu bile yoktu. Ertesi gün yine Koton'unhareketsiz cesedini kucağıma aldım.İncir tüccarlarından bir arkadaşımınmağazasına gittim. Pireye ihtiyacımolduğunu anlattım.- Bizim çuval deposunda bir avuç değil,ordularla bulunur,dedi.Koton'u bir ekmekle bu depoya bıraktık!Üzerinden kapıyı kapadık. Bir gün sonramağazaya Koton'u görmeye gittim.
Deponun kapısını açtık. Koton canlanmış,ayağa kalkmıştı. Beni görünce eski,mesut zamanlarında olduğu gibisıçramaya başladı. O kadar sevindimki... Kucakladığım gibi doğru evekoştum. Rose, sevgili köpeğimizin tekrarhayata geldiğini görünce benden ziyadesevindi.- Aman pireleri üzerinden uçmasın,dedim.- Nasıl uçurmayalım?- Yıkama.- Yıkamam.Rose bir hafta sabretti. Hakikatenyıkamadı. Koton o kadar canlandı, okadar iştahı açıldı ki... Hacimine eşityemekle artık doymuyordu. doktorun, bunasıl etki ettiğini hâlâ anlayamadığımıztavsiyesini alay zannettiğime pişman
oluyordum. Zavallıya hakaret deetmiştim. Fakat itiraf edilen kusurlar hepaffedilirler. Mutluluğumuzu tekrar bizeveren bu ihtiyara hem af dilemek, hembakma ücretini vermek ihtiyacı benirahatsız etmeye başladı. Bir sabahkalktım, evine gittim. Bu sefer kapıyıgenç bir hizmetçi kız açtı. Beni ihtiyarıntül perdeli küçük odasına soktu. Marokenbir koltuğa uzanmış, beyaz porselendenbir pipoyu içiyordu. Yerinden kalkmadı.- Nasıl köpek, iyi oldu?- Oldu, dedim.- Gördün, nasıl sende kafa boş! Bensöyler, sen şaka sanır!Yanındaki masanın üzerine bir lirabıraktım. Çıkarken kendimi tutamadım,döndüm.- Fakat mösyö -dedim- bizim
veterinerler o kadar ilaçlar verdiler, etkietmedi. Pireler nasıl etki etti de köpekcanlandı?- Buna senin aklın ermez.- Niçin mösyö, ben insan değil miyim?- İnsan ama, başka insan! Cahil adam!- Fakat ben okudum.- Sizin veterinerler kadar okudun?Verirler köpeğe içmek için ilaç! Sacristi!Fransızca söylemeye başladım. Pireninnasıl etki ettiğini anlamaya iyicekararlıydım. İhtiyar Avrupalı gülmeyebaşladı. Beni karşısına oturttu. Medliİtalyan Fransızcasıyla:- Aç o boş kafanın kocaman kulaklarını!dedi.
Bu emir, beni öyle sarstı ki, adetakulaklarımın uzayarak sallandıklarınıhisseder gibi oldum. Sağ eliyle çatalsakalının birini bırakıp birini tutuyordu.Ders verir gibi söylenmeye başladı:- Siz isterseniz muska... Siz istersinizüfürük... Siz istersiniz ilaç! Halbukihastalıkların evvela nedenlerini bulmaklazım. Bu neden bulununca şifa bulundudemektir. Senin köpek hasta. Niçin?Bunu sizin veterinerler düşündü mü?Hayır... Ama yalnız hasta! İlaç lazım...Hayır, nedeni bulmak lazım. Allahdünyada hiçbir hayvanı, hiçbir organıgörevsiz yaratmadı. En fena hayvanların,en muzır mikropların bile görevlerivardır. Dört ayaklı hayvanlar çoktembeldirler, Allah bunların üzerinepireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zamanrahatsız olup tekrar uyumamaları için...Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarakhareket, yani jimnastik yapmak için...
Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız.Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudundahiç pire kalmadı. Rahat uyumayabaşladı. Uyandı, tekrar uyudu.Uyandıktan sonra onu uyutturmayacakhayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuyaiştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi,içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksindoldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerinepire koymayaydınız açlıktan, halsizliktenölecekti!.. İhtiyar veteriner, pirelerinhayattaki bütün görevini sırasıyla anlattı.Sonra sineklere, farelere, vızvızlara,kedilere geçti. Küçük buzağılarıkoşturmak için tabiat, burunlarınındokunamayacağı bir yere, meselakuyruklarının dibine birtakım yapışkansokucu sinekler musallat ediyordu.Darwin'in gerçeklerini dinliyordum.Veteriner, sonra organların görevinegeçti. Saçın, bıyığın, kirpiklerin, kaşlarıngörevini söyledi. Sakalın ikinci derecedebir hazım aleti olduğunu anlatırken
şaşaladım.- Ah siz Türkler, vücut için, hayat içinne kadar lüzumlu olan organlarını keser,görevlerini bozarsınız! dedi.- Ne gibi?- Mesela koltuğunuzun altındaki kıllarıkesersiniz.- Onların görevi ne?- Burnunun içindeki, kulağın içindekikıllar gibi onun da görevi var. Koltuğunaltında adale yoktur. Yalnız ince bir deri.Halbuki ciğerlerin uçları burada.Soğuktan, sıcaktan ciğerleri korumakiçin tabiat, oraya doğal bir kürk koydu...Yarım saat içinde bütün vücudumuzunkopardığımız doğal küreklerini,düşünmeden kestiğimiz diğerorganlarımızın da hayret verici önemli
görevlerini ayrıntısı ile öğrendim.Gerçekten hayatın pozitif esrarı birAsyalının iman dolu olumsuz kafasınasığacak iş değildi. Rahmi'ye hak verdim!Rose, artık Koton'u yıkamaktan vazgeçti.Sevgili köpeğimizin pireleri az zamandabütün apartmana yayıldı. O kadar ki...Bizi bile eskisi gibi öğleye kadaryatağımızda uyutmuyor, daha güneşdoğmadan erkence kalkıp kahvaltımızıyemeye mecbur ediyordu.
AŞK DALGASIVAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İkiyandaki çarklar, dar kafeslerinde birdenuyanan alışkın ve müthiş deniz aygırlarıgibi, hiddetli bir gürültü çıkararak,kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı.Hava gayet güzeldi. Kadıköy'egidiyorduk. Sonu leylak renkli sisleriçinde eriyen Marmara'nın kubbeli, inceminareli, uzun ve uyumuş ufuklarında,büyük ve beyaz kenarlı bulutlar,parçalanmış köpük dağları halinde yavaşyavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor,derin çukurlarında, yüksek tepelerindemorluklar, koyu mavilikler birikiyordu.Haziranın yakıcı güneşi, vapurun,dumanlardan ve yağmurdanesmerlenmiş tentelerine düşüyor, bazıduran ve yine birden esmeye başlayankararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki
ona sarhoşluk verici, hareket ettiren şuhve fettan bir şey katıyordu.Uzak ve bilinmez masal adalarındangelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılaretrafımızda uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlıve derin sesleriyle şehirde kalmış,kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan,kederlerden bunalmış zavallı insanlarıkendi vatanlarına, gerçekten pek uzak,tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiirtatmak için çağırıyorlardı. Lacivertdalgalar içinde bir masal, bir efsaneköşkünü andıran Kızkulesi hayalimedokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz veaydınlık dualarıyla uyutarak aklımdanbütün çevremin, semtimin yankılarınısiliyordu. Artık vapurda olduğumuunutuyordum. Ömrümde her gün birkaçşiir okuyan ve düşünen bir adamın, otuhaf ve hastalıklı hali etrafımı bozuyor,Üsküdar ve Selimiye yakalarındakievleri, kubbeleri, minareleri, selvileri,
hatta koca Tıp Fakültesini ve kocakışlaları silerek hiç görmüyor; onlarınyerine, alanlarından gümüş ve elmasşelaleler akan, serin gölgelerinde çıplakve pembe çiftler öpüşen, balta girmemişçam ve kayın ormanları yapıyordum.Gerçekte olmayan, yalnız kendihayalimde yarattığım bu manzaraya, buyüce ve büyük manzaraya bakarak, \"ah,aşk yeri... ah, işte aşk yeri...\" diyordum.Martıların, \"Geliniz, uzaklara, şu leylakrenkli sislerin öbür tarafına... Orada sizibeyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlariçinde bekleyen kızlar var, geliniz haydioraya...\" diyen ve pek derinlerden aceleacele inleyerek gelen seslerini işittikçe,hayalim bütün bütüne dumanlanıyor,adeta başım dönüyor. Artık pekaşağılarda kalan Kızkulesi'nin üstündeşeffaf kanatlı binlerce perininuçuştuklarını ve gidilse elletutulabileceklerini açıkça görüyordum.
