MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Bu İnönü Savaşı’nın bir de perde arkası vardır ki hazır sırası gel- mişken bunu da anlatmak isterim. Çerkez Ethem’e karşı artık ne pahasına olursa olsun harekete geçmek bir zorunluk haline gelmişti. Biz hiç olmazsa onun bizim- le mertçe döğüşü göze alacağını sanıyorduk. Yunanlılara teslim olacağını ve onlara bildiği bütün askerlik sırlarımızı vereceğini, Yunanlıların da hemen taarruza geçeceklerini ummuyorduk. Bir ordunun kış ortasında taarruza geçmesi pek beklenmezdi. Yeni bir Yunan taarruzu için hiç olmazsa ilkbahara kadar vakit bulunduğu- nu hesaplıyorduk. O sıralarda en büyük sıkıntımız silâh ve bilhassa cephane idi. Yeni kurulan birliklere, er başına onar kurşun bile ve- remiyorduk. İşte Yunanlıların Eskişehir istikâmetinde taarruza geçtikleri böyle bir zamanda duyuldu. Çerkez Ethem’in kaçması ve Yunan birliklerine sığınması üzeri- ne seslerini kesen muhalifler bu haber gelir gelmez yeniden seslerini yükseltmeye başladılar. Meclis’te bize öyle sorular soruyorlardı ki bizce bunlara cevap vermek hakikaten pek zordu. Her şeyin altından ustaca kalkabilen Mustafa Kemal Paşa bu sorular altında fena halde bunalmış olacak ki askerî durum hak- kında benim bilgi vermemi teklif etti. Bütün mebuslar da bu isteğe katılınca ben de ister istemez kürsüye çıktım. Ne yapıp yapıp Meclis’i tatmin etmem gerekiyordu. O anda Al- lah da bana bir sükûnet vermişti. Kendimden gayet emin bir tavırla, ortada endişe duyulacak hiçbir şey bulunmadığını söyledikten son- ra sözlerimi şöyle tamamladım: - “İşte Millî Müdafaa Vekili olarak size söz veriyorum. Bir hafta sonra size yine bu kürsüden zafer müjdesini de kendim ve- receğim.” Bir alkış koptu ama… Bu sözleri öylesine kat’î bir ifade ile ve karşımdakileri inandı- racak bir eda ile söylemiş bulunuyordum ki hemen bir alkış tufanı yükseldi. Yüzler güldü. Bana inanmışlar ve sâkinleşmişlerdi. Yal- nız ses çıkarmayan Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Pa- şa’nın yüzü sapsarı kesilmişti. Tabii bunun manâsı da ortada idi. Çünkü durumumuzun ne derece tehlikeli olduğunu da benim ka- dar biliyordu. Bu beklenmedik Yunan taarruzunun bizi ne derece 52
MURAT SERTOĞLU güç bir duruma düşürmüş olduğunun pek güzel farkında idi. Meclis dağıldıktan sonra beni hemen yanına çağırdı. Yüzü hâlâ sapsarı idi. Odasında yalnızdık. Bana; - “Meclis’e bir hafta sonra zafer müjdesini verebileceğini nasıl vaat edebildin Paşa!” diye sordu. Şu karşılığı verdim: - “Çünkü sen de biliyorsun ki genç ordumuzun elinde ancak iyi kötü bir hafta savaşabilecek kadar cephane var. Bir hafta için- de zaferi kazanamaz, onları yenemez ve püskürtemezsek bir haf- ta sonra ortada ne sen, ne ben, ne de Meclis kalacaktır. Ben de hesap verebilecek durumda bulunmayacağım.” Mustafa Kemal Paşa ancak o zaman beni anladı. Ve böyle ko- nuşmak, Meclis’i sakinleştirmekle çok iyi yaptığımı söyledi. Allah beni utandırmadı. Yunanlıları tam altı gün sonra yendik. Onlar kaçarlarken elimizde sadece bir günlük cephane vardı. Ve ben sözümde durarak Meclis’e zafer müjdesini verdim. İşte Mustafa Kemal Paşa’nın bu zaferi “Memleketin mâkus tâ- lihini yenen” bir zafer olarak isimlendirmesinin asıl nedeni budur. 53
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 16 İSMET PAŞA’NIN İDAMINI NİÇİN İSTEDİLER? Birinci İnönü Zaferini kazandıktan sonra artık Birinci Dünya Savaşının galipleri de Anadolu’da yaratılan yeni kuvveti kabul et- mek zorunda kalmışlardı. Nitekim bundan sonra bizi ve Yunanlı- ları ilk defa Londra’da toplanan bir konferansa davet ettiler. Artık Sevr Anlaşmasında ısrar etmeyeceklerini, bunun bazı hükümlerini de lehimizde değiştirmeye ve hafifletmeye hazır olduklarını bildi- riyorlardı. Ne var ki bu konferans beklediğimiz gibi hiçbir karara varıla- madan dağıldı. Ne biz, ne de Yunanlılar isteklerimizden fedakârlı- ğa yanaştık. İngilizler bizim, Sevr Muahedesini biraz lehimizde de- ğiştirdikleri takdirde bunu hemen kabul edeceğimizi sanıyorlardı. Azmimizi ve kararımızı tam olarak anlamıyorlardı. Biz bu konferanstan hiçbir şey çıkmayacağını çoktan anlamış- tık. Ve geceli gündüzlü ordularımızı kuvvetlendirmekle silâh ve cephane noksanımızı tamamlamaya çalışıyorduk. Doğu cephemiz sükûnete kavuşmuştu. Maraş, Ayıntab ve Urfa çevrelerinde yerli halkla Fransızlar arasında sert çarpışmalar sürüp gidiyordu. Yazık ki onlara askerce yardım edecek durumda değildik. Çünkü Londra Konferansının er geç dağılacağından ve Yunanlıların Birinci İnönü mağlûbiyetlerinin öcünü almak için ye- niden hücuma geçeceklerinden emindik. Nitekim Mart’ın 31’inde büyük kuvvetlerle yeniden taarruza geçtiler. Bu sırada gene büyük cephane sıkıntısı içindeydik. Koca ordunun elinde ancak yüz, yüz elli sandık cephane vardı. Ama Mehmetçik kurşunun yerini tutacak şeyi çoktan keşfetmiş bulunu- yordu.. Süngü… Nitekim iki hafta süren gayet seri ve kanlı savaşlardan son- ra İkinci İnönü Zaferini de kazandık. Garp Cephesi Kumandanı 54
MURAT SERTOĞLU İsmet Paşa daha önce de beklediğimiz Yunan taarruzunu ne şekilde önleyeceğimiz yolunda hazırladığımız planı başarı ile tatbik ederek Yunanlıları Bursa’nın önüne kadar kovaladı. Yunanlılar büyük za- yiat verdiler. Ancak herşey bununla bitmiyordu. Yunanlıların üst üste uğradıkları bu iki mağlûbiyetin intikamını almak üzere ellerinden gelen herşeyi yapacakları ortada idi. Yunanistan’dan gelen haber- ler Anadolu’ya yeniden büyük kuvvetlerin geçirilmekte olduğunu gösteriyordu. Yunan Kralı Konstantin savaş işini doğrudan doğru- ya eline almış bulunuyordu. Pek güvendiği Başkomutanı General Papulas da kolları sıvamış Anadolu’ya geçmişti. Bu seferki Yunan taarruzunun bundan öncekilere hiç benzemeyeceğini anlıyorduk. Bütün kuvvetimizle silâh ve cephane noksanımızı tamamla- maya gayret ediyorduk. Bu arada bizi dolandıranlar da oldu. Bazı İtalyan silâh ve cephane satıcıları paramızı almışlar, fakat taahhüt- lerini yerine getirmemişlerdi. Bu arada yüksek kumanda heyetinde bazı değişmeler yapmış- tık. Garp cephesiyle cenup (güney) cephesi komutanları ve bütün kuvvetler aynı zamanda Genelkurmay Başkanı olan İsmet Paşa’nın komutasına verilmişti. Yaz ilerledikçe düşman hazırlıkları da ilerliyordu. Biz soğuk- kanlı görülmekle beraber endişe içinde idik. Ben bu taarruzun da bundan öncekiler gibi Eskişehir istikametinden yapılacağından ve hedef olarak Ankara’nın seçileceğinden emin bulunuyordum. An- kara’ya ulaşacak en kısa ve pratik yol buydu. Nihayet Temmuz sonlarında beklediğimiz taarruz kendini gös- terdi. Bu, tarihe “Sakarya Harbi” olarak geçecek olan büyük sa- vaştı. Hemen kaydedeyim ki bu savaş bizim için büyük bir talihsizlik- le başladı. Bunda da eğer bir suç varsa İsmet Paşa’nın idi. İsmet Paşa bu sırada cenup cephesinde bulunuyordu. Düşmanın ileri harekete geçtiğini sezer sezmez hemen karşı taarruza geçerek emrindeki kuvvetleri o noktaya doğru kaydırmış ve bana durumu bir telgrafla bildirmişti. Halbuki bu düşman taarruzunun bir yanıltma taarruzu olduğu ve kuvvetlerimizi içeri çekmek, sonra da iki taraftan hücuma ge- çerek bunları sarmak gayesini gütmekte olduğu apaçık ortada idi. İsmet Paşa’nın bunu görmesi, anlaması, hiç olmazsa taarruz kara- 55
