Derin Tarih Kültür Yayınları — 34 Derin Tarih dergisinin 47. sayısının hediyesidir. Şubat 2016 Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor İletişim Maltepe Mah. Fetih Cad. No: 6 34010 Zeytinburnu, İstanbul 0212 467 65 05 www.derintarih.com [email protected] Baskı Strateji Matbaası
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK AÇIKLIYOR Mustafa Kemal Paşa’yı Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtardım? Anlatan: Adnan Çakmak Yazan: Murat Sertoğlu
İÇİNDEKİLER Önsöz 7 Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtuldum? 9 Mustafa Kemal Paşa’yı Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtardım? 12 Rumeli Alevler İçindeydi 15 Abdülhamid’in Hafiyeleri Teker Teker Öldürülüyordu 18 Mustafa Kemal’den Herkes Korkuyordu 21 İsmet Paşa ile Aramızda Buzdan Bir Duvar Örüldü 24 Yurdun Her Köşesinde Düşman Çizmesi Vardı 27 Tek Arzum Yunan’ı İzmir’e Sokmamaktı 30 Milli Mücadele Başlıyordu 33 Ruslar Bize Silâh Vermedi 36 İstanbul’da Artık Kalamazdım 39 Beni Bile Vurmak İstediler 42 “İşimize Azimle Devam Edelim Arkadaşlar\" 46 Perişan Olan Çerkez Ethem, Yunan’a Koştu 48
Bir Haftada Ya Zafere Kavuşacak, Ya Da Ölecektik 51 İsmet Paşa’nın İdamını Niçin İstediler? 54 Az Kalsın Mehmetçik Kurşunu ile Ölecektim 57 Yunanlılar Sakarya’da Tokadı Yemiş Kaçıyordu 60 “Sakarya” Soyadını Neden Reddettim 63 “Büyük Taarruz Plânını Ben Hazırladım” 66 “Allah, Allah” Sesleri Semaları Çınlattı 69 Yunanlı İzmir’i Değil, Hayallerini de Yakıp Yıktı 72 “Şapka İnkılâbı Muvaffak Olmuştur, Beyler…” 75 Mustafa Kemal’in Yerine Beni Geçirmek İstiyorlardı 78 İsmet Paşa Evinden Çıkamaz Hale Gelmişti 81 İsmet Paşa Son Ziyarete Korktuğu İçin Gitmedi 84 İsmet Paşa’nın Başkan Olmasına “Evet” Dedim 87 İkinci Dünya Savaşı Patladı ve Biz Kıl Payı Kurtulduk 90 İsmet Paşa’nın Bulunduğu Toplantılara Katılmıyordum” 93 Celâl Bayar DP’ye Girmemi Teklif Etti 96 Bayar, Aslında DP’yi Kurtarmak İstiyordu 99 Meclis’teki Olaylar ve 12 Temmuz Beyannamesi 102 İki Partinin de Boy Hedefi Olmuştum 105 MP’nin Fahri Genel Başkanlığını Kabul Ettim 108 Meclis’te İlk Dayak Olayı 111 Nasıl Olmuş da Bayar’ın Sözlerine Kanmıştım 114 Ölmeden Unutulmam İçin Her Şeyi Yaptılar 117 Ne Komünistliğim Kaldı, Ne Yobazlığım 120 O Dağ Gibi Adam Bir Mum Gibi Eriyip Gidiyordu 123 Mareşalin Tabutu Eller Üstünde Uçuyor Gibiydi 126
SUNUŞ Tam II. Abdülhamid’in tahta çıktığı yıl, 1876’da dünyaya gelen ve 2. Cumhuriyetin kurulduğu 14 Mayıs 1950 seçimlerinden bir ay önce vefat eden Fevzi Çakmak, yakın tarihimizin unutturulan değerlerin- den biri. Tıpkı Kazım Karabekir, Cevad Paşa ve Rauf Orbay gibi o da yaşarken sessizliğe gömülenlerden. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafın- daki hayaletlerden biri haline getirildi kasıtlı olarak. 22 senelik rekor sayılan Genelkurmay Başkanlığı, Sakarya ve Büyük Taarruz zaferle- rinin planlayıcılığı, ilk Başbakanlık diyebileceğimiz Vekiller Heyeti Başkanlığı ve demokrasiye geçiş sürecinde Tek Parti diktatörlüğünün yıkılmasına verdiği destek bile unutturulmaması için yeterliydi. Bugün “Fevzi Çakmak” denilince akıllarda belli belirsiz bir resim dolaşıyor, o kadar. Vefat yıldönümlerinde Genelkurmay Başkanlığı’n- da dahi anılmıyor, belgesellerde ismi geçmiyor, en fazla “Atatürk ve silah arkadaşları” diye müphem bir etikete sıkıştırılıyor. Tam bir hatıratı var mı, bilmiyoruz. Akın gazetesinde 1948 yılın- da kendisiyle yapılan söyleşide bir hatıratı olduğundan bahsediliyor. Ancak bugüne kadar gün yüzüne çıkmış değil. Günlükler’i bile en kritik bölümlerinden mahrum olarak neşredildi. İşte elinizdeki ki- tapta Mareşal’in kendi hatıralarını okuyacaksınız. Yeğeni Adnan Çakmak vaktiyle Mareşal’in kendisine anlattığı hatıralardan tuttuğu notları Murat Sertoğlu’na anlatıyor, o da 40 bölüm halinde Hürriyet gazetesinde tefrika ediyor (10 Nisan-19 Mayıs 1975). Daha önce kitaplaşmamış olan bu hatıralarda Mustafa Kemal ve İsmet Paşaları kurşuna dizilmekten kurtardığını, Sakarya Zaferi’ni planlarını kendisinin çizip yönettiğini, İnönü zaferlerini Albay İs- met’in hesabına yazılmasının feci bir hata olduğunu, kendisini daha İstiklal Savaşı yıllarındayken işrete kaptıran Mustafa Kemal’in sonu- nun kötü olacağını söyleyen açık sözlü bir Mareşal var karşımızda. İlk kez kitaplaşan bu hatıraların yakın tarihimizin örtülü pek çok olayının perde arkasını göstermesi bakımından kıymetli olduğunu düşünüyor, gerçek tarihe bir adım daha yaklaşmanın heyecanını du- yuyoruz. Yeni sürprizlerde buluşmak dileğiyle. DERİN TARİH
ÖNSÖZ Babam Mehmet Nazif, ben daha altı aylık bir bebek iken üsteğ- men olarak katılmış bulunduğu Çanakkale Savaşında Conkbayı- rı’nda şehit düşmüştür. Onun için ben amcam Mareşal Fevzi Çak- mak’ı öz babam gibi bilirim. Onun da erkek evlâdı olmadığı için beni öz oğlu bildiği gibi. Beni askeri okula yazdıran, subay olarak Türk ordusuna katan da odur. Büyük amcam da Balkan Harbinde şehit düştüğü zaman çocuğu yoktu. Bu bakımdan Çakmak ailesi- nin tek erkek çocuğu olarak ben bulunuyordum. Rahmetli amcam erkek evlât hasretini benimle giderdiği için bana karşı her zaman tam bir baba şefkati gösterir, aynı evde bü- yüdüğüm için bana her zaman binbir olay içinde geçmiş askerlik ve politika hayatı hakkında hatıralarını anlatırdı. Ben de bunları not ederdim. İşte tarihî olaylar etrafında pek çok yazılarını okumuş olduğum yazar Murat Sertoğlu’na verdiğim notlar bunlardır. Dünya gelip geçici bir alemdir. Benim de yaşım ilerlemiş bulunuyor. Hayatta daha ne kadar kalabileceğim belli değildir. İşte en çok korktuğum, çekindiğim taraf, ben göçtükten sonra bütün bu hatıraların yok ol- ması idi. Rahmetli amcam Türk gençliğini çok sever, ona bütün varlığı ile inanırdı. Fakat benim gördüğüme göre gençlik bu büyük adamı hakkıyle tanıyamamaktadır. Bunun bir çok nedenleri vardır. Başlı- cası da rahmetli amcamın alçak gönüllülüğü, kendisinin propagan- da konusu yapılmasını istemeyişidir. Fakat bugün o artık ebediyyet âlemine göç etmiş bulunuyor. Ve ben benimle beraber bende bulunan birçok tarihî kıymette hatıraların da yok olmasına göz yumamazdım. Buna hakkım yok- tu. İşte bütün bunları düşündüğüm içindir ki rahmetli amcam Mareşal Fevzi Çakmak’ın bana anlattıklarını onun ağzından din- lediğim gibi nakletmekle büyük ölüye ve tarihe karşı son ödevimi tamamlamış bulunduğuma inanıyorum. Bu vesile ile bana bu imkânı veren muhterem Hürriyet gazetesi ile yazar Murat Sertoğlu’na teşekkür etmeyi bir vazife bilirim. ADNAN ÇAKMAK
MURAT SERTOĞLU 1 KURŞUNA DİZİLMEKTEN NASIL KURTULDUM? • Hayatımı patlamayan bir bombaya borçluyum • Enver Paşa “Zangoç musun, çan kulesinde işin ne?” diye bağırıyordu “Birinci Cihan Savaşı’nın sonlarında idik. Ben Filistin cephe- sinde bulunan Yedinci Ordu Komutanı idim. Karşımda İngilizle- rin çok üstün kuvvetleri vardı. Aldığım emir, onların ilerlemesine ne pahasına olursa olsun engel olmaktı. Benden önce bu orduya komuta eden Mustafa Kemal Paşa, Al- man komutanlarla anlaşamadığı için buradan ayrılmak istemiş, Başkomutan Vekili Enver Paşa da bunu uygun görerek yerine beni tayin etmişti. Enver Paşa şüphe yok ki namuslu ve vatansever bir komutandı. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak böyle büyük bir savaşta Osmanlı ordularını idare edecek kadar tecrübeli ve bilgili değildi. Onu bu mevkie getiren Meşrutiyet İnkılabında Makedonya’da oynadığı birinci derece rollerden biriydi. Balkan Savaşında Edirne’nin geri alınış hareketinde önderliği, bir de saraya damat oluşu idi… Aynı zamanda aşırı derecede Alman hayranı olması yüzünden Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Savaşı’nda Almanların yanında yer almasında da en büyük rolü oynamıştı. Ve bu yüzden de savaş sırasında Osmanlı ordularının kaderini elinde tutmuştu. İşin doğrusunu söylemek gerekecek olursa Birinci Cihan Savaşı boyunca Osmanlı ordularını asıl idare eden, Alman Genelkurmayı idi. Enver Paşa sadece onların isteklerini, emirlerini yerine getiren bir vasıta idi. Süveyş Kanalına yapılan akınlar, Sarıkamış taarruzu hep Alman Genelkurmayının emirleriyle girişilen maceralardı. Bulunduğumuz 1918 yılında ise savaşın kaderi aşağı yukarı 9
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI belli olmuş bulunuyordu. Düşmanlar her cepheden ilerlemeye baş- lamışlardı. Savaşı kaybedeceğimiz belli olmuştu. Ama biz yine de elimizden gelen her gayreti göstererek savaşa azimle ve inatla de- vam ediyorduk. Yedinci Ordu’nun karargâh mevkii olarak Halilürrahman se- çilmiş ve Ordu Konakçı Subayı daha önce oraya giderek karargâhın yerleşeceği uygun bir bina aramaya koyulmuştu. Böyle bir bina da bulmuştu. Ne var ki bina daha önceden bazı Alman astsubayları ve erleri tarafından işgal edilmişti. Bunlar da kendilerine yapılan binadan çıkma teklifini hemen reddetmişlerdi. Ben, Kurmay Heyetimle birlikte oraya varınca açıkta kaldığı- mızı gördüm. Ve Alman astsubaylarıyle erlerini biraz da zor kul- lanarak binadan çıkardım ve buraya yerleştim. Bu basit olay bakın başıma ne işler açtı! Meğer rahatları bozulan Almanlar hemen komutanlarına şikâ- yette bulunmuşlar. İş taa Enver Paşa’ya kadar aksetmiş! Enver Paşa da bulunduğu ağır psikolojik şartlar karşısında âdeta çılgına döne- rek beni kurşuna dizdirmek üzere karargâhıma koşmuş… Enver Paşa hiddet içinde… Enver Paşa büyük bir hiddet içinde ani olarak karargâha geli- yor ve beni orada bulamayınca nerede olduğumu soruyor. Ben ileri hatlarda idim ve bir kilisenin çan kulesine çıkmış olduğum halde etrafı gözden geçiriyordum. Başkomutan Vekilinin arabasını gö- rünce hemen indim, yanına gittim. Kendisini usulen selâmladım. Bana ilk sözü: - “Zangoç musun? Çan kulesinde işin ne?” oldu. Onun büyük bir hiddet içinde bulunduğunu, beni tahrik etmek istediğini ve hareketine hakaretle karşılık vermemi beklediğini he- men anlamıştım. Soğukkanlılığımı bozmadan cevap verdim: - “Civara dağılan askeri toplamak üzere verdiğim emirlerin tam olarak tatbik edilip edilmediğini anlamak üzere buraya çık- tım. Buralarda etrafı görecek daha yüksek ve daha uygun bir yer yoktur.” Bunun üzerine bana askerî durum hakkında sorular sorarak hangi noktaları düşmana terk ettiğimizi bildirmemi istedi. Kısa bir süre önce bir Alman Generali tarafından idare edilen sağ tarafımdaki Sekizinci Ordu geri çekilmiş bulunuyordu. Fakat 10