Ansızın omzuma bir el dokundu.Döndüm.\"Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?\"\"Hiç... \"\"Beni tanıyamadın mı?\"\"Şey...'\"Uyan yahu. Ver elini bakayım.\"Sıcak ve kuvvetli bir elin, benimhaberim olmadan kendi kendine uzanmışolan soğuk elimi sıktığını duydum veuyanmaya başladım. Fakat hâlâmahmurluktan kurtulamıyordum.\"Sen ha...\"\"Ben ya!..\"Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan
biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. Oniki sene... Aman Yarabbim! Dün gibi...Hayat gerçekten en uzun olaylarıylaçabuk biten bir sinema şeridinden başkabir şey değil! Okulda herkesi güldüren,herkesle alay eden, herkese isim takan,şen ve sevimli arkadaşım çokdeğişmişti. Kırmızı dudaklarının üstündesert ve kumral bıyıklar çıkmış,şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış vebiraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Neolduğunu bilmediğimiz gerçeği bilinen\"birinci sebep\"in insan zekâsına sonsuzbir şekilde kapalı kalacak karanlıklarıiçinde sönen ruhumuzun sanki en çokbulunduğu bu küçük ve parlak organlar...Onlar hiç de değişmemişti. On iki seneevvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâyaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkçamuhabbetimiz artan, geçmişten bir yüzerastlamak beni mutlu etti. Seviniyordum.Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak elisıkıyordum. Vapurun üst katında idi.
Kanapelerde boş yer yoktu. Vapur,önünden geçen mavnalara sık sık düdükçalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntıiçinde gibiydi. Ortada hiç kadıngörünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarakgazetelerini okuyorlar ve yanındakilerekısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlarsigaralarını içerek çarkların gürültüsünüdikkatle dinliyorlar, son moda giyimli şıkgençler, tek gözlüklerini düşürmemekiçin dimdik duruyorlar ve dizlerininburuşmaması için yukarı çektikleri ütülüpantolonlarından renkli acurlu çoraplarınıgösteriyorlardı. Ama hepsi ihtiyarlamış,yorulmuş, bunamış sanılıyordu. Tüysüzve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi,ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını vedudaklarını buruşturuyorlardı.Biz, beyaz boyalı parmaklıklaradayanıyorduk. Arkadaşım. \"Bir derdin mivar?\" dedi. \"Buraya çıkınca seni gördüm.O kadâr dalgındın ki, yanına
sokulduğumu duymadın. Ne var kuzum?\"\"Hiç, hiç... Dalga geçiyordum.\" \"Nedalgası?\"Gülerek cevap verdim: \"Aşk dalgası.\"\"Daha bekâr mısın?\"\"Bekârım.\" Arkadaşımın mavigözlerindeki eski neşe birden soldu.Üçüncü derecede veremden yatağadüşmüş bir zavallıya teselli ve cesaretvermek zahmetine girilmeden nasılmahzun ve çaresiz bakılırsa bir an banaöyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığadayadığı elini çekti. Ve cebine soktu.Biraz döndü. Ve ciddileşen gözlerini,gözlerime dikti:\"Hâlâ bekârsın ve aşk dalgasıgeçiyorsun ha\" dedi; \"Öyle ise azizim,sakın darılma, sen bir serserisin...Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik.