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI rını vermeden önce bize danışması gerekirdi. Bunu yapmamakla büyük bir hata işlemişti. Telgrafı alır almaz hemen Mustafa Kemal Paşa’ya koştum. Du- rumu kendisine anlattım. O da bana hak verdi ve hemen cepheye gitmemi söyledi. Ama ben asıl büyük ve tehlikeli taarruzu Eski- şehir istikametinden gördüğümden oraya gitmeye kararlı idim. Meseleyi Mustafa Kemal Paşa’ya söyleyerek onu da ikna ettim. Ve cenup cephesine kendisinin gitmesini rica ettim. Kabul etti. Ben Eskişehir’e vardığım zaman çok büyük bir Yunan ordusu Bursa’dan hareket etmiş bulunuyordu. Hemen gerekli tedbirleri aldım ve emirleri verdim. Taktiğimiz asıl savaşı düşmanın değil, bizim istediğimiz yerde kabul etmek olacaktı. Asla dağılmadan ve paniğe kapılmadan düşmanı oyalayarak, onu yorarak, ona darbeler vurarak çekilecektik. Gerektiği takdirde Eskişehir’i de düşmana terk edecektik. Öte yandan cenupta taarruza geçen ordumuz tahmin ettiğimiz gibi kapana düşmüş, büyük kayıplara uğrayarak çekilmek zorunda kalmış, bir çok yerleri de düşmana bırakmak zorunda kalmıştır. Sonradan Büyük Millet Meclisinde yapılan bir konuşmada bu hatalı davranışlarından dolayı İsmet Paşa’yı Yüce Divana vermeye, hatta idama mahkûm ettirmeye kalkıştılar. Hemen müdahale ede- rek, bu kararı benim de tasvib ettiğimi, aynı cezanın bana da veril- mesi gerektiğini söyledim. Kendi şahsımı ileri sürünce muhalifler seslerini kestiler. Böylece onu kötü bir âkıbetten kurtarmış oldum. Sadece hâlâ üzerinde bulunan Genelkurmay Başkanlığını aldık, o kadar… 56
MURAT SERTOĞLU 17 AZ KALSIN MEHMETÇİK KURŞUNU İLE ÖLECEKTİM Mustafa Kemal Paşa hastanedeydi ve ben ona muhtaçtım. Sakarya Savaşı’nın kahredici günlerini yaşıyorduk Harp tarihimize Sakarya Harbi olarak geçen savaş, bütün İs- tiklâl Savaşı boyunca bize en zor, en kahredici günleri yaşattı. De- diğim gibi İsmet Paşa’nın bir hatası sonunda bu savaş bizim için talihsizlikle başladı. Durup dururken düşmandan büyük bir darbe yemiştik. Fransızların bir atasözü vardır. Bu atasözü: “Felâket hiç bir zaman tek olarak gelmez” der. İşte bu sıralarda baş gösteren ikin- ci bir talihsizlik bu atasözünün ne kadar doğru olduğunu, olduğu gibi ortaya koydu. Mustafa Kemal Paşa atından düşmüş ve kaburga kemiklerin- den biri kırıldığından ister istemez hastaneye yatmıştı. Bundan sonra da ordunun başında yalnız kaldım. Halbuki bu sırada Mustafa Kemal Paşa’ya şiddetle muhtaç bulunuyordum. Ama ne yapabilirdim? Herşeyden önemli olan, cephede ordu- nun başında bulunmaktı. Tahmin ettiğimiz gibi Yunanlılar büyük bir kuvvetle hızla ilerliyorlardı. Üstelik gayelerini de saklamıyor- lardı. Hedefleri “Eskişehir”i ele geçirdikten sonra en kısa yoldan Ankara’yı ele geçirmekti. Yunanlılar endişeliydi Anadolu’ya ayak basalı 1,5 yıl olmuştu. Onların orduları çok yayılmış ve üslerinden çok uzaklaşmışlardı. İngilizler ne kadar yardım ederlerse etsinler, bu orduyu beslemek, silahlandırmak, ta buralara kadar taşımak Yunan hazinesine de büyük külfetler yük- lüyordu. Sonra bu ordu hiçbir hedefine ulaşamamıştı. Buna karşı- 57
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI lık devamlı olarak kayıplara uğruyordu. Nitekim İnönü Savaşlarında Yunan Ordularının yenilişi bu endişeleri bir kat daha artırmış bulunuyordu. Bunun ilk sonucu olarak da dediğim gibi Venizelos istifa etmiş ve ordunun idaresini Kral Konstantin ele almıştı. O da kendini göstermek üzere bütün imkânını kullanarak büyük taarruzu gerçekleştirmişti. Ben sürekli olarak cephede duramıyor, fırsat buldukça Anka- ra’ya gelerek Meclis’te görünüyor, savaş durumu hakkında gerekli bilgileri veriyordum. Tabii ihtiyatlı konuşmam gerekiyordu. Mec- lis’te ise heyecanlı bir hava vardı. Ordumuzun ilk hamlede uğradı- ğı başarısızlıktan sonra hemen hemen bütün cephelerde çekilmek- te olması askerlik ilmine vâkıf olmayanların morallerini fena halde sarsmış bulunuyordu. Ben de bütün gücümle kendilerini sâkinleştirmeye çalışıyor, şöyle konuşuyordum: “Harp yeni başlamıştır. Düşman büyük kuvvetlerle taarruz etmekte ve bizi bir meydan savaşı vermeye zorlamaktadır. Biz elbette bu meydan savaşını kabul edeceğiz ama bu savaşı onla- rın istedikleri yerde değil, bizim istediğimiz yerde vereceğiz. Bu yerin neresi olacağını şu anda söylemekte mahzur buluyorum. Bunun sebebini elbette yüksek meclisiniz takdir eder. Allah’ın yardımı ile bu meydan savaşının sonunda zalim düşmanımızı perişan edeceğimizden, Anadolu’muzu Yunan ordularına mezar edeceğimizden şüpheniz olmasın. Şu anda savaş plânımıza uy- gun olarak bazı noktalardan çekiliyoruz. Belki bu çekilişimiz devam edecektir. Bundan dolayı hiçbir şekilde kuşkulanmama- nızı ve telâşa kapılmamanızı bilhassa rica ederim!” Onları sakinleştirir sakinleştirmez hemen Mustafa Kemal Pa- şa’yı ziyarete koşuyor, askeri durum hakkında ona gereken bilgileri veriyordum. Ondan sonra da soluğu cephede alıyordum. Atlattığım tehlike Ben çok defa en ileri hatlarda bulunuyordum. Bunun askerlik bakımından hiç doğru olmadığını bilmiyor değildim. Fakat şu anda askere en çok lâzım olan şey moraldi. Bu morali de kendileri- ne ancak bu şekilde verebilirdim. Bu yüzden başımdan bir de tehlike geçti. Bir gün en ön hatlarda dolaşırken yolumu şaşırmış ve düşman 58