MURAT SERTOĞLU ben bu boşluğa rağmen bir karış bile çekilmemiş, düşmana bir ka- rış toprak bile bırakmamıştım. Bunu söyleyince: - “Almanları lekelemek mi istiyorsun?” diye bağırdı. - “Hayır hakikati söylüyorum!” dedim. - “Öyleyse bunu ispat etmelisin!” - “İspata hazırım!” Beraberce otomobile binerek Halilürrahman’daki karargâha döndük. Bu sırada albay rütbesinde bulunan İsmet İnönü de ma- iyetimde bulunuyordu. Enver Paşa’ya istediği bütün bilgileri nok- sansız olarak verdim. Baskın bölgelerini beraberce dolaştık.. Bütün söylediklerimin doğru olduğunu gördü. Doğru konuştuğuma inandı. Tam bu sırada bir olay oldu. Yüksekten uçan bir düşman uçağı otomobil görünce bir bomba atmış ve bomba Enver Paşa ile bera- ber içinde bulunduğumuz otomobilin az ötesine düştüğü halde her nedense patlamamıştı. Ya patlasaydı… Patlasaydı ne ben hayatta kalırdım ne de Enver Paşa… Bu gibi olayların kuvvetle tesirinde kalan Enver Paşa bunu görünce birden değişti. Elimi samimiyetle sıkarak beni tebrik etti ve hemen karar- gâhtan ayrıldı. Sonradan öğrendim, İstanbul’a dönünce bazı yakınlarına bu bomba olayını anlatarak bombanın patlamamasını suçsuz olduğu- mu gösteren bir ilahi ihtar diye karşıladığını ve beni bu yüzden kurşuna dizdirmediğini söylemiş… Yani bir ölüm tehlikesi beni mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Evet, böylece patlamayan bir bomba beni kurşuna dizilmekten kurtardığı gibi ben de pek takdir ettiğim, sevdiğim Mustafa Kemal Paşa’yı bir gün kurşuna dizilmekten kurtarmış olmaktan her za- man gururlanırım. Şimdi de bunu anlatayım: 11
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 2 MUSTAFA KEMAL PAŞA’YI KURŞUNA DİZİLMEKTEN NASIL KURTARDIM? Enver Paşa, Mustafa Kemal’i kıskanıyordu Enver Paşa bana, “Mustafa Kemal Paşa ordusunu bırakıp kaçmış. Hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim” dedi. Oysa harekât planını hazırlayan, Enver Paşa’nın yakınlık duyduğu Alman Generali Liman Von Sanders’di. Sorumluluk onundu. Bunu hatırlatınca Enver Paşa, böyle delice bir emir vermekten vazgeçti. Bu dikkate değer olayı Mareşal Fevzi Çakmak şöyle anlatıyor: - “Bulgarlar savaştan çekilmek üzereydi. Müttefikimiz Alman- ya ile bağlarımız kesiliyordu. Rus cepheleri dışında her taraftan kötü haberler geliyordu. Birleşik Amerika da İngiltere ile Fran- sa’nın yanında yer almıştı. Bir ara Paris’in önlerine kadar gelmiş bulunan Alman orduları şimdi yer yer bozulmaya, gerilemeye baş- lamışlardı. Dört yıldan beri dört cephede savaşan Osmanlı ordu- ları hem çok yorgun düşmüşler, hem de büyük zayiat vermişlerdi. Ordu safları arasında meydana gelen boşluklar doldurulamıyordu. Hatta bunlar gitgide tehlikeli bir şekilde genişliyordu. Buna karşı- lık karşımızda savaşan düşman kuvvetleri gitgide kuvvetleniyor ve kalabalıklaşıyordu. Bütün bu olaylar karşısında nereye doğru gitmekte olduğumuz çok açık bir şekilde belli olmuştu. Tabii bu savaşta en büyük so- rumluluğu omuzlarına almış bulunan Başkomutan Vekili Enver Paşa da açık hakikati ister istemez görüyordu. Birkaç Alman subayı için Sinirleri ne kadar sağlam olursa olsun bu duruma düşen bir ko- mutandan mantık dahilinde davranış beklenilemez. Birkaç Alman subayını memnun bırakmak için beni ciddî olarak kurşuna dizdir- meyi düşünmüş bulunması da bunu gösterir. 12
MURAT SERTOĞLU Ben daha çocukluğumdan beri tarihi, bilhassa askerî tarihimi- zi severim. Boş zamanlarımda da bu çeşit kitapları okur, bilgimi artırmaya gayret ederdim. Tarih, anlayanlar için nice ibret ve- rici olaylarla doludur. Nitekim 1860 yılında Sultan Abdülaziz de Fransızları ve İmparatorları 3. Napolyon’u memnun etmek için Suriye’de ordu komutanı bulunan ve dürüst bir asker olan Müşir Ahmed Paşa’yı kurşuna dizdirmekten çekinmiş değildi. Müşir Ahmed Paşa’nın suçu, Fransızların bu topraklarda gözleri olduğu- nu anlamış ve ona göre tedbirler almaya kalkışmış bulunmasıydı. Nitekim o kurşuna dizildikten 60 yıl sonra Fransız askerleri Suri- ye’ye yerleşerek rahmetli Müşirin ne derece haklı olduğunu ortaya çıkarmışlardı. Enver Paşa da memleketin batmak ve kendisinin gitmek üzere olduğunu biliyordu. Giderayak da kaderini bağlamış bulunduğu Almanları memnun etmek üzere hiç olmazsa bir Türk paşasını harcamaya karar vermişe benziyordu. Ben bu tehlikeyi atlatmıştım. Karşımdaki üstün düşman kuv- vetlerini durdurmuştum. Hatta baskınlarla yüzlerce İngiliz subay ve erini esir etmiş, pek çok savaş ganimeti ele geçirmiştim. Bu esir- ler arasında şöhretli İngiliz casusu Lavrens’in başyardımcısı Niyo- komb1 da bulunuyordu. Fakat bu sıralarda şiddetli bir amipli dizanteri hastalığına ya- kalandım. İster istemez tedavi için İstanbul’a gönderildim. Yerime yeniden Mustafa Kemal Paşa tâyin edildi. Aynı zamanda bağlı bulunduğumuz Yıldırım Grubu Komutanı Alman Generali Von Falkenhayn da geri çağrılmış, yerine General Liman Von Sanders getirilmişti. Bu tâyinler 1918 yılının Ağustos ayının başlarında olmuştu. İstanbul’da durum tamamiyle ümitsizdi. Her yerde mütare- keden bahsediliyordu. Arkadaşlar büyük bir bedbinlik içinde bu- lunuyorlardı. Dört yıldan beri harcanan bunca gayretler, dökülen bunca kanlar hep boşa gitmişti. Ara sıra uğradığım Genelkurmay- da herkes Enver Paşa’dan ve Almanlardan şikâyet ediyordu. Bu- nunla beraber yine de herkes Enver Paşa’dan çekinmekte devam ediyordu. Eylül’ün ilk haftasında Suriye’den çok fena haberler geldi. İngi- lizler büyük bir taarruza geçmişler ve bir hamlede tekmil Filistin 1 Stewart Francis Newcombe (1878–1956). DT 13
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI ve Suriye’yi ele geçirmişlerdi. General Liman Von Sanders, Alman Kurmayı ve Mustafa Kemal Paşalar da geri çekilmek zorunda kal- mışlardı. Ben bu acı haberi öğrendiğim anda Enver Paşa bir top güllesi gibi bulunduğum odaya girdi. Beni görünce: - “Mustafa Kemal Paşa ordusunu bırakıp kaçmış. Hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim!” dedi. Enver Paşa’nın Trablusgarp savaşından beri her nedense Mus- tafa Kemal Paşa ile arasının iyi olmadığını biliyordum. Onu Ça- nakkale’ye, müdafaası en çetin yere göndermiş olması da bu yüz- dendir. Fakat parlak bir kurmay olan Mustafa Kemal Paşa orada harikalar yaratmış ve Anafartalar Kahramanı olarak paşalığa yük- selmişti2. Böyle büyük bir şöhret kazanmış olması Enver Paşa’yı daha da kıskandırmış ve kızdırmıştı. Şimdi ise eline son bir fırsat geçmiş bulunuyordu. Suriye ve Filistin bozgununun sorumluluğu- nu olduğu gibi ona yüklemek ve kendisini giderayak kurşuna diz- dirmek istiyordu. Suç Von Sanders’ indi Halbuki bu işte bir suç varsa ancak Alman Generali Liman Von Sanders’in olabilirdi. Savaşın planı onundu. Başarı şerefi veya ba- şarısızlık sorumluluğu da ancak onun olabilirdi. Odada daha bazı arkadaşlar da vardı. Hemen cesaretimi top- ladım: - “Paşam, gelen haberlere göre Mustafa Kemal Paşa Alman Generali ile birlikte çekilmek zorunda kalmış. Eğer kendisini kurşuna dizdirmeye kararlı iseniz aynı suçu işleyen bütün Al- man general ve subaylarını da kurşuna dizdirmeniz gerekir. Adalet bunu icap ettirir” dedim. Bu sözler, üzerinde büyük bir tesir yaptı. Biraz düşündükten sonra bir şey demeden odadan çıktı. Ve giderayak böyle delice son bir emir vermekten vazgeçti. Kısa bir süre sonra ise savaşı kaybettiğimizi kabul etmiş ve düş- manla mütarekeyi imzalamış bulunuyorduk. 2 Paşalığa yükselişi 1916 yılındadır. 14
MURAT SERTOĞLU 3 RUMELİ ALEVLER İÇİNDEYDİ Mustafa Kemal Paşa’nın adını ilk olarak Hareket Ordusu ile İstan- bul’a geldiğinde duymuştum. 1915 yılında düşmana karşı parlak başarılar kazanınca şöhreti bütün orduya ve yurda yayıldı. - “Ben Mustafa Kemal Paşa’yı ne okulda, ne Harbiye’de ne de Erkân-ı Harbiye Mektebi’nde tanımış değilim.. Benim doğum tari- him 12 Ocak 1876’dır. Ve bildiğime göre Mustafa Kemal Paşa’dan iki yaş daha büyüğüm. Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihi 1878’dır. Ölümüne yakın tarihlere kadar Avrupa ansiklopedilerin- de, mesela bunların en ciddisi olan Larousse’un 1934 tarihli sayısın- da kendisinin 1878 tarihinde Selanik’de doğmuş olduğu yazılıdır. Sonradan bu tarih 1881 olarak değiştirildi. Tabii bunun nedenini bilmiyorum. Beni de ilgilendirmez… Muhakkak olan, benden bir kaç yaş küçük olduğudur. O Askeri İdadi tahsilini Rumeli’nde yaparken ben İstanbul’da Kuleli Askeri İdadisini tamamladım. Ve 1893’de Harbiye’ye geç- tim. İki yıl sonra Harbiye’den mezun olduğum zaman Mustafa Ke- mal Paşa henüz Harbiye’ye gelmiş değildi. Sonra Erkân-ı Harbiye Mektebine gittim. 1899’da kurmay yüzbaşı olarak buradan çıktı- ğım zaman da kendisiyle tanışmış değildim. İlk olarak 3. Şubeye tayin oldum. Burada üç ay kadar kaldıktan sonra 18. Nizamiye Fırkası Kurmaylığına tayin olundum. Ve soluğu Rumeli’nde, Kosova Vilâyetinin Mitroviçe kazasında aldım. Böylece Mustafa Kemal Paşa Harbiye ve Erkânı Harbiye tahsi- lini yapmak üzere Rumeli’nden İstanbul’a geldiği sıralarda ben de aksine Rumeli’ye gitmiş bulunuyordum. Bu sırada Rumeli bir kelime ile ateşler içinde bulunuyordu. Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya gibi büyük devletlerin el al- tından silâhlandırdıkları ve kışkırttıkları Rumlar, Bulgarlar, Sırp- 15
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI lar, Ulahlar, Karadağlılar ve Arnavutlar yer yer çeteler teşkil ede- rek dağlara çıkıyorlar ve Osmanlı kuvvetlerine ve Türklere karşı saldırılar tertipliyorlardı. Her karış toprağında bol bol şehid kanı dökerek almış olduğumuz Rumeli’nin verimli toprakları büyük tehlikeler karşısında bulunuyordu. Ben genç bir kurmay subay olarak bu çetelerle sayısız çarpış- malara katıldım. Başımızda bulunan paşaların büyük çoğunluğu belki cesur fakat cahil, alaydan yetişmiş ve sadece Sultan Abdülha- mid’e sadakatlarını ve bağlılıklarını ispat etmiş oldukları için hızla yükselmiş kişilerdi. Bunlar belki ufak tefek çetelerin püskürtülmesinde başarılı olabiliyorlardı. Fakat yavaş yavaş bir savaşa dönüşen Balkanlarda başarı sağlayacak kabiliyette kimseler değillerdi. Zaten bu sırada Meşrutiyet istekleri de genişlemiş, gizli gizli çalışan İttihat ve Te- rakki Cemiyeti ordunun genç zümresine hâkim olmuş bulunu- yordu. Genel olarak genç subaylarda Hürriyet ve Meşrutiyet ilân edilir edilmez ortalığın süt liman olacağı, dağları dolduran Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerinin silâhlarını hemen bırakacakları, memleketin huzura kavuşacağı inancı vardı... Ben ise Rumeli ahvalini yakından öğrendikçe bunun bir hayal- den fazla bir kıymet taşımamakta olduğunu anlıyordum. Bunun için askerin politikaya da karışmasına gönlüm razı olmadığından İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmedim. Meşrutiyet inkılâbı oldu. Kısa bir süre sonra ise Balkan Savaşı çıktı. Ve biz bütün Rumeli’yi bir anda kaybettik. Ondan önce de Trablusgarp Savaşı ile Trablusgarp ve On iki Adalar elimizden çık- mıştı. İki yıl sonra ise Birinci Cihan Savaşının içindeydik. Mustafa Kemal Paşa’nın adını ilk olarak Harekât Ordusu kur- mayında kolağası rütbesiyle İstanbul’a geldiği zaman duymuş- tum. Onu tanımış olanlar kendisini pek ziyade övüyorlardı. Son derece vatansever, bilgili ve cesur bir kurmay subay olduğunu söylüyorlardı. Ve nihayet Umumi Harpte Çanakkale’de kendisiyle buluştum ve tanıştım. Ben paşalığa yükseltilmiş ve 5. Kolordu Komutanı ola- rak Çanakkale’ye gönderilmiştim. Emrimdeki kuvvetlerle düşma- nı Kanlıdere ve Kerevizdere’de püskürtmeye muvaffak oldum. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa da albay rütbesiyle Anafartalar Grubu Komutanlığına tayin edilmişti. Düşmanın 1915 yılında giriştiği 16