Sormadan, istersen başımdan geçenlerisana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgasıgeçmene bakılırsa hayatı anlamamış,açık ve bariz gerçeğin farkınavarmamışsın. Ve madem ki, gerçeğe bukadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsinve ölünceye kadar mutluolamayacaksın.\"\"Hangi gerçek?\" diye gülümsedim.\"Hangi gerçek mi, dedin? Sosyalgerçek... Eğer sen bu gerçeğisezebilseydin asla aşklauğraşmayacaktın.\"Anlamıyor ve hep gülümseyerek:\"Ama niçin?..\" gibi yüzüne bakıyordum.O devam etti:\"Her yerde başlı başına bir çevre, birsosyal vicdan vardır ki, bütün fenlerin,mantıkların, ilimlerin, felsefelerin karşıtı
olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda,hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde,Türklerin semtinde de aşk şiddetleyasaktır. Bir cehennem makinesi, birbomba, bir kutu dinamit kadar yasak...Bir Türk on dört yaşına girdi miannesinden, ablasından, kız kardeşindenve nihayet teyzesinden ve halasındanbaşka bir kadının yüzünü göremez... Ohalde kimi sevecek? Hiç. Bu çevrenin, busosyal vicdanın kuvvetini, dehşetini sananasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmemhangi filozof; Allah'ın insanlar üzerindekietkisinden, insanlarla ilişkisinden,ahlakından bahsederken. \"O, sosyalçevreden başka bir şey değildir...\" diyor.Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eskikutsal kitaplar ile bugünkü yeni dünyayıçeviren Allah her yerde, her devirdedinsizleri, kendisine karşı gelenleri başkasebepler ve başka tarzlarla eziyor.Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugünGalile'nin o büyük korkunç suçunu ders
diye okuyan milyonlarca okul çocuklarınaaldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in kafasınıdelen kurşunlar, Fransa'da patlayabilseihtimal orada ihtiyar ve bunakkadınlardan ve papazlardan başka kimsekalmaz... İşte bu filozof da Allah'ımızın,ezeli kanunu işletmek için, hep semti,hep semtin sosyal vicdanını kullandığınıgörerek o hükmü veriyor. Bu eski karşıkonulmaz kanun, her yere, her kıtaya,her memlekete değil, hatta her şehre,her köye göre değişiyor. Buradaki iyilik,orada cinayet; oradaki yararlık, buradafenalık sayılıyor; kutsal kitapların bütündoğa, organ değişim kanunlarına inatolarak hiç değişmemesi gerekenemirlerine bile her yerde başka türlüboyun eğiliyor; esasları bir olanHıristiyanlık, Avrupa'da başka,Amerika'da başka, Afrika'da başka...İslamlık da böyle! Hindistan'da başka,Liverpool'da başka. Buhara`da başka,Türkiye'de başka... Arabistan'a ve
Acemistan`a git, oralarda bütün bütünebaşka... İşte Allah'ımızın Türkiye'dekieski ve karşı gelinmez kanunu, yanisosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bizeyasak ediyor. Türkiye'de kimsesevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonrasevişemeyecek... Çünkü sevmek içinönce görmek lazım. Oysa genç bir kızlayuva yapmak ölünceye kadar mutluyaşamak için konuşmak, anlaşmak,sevişmek değil; hatta bir kerecik olsunyüzünü görmek olanaksız... Bu şiddetliyasağa karşı duranlar, iş devresinegirmiş anarşistlerin, nihilistlerin, yahuteski zamandaki dinsizlerin sonunauğrarlar. Sosyal ve acıklı bir ölümlesönüp giderler. Lakin kurnazları, yasakolan aşkın usta kaçakçıları,hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur birtütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesicisigibi, bıkmazlar. Hep yürek çarpıntısıiçinde yaşarlar. Gece tenha yollarda,karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde
rüzgâr, soğuk ve rutubet altındasaatlerce beklerler ve nihayet korku ilekarışık iki anlamsız kelime, tadı asladuyulmayan, acele ve çabuk bir öpme...Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan'dan,yeni edebiyata Fransa'dan gelen aşkmasalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmazbir frengi gibi bu kaçakçıların bütünvarlığına geçmiştir. Onlar daima, birmacera ararlar. Kadınların görülmesi pekaçık ve belli bir tarzda, dehşetle yasakolan bir semte, zıt ve yabancı çevrelerinâdetlerini, mesela sevişmek hülyasınısokmak isterler. Kendilerini yabancı veuzak memleketlerde geçen hayaliromanların kahramanları yerine koyarlar.Tabii edebiyat dergilerindeki birçokşiirleri okuyorsun. Konu: Gece vekadın... Oysa Türkiye'de ikisi de yoktur.Türk semtinde gece alaturka saat birdensonra bütün perdeler iner, sokaklartenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, eviolmayan sıçan deliğine girer. Gazinolar,