MURAT SERTOĞLU hatlarının arasına düşmüştüm. Durumu fark edince hemen geri döndüm. Ne var ki Türk hatlarına yaklaştığım zaman ortalık ka- rarmaya başlamıştı ve karşımda Türk silâhlarını buldum. Türk nöbetçileri beni hemen görmüşler ve durmamı emretmişlerdi. Bu emre itaat etmediğim takdirde kurşunu yemek işten bile olmaya- caktı. Hemen istedikleri gibi ellerimi havaya kaldırdım ve söyle- dikleri yoldan geçerek Türk hatlarına girdim. Ancak o zaman beni tanıdılar. Hem şaşırdılar, hem de çok korktular. Doğrusu ben de büyük bir korku geçirdim. Tabii bir Türk kurşunu ile ölmekten değil de daha çok bir Yunan devriyesi- ne esir düşmekten… Biz düşmanın bizi zorladığı savaşı bir türlü kabul etmeyerek ağır ağır geri çekilirken Eskişehir’i de Yunanlılara bırakmıştık. Askerlik bakımından bir şehrin düşmana teslim edilmiş olma- sında büyük bir mahzur yoktu. Fakat bu durum Meclis’te yeni bir fırtınanın kopmasına sebep olmuştu. Moral yine iyiden iyiye sar- sılmıştı. Yunan Genel Karargâhı ise Eskişehir’in ele geçirilmesi- ni büyük bir zafer olarak ilân ediyordu. Ve Yunan birlikleri şimdi ikinci hedef olarak kendilerine Ankara’nın kapısı olan Polatlı’yı seçmiş bulunuyorlar, oraya doğru ilerliyorlardı. 59
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 18 YUNANLILAR SAKARYA’DA TOKADI YEMİŞ KAÇIYORDU Mustafa Kemal büyük bir kurmaydı, savaşlarda şehirlerin fazla değeri olmadığını biliyordu İtiraf etmek isterim ki, bütün gayretime rağmen Meclis’i sakin- leştirebilmek benim için gitgide güç oluyordu. Bu sıralarda Mus- tafa Kemal Paşa’ya ne kadar ihtiyacım vardı. Ama dediğim gibi o hâlâ yatıyordu. Benim artık Ankara’ya gelmem son derece zorlaşmış bulunu- yordu. Bu işi, yani Meclis’in moralini yüksek tutma işini Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmıştım. Daha doğrusu o kendi isteği ile hasta hasta bu görevi üzerine almıştı. Cephedeki durum ise gitgide ağırlaşıyordu. Düşmanın ilerle- yişini oldukça yavaşlatmıştık. Onları ağır ağır meydan savaşını kabul edeceğimiz Sakarya önlerine doğru çekiyorduk. Mustafa Kemal Paşa arıyor Öyle bir bunalma devresine, öyle bir kahredici ve yıpratıcı bir devreye girmiş bulunuyorduk ki uyumak için bile vakit bulamıyordum. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’ya bile her gün ben- den istediği bilgileri veremiyordum. İşte bu günlerde nereden çıkmış ise çıkmış, Yunanlıların hızla Ankara’ya yaklaşmakta oldukları, onları durdurabilmenin imkân- sız olduğu rivayeti Ankara’yı bir anda sarıvermiş. Benden bir türlü haber alamayan, benimle temas kuramayan Mustafa Kemal Paşa da bu şayiaya kapılarak Ankara’nın boşaltılması yolunda ken- disine yapılan telkinleri uygun bulmuş. Bu yolda hemen emirler vermiş ve hükümet merkezinin Kayseri’ye nakledilmesi yolunda harekete bile geçilmiş. Bir taraftan bazı resmî daireler, bir taraftan da bir çeşit paniğe kapılan Ankara halkı, şehri boşaltmaya ve bulu- 60
MURAT SERTOĞLU nabilen vasıtalarla Kayseri’ye doğru göçe başlamış. Mustafa Kemal Paşa büyük bir kurmaydı. Bir savaşta şehirlerin fazla bir kıymeti olmadığını biliyordu. Allah göstermesin Ankara düşseydi bile Yunanlıların sandıkları gibi savaş sona erecek değil- di. Bu işin tek mahzuru, halkın moralinin sarsılmasından ibaretti. Benim bunlardan hiç haberim yoktu. Aksine cephedeki duru- mu planımıza uygun gelişir görüyordum. Uyumaya vakit yok Bir akşam son derece yorgun düşmüştüm. Durumda da olağa- nüstü tehlikeli bir şey yoktu. Bundan faydalanarak birkaç saat ol- sun uyumaya karar verdim. Ve yaverim Salih Omurtak’ı çağırarak kendisine: - “Ben biraz uyuyacağım… Eğer fevkâlâde bir şey olmazsa sabah namazı vaktine kadar beni hiçbir şekilde uyandırma!” emrini vererek yattım. Ben uyuduktan bir, iki saat sonra Ankara ile nasılsa telefon bağlantısı kurulmuş. Salih Omurtak telefonu açar açmaz Mustafa Kemal Paşa’nın sesini duymuş. Paşa önce heyecanlı bir eda ile durumu sormuş. O da fevkalâde bir şey olmadığını söyleyince beni sormuş. Yaverim de uyumakta olduğumu, ama mutlaka istiyor ve emrediyorlarsa beni uyandıra- bileceğini söylemiş, o zaman Mustafa Kemal Paşa sakinleşmiş: - “Hayır uyandırma!” demiş. “Durumda hiçbir tehlike olma- dığını şimdi anladım ve Paşa hazretleri ile konuşmuş ve kendi- sinden teminat almış gibi rahatladım. Çünkü başka türlü olsa onun uyumayı hiçbir şekilde düşünmeyeceğini biliyorum.” Bu anıyı Mustafa Kemal Paşa’nın beni ne kadar iyi ve ne kadar yakından tanıdığını göstermek için anlatıyorum. Ertesi sabah kendisiyle telefonla konuştuktan ve askerî durumu anlattıktan sonra bir kat daha rahatladım. Ankara’ya gelen kötü haberleri, uyanmış bulunan paniği de ancak o zaman kendisinden öğrendim. Düşmanı dilediğimiz gibi yorarak onu artık meydan muhare- besini kabul edebileceğimiz yere getirmiştik. Mustafa Kemal Paşa da oldukça iyileşmişti. Bana bir, iki güne kadar yanıma gelebilece- ğini söyledi. Buna pek sevindim. Mustafa Kemal Paşa, hemen ertesi gün Büyük Millet Meclisi 61
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Başkanı olmak sıfatiyle Meclis’te askerî durum hakkında yürekleri ferahlatıcı izahatta bulunmuş ve bazı mebusların isteklerine uya- rak Başkumandan sıfatıyla cepheye hareket edeceğini bildirmiş. Onu aramızda görmek hepimizin moralini bir kat daha kuv- vetlendirmiş bulunuyordu. Düşman kaçıyor Sakarya Meydan Muharebesi tam 21 gün sürdü. Sonunda düş- man bütün ümitlerini topraklara gömerek ve büyük zayiat vererek gelmiş bulunduğu Polatlı’dan ta Eskişehir önlerine kadar kaçmak zorunda kaldı. Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra Meclis’te verdikleri nu- tukta benim bu savaşta göstermiş olduğum gayreti lüzumundan fazla büyütmek ve şöyle konuşmak kadirşinaslığında bulundular: - “Bu parlak muzafferiyetin âmili olan zevatı huzur-i âliniz- de ve bu kürsüden büyük hürmet ve takdirat ile yad etmeyi bir vecibe-i vicdaniyye addederim. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Re- isimiz Fevzi Paşa hazretlerinin bu meydan muharebesinde ifa ettiği hizmet pek büyük sitayişlerle yad edilmeye sezadır. Pek muhterem, faziletli ve kıymetli olan bu zatıâli muharebe mey- danlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulun- muş ve pek musib (isabetli) ve kıymetli tedbirleri mahallinde icap edenlere tebliğ etmiş ve daima ferahlık verecek ve kuvve-i mâneviyeyi yükseltecek öğütler vermiştir. Onun bu fevkalâde hizmetleri şayan-ı takdir ve tahsindir.” 62