MURAT SERTOĞLU taarruzların defedilmesinde parlak başarılar kazanınca şöhreti bü- tün orduya yayıldı. İşte kardeşim Mehmet Nazif de üsteğmen rütbesiyle Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde savaşırken bu sırada Conk Bayırı’nda şehidlik rütbesine erişti. Mustafa Kemal Paşa bana metni aşağıda yazılı olan mektubunda bu şehadet haberini böyle bildirmişti: ATATÜRK’ÜN FEVZİ PAŞA’YA YAZDIĞI MEKTUP Anafartalar Grubu 26.6.331 Huzûr-i âlîlerine Muhterem kardeşim paşa hazretleri 23 Ağustos 331 tarihli mektubunuzu dün aldım. Hakk-ı âcizânemde izhar buyurulan iltifat ve teveccühatınıza arz-ı teşekkür ederim. Vatan-ı mukaddesimizi çiğnemeğe çalışan hain düşmana ancak âlî himmet arkadaşlarımızın istihkâr-ı mevt eylemeleri sayesinde iyi dersler vermektedir. Vatanı tahlis için hûn-i hamiyetlerini bü- yük bir şevk ile îsâr eden arkadaşlarımın gayretiyle düşmanın her nevi teşebbüsat-ı müstakbelesine de mani olunacağı hakkındaki itmi’nanım berkemaldir. Ancak bu derecedeki âsâr-ı fedakâranenin istilzam eylediği bazı acılara tahammülün zaruri olduğu zatialilerince de musad- daktır. Bu zaruretin ilcaatiyle sizi düçâr-ı me’yusiyet edeceği tabii bulunan biraderinizin haber-i şahadeti bendenizi cidden müteessir ve giryan eylemiştir. Şehid-i mağfûr biraderiniz 26/5/331’de millet ve memleketin hayat ve memat noktası olan Conk bayırında düşmana atılan sufu- fun (safların) ilerisinde idi. Teessüratınıza bütün safvet ve samimiyet-i kalbiyemle iştirak eder ve Cenab-ı Hakkın zat-i âlilerine ve aile-i keder-dîdenize sabr-ı cemil ihsan buyurmasını tazarru ile arz-ı meveddet ve mu- haleset eylerim efendim. Anafartalar Grubu Kumandanı M. Kemal 17
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 4 ABDÜLHAMİD’İN HAFİYELERİ TEKER TEKER ÖLDÜRÜLÜYORDU •Yaşım gençti ama acıklı durumu görüyordum • Kanun-i Esasi Rumeli’yi kurtaramadı - “Ben kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldıktan sonra sü- rekli olarak tam 14 yıl Rumeli’de, Rumeli’nin en karışık yeri olan Makedonya’da hizmet gördüm. Bu işe başlar başlamaz da her şeyden önce çok karışık ırkların ve milletlerin yaşadıkları ve türlü türlü entrikaların döndürüldüğü Rumeli ahvalini iyice öğrenmek için geceli ve gündüzlü çalışmaya koyuldum. Sırpçayı, Bulgarcayı, Arnavutçayı öğrendim. Bu yolda yazılmış pek çok kitaplar okudum. Acıklı durumu genç yaşıma rağmen rahatça görüyordum. Os- manlı İmparatorluğu’nu yıkmaya azmetmiş bulunan büyük dev- letler, ilk olarak Rumeli’yi elimizden koparmak kararında idiler. Rum, Bulgar, Arnavut ve Sırp çeteleri bu kararla durmadan tah- rik ediliyordu. Rumeli’de Türkler tam çoğunlukta değildiler. Ama toprakların çoğunluğu Türklerin elindeydi. Bu verimli toprakları ele geçirmek için ise Türklerin buralardan sürülüp çıkartılmaları, dünkü yanaşma ve çobanlarımızın bu yerlere yerleşmeleri gereki- yordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuranlar ve bunu Rumeli’de alabildiğine yayanlar belki de samimi olarak Kanun-i Esasî yürür- lüğe konur konmaz, istibdat idaresi sona erer ermez bütün bu keş- mekeşin sona ereceğine inanıyorlardı. Ne var ki buna inanabilmek zordu. Hele bu cemiyete giren bazı subaylar da silâhlarını Osmanlı ordusu ileri gelenlerine çevirmeye başlayıp suikastler tertiplemeye koyulunca, bir çeşit çeteler kurup tıpkı Bulgar, Rum eşkıyası gibi dağa çıkmaya başlayınca devletin otoritesi bir kat daha sarsıldı. Öldürülenler çoğunlukla Abdülhamid’e bağlı kişilerdi. Bunların hafiye oldukları söyleniyordu. Bu suikastler asayişi bir 18
MURAT SERTOĞLU kat daha bozdu. Ve Meşrutiyetin ilânını çabuklaştırdı. Bunu kabul etmek gerek. Ama sonunda istenen şey, (yani) Rumeli’nin kurtarıl- ması hiçbir zaman gerçekleştirilemedi. Sultan Abdülhamid’e biz gençler, sürdürdüğü istibdat rejimi yü- zünden daha Kuleli İdadisi’nde iken bile için için düşman kesilmiş bulunuyorduk. Harbiye talebesi iken hemen hepimiz istibdat aleyhinde dışarıda basılan ve gizlice memlekete sokulan gazete ve broşürleri okurduk. Memleketin kurtulması için istibdadın yıkılmasının şart olduğuna inanıyorduk. Namık Kemal’in, Tevfik Fikret’in şiirleri hepimizin ezberinde idi. Ancak zamanla memleketi kurtaracak tek tedbirin bu olmadığını da düşünmeye ve buna inanmaya başlamıştım. Nitekim Meşrutiyetin ilânına rağ- men Rumeli’yi de kaybettik. İttihatçı genç bir subay tarafından öldürülen bir paşa da benim kurmaylık yaptığım 18. Fırka’nın Komutanı Şemsi Paşa idi. Onu öldüren Atıf (Kamçıl) Bey adında genç bir teğmendi. Yanında uzunca bir süre kaldığım ve çalıştığım için Şemsi Paşa’yı yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Kendisi tam bir Ab- dülhamid Paşası idi. Okuma yazması bile yoktu. Sadece cesur, na- muslu, padişaha son derece bağlı idi. Boş zamanlarında taş basma Battal Gazi, Kan Kuyusu gibi eserleri okutur ve bu efsanevî kahra- manların maceralarını büyük bir heyecan ve ilgi ile dinlerdi. Ona göre durumumuzun en büyük talihsizliği, zamanımızda böyle bir kılıç savurması ile yüz kâfirin kellesini birden uçuran kahramanların bulunmayışı idi. Bunlardan birkaç kişi olsa bütün işler ne kolay yoluna girerdi. Ve kollarını bir sıvadılar mı, Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultanın ve Halifenin bütün düşmanlarını kısa bir zamanda yok etmeleri işten bile olmayacak- tı. O zaman her taraf sulh ve sükûna kavuşacak, millet de rahat edebilecekti. “BIRAK OKUSUNLAR PAŞAM!..” Şemsi Paşa bir gün benden bir ricada bulundu. Kenan ve Müfit adında iki oğlu vardı. Bütün isteği bunların saraya kabul edilmeleri ve Hünkâr Yaverliği için yetişmeleri idi. Benden Mabeyne bu yolda bir mektup yazmamı istiyordu. Ben de bunun üzerine kendisine: - “Paşam, bırak da okusunlar, halk arasında herkes gibi yetişsinler. Böyle olması onlar için daha hayırlı olur” dedim. 19
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Biraz düşündükten sonra bana hak verdi. Ve oğulları için Ma- beyne başvurmaktan vazgeçti. Bu olaydan kısa bir süre sonra Manastır postanesinden çıkar- ken Atıf Bey’in kurşunlarına hedef olmaktan ve hemen orada öl- mekten kurtulamadı. Şemsi Paşa’nın oğlu Müfit okudu. Onun Pa- ris’te Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olduğunu duydum. Ama belirli bir iş tutamadı. Harcandı gitti. Öbür oğlu Kenan’ı sonradan Beykoz Kundura Fabrikası’na kendim yerleştirdim. Aynı şekilde kızı Nadide’yi de memur olarak Ayasofya Müzesi’ne yerleştirdim. Oralarda güzel güzel çalıştılar. Şemsi Paşa’yı Sultan Abdülhamid çok severdi. Ona, aylığı doğrudan doğruya saraydan altın olarak gelir ve bu altınları kendisine bir tepsi içinde takdim ederlerdi. O da doğrusu efendisi- ne sonuna kadar sadık kaldı ve padişahtan gördüğü lütfu hayatıyle ödedi… 20
MURAT SERTOĞLU 5 MUSTAFA KEMAL’DEN HERKES KORKUYORDU Umumi Harpte yenildik ama… Bu vatan bizimdi Er geç bu millet silâha sarılacaktı Müşir Ahmed İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulan yeni hü- kümet Mondros Mütarekesini imzaladığı zaman ben Beykoz’daki evimde amipli dizanteri hastalığından yatıyordum. Beklenen acık- lı son gelip çatmıştı. Enver Paşa, Talât Paşa, Cemal Paşa memleketi bırakarak kaçmış bulunuyorlardı. Sultan Reşad’ın ölümü ile tahta geçen Vahidettin bütün suçu İttihatçıların üzerine yüklüyordu. Bu yüzden Ahmed İzzet Paşa kabinesinin de ömrü uzun sürmedi. Yeni hükümeti Tevfik Paşa kurdu. Mütareke hükümlerine göre ordularda hemen terhisler başla- mıştı. Yıldırım Orduları Grubu da zaten lâğvedilmiş bulunduğun- dan Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Ayıntap, Samsun, Merzifon İngilizler, An- talya ve çevresi İtalyanlar tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. Herkes sorumluluktan kaçıyor Harbiye Nazırlığına büyük bir vatansever olan Cevad Paşa getirilmişti. Ben de onun ısrarı üzerine ve ileride izah edeceğim bazı düşüncelerle Erkân-ı Harbiye Reisliğini, yani Genelkurmay Başkanlığını kabul etmiştim. Memleket işleri iyi giderken Nâzırlık, Erkân-ı Harbiye Reisli- ği gibi şerefli mevkilerin isteklileri çok olur. Fakat bulunduğumuz felâket günlerinde hiç kimse bu sorumlulukları yüklenmeyi iste- miyor, herkes bu işlerden kaçıyordu. Savaşı kaybetmiştik, ama bu vatan bizimdi. Asıl mesele vatana son günlerinde hizmet etmekti. Suçlu aramak, bunları cezalandır- maya kalkışmak vatan kurtarmak yolunda yeterli işlerden değildi. 21
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Vatanın iyi evlâtları böyle zor günlerde belli olurdu. Cevad Paşa ve diğer arkadaşlarla sık sık ne yapabileceğimizi konuşup duruyorduk. Galip düşmanlarımızın merhametine sı- ğınmak bize hiçbir şey kazandırmazdı. Bunlar sadece kuvvetten anlarlardı. Hiç olmazsa Anadolu’nun işgal edilmeyen bölgelerinde az çok bir kuvvetin bulunması şarttı. Devletin az çok bir kuvvete dayanması gerekirdi. Bu arada Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’da faaliyet gösteri- yor, Ali Rıza Bey’in başkanlığında kurulacak yeni bir hükümette Harbiye Nâzırı olmak istiyordu. O da, ben de Enver Paşa düşmanı olarak tanındığımızdan işgal kuvvetleri tarafından şüpheli görül- müyorduk. Üstelik ben Alman düşmanı olarak da biliniyordum. Yaptığımız temaslar sonunda Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nâ- zırı olmaktan vazgeçti. Cevad Paşa, o ve ben Anadolu’da bir muka- vemet kuvveti kurulması için mutabık kalmış bulunuyorduk. Mustafa Kemal Paşa bu durumu aynen şöyle anlatır: - “Ben artık son denilecek bu temaslar ve mütalâalarda bulu- nurken İstanbul içinde müspet çalıştığını bildiğim bir makam- dan bahsetmeliyim. Birçok mütareke kabinelerinden birinde Harbiye Nezaretine geçen Cevad Paşa, faziletinden ve liyakatinden emin olduğum Fevzi Paşa’ya Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğini teklif etti. Fevzi Paşa Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğinde ne yapacak- tı? Eninde sonunda bu milletin silâha sarılacağından şüphesi yoktu. Halbuki mütareke şartlarına göre bütün silâhlar ve her yerdeki cephane İtilâf devletlerine teslim olunacaktı. Fevzi Paşa, mütareke şartlarını kabul eder ve tatbik eder görünerek, eğer silâh ve cephaneler İtilâf devletleri tarafından kolaylıkla naklo- lunabilecek yerlerde ise, onları Anadolu’nun içinde kalabilecek yollardan sevk eder gibi davranmıştır. Meselâ Diyarbekir’deki silâh ve cephane trenle hemen İstanbul’a getirtilebilirdi. Fevzi Paşa öyle sebepler buldu ki bunların kağnılarla Sivas üzerinden Samsun Limanına getirilmesi zarurî sayıldı. Şimdiden haber vereyim ki bütün bu silâh ve cephaneler benim elimde kalmış- tır. Yine mesela Kütahya’da pek çok cephane vardı. Fevzi Paşa bunların şimendiferle nakledilmemesi için Ankara-Sivas isti- kametinden yola çıkartılmasını emretmişken emrin içyüzü an- laşılamadığından cephaneler trenle İzmit’e getirtilerek denize 22