balolar, tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlutarafı asla Türk değildir. Oradayabancılar kendi semtlerini, kendiâdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kolagenel bahçelerde, lokantalarda gezerler,konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler.Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçandeliği bulamayan Türkler de karışırlar.Masaların başında pineklerler.Yabancıların kadınlarına, yabancıgüzelliklere, yabancı göğüslere hasretlebakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesiyoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerdeboyuna göller anlatılır; hangi göller!..İstanbul'da Terkos'tan başka gölhatırlamıyorum. Oraya da, eminim,şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. ÖzellikleTerkos'un civarında gece barınacak yeryoktur. Yüzlerce mısralarla, uzunmanzumelerle anlatılan sevişmeler,sevgililer de yalan... Şairin bir sevgilisivar. Fakat nerede! Şair sevgilisiylekonuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah,
ancak hayalinde. Gerçekte sevişmek vegenç bir kızla üç dört dakikakonuşabilmek ve bugünkü Türksemtinde, balıklârın sudan çıkarakhavada uçuşmaları ve bostanlardaki incekavakların dallarında tünemeleri kadarimkânsızdır. İstanbul ve civarında, değilbir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kolagezmek, bülbülleri dinleyerek aşkkelimeleri söyleşmek... hatta gündüzbiraz taze görünen annemizle birarabaya binmek ne kadar tehlikelidir,düşün... Piknik yerlerinde, ah bu zavallı,feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkündeğildir. Kadınlarla erkekler aslabirbirlerine yaklaşamazlar. Aralarındamutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaçyüz adımdan başka da birkaç düzinepolis, semtin sosyal vicdanına ve bilinenyedi başlı tutucu ve cehalet devininarzusunu yerine getirmek için sanki bupolislerin, milletvekilsiz ve meclissiz ulubir kral kadar yetkileri vardır.
Kızkardeşinize sokakta bir lafsöylediğinizi görmesinler, rezalethazırdır. Hemen karakola... Kimolduğunuzu ve konuştuğunuzunkardeşiniz, yahut anneniz olduğunu ispatedinceye kadar birkaç kilometre dayakyemezseniz, yine şansınız varmışdemek: Semtimizin dininden,geleneklerinden, âdetlerinden,büyüklerinden, ihtiyarlarından,hükümetin zabıtasından fazla bu aşkyasağını isteyen kimlerdir, biliyormusun? Kadınlar, Türk kadınları... Bunlaraşkın ve güzelliğin en korkunçdüşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletindenhiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine,evlerinde de bir bakacak yüzgöstermezler. Dışarıdaki bekçilerin endehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçialacaklar, değil mi? En çirkinini bulurlar.Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın dudaklı,çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey...Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi
getiren bu kızı daha fazla çirkinleştirmekiçin özel bir yetenekleri, bir dehalarıvardır. Kuvvetli ve fırlak kalçalarıgörünmesin diye gayet bol elbisegiydirirler. 'Etrafa dökülüyor' bahanesiylesaçlarını sımsıkı bir yemeni ilebağlatırlar. Zavallıyı halis bir orangutanaçevirirler. 'Beyin hiç yüzünebakmayacaksın, yanında lafetmeyeceksin, bir şey sorarsa cevapvermeyeceksin... ' tembihlerinivermekte gecikmezler. Bir hizmetçininaleyhinde bulunurken, 'Çalışkan, temiz,atik kız, ama ağzı burnu yerinde' derler.Ağzı burnu yerinde olmak onlar için enaffedilemez bir cinayettir. Genç kızlarlagörüşmek ve sevişmek asla mümkünolmadığından \"evlenmek\" meselesi deonların elinde bir madendir. İstediklerigibi işletirler. En birinci emellerioğullarına, yahut kardeşlerine çirkin birkız almaktır. Tanımadıkları evlere görücügiderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ
bilmezler ki, bu görücü hanımlargüzelden ziyade bir çirkin ararlar. Vemutlaka da bulurlar. Güzel bir kızalırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarınınonu seveceğini, onun lafını dinleyeceğinive sonra kendi pabuçlarının damaatılacağını düşünmek onları çıldırtır.Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun içinİstanbul'da koca bulamayan, evde kalankızların yüzde doksanı en güzeller, encazibeliler, en sevimlileridir.Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücühanımlar beğenmez. 'A, kardeş, çokgüzel ama şeytan gibi çok bilmiş... Bizoğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz'derler. Kimine alafranga, kimine sıska,kimine şirret gibi kusurlar bulurlar.İstedikleri tombul beyazca, sessiz,mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğabenzeyen kızlardır. Böyle bir kızarasgeldiler mi, 'Ah, işte bir melek!' diyehaykırırlar ve başlarlar oğullarına,