MURAT SERTOĞLU 19 “SAKARYA” SOYADINI NEDEN REDDETTİM? Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya “İnönü” soyadını verdikten sonra, bana da “Sakarya” soyadını vermek istedi Evet Allah’ın lütfu ve Mehmetçiğin azim sayesinde Sakarya Meydan Muharebesini kazanmış ve düşmana bir daha altından kalkamayacağı çok ağır bir darbe indirmiştik. Nitekim bundan sonra Yunanlılar Milli Kuvvetlere karşı bir daha taarruza geçmek cesaretini gösterebilmiş değillerdi. Bu savaşta biz de onlar da bütün kuvvetlerimizi öne sürmüş bulunuyorduk. Öyle kritik dakikalar yaşadık ki galibiyetin han- gi tarafta kalacağı asla belli değildi. Sonunda ise zafer bize güldü. Ve dediğim gibi düşman büyük zayiat vererek savaş meydanından kaçmak zorunda kaldı. Bu savaştan sonra da bazı kimseler düşmanı neden daha faz- la kovalamadığımızı meselâ Eskişehir’i neden geri almadığımızı tenkit mahiyetinde ileri sürmüşlerdi. Tabii bunlar askeri bilgisi kıt kimselerdi. Biz büyük taarruzu hazırlarken düşmanın mümkün olduğu kadar kendi esas üssünden uzaklaşmış ve yayılmış bulun- masını istiyorduk. Gaye vatan kurtarmaktı Bizim gayemiz bir harp değil, muharebeyi kazanmaktı. Göste- rişli bir zafer elde etmek birkaç şehri kurtarmak değil, Yunan Or- dusunu olduğu gibi yok ederek bütün vatanı kurtarmaktı. Bunun en kestirme yolu ise tabii düşman kuvvetlerinin alabil- diğine yayılmış bulunması idi. Nitekim Sakarya savaşından bir yıl sonra gerçekleştirmeye muvaffak olduğumuz büyük taarruzun ba- şarıya ulaşabilmesinin bir sebebi de budur. Biz Afyon’da bir Yunan 63
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI ordusunu perişan eder, başkomutanını ve kurmay heyetini esir alır, kendimize İzmir yolunu açarken hiç de küçümsenmeyecek büyük- lükte bir ikinci Yunan Ordusu Eskişehir’de hemen hemen eli kolu bağlı bu işe seyirci kalmıştır. Şimdi de Sakarya Savaşı ile ilgili iki hatıramı nakletmek iste- rim: Bunlardan biri soyadları kanunuyla ilgilidir. Soyadları kanu- nu çıktığı vakit Atatürk birçok kimselere yeni soyadları vermeye başlamıştı. Bu arada İnönü savaşlarının şerefini olduğu gibi İsmet Paşa’ya hediye ederek İnönü soyadını kendisine vermişti. Bana da herhalde Sakarya Savaşı’nın başından sonuna kadar idare etmiş ve bu savaşın planlarını da hazırlamış olduğum için olacak “Sakarya” soyadını vermek istedi. Teşekkür ettim. Fakat kabul edemeyeceğimi söyledim. 300 yıldan beri Çakmakoğulları adıyla şöhret kazanmış bulunan bir soyun adını değiştirmek hakkını kendimde göremiyordum. Bunu söylediğim zaman Mustafa Kemal Paşa bana hak verdi. Ve sicilime soyadı olarak Sakarya değil Çakmak kelimesi geçmiş oldu. İkinci hatıram bir konferansla ilgilidir. Sanıyorum 1945 yılları içinde idi. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında kalan ve Paşanın kendisini tarihçi ve Türk dili uzmanı olarak yetiştirmek istediği Afet Hanım bir gün bana başvurdu. Başvurmasının nedeni Sakarya Meydan Muharebesi hakkında vermek istediği bir konferanstı. Bunu hazırlamış fakat konferansı vermeden önce her nasılsa bu savaşta benim de bulunduğumu ve o sıralarda hayatta olduğumu hatırlamış olacaktı. Görüşmemize aracılık etmek isteyen dostuma, Afet Hanımın hazırlamış olduğu konferansın metnini görüp görmediğini sor- dum. Görmüş. Afet Hanım, herhalde Mustafa Kemal Paşa’ya kar- şı duyduğu aşırı sevgiden olacak, tarihî hakikatleri bir yana bırak- mış, Sakarya Savaşının da bütün şerefini kendisine vermiş, savaşın planlarını ona hazırlatmış ve Sakarya Savaşını başından sonuna kadar ona idare ettirmiş. Tabii bu meydan muharebesinin ve zafe- rin bütün şerefini de ona vermiş. Her şeyden önce şunu söylemek isterim: Mustafa Kemal Paşa askerlik tarihinde o kadar büyük başarılar göstermiş, zaferler ve şerefler kazanmış bir şahsiyettir ki onun bir hanımın kendisine 64
MURAT SERTOĞLU vermeye kalkıştığı düzmece bir destana asla ihtiyacı yoktur. Şerefli bir askere yapmadığı, katılmadığı bir savaşın zafer şerefini yüklemeye kalkışmak onun şerefini hiçbir şekilde artırmaz. Hatta onu küçültür. Onun kazandığı hakiki zaferlerin doğruluk derecesi hakkında da halk umumi efkârını (kamuoyunu) şüpheye düşürür. İnanmak istemiyordu Afet Hanım benimle görüşmek üzere yeniden başvurunca ona durumu bildirdim. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Muhare- besiyle öyle sandığı gibi yakından bir ilgisi olmadığını, geçirmiş bulunduğu bir kaza sonunda bir kaburga kemiğinin kırılmış ve hastaneye kaldırılmış bulunması(nın) onu ister istemez bu sava- şın dışında bırakmış olduğunu, bu durum karşısında savaşı benim planlayarak idare etmek zorunda kaldığımı söyledim. Bu yolda bütün resmi vesikaların Genelkurmay arşivlerinde ve Türkiye Bü- yük Millet Meclisi zabıtlarında bulunduğunu, eğer ciddi bir şey hazırlamak istiyorsa bunlardan faydalanabileceğini, hatta bunları dikkatle okumasının ve öğrenmesinin şart olduğunu hatırlattım. Fakat o bir türlü söylediklerime inanmak istemiyor, yine de herşeyi yapanın yalnız ve yalnız Mustafa Kemal Paşa olduğuna, bizlerin sadece birer zavallı kukla olmaktan başka bir kıymetimi- zin bulunmadığına ve bulunmayacağına inandığı için ısrar edip duruyordu. O zaman kendisine zamanın Genelkurmay başkanı olan Or- general Salih Omurtak’a başvurmasını, Sakarya Harbinde benim yâverim olduğu için (onun) her şeyi daha iyi bileceği ve hatırlaya- cağı cevabını vermek zorunda kaldım. 65
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 20 “BÜYÜK TAARRUZ PLÂNINI BEN HAZIRLADIM” Mustafa Kemal plânı beğendi Sakarya Muharebesi’nin sona erme tarihi 13 Eylül 1921’dir. Bun- dan bir ay kadar sonra ise Fransa ile Ankara Anlaşması imzalan- mış, Maraş’tan sonra Gaziantep, Urfa, Adana, Mersin gibi bölgeler de kurtulmuş, bu çevrede Fransız kuvvetlerine karşı bulundurmak zorunda kaldığımız Milli Kuvvetlerimiz de serbest kalmıştı. Fransızlarla temaslarımız Sakarya savaşından önce başlamıştı. Fakat Fransızlar ancak Sakarya Zaferimizden sonra bizimle anlaş- maya yanaşmışlardı. Yani Sakarya Zaferinin verdiği önemli sonuç- lardan biri de Fransızlarla savaş halinde bulunmaktan kurtulma- mız olmuştu. Yine bu sayede Büyük Taarruz için şiddetle muhtaç bulunduğumuz silâh ve cephaneye de Fransızların göz yummaları, hatta kolaylık göstermeleri sayesinde İstanbul’dan Fransız bandı- ralı vapurlarla İnebolu ve Zonguldak limanlarına taşımak, bura- dan da Garp Cephesine nakletmek mümkün olmuştur. Yunan kuvvetleri Sakarya Savaşı’ndan hemen sonra ben gelecek yaz için girişe- bileceğimiz büyük taarruzun plânlarını hazırlamaya başladım. Bu arada ordumuzun yaralarını sarmak, orduyu kuvvetlendirmek için elimizden gelen her şeyi yapmaktan da geri kalmıyorduk. Yunanlılar Anadolu’da biri Afyon, biri de Eskişehir’de iki bü- yük birlik bulunduruyorlardı. Arada ise ihtiyat (yedek) kuvvetleri vardı. Taarruz için iki kuvvetten birini seçmek gerekirdi. Mantık belki Ankara’yı tehdit eden Eskişehir’deki birlikleri hedef almayı öngörürdü. Halbuki ben bir baskın olarak yapmayı tasarladığım 66