MURAT SERTOĞLU dökülmüştür. Çanakkale’deki toplarımız da tahrip olunacaktı. Gerek Fevzi Paşa’nın ve gerek sonradan onun yerine geçen Cevad Paşa’nın tertipleri ile bu toplar gizlice sonradan bizim işimize yarayabilecek yerlere gönderilebilmiştir. İstanbul’da bazı yerler- de bulunan silâh ve cephane hiç kimse farkında olmaksızın daha sonra istediğimiz yere gönderilmiş, bu suretle tarihî muvaffakı- yet sağlanmıştır.” Damat Ferit Paşa kuşkuluydu İşte o karışık günlerde Mustafa Kemal Paşa ile her konuda mutabık kalmıştık. Mustafa Kemal Paşa’nın geniş yetki ile Anado- lu’ya gitmesi için Cevad Paşa da, ben de elimizden gelen her gayreti göstermiştik. Bu arada kendisiyle sık sık temaslarda bulunuyor- duk. Tarihin garip bir cilvesi olarak onun bir an önce Anadolu’ya gitmesini isteyenlerden biri de Sadrazam Damat Ferit Paşa idi. Bu- nun da sebebi, onun bu ateşli Paşadan çekinmekte olması idi. Mus- tafa Kemal Paşa aynı zamanda Padişahın fahrî yaveri olduğundan, Vahdettin’i kandırmasından ve yerine geçmesinden korkuyordu. Bu sayede Anadolu’da bir mukavemet yaratmak, millî kuvvet- leri toplayarak onların başına geçmek kararı ile gitmeye hazırlanan Mustafa Kemal Paşa’ya istediği bütün yetkiler verildi. Cevad Paşa ile ben de kendisine başarılar diledik. Ve ona elimizden gelen her yardımı yapmayı vaat ettik. Allah’a şükürler olsun ki bu sözümüz- de durmaya muvaffak olduk. 23
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 6 İSMET PAŞA İLE ARAMIZDA BUZDAN BİR DUVAR ÖRÜLDÜ Zamanından önce emekliliğimi isteyince Bütün hayatım cephelerde savaşlarda geçmişti. Diyebilirim ki Cumhuriyet devrine, 1923 yılına kadar rahat uyku uyuyabildiğim geceler pek azdır. Zaten bu bize ailemizden gelen bir talihdir. Annemin ba- bası Ömer Ağa 1828 yılında Varna müdafaasında Ruslara karşı savaşırken şehid olmuştur. O sırada 75 yaşında bulunuyordu. Ya- nında da ancak 15 yaşlarında bulunan torunu varmış. Ve o da aynı anda şehadet mertebesine ulaşmış. Dede ile torununun aynı düş- man karşısında aynı anda şehit olmaları ailemiz için en şerefli bir hatıradır. Ömer Ağa aslen Trabzonlu olup Varna’ya giderek oraya yerleş- miş, Varnalı Emine hanımla evlenmiş. Varna’da kalaycı dükkânı varmış. Ruslar Varna’yı ele geçirince bir gün iki sarhoş Rus askeri Ömer Ağa’nın evine saldırmışlar. Emine Hanım satırla bunlara karşı koymuş. Birini öldürmüş. Yaraladığı öbürü de kaçmış. Fakat bu arada bir Rus kurşunu yüzünden bir ayağını kaybederek topal kal- mış. Yani kocası ve torunu şehit düşerken o da gazi olmuş. En küçük oğlu Bekir İstanbul’a gelmiş. İşte anne tarafından de- dem bu Bekir Ağa’dır. Ancak onun da başından pek çok maceralar geçmiş bulunmaktadır. Hacı Bekir Ağa ve Kuleli Vak’ası İstanbul’a 2. Mahmud devrinde gelmiş. İri yarı ve yakışıklı bir gençmiş. Onu yeniçeri yapmışlar. Aynı zamanda medreseye deva- ma başlamış. Daha sonra Yeniçeri Ocağı dağılıp yeniçeriler kılıç- tan geçirilirken kaçarak Bağdat’a gitmiş. Orada bir süre medreseye 24
MURAT SERTOĞLU devam ettikten sonra Mısırlı İbrahim Paşa’nın ordusuyla Anado- lu’ya gelmesi üzerine yine askere yazılıyor. Ancak Konya savaşın- da esir düşerek Mısır’a gidiyor ve orada Camiülezher Medresesi- ni tamamlıyor. Sonra İstanbul’a dönerek Tophane Müftülüğüne tayin olunuyor. Bu arada Şumnulu Feyzi beyin kızı Fitnat hanımla evleniyor. Derken tarihe “Kuleli Vakası” diye geçen olaya karıştı- ğından Limni Adasına müebbed kalebentliğe mahkûm olarak ora- ya sürülüyor. Kuleli Vak’ası İstanbul’dan Padişah Sultan Abdül- mecid’i tahtından indirmek üzere harekete geçen gizli bir örgütün ortaya çıkartılması ve suçlu görülenlerin Kuleli Askeri İdadisinin zindanına atılması olayıdır. İşte Hacı Bekir Ağa da bunların ara- sında bulunuyormuş. Hacı Bekir Ağa Limni’de aslen Ayvalık’ın Çakmak köyünden olan dedem Çakmakoğlu Hüseyin Derviş Kaptan’la ahbap olup onun evinde kalıyor. Sultan Abdülmecid ölüp de Sultan Abdülâ- ziz tahta çıkınca affedildiğinden bu sefer Hüseyin Derviş Kaptanın oğlu Ali Sırrı’yı da yanına alarak İstanbul’a dönüyor. Babam Ali Sırrı o zaman beş altı yaşlarında imiş. Dedem Ci- hangir’deki evinde onu okutup yetiştiriyor. Ve Ali Sırrı 18 yaşında iken Tophane’ye kâtip oluyor. Birkaç yıl sonra da dedem Bekir Ağa ona kızı Hasna’yı veriyor. Bu evlenmeden de ben doğuyorum. Ben 2,5 yaşında iken Meşhur “Ali Suavi Vakası” oldu. Sonra babam Bahrisiyah “Yani Karadeniz” topçu alayında Albay kâtibi olunca Rumelikavağı’na taşındık. Orada kiraladığımız bir evde ya- şamaya başladık. Kuleli İdadisinde bana Kavaklı Fevzi denmesi- nin nedeni buydu. Yoksa ben Rumelikavağı’nda değil, Cihangir’de doğdum ama ordudaki şöhretim Kavaklı Fevzi diye kaldı. Biz dört erkek, bir kız, beş kardeştik. Kardeşlerimden Muhtar teğmen rütbesinde iken Balkan savaşında şehid düşmüştür. İkinci kardeşim Mehmet Nazif’in de üsteğmen iken Çanakkale’de Conk Bayırında şehid düşmüş bulunduğunu daha önce kaydetmiştim. Üçüncü kardeşim Sami Baytar mektebinde ta- lebe iken 17 yaşında vefat etti. Kız kardeşimizin adı ise Nebahat’tir. Görüldüğü gibi savaşlardan savaşlara koşmuş, memleket için çeşitli cephelerde kan dökmüş ve can vermiş bir soydan geliyorum. Herhalde Cenab-ı Hak kardeşlerimin ömürlerini bana eklemiş ola- caktı. Doğumum 1876 yılı 12 Ocak tarihidir. Sonradan kabul edi- 25
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI len kanuna göre Mareşallık rütbesinde olduğumdan 68 yaşında emekliye ayrılabilirdim. Bu da 1944 yılının 12 Ocak tarihine rastlıyordu. Ben de hazırlıklarımı ona göre yapıyordum. Fakat bu tarihten altı ay kadar önce 1943 yılının Haziran ayın- dan bir gün, o zaman Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu şifre kâtibi, Kâtip Albay Nuri Topalak’la beni ziyarete geldi. Hizmetlerimden bahsettikten sonra 13 Temmuz tarihinde yaş haddi kanununa göre emekliye ayrılmam gerektiğini Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de aynı kanaatte bulunduğunu söyledi. Birdenbire şaşırmıştım. Resmi sicilim ortada idi. Henüz emek- liye ayrılma vaktim gelmeden İsmet Paşa beni neden görevimden almak istiyordu? Ama kendimi çabuk toparladım: - “Bu bir azil mi, yoksa emeklilik mi?” diye sordum. Telâşla: - “Aman paşam azil ne demek? Elbette emeklilik?” dedi. - “Öyleyse kanuna uymak gerekir. Ve resmi sicilimde kayıtlı bulunan doğum tarihime göre de 12 Ocak 1944 tarihinden önce beni emekliye ayıramazsınız. Buyurun gidebilirsiniz.” Bu sözleri biraz sertçe söylemiş olacağım ki Saraçoğlu özür dileyerek çıkıp gitti. O gittikten sonra ben bunca yıllık silah ar- kadaşım İsmet Paşa ile aramızda buzdan bir duvarın yükselmeye başladığını acı ile düşündüm. İsmet Paşa bana neden bunu yapıyordu? 26
MURAT SERTOĞLU 7 YURDUN HER KÖŞESİNDE DÜŞMAN ÇİZMESİ VARDI İşgal altındaki İstanbul’da bir suçlu gibi dolaşıyordum İşgal altındaki İstanbul’da bir asker için yaşamanın ne kadar zor ve ağır bir şey olacağını daha mütareke imzalandığı gün dü- şünmüştüm. Hele böyle ağır şartlar altında sorumlu bir görev al- mak daha da çetin bir iş olacaktı. Ama bu hayatı fiilen yaşadıktan sonra bunun böylesine ağır, böylesine yıpratıcı ve kahredici olabi- leceğini asla hayal edememiş olduğumu itiraf ederim. Herkes için düşman süngüsünün gölgesinde, düşman işgalinde yaşamak son derece ağır ve güç bir iştir. Bunu kabul ederim. Ama insan asker olunca, sırtında üniforma taşıyınca, hele bu üniforma yüksek bir rütbe gösteriyorsa onun için halk içinde gezip dolaşmak büsbütün güç ve kahredici oluyor. İnsan ister istemez kendisini bir çeşit suçlu gibi görüp hissediyor. Size dikilen bakışlardan hep bu mânâyı seziyorsunuz. Belki ağızlarından bir söz çıkmıyor ama size bakanların içlerinden geçirdiklerini çok güzel anlıyorsunuz: - “İşte sizin yüzünüzden savaşı kaybettik. Yüzbinlerce memleket evlâdı cephelerde şehid düştü, yaralandı, sakat kaldı. Bize durmadan savaşı kazanacağınızdan bahsettiniz. Zaferin yakın olduğunu söyleyip durdunuz. Bizden durmadan fedakârlık istediniz, kan istediniz, can istediniz, mal istediniz. Biz size bütün istediklerinizi fazlasıyle verdik, sizlere inandık. Her acıya, her zorluğa katlandık. Ama bunun sonu ne oldu? Hani zafer yakındı? Hani düşmanlar her yerde yenilip duruyorlar- dı? Yüzbinlerce insan öldü. Yüzbinlerce ocak söndü. Dullar, yetimler, sakatlardan başka memlekette insan kalmadı. En ve- rimli topraklarımız elden çıktığı gibi düşmanlar, payitaht olan 27
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI İstanbul’u bile işgal ettiler. Bütün bunların suçlusu sizler değil misiniz? Böyle olduğu halde hâlâ o süslü üniformalar içinde dolaşmaktan, halkın yüzüne bakmaktan utanmıyor musunuz? Düşman neferlerinin hakaret ve alaylarına uğramak gururu- nuza dokunmuyor mu? Şimdi de tutuyor, düşman işgali altında kukla bir hükümetin emrinde, yani hakikatte düşmanın emrinde çalışıyorsunuz. Harbiye’den çıkarken ettiğiniz yemini böyle mi tutacaktınız? Memleket düşman çizmeleri altında çiğnenirken içiniz sızlamadan düşman emrinde mi çalışacaktınız? Yazıklar olsun size!” Siz bütün bunları duymuyor fakat hissediyor, ancak onlara ce- vap verebilmek kudretinden mahrum bulunuyorsunuz. Acaba yer- yüzünde bir insan için, hele bir asker için bundan daha ağır bir şey düşünülebilir mi? Ama ben olayım, arkadaşlarım olsun, bütün bu ağır şartlara göğüs germek zorunda idik. Eğer bu talihsiz memleketi kurtarabi- leceksek bunlara dayanmalı idik. Savaştan yenik olarak çıkmıştık. Mütarekeyi de imzalamıştık. Yakında düşmanın ileri süreceği sulh şartlarının da son derece ağır olacağını bilmiyor değildik. Ordularımız resmen terhis edilmiş, si- lah ve cephanemize el konmuştu. Memleketin en hayatî noktaları düşman işgali altına girmiş ve giriyordu. Mağrur düşmanlarımız ise ancak kuvvetten anlarlardı. Eğer Anadolu’da yeni bir kuvvet, yeni bir ordu kurabilecek olursak o zaman bize karşı ileri sürülen istekler, önümüze sürülecek sulh şartları elbette hafiflerdi. Asırlar boyunca koynumuzda yaşattığımız onlara her nimeti fazlasıyle verdiğimiz Rum ve Ermeni azınlıklar da belki bu kuvvet karşısında istiklâl isteklerinden vazgeçerlerdi. Pek gülünçtü ama gerçekti. Rumlar bütün Karadeniz kıyılarını içine alan ve taa Kayseri’ye kadar uzanan bölgede müstakil Pontus devleti kurmanın hazırlığında idiler. Ermeniler bir taraftan Ada- na, Ayıntab ve Maraş, bir taraftan da Erzurum, Erzincan ve Sivas’ı içine alacak Ermeni devletinden dem vuruyorlardı. Büyük devlet- ler de onları desteklemekte olduklarını saklamıyorlardı. Bu arada İzmir ve çevresinde her an için bir Yunan çıkarması bekleniyordu. Bu felâketleri ancak yeni kurulacak güçlü bir Türk ordusu önle- yebilirdi. Bu orduya asker, subay silah ve cephane lazımdı. Subay, silah ve cephanelerin büyük bir kısmı ise İstanbul’da idi. 28