kardeşlerine abartarak anlatmaya...Zavallı erkek talihin kendine bir perigönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalınduvağı kaldırınca karşısında 'Adınız neefendim?' sorusuna cevap veremeyenşaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir etyığınından başka bir şey göremez.Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak,güzel görmekten, aşktan, sevişmektenmahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmükendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıklarıbir kadının başından kazara bir macerageçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır,yahut da kocasından boşanıp diğer birinevarırsa hepsi birden ona darılırlar vedehşetle afaroz ederler. Aradan uzunseneler geçer, o kadını sokakta gördülermi; yollarını değiştirirler, bazıları yüzünetükürmeye kalkar, en insaflıları birazacır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısıimiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının enbirinci görevi güzel olmaktır' sözününnasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi
bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiğikadar güzellikten, şuhluktan, süsten,serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerinsokağa çıkarken kızlarının kulaklarınafısıldadıkları öğüdün değişmez modelibudur: 'Kızım! Peçeni indir. Elleriniçarşafın içine sok. Başını öyle yukarıkaldırma, aşifte diyecekler. Önüne bak.Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme.Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma,arkamıza takılacaklar. Sana azgındiyecekler. Adın çıkacak. Evdekalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan,görüşen her aile, sanki birbirlerinin doğalmüfettişleridir. Sakın bir aile içindeküçük bir aşk macerası geçmesin.Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar,kahramanlarını tefe korlar. Oğullarının vekızlarının gizlice görüşmelerine,mektuplaşmalarına aldırmayan; gözyuman annelere bütün tanıdıkları, yinebirden darılır; 'Ah, ayol kadın bu yaştansonra boynuz dikiyor...' diye ondan
iğrenirler.Bazı yeni romanlarda gösterilen,Türkiye'deki bilinen kibar dünyasınagelince... Bu dünya, bütün bütün birhayal ürünüdür. Türklerin arasındaeskiden de, şimdi de ayrıcalıklı bir sınıfyoktur. Olay büyücek memurların, eskidevirden kalma paşaların ve bir parçazengin olanların aileleri, yapay bir kibardünyası yapmaya çalışırlar ve esaslarınıfeda ederek sözde Batılılaşırlar,Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semtonlara düşman olur. Bir mahallede böyle,kadınları, nikah düşen akrabalarınagörünen bir aile oldu mu, evvela,'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotajbaşlar. Böyle kozmopolit ailelerinetraflarında yükselen nefret ve tecavüzsesleriyle bütün mutlulukları söner.Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara,uzak ve tenha köşklere, ücra yalılaraçekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni
şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi,yeni romanlardaki o nikâh düşenakrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarınaçıkan kadınların vücudu yalandır.Uydurmadır. Bu romanlar Batıromanlarının gölgelerinden,tekrarlarından, tercümelerindentaklitlerinden başka bir şey değildir.İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâhdüşen erkeklere gözükür bir Türk ailesibana gösterilsin, beş senelik kazancımıvermeye şimdi hazırım. Bu romanlardaanlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhursanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın veAbdi'nin özel ve yazarı bilinmez piyeslerikadar hakiki Türklüğe aykırıdır. Otiyatrolarda uşağın, hanımların yanınazırt zırt çıkması, 'Oh kaymak' diye sütninelerin göğüslerini sıkması gerçekteTürk aileleri arasında nasıl imkânsızsa vebu rezaletler nasıl son derece uydurmaşeylerse, yeni romanlardaki yabancıerkeklerin ellerini sıkan, kocalarının
yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız,hatta bazen dekolte, yabancı erkeklerlekonuşan kadınlar da öyle kaba,münasebetsiz, gerçeğe taban tabana zıt,soğuk ve sahte hayallerdir.Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver.Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle,kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla,aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkıyasak eden, nikâh düşen erkek ve kadınıasla birbirine göstermeyen bir semtteaşk aramak, sevişmek inadı serserilikdeğil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyalvicdanına karşı gelmek, en kuvvetli vemuazzam hükümetlere karşı anarşistliketmekten daha delilik, daha çılgınlıkdeğil midir? Çok akıllı sandığım senin dehâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığınıgördüğüm için çok canım sıkıldı. Ahzavallı dostum, sen şimdiye kadarpiyangoyu çekmeli, kısmetine düşen etyığıntısına, et tarlasına razı olmalı,
orduya askercikler yetiştirmeliydin... Veancak böyle mutlu olabilirdin. Halbukisen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonubulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lavdolu bir cehennem uçurumuna,arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklıuzak, aldatıcı, suni bir serabakoşuyorsun. Bilsen sana ne kadaracıdım...\"Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımıdinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış,hafifçe parmaklığa oturmuştum.Doğruldum. Sağ ayağım fena haldeuyuşmuştu. Yere basamıyordum.\"Biraz dur kuzum\" dedim, \"ayağımuyuşmuş. En sonra çıkarız.\"Gülüyor, \"Ayağın değil, galiba beyninuyuştu\" diyordu.Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üsttenve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın
bulutlar altında kaybolmuş, hava esmerbir demir rengi bağlamış, ağlamayahazırlanan, içi yaş dolu dargın ve solukbir göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlarabakıyordum. Yarım saat evvelki tatlıdalgamı korkunç bir fırtınaya çevirenarkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiyeayıran, aşktan ve sevişmekten mahrumbırakan, annelerini, karılarını, kızlarınıhapsederek asırlarca daldığı rüyasız vegranit uykusundan asla uyanmayan birkavmin, bir toplumun sonu neolabileceğini düşünüyor; dar tahtalarüzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlıgeçenlerin sessiz sedasız çıkışlarını,ürkek bir hayvan sürüsünün acelekaçışına benzetiyordum. Bunların içindehiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç,zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle dizimioğuşturarak,\"Vapurda hiç kadın yokmuş\" dedim.Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
\"Sabırlı ol... Onların erkeklerlekarışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar...\"Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâdavlumbazın üstünde, beyaz parmaklıktaidik. Bacağımın uyuşması geçmemişti.Arkadaşımın yanında topallayarakiskeleye doğru yürümeye başladım.Artık şimdi kadınlar da, her taraflarıörtülü koyu siyah çarşaflarının altındasanki şangırtıları işitilmemek içinpamuklara sarılmış gayet ağır ve gizliesirlik ve zulüm zincirleri taşıyanlanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hastave dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek,titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar vebaşlarını önlerine eğerek düşmemek, birşeye dokunmamak, birbirlerineçarpmamak, yanlış bir adım atmamakiçin kalın ve kara peçelerinin altındabastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı...
KÜLAHMISTIK, katmerli bir göçmendi.Bulgaristan'da doğmuş, büyüyüp birazaklı başına gelince hemen, sınırın ondakika ötesine kapağı atmıştı. \"Türkiyedeğil mi? Sınırı geçer geçmez Bağdat'akadar hepsi aynı!\" diyordu. Az zamandaBabyak'taki Türkçe bilmez Pomaklarınakıl hocası oldu. Bulgaristan'da kalanakrabalarıyla mektuplaşmaya gerekyoktu. Onlarla, Bulgar sınırkarakolundaki nöbetçinin süngüsüaltında, küçük bir hediye karşılığında,saatlerce oturup konuşabilirdi. Kurnazlığısayesinde, memleketinden çıkmadangöçmen olmuştu. Hatta içtiği \"Karasu\"bile doğduğu kasabadan geçiyordu.Fakat bir gün Babyak bölgesinde \"sınırdüzenlemesi\" yapıldı. Yerleştiği köy yineBulgarlara kalınca, yuvasını bozmaya
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252