MURAT SERTOĞLU taarruz plânında hedef olarak Afyon’daki Yunan birliklerini al- mıştım. Çünkü orası İzmir’e daha yakındı. Tahmin ettiğim gibi büyük baskınımız başarı kazanabilirse 15 gün sonra İzmir’e bile ulaşabilirdik. Bu plânı ilkönce Mustafa Kemal Paşa’ya göstererek izah ettim. Hemen çok beğendiğini söyleyerek tasvib etti. Plânın tek tehlikeli tarafı, bizim bütün kuvvetimizle Afyon cephesine saldırdığımız anda bu cepheyi sökemememiz, aynı anda da Eskişehir’deki büyük Yunan kuvvetlerinin arkamızdan yetişip bizi kıskaç altına alabilmesi idi. Başarıya ulaşabilmenin en önemli şartı, düşmanın bu hazırlık- larımızı, bu plânımızı hiç bir şekilde öğrenememesi idi. Bunu öğ- rendikleri anda her şey mahvolmaya mahkûmdu. Onun için taarruz plânını herkesten gizli tutuyor, böyle bir hazırlıkta bulunmakta olduğumuzu herkesten dikkatle saklıyorduk. Hatta sulh arar görü- nerek Fethi (Okyar) Beyi bile Londra’ya göndermiştik. Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz başarıya ulaştıktan sonra Büyük Millet Meclisinde verdiği tarihi nutkunda şu bilgiyi vermiş- ti: “Ordumuzun kabiliyet ve kudreti hakkında ve hazırlık dere- cesine dair güvenimiz tamdı. Fakat bir defa daha Erkân-ı Har- biye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa hazretleri ile cepheye gittik. Ve baştan nihayete kadar ordumuzu tekrar gözden geçirdik. Düşman mevzileri ve düşman ordusu da tetkik edildi. Bu son teftişimizin neticesi de mevcut olan kanaat ve imanımızı kuv- vetlendirdi. Ve o zaman kat’i olarak taarruz hazırlığı için emir verdim. Efendiler! Taarruz öteden beri Erkan-ı Harbiye-i Umu- miye Reisi Fevzi Paşa hazretlerinin pek derin ilme vukufa, pek derin feyz ve tecrübelere dayanarak hazırladığı plân dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plân dâhilinde hazırlık emri verildikten son- ra tabiatıyla maksatlarımızı gizlemekte fayda buluyorduk. Buna uygun olarak da Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi ile cepheden Ankara’ya ayrı ayrı döndük.” Öyle sanıyorum ki, Büyük Millet Meclisinin 4 Ekim 1922 tarihinde yaptığı toplantıda Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri tarafından söylenen bu sözler, büyük taarruzun dayandığı plânın kimin tarafından hazırlanmış olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. 67
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Günler haftalar, aylar geçtikçe büyük bir gizlilik içinde yapıl- makta olan hazırlıklarımız da ilerliyordu. İşte sıra hükümete taarruz kararının resmen bildirilmesine gelince ilk anlaşmazlık çıktı. O zaman Heyet-i Vekile Reisi Rauf Bey ve bazı vekiller mütereddit görünüyorlardı. Bir başarısızlık ihtimali karşısında çok zor bir duruma düşeceğimiz ileri sürüldü. Hatta biri: - “Bu işte yüzde 25 başarı ihtimali görsem hemen taarruz için reyimi verirdim” dedi. O zaman dayanamadım ve: “Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi sıfatıyla muvaffakiyyet ihtimalinin yüzde 25 değil, 75 olduğunu temin ederim” dedim. Benim bu son sözlerim öyle sanıyorum ki son tereddütleri de ortadan kaldırdı ve Heyet-i Vekile de taarruz kararını kabul etmiş oldu. 1922 yılının Ağustos ayında idik. Her şey bu ay içinde belli olacaktı. Ben Ağustos’un 13’ünde Ankara’dan sessiz sedasız ayrılacak cepheye gittim. Mustafa Kemal Paşa Ankara’da kaldı. Onunla anlaştığımız plân gereğince o da bir hafta sonra gizlice An- kara’dan ayrılacak ve kendisiyle karargâhımızın bulunduğu Akşe- hir’de buluşacaktık. Bundan birkaç gün sonra da ordumuz hemen büyük taarruza geçecekti. 68
MURAT SERTOĞLU 21 “ALLAH, ALLAH” SESLERİ SEMALARI ÇINLATTI Artık İzmir yolu açılmıştı - “25 Ağustos 1922 gününden itibaren Ankara’nın bütün dünya ile telgraf haberleşmeleri kesilmişti. Genel karargâh, savaş noktası- na yakın bir yere nakledilmiş, 200 top yerlerini almış, birlikler gün- düzleri saklanıp geceleri yol alarak belli noktalara kaydırılmıştı.. 26 Ağustos sabahı 4’den itibaren Afyonkarahisar ve Ahir dağ- ları arasındaki düşman mevziine karşı şiddetli bir topçu ateşi ile umumi taarruzumuz başladı. İstanbul’dan yeni gelmiş bulunan bol miktarda top mermileri bütün toplarımızı doyuracak kudrette idi. Ve düşmanlar hiçbir za- man böylesine bol cephanemiz olabileceğine inanmamışlardı. Bu göz açtırmayan ve düşman mevzilerini hallaç pamuğu gibi atan şiddetli bombardımandan sonra hazır bekleyen birliklerimiz “Allah… Allah!” sesleri ile ileri atıldılar. Ve kendilerine gösterilen hedefleri çabucak ele geçirdiler. Düşmanın zayiatı pek büyüktü. Esir kafilelerinin ardı arkası alınmıyordu. Savaş ganimetleri sayıla- mayacak kadar çoktu. Baskın şeklinde taarruzumuz tam bir başarı ile başlamış ve gelişme yolunu tutmuştu. 27 Ağustos’ta 4. ve 1. Kolordumuz pek sert savaşlardan sonra Çataltepe’den başka düşmanın bütün mevzilerini ele geçirmiş ve düşmanı şimale doğru atmıştı. Akşama doğru Çataltepe de ele geç- miş ve 8. Tümenimiz Afyon’a girmiş bulunuyordu. 28 Ağustos’ta ise süvarilerimiz geriye kalan ve kaçmaya çalışan düşman kuvvetlerinin ricat hatlarını kesmişti. Yani üç gün süren amansız bir savaştan sonra düşman ordusu sarılmış bulunuyordu.. 29 Ağustos’ta düşmanın garba doğru Alaşehir istikametin- de çekilmek istediği anlaşılarak bütün gayretlerle bunu önlemeye çalıştık ve muvaffak olduk. Mâneviyatını olduğu gibi kaybetmiş 69