MURAT SERTOĞLU Anadolu’ya silâh ve cephane gönderiyorduk Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçmeye hazırlanıyordu. Kâ- zım Karabekir Paşa Erzurum’da küçük bir ordunun başında sağ- lam olarak duruyordu. Şurada burada daha bir çok ufak birlikler vardı. Anadolu Türk halkı ise Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk gibi cemiyetler kurarak mukavemete hazırlanıyordu. Mustafa Kemal Paşa kuvvetli şahsiyeti ve teşkilatçılığı sayesinde bunları bir araya toplayabilirdi. Biz de buradan kendisine subay, silah, cephane ve para yardımında bulunabilmek için ister istemez bazı mevkilerde görev almak zorunda idik. İşgal kuvvetlerini kuşkulandırmadan Anadolu’nun muhtaç olduğu insan, silâh ve cephane yardımını an- cak bu şekilde gerçekleştirebildik. Nitekim Allah’a şükürler olsun ki sonunda bu gerçekleşti. Ana- dolu’ya binlerce yetişmiş subay, onbinlerce top, tüfek ve makineli tüfek, gemiler dolusu her cins cephane göndermeye muvaffak ol- duk. Büyük zafer ancak bu sayede kazanılabildi. O zamana kadar ise her zorluğa, her güçlüğe, her hakarete gö- ğüs gerdik. Ben görevimin başında düşman askerlerinin süngü- leri göğsüme dayandığı dakikaya kadar kaldım. Sonra da İnönü ve Sakarya savaşlarından önce Ankara’ya geçtim. Fakat yerimde kalanlar bu şerefli işe, Anadolu’ya silah ve cephane kaçırma işine başarı ile devam ederek memlekete büyük hizmetler yapmışlardır. Bu arada hizmeti pek büyük olan, fakat bu hizmeti halk tarafından pek bilinmeyen rahmetli Harbiye Nazırı Ziya Paşa’yı da minnetle anmak isterim. 29
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 8 TEK ARZUM YUNAN’I İZMİR’E SOKMAMAKTI İzmir Kumandanına, şehre girecek Yunan askerlerine ateş edilmesi emrini verince Genelkurmay Başkanlığından uzaklaştırıldım Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişliği görevi ile Samsun ve çevresindeki asayişsizlik olayını incelemek, olayları yerinde görmek ve gerekli tedbirleri almak üzere Samsun’a gitmek için ha- zırlıklarını yaparken Yunanlıların İzmir’i işgale hazırlandıklarını öğrendik. Ve bu acıklı olay, Paşa’nın İstanbul’dan Samsun’a hare- ketinden bir gün önce tahakkuk etti. Yunanlılar İzmir’e ilk olarak 12 Mayıs 1919 tarihinde bir mik- tar asker çıkararak, üç gün sonra yapacakları meşum hareketin bir çeşit provasını yapmışlardı. O gün Averof adındaki Yunan savaş gemisi İzmir Limanına gelerek karaya bir miktar Yunan bahriyelisi çıkarmış, bunlara Kordon Boyu’nda bazı talimler ve devriye hare- ketleri yaptırmıştı. Onları gören yerli Rumlar hemen oraya koşarak taşkınlıklarla, Yunan bahriyelilerini alkışlamaya başlamışlardı. Türk polisi, bu kendini bilmez azgın halkı dağıtmak istemiş, başarı gösteremeyince askerlerden yardım istemek zorunda kal- mıştı. Bu sırada İzmir Kolordu Komutanlığı boştu. Yerine vekil olarak Askerlik Dairesi Başkanı Albay Süleyman Fethi Bey ba- kıyordu. Vatansever bir Türk albayı olan Süleyman Fethi Bey bu durum üzerine hemen bir süvari müfrezesi çıkararak azgın Rum halkını dağıtmaya muvaffak olmuştu. Bundan sonra da olayı ve durumu telgrafla Harbiye Nezaretine bildirdi ve makine başında emir beklemekte olduğunu ilâve etti. 30
MURAT SERTOĞLU Telgraf bana gelmişti Harbiye Nazırı makamında bulunmuyordu. Onun için telgraf bana gelmişti. Ben de durumu hemen o dakikada anladım. Zaten bazı yabancı ajanslar Yunanistan Başbakanı Venizelos’un İzmir ve çevresine çıkmak, buralarını Yunanistan’a katmak üzere İngiliz Başbakanı Loyd Corc (Lloyd George) ile mutabık kalmış bulundu- ğunu yayınlayıp duruyorlardı. Mondros Mütarekenamesi ise İtilâf devletlerine asayişsizlik gibi nedenlerle lüzum gördükleri Türk topraklarını işgal etme hakkını tanıyordu. Yunanlılar 1916 yılına kadar savaşa girmemişler, ancak sava- şın kaderi belli olduktan ve kuvvetli bir Fransız ordusu Selânik’e çıktıktan sonra onların saflarına katılmışlardı. Ve Yunan ordu- su hemen hiçbir ciddi savaşa girmeden Umumî Harp sona ermiş bulunuyordu. Şimdi iş, savaş ganimetlerinden faydalanmak için İzmir ve çevresini ele geçirmeye kalmıştı. İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar dünyanın bu şımarık milletine yutamayacağı kadar büyük lokmayı, bu büyük mükâfatı vermeyi uygun görmüşlerdi. Yalnız İtalyanlar, Yunanistan’ın Akdeniz’de böylesine genişleme- sinden memnun değildi. Ben Yunan bahriyelilerinin bu uygunsuz davranışlarını öğre- nince Albay Süleyman Fethi Bey’e şu telgrafı çektim: - “Çıkarılan devriyelerin peyderpey miktarlarının artırılarak Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ve bir oldu bitti ihdas etmele- ri muhtemeldir. Bunun için derhal Averof zırhlısı kumandanına, badema devriye çıkarılırsa, çıkarılanları Türk birliklerinin silâh ile karşılayacaklarını tebliğ ediniz.” Albay Süleyman Fethi Bey makine başında emri alınca sordu: - “Dinlemeyip çıktıkları takdirde bu emir yerine getirilecek mi- dir?” Cevap verdim: - “Evet! Tereddüt edilmeden ateş edilecektir!” Süleyman Fethi Bey aldığı bu emir üzerine dediğimi hemen yapmış ve Yunan zırhlısının kumandanına bir daha talim veya devriye adı altında İzmir’e asker çıkarmamasını, aksi halde ateşle karşılanacaklarını bildirmiş… Herhalde bunu gerektiği kadar cid- dî bir eda ile yapmış olacak ki işgal gününe kadar bir daha Yunan bahriyelileri İzmir’e ayak basmamışlardı. Yunanlıların bir ihraca hazırlandıkları yolunda Erkân-ı Harbi- 31
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI ye’ye daha başka yerlerden haberler geliyordu. Selânik’de gemilere askerlerin yüklenmekte olduğu, bazı adalara asker yığıldığı gibi… Ben gerekli yerlere böyle bir tecavüz karşısında hemen ateşle karşı konması yolunda kesin emirler vermekte gecikmiyordum. İşte bu gayretlerim, sonunda Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reis- liğinden uzaklaştırılmam sonucunu verdi. Ferid Paşa emre boyun eğiyor Benim bu sert davranışlarım tabii İtilâf devletleri tarafından da öğrenilmiş ve hükümete benim Genelkurmay Başkanlığından uzaklaştırılmam yolunda emir verilmiş. Ferid Paşa da bu emre hemen boyun eğmiş. Beni Türkiye’de dolaşan Heyet-i Nasıha’ya memur ettiler. Yerime de arkadaşım Cevad Paşa tayin edildi. Tek tesellim, yerime gelen arkadaşın yüksek vatanseverliğine tam inancım idi. Atatürk bu olayı şöyle anlatmıştır: - “Fevzi Paşa’yı vazifesinden ayırmak için nihayet ciddî bir sebep bulmuşlardı. Sebep şu: İzmir’e çıkmaya hazırlanan Yu- nanlılar adalara asker yığmaya başlamışlardı. Erkân-ı Harbi- ye’ye bu yolda haberler geldikçe Fevzi Paşa böyle bir tecavüze ateşle karşı koymak lâzım geldiğini Harbiye Nâzırı imzasıyla tebliğ ediyormuş. Nihayet bir gün Harbiye Nâzırı Şakir Paşa İz- mir kumandanı tarafından telgraf başına çağırılmış. O zamana kadar bu gibi davetlere Fevzi Paşa ile beraber giderken o gün yal- nız gitmiş. Muhabere başlamış ve kumandan sormuş: - “Amiral Galtrop mütareke şartlarına göre İzmir’e çıkıp Kadi- fekale’yi işgal edeceğim diyor. Ne buyurursunuz?” Şakir Paşa bunun mütareke şartlarına uygun olduğunu ve buna riayet gerektiğini söylemiş. Kumandan arkasından şu soruyu sor- muş: - “Ondan sonra da Yunanlılar İzmir’e çıkacaklarmış! Ne der- siniz?” Aldığı cevap şu: - “Böyle şey olur mu? Hayal ediyorsun! Vehmediyorsun!” Harbiye Nâzırının telgrafı ile Fevzi Paşa’nın emirleri tam bir tezat halinde idi. Ve bu durumda Fevzi Paşa artık makamında kalamazdı. Fakat ondan sonra reisliğe gelen Cevad Paşa da Fevzi Paşa’nın yolunda yürüyecek bir şahsiyetti.” 32
MURAT SERTOĞLU 9 MİLLİ MÜCADELE BAŞLIYORDU Yunanlar büyük bir küstahlıkla güzel İzmir’i işgal etmişti. - “Güzel İzmir bilindiği gibi 15 Mayıs 1919 günü Yunan Kuv- vetleri tarafından işgal edilmiştir. İngilizler, Amerikan ve Fransız donanmalarının da himayesinde yapılan bu işgal yerli Rumları çıl- gın bir sevince düşürürken Türkler kan ağlıyorlardı. İzmir Kolor- du Komutanı Nadir Paşa İstanbul’dan aldığı emir üzerine bu işgal karşısında hareketsiz kalmıştı. Yunanlılar İzmir’e rahatça ayak bastıktan sonra Sarıkışla ile askerî mahfeli basmışlar, burada ele geçirdikleri Türk subaylarını tevkif ederek hakaretler altında Patras adındaki gemilerine götür- müşlerdi. Hemen kaydedeyim ki, Türk subayları aldıkları emre rağmen hareketsiz kalmış değillerdi. Gördükleri hakaretlere dayanamayarak karşı koymaya kalkışanlar olmuş, bunlar hemen şehid edilmiş veya ağır şekilde yaralanmışlardı. Bilanço 40 şehid ve 60 yaralıdır. Bunların hepsi asker olmayıp aralarında hamiyyet sahibi siviller de vardı. Rahmetli gazeteci Hasan Tahsin gibi… Şehitlerin arasında Albay Süleyman Fethi Bey de vardı. Yunanlılar Averof olayından dolayı kendisine zaten düşman idiler ve onu mimlemişlerdi. Onu yakaladıkları zaman kendisine: - “Yaşasın Venizelos!” diye bağırtmak istemişler, sapına kadar mert bir asker olan Fethi bey. - “Bir Türk zabiti ancak kendi kumandanına veya milletinin bir büyüğü için böyle haykırabilir” karşılığını vererek bu aşağılık teklifi reddetmiştir. Bunun üzerine de kahpece şehid edilmiştir. İzmir aynı gün üç Yunan taburu tarafından işgal edilirken erte- si günler de Urla, Çeşme, Seferihisar işgal edilmiştir. Bu yağmadan geri kalmak istemeyen İtalyanlar da acele Söke’yi işgal ediverdiler. 33
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Tabii ben bu tafsilâtı günlerce sonra öğrenmiştim. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa çoktan Samsun’a ayak basmış bulunuyordu. Sesimizi dünya duydu İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali bütün memlekette düş- manlarımızı bile şaşırtacak derecede büyük akisler yaptı. İstan- bul’da Sultanahmet meydanında yapılan muhteşem protesto mitingini memleketin hemen her tarafında tekrarlanan başka mitingler izledi. Boğazlanmak istenen Türk, haklı sesini dünyaya duyurdu. Şunu da kaydedeyim ki, Yunanlıların İzmir’e hiç bir zaman asker çıkaramayacağına inanan ve beni yalanlayarak Genelkurmay Başkanlığından ayrılmama sebeb olan Harbiye Nazırı Şakir Paşa bu facia tahakkuk edince yüreğine inmiş ve iki hafta sonra da vefat etmiştir. Onun vefatı üzerine Harbiye Nazırlığına Şevket Turgut Paşa getirilmişti. Şevket Turgut Paşa gayet namuslu, vatanperver bir zattı. Cevad Paşa ile konuştuktan sonra kendisine açılmakta ve kararlarımızı, çalışmalarımızı kendisine bildirmekte bir mahzur görmedik. Va- tanın kurtuluşunu sağlayacak bu harekette onun da bize bütün gücü ile yardımcı olacağından zerre kadar kuşkumuz yoktu. Yardım için söz aldık Şevket Turgut Paşa bizi büyük bir anlayışla dinledi. Bütün davranışlarımızı yerinde gördü ve bize elinden gelen her yardımı yapacağını vaad etti. İlk iş olarak beş maddelik bir program hazırladık ki aynen şöyle idi: 1- Zaten kararlaştırılmış bulunan üç ordu müfettişliğinin bir an önce teşkili ile ordunun emir ve komuta mekanizmasının tanzi- mi. Şunu da kaydedeyim ki, Birinci Ordu Müfettişliği İstanbul’da idi. Komutanı da bendim. İkinci Ordu Müfettişliği Konya’da ko- mutanı da zaten orada bulunan Mersinli Cemal Paşa idi. Üçüncü Ordu Müfettişliği Erzurum’da bulunacaktı. Komutanı oraya git- mekte olan Mustafa Kemal Paşa olacaktı. 2- Mümkün olduğu kadar çok miktarda silâh ve cephanenin İtilâf kuvvetlerine teslim edilmeden Anadolu’da toplanması, 3- İstanbul Hükümeti tamamen işgal kuvvetlerinin elinde esir 34