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI bulunan düşman ordusunu Dumlupınar’a doğru sürdük. Son hesap günü 30 Ağustos ise son hesap günü oldu. Burada verilen meydan muharebesi aynı zamanda Yunan ordularının Türk ordularına son karşı koyuşları olmuştu. O gün 1. Kolordumuz Dumlupınar’dan Garba yayılan düşman grubu üzerine taarruza devam ederek bilhassa hat boyundaki sol cenahını perişan etmiş ve Kaplangı dağında karşı taarruzlarla tutunmaya çalışan düşmanın da Yenice’deki sağ cenahı 6. Tüme- nimizin tazyiki karşısında çökerek ertesi günü perişan bir halde Uşak ovasına dökülmüş ve bir iki bataryadan mürekkep olan bütün toplarını da terk ederek Uşak’tan darmadağın bir halde İzmir isti- kametinde kaçmaya koyulmuştu. Büyük taarruz, bütün tahminlerimizin üstünde bir başarı ile sona ermiş bulunuyordu. Yunan ordularının başkomutanı da bü- tün Genelkurmay ile beraber esirler arasında bulunuyordu. Artık kurtulmuştuk. İzmir’e kadar yolumuz açılmıştı. Ben yaptığım savaş planında, baskında başarı kazanır ve düşman birliklerini yok edersek Mehmetçiklerin 15 gün sonra İzmir’e ulaşılabileceğini hesaplamıştım. Ama Mehmetçik beni utandırdı. İzmir’e 5 gün önce, 9 Eylül’de girdi. İşte büyük taarruz planında yanıldığım tek nokta bu olmuştur. Başkumandanlık meydan muharebesini kazanınca Mustafa Ke- mal Paşa, ben ve İsmet Paşa bir yerde buluştuk. Hepimiz de büyük ve heyecanlı bir sevinç içindeydik. Birbirimizi candan kutladıktan sonra savaş planına devamla İzmir üzerine mümkün olduğu kadar hızla yürümeye karar verdik. Bir defa bozguna uğrayan bir kuvve- tin peşini bırakmamak gerektiği ve onu yok edinceye kadar veya teslim olmaya zorlayıncaya kadar kovalamak lâzım geldiği en basit askerlik bilgilerindendir. Elbette bu kararı verecektik. Zaten Başko- mutan Mustafa Kemal Paşa da meşhur günlük emrinde; - “Ordular ilk hedefimiz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermemiş miydi? İki nokta Türk tarihinin en parlak zaferlerinden biri olan bu zafer hak- kında o kadar çok şiirler yazılmıştır ki, daha fazla üzerinde durmak 70
MURAT SERTOĞLU istemiyorum. Sadece şu iki nokta üzerinde durmak isterim. Birinci nokta, kazanılan pek büyük zafere karşılık zayiatımızın pek az oluşudur. Şehit ve yaralı olarak bütün zayiatımız 10 bini bile bulmuyordu. Buna karşılık Yunanlılar yalnız ölü olarak 100.000 kişi kaybetmiş bulunuyorlardı. Halbuki savaş kanunlarına göre ta- arruz eden ordunun kaybı, müdafaada kalan ordunun kaybından üç kat fazla olması gerekirdi. Kaydetmek istediğim ikinci nokta şudur: Büyük zaferden sonra İzmir’e bir an önce varmak için süvari ve piyadelerimiz arasında amansız bir yarış başlamış ve bu yarış beraberlikle sonuçlanmıştır. Güzel İzmir’e piyade birliklerimiz, süvarilerimizle aynı gün girmek kudretini göstermişlerdi. Bu da sanıyorum ki dünyada benzeri olmayan bir olaydır. 71
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 22 YUNANLI İZMİR’İ DEĞİL, HAYALLERİNİ DE YAKIP YIKTI İzmir’de bizi üzüntüye düşüren tek şey, Türk askerinin önün- den kaçmakta olan Yunan askerlerinin ve yerli azgın Rumların kendilerini beklemekte olan gemilere kapağı almadan önce İz- mir’in en mâmur kısmını yakmaları idi. Binlerce ev ve mağaza günlerce süren yangından sonra kül haline gelmişti. Esasen Türk Ordularının karşısında perişan olarak kaçmaya koyulmuş bulunan Yunan askerleri kaçarlarken geçtikleri her köy, kasaba ve şehri yakmayı, rastladıkları müdafaasız Türkleri alçakça öldürmeyi ihmal etmiyorlardı. Böyle yapmakla insanlık duygu- larından ne derece uzak yaratıklar olduklarını bir defa daha gös- termiş bulunuyorlardı. İzmir’i yakmış olmalarının bir mânası da oraya bir daha asla geri gelemeyeceklerini anlamış olmaları olsa gerekti. Bu büyük zafer herşeyi bir anda halletmiş, İtilâf devletleri dize gelmiş ve Misâk-ı Milli sınırlarımızı tanımaya hazır olduklarını bildirerek resmen mütarekeye talip olmuşlardır. Mütareke Mu- danya’da imzalanacaktı. Sonra da hemen sulh görüşmelerine gi- rişilecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri Türk azmi ve süngüsü karşısında pes etmiş bulunuyorlardı. Ben İzmir’e Mustafa Kemal Paşa ile birlikte aynı otomobille girmiştim. Halkın bize karşı gösterdiği sevgi ve muhabbetin dere- cesini anlatabilmeme imkân yoktur. Mustafa Kemal Paşa yangına kadar İzmir’de kaldı. Sonra da müstakbel eşi Lâtife Hanım’ın Göztepe’deki evlerinde misafir oldu. Beni üzen tek şey Bana hemen o günlerde Paşa’nın Lâtife Hanım’la evlenmek ka- rarında olduğundan bahsettikleri vakit ben bir bakıma pek mem- nun kalmıştım. Ben hayatımda yalnız içki değil sigara bile içmiş 72
MURAT SERTOĞLU bir kimse değildim. Canım kadar sevdiğim ve son derece takdir ettiğim Mustafa Kemal Paşa’nın ise öteden beri içki içtiğini bili- yordum. Beni en çok üzen şey de buydu. Mustafa Kemal Paşa bu memlekete çok lâzımdı. Onun aya- rında kişiler dünyaya asırda bir bile gelmezlerdi. Parlak zekâsı ve sınırsız vatan sevgisi, yüksek bilgisi, yılmaz azmi, istikbali, uzağı görme kabiliyeti, teşkilatçılık kabiliyeti bu derece yüksek olan bir insana memleketin son derece ihtiyacı vardı. Ne kadar uzun süre yaşayacak olursa millet ve memleket ondan o derece faydalanacaktı. Evet, savaşı kazanmıştık ama sadece enkaz hâlinde bir va- tan devralmıştık. Memleket baştan başa yakılmış, yıkılmıştı. Yolumuz, fabrikamız, paramız, hatta insanımız yoktu. Bu halde devr almış olduğumuz vatanı yeni baştan yapmak ve onu Avrupa medeni memleketlerinin seviyesine çıkarmak için onun gibi bir yol göstericiye ihtiyacımız büyüktü. Ne yazık ki bu büyük adam gençliğinden beri alışmış bulun- duğu içkiyi bir türlü bırakamıyordu. Tabii bunda etrafını çeviren dalkavukların da çok büyük günahı vardı. İşte kendisini görüp tanıdıktan ve onunla konuştuktan sonra akıllı ve bilgili bir kimse olduğunu gördüğüm ve çok iyi bir ailenin gayet iyi yetiştirilmiş bir kızı olan Lâtife Hanım’ın Mustafa Kemal Paşa ile evlenmesinin bu bakımdan çok yerinde olacağını düşün- düm. Belki de Mustafa Kemal Paşa onun sayesinde içkiyi bırakır, hiç olmazsa azaltırdı. Yazık oldu Ne kadar üzgünüm ki bu ümitlerim tahakkuk etmedi. Lâtife Hanım, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eşi olduktan sonra bütün gücü ile ona hizmet etmeye koyulmuş, onunla birlikte bir çok memleket içi seyahatler yapmış, kendisine özel sekreterlik vazife- si de görerek işlerini kolaylaştırmaya, ona her bakımdan yardımcı olmaya gayret etmiştir. Ama yazık ki bu evlilik uzun sürmedi. Lâtife Hanım, köşkte çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa’nın içki arkadaşları ile birlikte bir çeşit savaşa girişmek zorunda kaldı. Ve bu savaştan yenik çıktı. Hepsi bu kadar. Onların ayrıldıklarını öğrendiğim zaman ne kadar üzülmüş- tüm. Bunu asla anlatamam. 73