MURAT SERTOĞLU olduğundan burada verilecek emirlerin icra edilmemesi ve ancak Anadolu’da kurulacak bir millî idarenin emirlerinin dinlenmesi, 4- Milli galeyandan faydalanılarak bir Kuva-yı Milliye meyda- na getirilmesi. Anadolu’da kurulacak Milli İdarenin de bu kuvvete dayanması, 5- Sadece müdafaada kalınmakla yetinilmemesi, fırsat elver- dikçe topraklarımızı işgal etmekte olan düşman kuvvetlerine karşı silâhlı taarruzlara da geçilmesi. Görüldüğü gibi daha Mustafa Kemal Paşa yolda iken millî mukavemetin hazırlanması ve kendisine her yardımın yapılması yolunda İstanbul’da gerekli kararlar alınmış bulunuyordu. Anado- lu’nun çeşitli yerlerinde bulunan askerî birlikler de artık nereden emir alacaklarını öğreneceklerdi. Nitekim aradan bir ay geçmeden bu üçlü kararın meyveleri alınmaya başlanmıştı. Doğudaki kuvvetler Mustafa Kemal Pa- şa’nın emrine girerken İkinci Ordu müfettişliğine bağlı bulunan 57. Tümenimiz de silâhça, cephanece ve askerce pek zayıf olduğu halde Yunan birliklerine karşı Bergama ve Aydın cephelerinde ta- arruza bile geçmeye başladı. Yunan kuvvetlerini durdurdu. Sonra onları yenerek kaçırdı. Geçici bir süre için bile olsa bazı vilâyetleri geri almaya muvaffak oldu. İtilaf devletleri Anadolu’da milli bir hareketin uyandığını geç de olsa öğrendiler. İlk işleri Mustafa Kemal Paşa’yı geri getirmek istemek oldu. Ama o artık İstanbul’dan verilen “resmi” emirleri dinlemeyecekti. Hattâ görevinden ve askerlikten bile istifa ederek kendi tabiri ile “sine-i millete” dönmüştü. Zorla imzalatılan Sevr Sulh Antlaşmasını Anadolu kabul etmiyordu. Kuva-yı Milliye hızla büyüyordu. 35
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 10 RUSLAR BİZE SİLÂH VERMEDİ Zaman zaman kulağıma gelir. İşin aslına vakıf olmayanlar sözüm ona beni suçlamak ve başlangıçta benim Kuva-yi Milliye’ye aleyhdar olduğumu ispat etmek üzere delil olarak benim Damad Ferid Paşa’dan sonra kurulan Ali Rıza Paşa kabinesinde Harbiye Nazırlığı’na getirilen Mersinli Cemal Paşa’nın bu görevden istifa etmesinden sonra Harbiye Nazırlığı’nı kabul etmemi ve bu ma- kamda uzunca süre kalmış olmamı gösterirler. Bir defa Topçu Birinci Feriki olan Ali Rıza Paşa son derece va- tansever bir zattı ve kendisi bu tarihden bir ay kadar önce toplanan Saltanat Şûrası’nda bize sunulan sulh muahedenamesinin açıkça aleyhinde bulunan tek zattı. Bu kabinede yer alan nazırların çoğu Kuva-yi Milliyeci olarak tanınmış kişilerdi. Nitekim yeni hükümet kurulduktan sonra ilk iş olarak Erzurum ve Sivas Kongrelerini ya- parak Milli İdare’yi kurmaya muvaffak olan Mustafa Kemal Paşa ile temasa geçmek üzere Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı Anadolu’ya göndermişti. Ben Harbiye Nazırı olur olmaz Anadolu’nun şiddetle ihtiyaç duyduğu silâh ve cephaneleri gizli yollarla göndermek işine bir kat daha hız verdim. O anda yapılacak en hayırlı işin bu olacağını pek güzel biliyordum. Aynı zamanda bu makamda bulunmak, Yunan kuvvetlerinin faaliyetleri hakkında çabuk ve doğru haberler edin- meme de yarıyordu. Bunları hemen Ankara’ya bildiriyordum. Hemen söyleyeyim ki, bu haberler hiç de parlak değildi. Yunan- lılar İzmir’e sürekli olarak yeni birlikler çıkarıyorlardı. Bunun da bir tek nedeni olabilirdi. Yeni bir taarruz hazırlığı… Bu taarruz ise ancak yeteri kadar silâh ve cephane ile önlene- bilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın kurmaya çalıştığı Milli Ordu bu bakımdan henüz çok zayıftı. Düşmana karşı sürdüğü kuvvetlerin 36
MURAT SERTOĞLU çoğunluğunu Çerkes Ethem, Demirci Efe, Yörük Ali Efe gibi Mi- lis diyebileceğimiz inzibattan yoksun kuvvetler teşkil ediyordu. Muntazam ordunun kurulması ve kuvvetlenmesi için hem zamana ve hem de her çeşit silâh ve cephaneye ihtiyaç vardı. Çok kimseler yanlış olarak Milli Mücadele’de bu silâh ve cephanenin bize Ruslarca verildiğini sanırlar. Bu doğru değildir. Zaten bir ihtilâl içinde bulunan Ruslar o sırada bize silâh verecek durumda değildiler. Cephaneleri ise bizim elimizdeki silâhlara uymazdı. Aynı şekilde İtalyanlardan da yardım görmüş değildik. Bize zaferi kazandıran silâh ve cephanelerin çoğunluğu İstanbul’da İtilâf devletlerinin kontrolleri altında bulunan depolardan kaçırıl- mak suretiyle sağlanmıştır. Tabii yalnız kayıklarla, takalarla değil de vapurlarla… Anadolu’da kurulan yeni idareden ve Kuva-yi Milliye’den en çok kuşkulanan ve pirelenen İngilizlerdi. Bunlar bir gün bana Şatlvörs adında bir generallerini gönderdiler. Bu general Harbiye Nazırı olmam bakımından Anadolu’da uyanan milli hareketin na- sıl önlenebileceğini, bu kuvvetlerin nasıl dağıtılabileceğini sordu. Hiç renk vermeden şu karşılığı verdim: - “Emrime 50.000 tüfek, 200 top, 800 ağır ve hafif makineli tüfek ile bol cephane ve kuracağım ordunun altı aylık masrafı olan beş milyon altın verin. Ordunun idaresini alarak Anado- lu’ya geçeyim. Altı ay içinde Kuva-yı Milliye’yi dağıtabilirim.” Biraz düşündükten sonra: - “Dediğiniz şeyleri yapmamıza imkân yoktur.” dedi. - “Neden? İngiltere devleti bunları vermekten aciz midir?” - “Verebilir. Fakat…” - “Bana mı güveniniz yok?” - “Şahsınıza güvenimiz vardır. Fakat ya bu silâhlarla donattığı- nız askerler Anadolu’ya ayak basınca karşı tarafa geçerlerse?” - “O halde başka ne yapılabilir? Karşı tarafın elinde sizin de bildiğiniz gibi büyük kuvvetler var. Sonra halkın büyük bir kıs- mı onları destekliyor. Daha az bir kuvvetle karşılarına çıkmak felâket olur.” - “Şimdilik size 3.000 tüfek, 8 top, 20 makineli tüfek ile 500.000 altın verelim. Kuvvetli bir alayla Kemalistlerle çarpışmaya başla- yın. Aranızda bir defa kan aksın. İki taraf birbirine iyice düşman olsun. Bunu gördükten sonra yardımlarımızı artırırız. İstediğiniz 37
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI kuvvete sahip olursunuz.” - “Ne demek istediğinizi anlıyorum general! Ancak bu kadar az bir kuvvetle bu kadar büyük bir işe girişmeyi kendi askerlik görüşüme uygun görmem.” Konuşmamız burada kesildi. İngiliz generali yanımda biraz daha kaldıktan sonra gitti. Onun gelişi ve bu şekilde konuşarak ağ- zımı aramış olması tabii son derece önemli idi. Ve her şeyden önce şu hakikatleri ortaya koyuyordu. 1. İngilizler Milli Kuvvetlerimizin kuvvetlenmekte olduğu- nu anlıyorlar ve bu durum karşısında endişe duyuyorlardı. 2. Yunanlılar Anadolu’ya büyük kuvvetler çıkardıkları ve ol- dukça da ilerlemiş oldukları halde İngilizler onların Milli Kuv- vetleri yeneceğinden şüphe ediyorlardı. 3. Anadolu’da kuvvetlenmiş ve kendini kabul ettirmeye baş- lamış bulunan Milli Kuvvetleri ezmek işini İngilizler kendi üzerlerine almaya hevesli değillerdi. Böyle bir maceraya girmek ve İngiliz kanı dökmeden Türk’ü Türk’e kırdırmak daha fazla işlerine geliyordu. Zaten Mısır’da olsun, Hindistan’da olsun İn- gilizlerin tatbik ettikleri siyaset bu değil miydi? Ne olursa olsun İngilizlerin Anadolu’ya karşı askerî bir hare- kete girişmek niyetinde bulunmamaları çok önemli bir haberdi. Bunu hemen aramızdaki özel şifre ile Ankara’ya bildirmekten geri kalmadım. Evet, İngilizler Birinci Cihan Savaşı boyunca dökülen İngiliz kanını yeterli bulmuş olacaklar ki Anadolu’ya kuvvet çıkarmak yolunu tutmadılar. Ancak Yunan ordusunun kuvvetlenmesi için büyük gayretler harcamaktan da geri kalmadılar. Sonra da Harbiye Nazırlığı yaptığım hükümeti Anadolu’ya fazla taraftar hissetmiş olacaklar ki, İstanbul’da birden çok sert tedbirler aldılar. Zaten iş- galleri altında bulunan İstanbul’u resmen işgal ederlerken Meclis’i kapatıp tevkif ettikleri Kuva-yı Milliyecileri toptan Malta’ya sür- düler. 38
MURAT SERTOĞLU 11 İSTANBUL’DA ARTIK KALAMAZDIM Kapı açıldı ve İngiliz süngüleri göğsüme dayandı İzmir’e ayak basmaya kalkışacak olan Yunan askerlerine karşı tereddüt gösterilmeden ateş edilmesi emrini ilk veren sorumlu kişi benim. Daha önce de anlattığım gibi Şakir Paşa Harbiye Nazırı iken ve ben de resmen Genel Kurmay Başkanı iken İzmir’den Paşa’yı arayan Şehit Albay Süleyman Fethi Bey’e ve diğer ilgili yerlere bu yolda emirler vermiştim. Sonradan Şakir Paşa İzmir’e yeni tâyin olunan Kolordu Komu- tanı Nadir Paşa ile muhabere ederken bu emrimi öğrenmiş, böyle bir şeyin olamayacağını ileri sürerek İzmir’deki kuvvetlerin Yunan çıkarması başladığı zaman hareketsiz kalmasına sebep olmuştu. Tabii ben de görevimden ayrılmak zorunda kalmıştım. Yunan Kuvvetlerine karşı koyma yolunda ikinci resmi emri ve- ren benim yerime Genelkurmay Başkanı olan Cevad Paşa’dır. Ken- disi 24 Mayıs 1919 tarihinde, yani Yunan çıkarmasından beş gün sonra 57. Tümen Komutanlığına şu emri göndermiştir: “Ahali tarafından Yunanlıların hüsn ü kabul görmesi Aydın “İzmir” vilâyetinin âkıbeti için gayrı kabili telâfi zarar tevlid ede- cektir. Bunu ahaliye pek seri bir surette anlatmanızı rica ederim. Bununla bir kıtal yapılmasını arzu etmiyoruz. Fakat herhalde o havalideki İtilâf zabitanı ile ecnebiler bizim Yunan ordusunu ka- tiyyen istemediğimizi anlamalıdırlar. Ahval-i mahalliyeye göre yapılması lâzım gelen işleri siz daha iyi takdir edersiniz. Askerin dağılması vehameti pek büyük fena âkıbetlere yol açar. Heyet-i zabıtan işe pek ehemmiyetle sarılmalıdır.” Cevad Paşa bulunduğu mevki itibariyle 57. Tümene Yunan ta- arruzuna karşılık vermesi ve mukavemet göstermesi yolunda daha açık bir dille emir veremezdi. Tümen komutanlığı kendisine ve- rilen emri çok iyi anlamış ve Aydın cephesinde Yunan Ordusuyla silâhlı çarpışmalara girişmişti. 39