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Bununla beraber bence önemli olan bir noktayı bilhassa belirt- mek istiyorum. Benim İstiklâl Savaşı sırasında ve ondan sonra da Mustafa Ke- mal Paşa ile birçok temaslarım, konuşmalarım olmuştur. Ya her- hangi bir mesele etrafında görüşmek üzere ben onun yanına gider- dim, ya da o Genelkurmay Başkanlığını şereflendirirdi. Beni köşke çağırdığı akşamlar ne içki sofrası kurulur ne de bu masanın müdavimlerinden herhangi biri davet edilirdi. Çok de- falar baş başa kalır, saatlerce memleket ve ordu işlerinden bahse- derdik. Böyle içkili olmadığı zamanlar onunla konuşmak o tatlı Rumeli şivesiyle söylediklerini dinlemek ne kadar zevkli olurdu. Yazık oldu o büyük adama! Evet her bakımdan çok yazık oldu. Memlekete en verimli olacağı bir çağda onu sırf içki yüzünden kay- bettik. 74
MURAT SERTOĞLU 23 “ŞAPKA İNKILÂBI MUVAFFAK OLMUŞTUR, BEYLER…” Atatürk, benim şapka giydiğimi gördükten sonra Meclis’te konuştu Mustafa Kemal Paşa’nın sofra arkadaşlarından bazıları ile aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birinci sebep, onların Paşa’yı durmadan içmeye âdeta zorlamala- rıydı. Bu içki hayatının, o büyük adamın bünyesini nasıl tahrip et- mekte olduğunu gördükçe her zaman içim sızlardı. İkinci sebep, bunlardan bazılarının Mustafa Kemal Paşa’nın yanında, yakınında bulunmalarından faydalanarak devleti soymak için girişmiş oldukları bazı teşebbüsleri duymuş bulunmamdı. Bu şahıslar doymuyorlardı. Birkaç sefer bana da geldiler. Bazı şüpheli silah komisyoncularını bana tavsiye ederek orduya silâh, cephane, giyecek filân satmaya kalkıştılar. Hem nasıl şartlarla? Pa- rayı peşin olarak ödeyecektim. Silâhlar, cephaneler, elbiseler filan sonradan bize teslim olunacaktı. Tabii bu çeşit teklifleri kabul edemezdim. Onları kovunca bana daha da kızdılar. Büyük Millet Meclisi’ne aleyhimde takrirler (önergeler) bile verdiler. Meclis’te onlara gereken cevapları verince bütün meclis bana hak verdi. Elbette bunlar Atatürk’e de aleyhimde kim bilir neler neler söylemişler, beni ne kadar kötülemişlerdi. Bereket versin ki Mustafa Kemal Paşa onların hakikatte ne mal olduklarını çok iyi biliyordu. Kendilerini fena halde azarlamış ola- cağından eminim. Bana da hiçbir zaman hiçbir vesileyle bu yolda en ufak bir imâda bile bulunmadı. Bu adamlar, Atatürk hayatta bulundukça sürekli olarak benim aleyhimde bulunmakta devam etmişlerdir. Onlar beni kötülemek için sonunda bir tek yol tutturdular. Beni gericilikle, Atatürk inkı- laplarına karşı olmakla suçlamaya başladılar. 75
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Sigara bile içmediğim, ağzıma bir damla içki koymadığım, elime ömrüm boyunca bir defa olsun iskambil kağıdı almadığım doğrudur. Dinime de bağlıyım. Allah’a inanırım. Namaz kılarım. Oruç tutarım. Ama bir insanın Allah’a inanması, ibadetini ak- satmaması ile gerici olması arasında en ufak bir ilgi yoktur. Ata- türk’ün bütün inkılâpları, Türk Milletini muasır medeniyet sevi- yesine ulaştırmaya çalışmayı hedef tutmuş olan hareketlerdi. Bu ise bizim daha talebe iken özlediğimiz bir şeydi. Avrupa’yı tanıdıkça ve Avrupa’dan ne kadar geri kalmış bulunduğumuzu görüp anla- dıkça kahrolurdum. Bu durumda medeniyete ulaşmak için harca- nan gayretlerin nasıl aleyhinde olabilirdim? Medeni olmak için ise elbette ne dinsiz ne de Hıristiyan olmak şarttı. Japonlar 80 yıl içinde dünyanın en geri milleti iken en ileri en medeni milleti haline gelmiş bulundukları halde ne dinlerinden ne de geleneklerinden bir fedakârlıkta bulunmuşlardır. Aynı şekil- de Habeşistan bütün Avrupa milletlerinden çok daha önce Hıristi- yanlığı kabul ettiği halde dünyanın en geri milletleri arasındadır. Beni gericilikle suçlayanların bir şeyden daha haberleri yoktu. O da Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı bütün inkılapları gerçekleş- tirmeye kalkışmadan önce benimle uzun boylu konuşup tartıştığı idi. Bu inkılaplardan çoğunu herkesten önce öğrenen ilk defa ben oluyordum. Mustafa Kemal Paşa beni ne kadar yakından tanırsa tanısın nihayet yine de bir insandı. Ve her insan gibi telkin altında kalma- sı normaldi. Nitekim Şapka İnkılabında bunu hiçbir şekilde kabul etmeyeceğim yolunda kendisine o kadar ısrarla telkinlerde bulun- muşlar ki, bir ara buna inanır gibi olmuş. Hatırlanacağı gibi biz ilk defa şapka inkılabını orduda tatbik etmiş bulunuyorduk. Bu yolda da Mustafa Kemal Paşa ile tam ola- rak mutabık kalmıştık. Biz gerekli tamimleri orduya hemen yay- dık. Askerlerden önce subaylar hemen şapka giyecekler, işlerine böyle gideceklerdi. Ben de giydiğim serpuşuma o zamanki tâbiri ile bir şems-i siper taktırmayı ihmal etmemiştim. Ertesi gün ilk defa bunu giyerek makamıma öyle gidecektim. Fakat gelin görün ki münasebetsizin biri Mustafa Kemal Pa- şa’yı yine fitlemiş. Benim şapka giymeyi asla kabul etmeyeceğimi söylemiş. Bu yolda o kadar ısrar etmiş ki Atatürk bile tereddüde düşmekten kendini alamamış ve hemen başyaveri Rüsûhi Bey’i ça- 76
MURAT SERTOĞLU ğırtarak ona durumu anlatmış ve kendisine: - “Yarın sabah erkenden Mareşalin evinin yakınlarında bu- lunacaksın. Kendini asla beli etmeden onun evinden çıkışını bekleyeceksin. Başına şapka giyip giymemiş olduğunu görür görmez hemen koşup bana haber vereceksin!” emrini vermiş. Rüsûhî Bey de bu emir üzerine evimin az ötesinde pusuya ya- tarak beklemeye koyulmuş. Ben kahvaltıyı yaptıktan sonra üniformamı giydim. Başıma da şapkamı geçirerek evden çıktım. Beni bekleyen makam otomobili- ne binerek Genelkurmay Başkanlığının yolunu tuttum. Rüsûhi Bey bunu görür görmez hemen Mustafa Kemal Pa- şa’nın yanına koşuyor ve durumu Mustafa Kemal Paşa’ya anlatı- yor. O zaman rahat bir nefes alan Atatürk yanındakilere: - “Şapka İnkılâbı muvaffak olmuştur, efendiler!” sözlerini söylüyor. 77