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Yapacak bir şey kalmamıştı Ben 16 Mart 1920 tarihine kadar Harbiye Nazırlığında kaldım. Genelkurmay Başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiyesi- ne uyarak Albay İsmet İnönü’yü getirmiştim. İsmet Paşa o sırada Ankara’ya giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş, kendisinden gerekli direktifleri alarak dönmüştü. Fakat İngilizlerin İstanbul’da toplanmış bulunan ve içlerinde Anadolu’dan gelen bir kısmı Kuva-yı Milliyeci de olan mebusla- rın da bulunduğu Meclis-i Mebusan’ı basmaları, Mersinli Cemal Paşa’yı, Rauf (Orbay) Bey’i, Vasıf Bey’i ve diğerlerini tevkif ederek Malta’ya sürmeleri, İstanbul’u da resmen işgalleri altına almaları, hükümeti düşürmeleri üzerine benim için artık yapacak bir iş kal- mamıştı. Ben Harbiye Nazırlığındaki odamda iken kapı açılmış, içeriye bir İngiliz subayının komutasında süngü takmış olarak giren İn- giliz askerleri süngülerini göğsüme dayamışlardı. Çaresiz makam odasını terk ederek oradaki bazı subaylara gerekli emirleri verdik- ten sonra doğruca Beykoz’daki evime gelmiştim. İngilizlerin böyle bir hareket hazırladıklarını da Damat Ferid Paşa’yı yeniden iktidara geçireceklerini günlerden beri öğrenmiş olduğumdan hazırlıklarımı ona göre yapmıştım. Benim için artık İstanbul’da kalmakta hiçbir fayda yoktu. Bir an önce Anadolu’ya geçmeli idim. Başlatmış olduğum ve yürütmekte bulunduğum silâh ve cephane kaçırma işini nöbete geçecek olan yeni arkadaşlar sürdüreceklerdi. İstanbul’da birbirinden habersiz birkaç gizli teşekkül kurulmuştu. Bu işi onlar yapmakta devam edeceklerdi. Ben de artık onları Ankara’dan idare edecektim. Bu cemiyetlerin birbir- lerinden habersiz çalışmalarının sebebi, eğer biri ele geçecek olursa öbürlerinin bundan zarar görmemeleri idi. Nitekim bu usulü İstiklâl Savaşının sonuna kadar sürdürdük. Rahat bir nefes aldık Beykoz’da genç bir Jandarma teğmeni vardı: Salih Kılıç.. O da Ankara’ya gelmek için can atıyordu. Önce atları Üsküdar’a geçir- dim. Sonra da bir gece Salih Kılıç’la beraber, yanımızda çavuşlar oldukları halde Kartal’a kadar gittikten sonra kendilerine Anado- lu’ya geçmekte olduğumuzu bildirerek onları geri yolladım. Biz de 40
MURAT SERTOĞLU Adapazarı yolunu tuttuk. Oldukça zahmetli geçen bir yolculuktan sonra Kuva-yı Milli- ye’nin hâkim olduğu topraklara varınca rahat bir nefes alabildik. Artık tam mânâsiyle hürriyetimize kavuşmuştuk. Ankara’ya bir telgraf çekerek Mustafa Kemal Paşa’ya gelmekte olduğumu bildir- dim ve yola devam ettim. Sonradan öğrendiğime göre İngilizler kaçtığımı bir gün sonra haber almışlar. Beykoz’da kaldığım evi basmışlar, izimi bulmak için gayret harcamışlar ama bir şey elde edememişler. Vahdettin bir süre sonra Meclis-i Mebusanı feshederken Da- mat Ferid Paşa da meşhur fetvasını neşrediyordu. Bu fetvaya göre Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sultana karşı çıktıkları ve vatan haini oldukları için idama mahkum ediliyorlardı. Tabii ben de bu arada (idamlıkların içinde) bulunuyordum. Kuva-yı Milliyeye ka- tılarak ölenler şehit sayılmayacaklardı. Padişah ve onun hükümeti bu kuvvetlere karşı cihad ilân ediyordu. Bu cihata katılarak ölenler Cennet-i Alâya gideceklerdi. Bunlara Kuva-yı Muhammediyye adı veriliyordu. Kuva-yı Muhammediyye İngiliz ve Yunan kuvvetleri ile birlikti. Onlarla birlikte baği, yani haydut olan Mustafa Kemal Paşa ile ona bağlı kuvvetleri yok edeceklerdi. Aynı tarihlerde hazır- ladıkları taarruza girişen Yunan birlikleri de Bursa’yı ele geçirmiş bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa bu durum karşısında meclisin basılması- nı protesto ederek Meclis-i Mebusanı Ankara’da toplanmaya davet etmekte gecikmedi. Bunun için bazı bölgelerde acele seçimler de yaptırdı. Böylece Büyük Millet Meclisi resmen kurulacak ve Türk devletinin mukadderatına hâkim biricik kuvvet haline gelecekti. 41
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 12 BENİ BİLE VURMAK İSTEDİLER Mustafa Kemal’in içinde, muntazam bir ordu hasreti vardı Çerkez Ethem herkese gözdağı veriyordu. Mustafa Kemal Paşa büyük çalışkanlığı ve teşkilatçılığı saye- sinde 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni açmaya mu- vaffak olmuştu. Fakat oraya henüz her taraftan bütün mebuslar gelebilmiş değildi. İlk açılışta 100 kadar mebus bulunabilmiştir. Sonra da zamanla bunların sayıları artmıştır. İlk Meclis bugünkü Ulus Meydanında basık tavanlı, genişçe bir salonda açılmıştı. Bunun bir köşesine basit bir kürsü yaptırılmış. Mebusların oturmaları için de Ankara Muallim Mektebinden sı- ralar getirilmiş. Ankara’da elektrik olmadığından salon büyükçe petrol lambaları ile donatılmıştı. İşte bu derme çatma, basit yerde memleketin kurtuluşu için pek büyük kararlar alınmış, zaman zaman da bu kararların alınabil- mesi için çetin savaşlar verilmiştir. Ben Ankara’ya vardığım zaman meclisin açılmasından ancak birkaç gün geçmişti. Mustafa Kemal Paşa geleceğimi meclise bildi- rerek benim için bir de karşılama töreni yaptırmıştı. Öyle sanıyorum ki Ankara’ya gelmem gerek onun, gerek Mec- listeki üyelerin moralini yükselten bir olay oldu. Mustafa Kemal Paşa ile iki kardeş gibi kucaklaştık. Sonra bir yerde baş başa kala- rak genel durumu gözden geçirdik. Hemen kaydedeyim ki durumumuz hiç de parlak değildi. Acele olarak halledilmesi gerekli bir çok çetin meselelerle karşı karşıya idik. Ankara hiç de İstanbul’dan görüldüğü gibi kuvvetli bir du- rumda bulunmuyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın da sanıldığı kadar büyük bir otoritesi yoktu. 42
MURAT SERTOĞLU Hava gittikçe ağırlaşmıştı Bir taraftan Yunan Kuvvetlerinin ilerlemekte olmaları, bir ta- raftan ciddi bir ordunun hâlâ kurulamaması, bir taraftan silahsız- lık ve cephanesizlik, bir taraftan parasızlık, bir taraftan da artık Anadolu’ya karşı kesin bir şekilde cephe almış bulunan İstanbul hükümetinin fetvaları ve tamimleri, bu yüzden dört bir tarafta baş gösteren ayaklanmalar, çözülmeler, hatta hıyanetler, sonra da bütün bunlar yetmiyormuş gibi Çerkez Ethem’in gitgide artan ta- hakkümü ortalıktaki havayı dayanılmaz bir şekilde ağırlaştırmış bulunuyordu. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi çelik gibi idi. Bütün bu zorluklara elinden geldiği kadar dayanıyor ve geceli gündüzlü çalı- şarak dertlere çareler buluyordu. Benim gelmeme en çok sevinmesinin nedeni, ordunun kurul- ması ve teşkilatlandırılması işini rahatça bana bırakabileceğine inanması idi. Sırtından bu ağır yük kalktıktan sonra öbür işlerle meşgul olabilmek için daha fazla zaman bulabilecekti. Muntazam, disiplinli bir orduya karşı duymakta olduğu hasreti çok iyi anlıyordum. Memleketin de ancak böyle bir ordu sayesinde kurtulabileceğine ikimiz de tam olarak inanıyorduk. Fakat ne acıdır ki, bu hakikati ancak pek mahrem arkadaşlarla baş başa kaldığımız zaman konuşabiliyorduk. Çünkü ortada Çer- kez Ethem vardı. Ve o anda Garp Cephesinde Yunanlılar karşısın- da savaşan en ciddi kuvvet bu olduğu gibi memleketin çeşitli nok- talarında baş gösteren isyanları bastırabilmek için de ancak ondan faydalanabiliyorduk. Bir yerde bir başkaldırma oldu mu hemen kendisine haber yolluyor, yalvarıyor, yakarıyorduk. O da oraya hemen dört, beş yüz atlısının başında koşuyor, isyanları pek kanlı bir şekilde bastırıyordu. Asiler bizden, yani Büyük Millet Meclisi Hükümetinden değil de ondan, Çerkez Ethem’den korkuyor ve yı- lıyorlardı. Mebuslar bile korkuyorlardı Yalnız asiler mi? Mebusların bile çoğunluğu ondan fena halde korkuyorlar, her emrini yerine getirmeye bakıyorlardı. Ben veya Mustafa Kemal Paşa Meclise geldik mi hiç kimse ye- rinden bile kıpırdamazdı. Ama Çerkez Ethem’in Ankara’ya gele- ceği öğrenildi mi herkes onu karşılamak üzere istasyona koşardı.. 43
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Çünkü adamın hiç şakası yoktu. Cellatlarını hiç yanından eksik etmiyordu. Birine kızdı mı, kim olursa olsun hemen astırıyordu. Üstelik Çerkez Ethem’in Meclis’te de mebus olarak adamları vardı. Bunlardan biri kardeşi Çerkez Reşit idi. Biri de Hafız denilen bir başkası idi. Bu Hafız dedikleri oldukça aklı başında bir adama benziyordu. Bir gün hiç unutmam az kaldı biraz ihtiyatsız konuş- tuğum için hayatımdan oluyordum. O gün ben, Mustafa Kemal Paşa ve Hafız oturmuş dertleşiyor- duk. Hafız bir ara ordudan bahis açarak ne zaman muntazam bir orduya malik olacağımızı sordu. Ben bu soruyu samimi karşılamıştım. Hemen bu yoldaki ça- lışmalar hakkında bilgi vermeye başladım. Böylelikle adamcağızı ferahlatmak istiyordum. Çünkü hazırlıklarımız bütün zorluklara rağmen iyi bir yolda ilerliyordu. Derken Mustafa Kemal Paşa birden dizi ile dizimi dürttü. Onun bu uyarısı üzerine hemen toparlandım, sözümü değiştirerek şöyle konuşmaya başladım: - “Hem bir bakıma muntazam orduya da ihtiyaç yok. Ben yetiştirdiğimiz bütün yeni askerleri büyük kahraman Çerkez Ethem’in emrine vermeyi düşünüyorum.. Onun ordusundan mükemmel ordu, ondan mükemmel kumandan mı bulabiliriz?” Baktım, Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde gerilen hatlar hemen yumuşamaya başlamıştı.. Sonradan bana söyledi. Meğer ordudan bahsederken Çerkez Reşit ben farkında olmadan sessizce arkama gelip dinlemiş. Elini de tabancasına götürmüş. Fakat ben sözümü değiştirince geldiği gibi yine sessizce gitmiş: “Ne yapıyorsun Paşa?” dedi. “Sen öyle konuşurken Reşit te- pende idi. Eğer sözünü değiştirmeseydin kurşunu başına yerdin. Bunların en okumuşu ile bile böyle konuşulmaz.” Haklı idi. Reşit, Çerkez Ethem gibi cahil değil, Harbiye mezunu idi. 44
MURAT SERTOĞLU 13 “İŞİMİZE AZİMLE DEVAM EDELİM EFENDİLER…” Büyük Millet Meclisi’nde ilk nutkumu verdim: - “Daha Ankara’ya büyük bir macera ve tehlikeler atlatarak var- dığım 27 Nisan Salı günü, Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine Büyük Millet Meclisi’nde bir nutuk vererek İstanbul’un durumun- dan bahsettim. Bu nutkumun metni sonradan yine Mustafa Ke- mal Paşa’nın isteği üzerine bir broşür halinde bastırılmış ve bütün memlekete dağıtılmıştır. Muzaffer olacağız Tabii nutkumda İstanbul’da bulunduğum süre içinde idare et- tiğim subay, silâh ve cephane kaçakçılığından, Anadolu hesabına yaptığım istihbarat işlerinden bahsedemezdim. Bunları söyledi- ğim anda İngilizlerin gözleri açılacak, İstanbul’dan ayrılırken bu işi emanet ettiğim arkadaşlar son derece zor durumda kalacaklar, aynı zamanda da Anadolu için hayatî bir önem taşıyan İstanbul yardımı hemen kesilmiş olacaktı. Bu arada İngilizlerin hiçbir şekilde Anadolu’ya büyük kuv- vetler çıkararak Yunan ordularıyla işbirliği yapmaya niyetleri bulunmadığı noktası üzerinde ısrarla durdum. Ve birliğimizi kur- duğumuz, kuvvetlendirdiğimiz takdirde işin sonunda muzaffer olacağımızı belirttim. Sözlerimi şu şekilde tamamladım: - “Efendiler! Bendeniz İstanbul’dan önce çıkmak istiyordum. Ancak gayretim evvelâ İngiliz siyasetini anlamak oldu. Anla- dım. Bunda hiçbir şüphe kalmamıştır. İkinci olarak İngilizlerin askerlikçe ne yapacağını tetkik etmek idi. Bunların en büyük is- tekleri içimizde bazı hainleri elde edip teşvik edip millet arasına kan düşürmek idi. Dökülecek kan ne kadar çok olur, genişlerse, işleri o kadar kolaylaşacaktı. Bunu söylemekten de çekinmiyor- lardı. Yani biz birbirimizi boğazlayacağız, kuvvetsiz, zebun ka- 45
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI lacağız. İngilizler de geride kalanları rahatça esir ederek onlara istedikleri sulhu imzalatacaklar. Planları budur. Cenab-ı Hak- kın lütfundan kuvvetle ümit ederim ki İngilizler şimdiye kadar Çanakkale’de olduğu gibi birçok planlarında nasıl aldanmışlar- sa, bunda da aldanacaklardır. Bunları aldatan birkaç haindir. Ve bu hainler içimizde ne kadar az olursa ve biz birbirimizle ne ka- dar kuvvetle birleşir ve azimkârane hareket edersek İngiliz planı o kadar çabuk suya düşecektir. Ve İngilizler bizi tam bir birlik halinde ve azim içinde görecek olurlarsa istikbalimizi kurtardık demektir. Ümidimizi asla kesmeyelim. Ve işimize azimle devam edelim efendiler!..” Mebuslar bu sözlerimi coşkun alkışlarla karşılamışlardı. Bir ara gözüm Mustafa Kemal Paşa’ya ilişti. O da hayatından pek memnun görünüyordu. Yeni hükümetin merkezi olan Ankara önleri de karışık bir du- rum gösteriyordu. Ankara bir taraftan bütün dünyaya pervasızca meydan okurken, Ankara istasyonunda hâlâ İngiliz ve Fransız as- kerleri vardı. Bazı çeteler Ankara’nın yakınlarına kadar sokulmuş, birçok yolları kesmiş bulunuyorlardı. Bundan kötüsü, büyük âsi kuvvetlerinin Ankara’yı basacağı ve hepimizi öldüreceği gibi şayi- alar kuvvetle dolaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa karargâhını Ziraat Okulunda kurmuştu. Geceleri burada yeteri kadar eğerlenmiş at ve koşulmuş bir araba hazır beklerdi. Bir baskın anında Mustafa Kemal Paşa ve yanında- kiler bu atlara binerek Sivas yolunu tutacaklardı. Araba ise o sıra- larda Ankara’da bulunan Halide Edip (Adıvar) Hanım için hazır bulunduruluyordu. O zaman Ankara’ya bağlı en kuvvetli birlik şüphe yok ki Kâzım Karabekir Paşa’nın kumandasında bulunan Erzurum’daki kolordu idi. Bu kolordu altı bin kadar iyi talim görmüş askerden kurulu bu- lunuyordu. Ankara’ya getirilecek olsa tabiî durum çok değişecekti. Ama buna da imkân yoktu. Kâzım Karabekir Paşa bu kuvvetle memleketin doğu tarafını olsun güvenlik altında bulunduruyordu. Nitekim bu az bir kuvvetle sonradan büyük bir Ermeni ordusunu perişan ederek onları sulha zorlamıştı. Ve yine bu kuvvet sayesinde çok geniş bir bölgeyi kontrol edebiliyordu. Bu kuvvetler doğudan çekildiği takdirde memleketin başına yeni yeni gaileler ve dertler açılabilirdi. 46
MURAT SERTOĞLU Ankara’da şahsıma karşı gösterilen güven beni pek ziyade duy- gulandırmıştı. İlk anda beni Heyet-i Vekile Başkanlığına, Millî Müdafaa Vekilliğine, Genelkurmay Başkanlığına seçmeleri de bunu gösterir.. Bu olamazdı En büyük imtihanı ise büyük taarruzdan 2,5 ay önce verdim. Meclis o günkü toplantısında Mustafa Kemal Paşa’ya geniş yetkiler veren Başkomutanlık süresini üçüncü defa uzatmamak kararına varmıştı. Büyük bir felâket olacaktı. Yapılan hazırlıklar büyük bir askerî sır olduğundan bunları açıklayamazdım. O zaman bütün ağırlığımı ortaya koyarak şiddetle ısrar ettim. Aksi halde hemen bütün görevlerimden istifaya kararlı olduğumu söyledim. Bu sözlerim ve kararlı tavrım muhalifleri kararlarından dön- dürdü. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görevi ve geniş yetkileri üç ay için daha uzatıldı. Biz de bu arada büyük zaferi kazandık. 47
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 14 PERİŞAN OLAN ÇERKEZ ETHEM, YUNAN’A KOŞTU Ankara’da herşeye rağmen işler yavaş yavaş da olsa yoluna gi- riyordu. Benden sonra İsmet Paşa da Ankara’ya gelmiş, ordunun kurulması ve kuvvetlenmesi işinde o da bize yardıma başlamıştı. Silâh altına alınan yeni gençlerin tam bir askeri disiplin altında ye- tiştirilmeleri için elimizden gelen herşeyi yapıyorduk. Ancak ortada hâlâ özlediğimiz o muntazam ordu görülmüyor- du. Halkın dilinde düşmanla çarpışan kahramanlar, başta Çerkez Ethem olduğu halde Demirci Mehmet Efe, Püskülsüz Efe, Yörük Ali Efe gibi milis kuvvetlerin başında bulunan kimselerdi. İsyan- ları, Anzavur’u, Kuva-yı İnzibatiye gibi İstanbul’dan gönderilen kuvvetleri tepeleyen bunlardı. Bu arada büyük gayretleri ve başarı- ları görülen muntazam askerî birliklerin adı bile geçmiyordu. Böyle devam edemezdi Ben, Mustafa Kemal Paşa’nın bu devrede güttüğü siyaseti ol- duğu gibi anlamış ve bunu benimsemiş bulunuyordum. Bu siya- setin esası muntazam bir ordu kuruluncaya kadar her kuvvetten mümkün olduğu kadar faydalanabilmek ve bunlara karşı ister iste- mez güler yüz göstermekti. Zaten galiba başkaca yapacak bir şey de yoktu. Bu irili ufaklı çetelerin başlarındaki kişiler, çoğunlukla baş- larına buyruk kimseler olup bir taraftan fırsat buldukça düşman hatlarına baskınlar yaparlarken, bir taraftan da çapulculuk yoluyla ceplerini doldurmaktan geri kalmıyorlardı. Bunu hep biliyorduk. Tabii bunların zararları düşmanlardan çok Türk halkına olu- yordu. Çünkü bunlar istediklerinden istedikleri gibi vergi adı altın- da haraç alıyorlar, zenginleri iyice soymak üzere dağa kaldırıyorlar, hoşlarına gitmeyenleri, emirlerini dinlemek istemeyenleri hiç te- reddüt göstermeden öldürebiliyorlardı. Onları cezalandıracak bir kuvvet, bir otorite yoktu. Bunlar bazen şehirleri bile basıp rastla- 48
MURAT SERTOĞLU dıkları Türkleri toptan öldürecek derecede cüretli oluyorlardı. Sonradan bunların yanlarına birer Kurmay Subay gönderdik. Böylece davranışlarını az çok kontrol altına alabildik. Daha sonra da sıra bunları ciddi bir kontrol altına almaya gelecekti. Dediğim gibi bunların en kuvvetlisi Çerkez Ethem’di. Emrinde dört beş bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Ve bir ortaçağ kralı gibi davranıyor, kendisini Anadolu’nun birinci adamı sayıyordu. Zaman zaman cüretini Büyük Millet Meclisini tehdit edecek dere- ceye kadar çıkarıyordu. Bir seferinde kızmış, Ankara’ya geleceğini Mustafa Kemal Paşa ile beni ve arkadaşlarımızı meclisin kapısın- da asacağını bile söylemişti. Onun bu sözleri, tehditleri kulağımıza kadar geldiği halde biz sabır gösteriyorduk. O an için başka yapabileceğimiz bir şey yoktu çünkü. Ama bu elbette uzun sürmeyecekti. Yetiştirmekte olduğumuz ordu yavaş da olsa kuvvetleniyordu. Çerkez Ethem de bunu pek gü- zel biliyor ve anlıyordu. Kızgınlığının asıl sebebi bu idi. Ne kadar zamandan beri sürdürmekte bulunduğu saltanat sona ermek üzere bulunuyordu. Ben bu sırada Milli Müdafaa Vekili olmakla beraber Genelkur- may Başkanlığını da üzerime almış bulunuyordum. Hemen İsmet Paşa’yı Garp Cephesi Komutanlığına, Refet Paşa’yı da Cenup Cephesi komutanlığına tayin ettim. Böylece merkezi Kütahya’da bulunan Çerkez Ethem iki taraftan tutulmuş oldu. Aynı zamanda oralara yeni birlikler de gönderdim. Çerkez Ethem’in resmi sıfatı Kuva-yı Seyyare (Gezici Kuvvet- ler) kumandanlığı idi. Kendisine İsmet Paşa’nın emrine girmesini nazikâne bir şekilde ihtar ettik. Bu onun için son şanstı. Fakat o doğru yolu seçecek yerde tuttu Kütahya yakınlarında bir alayı sa- rarak silahlarını aldı. Böylece bize karşı resmen âsi oldu. Büyük Millet Meclisi’ndeki bazı mebuslar büyük bir telaşa ka- pılmışlardı. Bizim Çerkez Ethem gibi tehlikeli bir kahramana karşı vaziyet almamızı çılgınlık gibi görüyorlardı. Bunların çoğu mun- tazam ordu ile çapulcu takımı arasındaki farkı bilmeyen, bunu dü- şünemeyecek kadar gâfil kişilerdi. Bizim her tedbiri çoktan almış olduğumuzdan da haberleri yoktu. Hemen Refet Paşa’ya gerekli emirleri verdim. Bir taraftan o, bir taraftan da İsmet Paşa’nın emrindeki kuvvetler onu çabucak peri- 49
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI şan ettiler. Yanındaki kuvvetlerin büyük kısmı bizim tarafa geçip muntazam ordu saflarında savaşmayı kabul edince ona da kardeş- leri ile birlikte Yunan saflarına sığınmaktan başka çare kalmadı. Onun peşinden gidenlerin sayısı sandığım kadar bile kalmamıştı. Sanırım kırkı bile bulmamıştı. Çerkez Ethem kaçıyor Böylece büyük bir gaileden kurtulmuş oluyorduk. Muntazam ordu ilk imtihanını Çerkez Ethem’in mağrur kuvvetleri karşısında vermiş ve işin içinden büyük bir başarı ile çıkmıştı. İki taraf ara- sında üstelik hemen hemen hiç kan dökülmemişti. Zayiat diye bir şey yoktu ortada. O gün Çerkez Ethem’in keyfi emir ve komutasın- da düşmanla çarpışıp durmuş bulunan binlerce subay ve er, kendi istekleri ve silâhları ile seve seve Milli Orduya katılmışlardı. Bu ba- şıbozukluktan kurtuldukları için hayatlarından onlar da memnun bulunuyorlardı. Çerkez Ethem’in böyle çabucak bozulması ve her şeyi, askerini, silâhını, cephanesini bırakarak canını kurtarmak üzere daha düne kadar çarpıştığı Yunan Kuvvetlerine sığınması Ankara’daki taraf- tarlarını pek ziyade şaşırtmış bulunuyordu. Bunlar hemen seslerini kestiler. Ancak ne var ki Çerkez Ethem’in Yunanlılara sığınması üzeri- ne ve hazırlıklarımız tam olmaktan çok uzak iken bunu fırsat bi- lerek saldırıya geçen Yunanlılarla iki çetin savaş yapmak zorunda kaldık. 50
MURAT SERTOĞLU 15 BİR HAFTADA YA ZAFERE KAVUŞACAK, YA DA ÖLECEKTİK Mesele şu idi. Çerkez Ethem’in memleket içinde olduğu kadar memleket dışında da büyük şöhreti vardı. Yunanlılar da kendileri- ne karşı koyan kuvvetin en büyük kısmının Çerkez Ethem olduğu- na inanmışlardı. Aynı şekilde Anadolu halkının da Mustafa Kemal Paşa’nın değil, Çerkez Ethem’in peşinde bulunduğundan şüphe et- miyorlardı. Kuvvet ve asker onun elinde idi. Ve şimdi o kendilerine sığındığına göre karşı tarafta ne kalıyordu? İyi bir propaganda ve bunu tamamlayacak bir taarruz yapılacak olursa Çerkez Ethem’e bağlı olan bütün kuvvetler de hemen kendilerinden tarafa geçecek ve Yunan Ordusuna, mızıka çalarak Ankara’ya girmekten başka yapacak iş kalmayacaktı. İşte bu düşünce ile Yunan birlikleri ilk hamlede Eskişehir’i ele geçirmek ve Orta Anadolu’ya uzanan demiryoluna hâkim olmak üzere 6 Ocak 1921’de hemen harekete geçtiler. Bunlara karşı koya- cak birliklerimiz Kütahya dolaylarında idiler. Çerkez Ethem ha- reketine katılmışlardı. Onları Eskişehir cephesine yetiştirmek bir mesele idi. Fakat Mehmetçikler o bozuk yollarda, o dondurucu kış mevsiminde bir günde 70 kilometre yol alarak düşmanın karşısına çıkarak onları durdurdukları gibi püskürtmeye de muvaffak oldu- lar. İşte Birinci İnönü Savaşı budur. Yunan birlikleri Çerkez Ethem’den sonra ilk defa muntazam ordu birlikleri ile savaşa girmiş ve bu ordu silâhça ve insanca oldukça eksik ve çok yorgun olduğu halde Yunanlıları yenmeye muvaffak olmuştu. Mehmetçik ne oldu- ğunu Yunanlılara ve dolayısı ile dünyaya bir defa daha göstermişti. Yunanlılar ilk defa bizi rahatça dize getirebilecekleri ümidini kaybetmişler ve kendilerini bu maceraya sokan Venizelos’a karşı ayaklandıklarından Venizelos Başbakanlıktan ayrılmak zorunda kalmıştı. 51
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277