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 24 MUSTAFA KEMAL’İN YERİNE BENİ GEÇİRMEK İSTİYORLARDI Ata’nın muhalifleri arasında hainler de vardı Ben dediğim gibi her zaman Mustafa Kemal Paşa’yı takdir et- tim. Çok çetin geçen Milli Mücadele yıllarında onun yapabildiğini başka hiç birimiz yapamazdık. Halbuki Meclis’te daha önce de çeşitli vesilelerle anlatmış oldu- ğum gibi ona karşı kuvvetli bir muhalefet vardı. Zaman zaman bu muhalefet çok kuvvetlenmiş, hatta onu Büyük Millet Meclisi Baş- kanlığından uzaklaştırmak cereyanı da almış yürümüştü. Mustafa Kemal Paşa çok ufak bir çoğunlukla mevkiini korumaya muvaffak olmuştu. O zamanki mecliste tam bir hürriyet ve demokrasi havası eserdi. Bazı mebuslar belki samimi olarak kendi görüşlerine göre Mustafa Kemal Paşa’yı yetersiz buluyorlar, yerine bir başkasını ge- çirmeyi istiyorlardı. Fakat bunların arasında bazı hainlerin de yer almaya muvaffak olduklarından şüphe edilemez. Kime, hangi fik- re, hangi millete hizmet etmek istedikleri belli olmayan bu kişiler, Mustafa Kemal Paşa’nın her kararına körü körüne karşı çıkmayı adet edinmiş bulunuyorlardı. Yine çoğunluğu askerlerden meydana gelen bazı mebuslarla Mustafa Kemal Paşa’nın yakın silâh arkadaşları onun yavaş yavaş memlekette bir diktatörlük idaresi kurmak niyetinde bulunduğun- dan kuşkulanıyorlardı. Bunların arasında Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşalar gibi önde giden yakın silâh arkadaşları, Rauf (Orbay) Bey, Ali Şükrü Bey gibi nü- fuzlu şahsiyetler de bulunuyordu. Bunlar böyle bir şeye engel olma- nın tek yolu olarak Mustafa Kemal Paşa’yı mevkiinden uzaklaştır- mak olacağını biliyorlardı. Mecliste oldukça büyük bir taraftar kitlesine mâlik idiler. Ama 78
MURAT SERTOĞLU ordudan kuşkulu idiler. Ordu Mustafa Kemal Paşa’yı değişmez Başkumandan olarak tanıyordu. İşte bu arkadaşlar düşünmüş taşınmış sonunda şöyle bir sonuca varmışlardı: Mustafa Kemal Paşa’nın yerine beni geçirmek… Herkes benim politika dışında kalmaya son derece dikkat etti- ğimi biliyordu. Askerlik ile mebusluğun birbirinden ayrılmasına karar verildiği zaman bütün bu arkadaşlar mebusluğu askerliğe tercih etmiş oldukları halde ben onlar gibi davranmamış, orduda kalmayı tercih etmiş bulunuyordum. Bir gün muhalefette bulunan bu arkadaşlar topluca beni ziyare- te geldiler ve vermiş bulundukları kararı bildirdiler. Kabul ettiğim takdirde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçecektim. Onlara ilk önce bana böyle bir mevkii lâyık gördükleri için te- şekkür ettim. Sonra da aynen şu cevabı verdim: - “Bu teklifinizi kabul edemeyeceğim. Bu dediğiniz şey hiç- bir zaman olamaz. Sizin de bu yolda çalışmaktan vazgeçmenizi tavsiye ederim. Hepimiz bulunduğumuz mevkilere rıza göstere- cek ve elbirliği ile memleketin yükselmesi için çalışacağız. Yapı- lacak o kadar çok işimiz var ki hepimize bol bol iş düşüyor. Eğer bu yolu bırakarak birtakım siyasî entrikalara kapılacak olursak bu memleketi batırırız. Buna da hakkımız yoktur. Hele ordu- nun politikaya karışmasına hiçbir şekilde râzı olamam. Ben de bugün bu ordunun en sorumlu bir yerinde bulunuyorum. Tek- lifinizi kabul edecek olursam yarın benim yerime geçecek olan bir Paşa da ordunun kendisine bağlı olduğuna güvenerek beni devirir ve yerime geçer. Onu da çok geçmeden bir üçüncü Paşa taklit eder. Memleket asıl o zaman askerî diktatörlüğe doğru ka- yar ve memleketin bizden beklediği hizmetlerin hiç birisi yapı- lamaz…” Benden bu ret cevabını alınca bir şey söylemeden yanımdan ayrıldılar. Ben bu olaydan hiçbir vakit Mustafa Kemal Paşa’ya bahsetmiş değilim. Ona bahsetmemiş olduğum gibi başka hiç kimseye de bir tek söz dahi söylemedim. Ama pek kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa’nın bana karşı davranışı daha da değişti. Bana bir kat daha yakınlık göstermeye, her vesileden faydalanarak beni iltifat- lara boğmaya başladı. 79
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Tabii bunun nedeni açıktı. Nereden öğrenmişse öğrenmiş, bana yapılan müracaatı ve benim kendilerine verdiğim cevabı öğrenmiş olacaktı. Ama o da bana bu konuda hiçbir şey sormamak büyük- lüğünü gösterdi. Ne kadar yazık ki muhalifler kendilerine verdiğim öğüde pek kulak asmadılar. Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Halk Parti- si’ne karşı Terakkiperver Partisi’ni kurdular. Muhalefet dozunu, Atatürk’e suikastler tertip edilmesine yol açmak derecesine kadar artırdılar. O zaman Mustafa Kemal Paşa da bunlara karşı aşırı de- recede sert davrandı. İzmir suikasti ile hiçbir ilgisi olmadığı halde Kâzım Karabekir Paşa bile İstiklâl Mahkemesi’ne verildi. Belki onun hakkında da ölüm kararı verilecekti. İşte o zaman işe müdahale ettim. Mustafa Kemal Paşa’nın ya- nına giderek Kâzım Karabekir Paşa ile bazılarını ölümden kur- tardım. Bazılarını ise kurtaramadım. Kurunun yanında yaşlar da yandılar. Bütün bu olaylardan sonra politikadan bir kat daha iğrenir hale geldim. O sıralarda günün birinde benim de bu politika gayyasına yuvarlanacağım hatırımın ucundan bile geçmiyordu. 80
MURAT SERTOĞLU 25 İSMET PAŞA EVİNDEN ÇIKAMAZ HALE GELMİŞTİ Başbakanlıktan alındıktan sonra tek dostu olarak ben kalmıştım Bana Cumhurbaşkanı olmamı teklif eden ilk kimsenin bizzat Mustafa Kemal Paşa olduğunu acaba kaç kişi bilir? Mustafa Kemal Paşa cumhuriyetin ilanına karar verdiği gü- nün akşamı beni evimde ziyaret ederek bana durumu bildirdi. Arkadaşları ile bu konuda mutabık kaldıklarını da ilave etti. Ona aynen şu cevabı verdim: - “Cumhuriyetin ilânına bir diyeceğim yoktur. Allah hayırlı ve uğurlu etsin! Ama benim cumhurbaşkanlığına getirilmek is- tenmemdeki maksat beni ordudan ayırmak ise yarından tezi yok bütün vazifelerimden istifa ederek memleket dışına giderim. Bu mevki ancak senin olabilir. Ve senin cumhurbaşkanlığını bütün varlığımla desteklemeye hazırım.” Atatürk biraz düşündükten sonra bir şey demeden bana teşek- kür etti ve ancak benim bu sözlerim üzerine cumhurbaşkanlığını kabul edeceğini ilâve ederek evimden ayrıldı. Bu bir tarihî hakikattir. Ve bilinmesinde fayda vardır. Ve ben ona söylediğim sözlerde son derece samimi idim. Cumhurbaşkan- lığı herkesten fazla onun hakkı idi. Bu işi en doğru o yapabilirdi.. Onun aklı politikaya da hepimizden çok eriyordu. Dünya gözünde şöhreti de hepimizden fazla idi. Ben onun yapabileceklerini asla yapamazdım. Sonra orduyu her şeyden çok seviyordum. Ondan ayrılmam mümkün değildi. Ve Yunanlıları denize döken ordularımızın hakikatte pek çok noksanları vardı.. Donanmamız, Hava Kuvvet- lerimiz hemen hemen yok gibi idi. Eldeki bütün silâhlarımızı de- ğiştirmeğe, tank gibi modern savaş araçları edinmeye mecburduk. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için ise geceli gündüzlü çalış- 81
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI mak zorundaydık. Ve ben yeni başladığım bu işi yarıda bırakmak istemiyordum. Cumhuriyetin 10. yıldönümü kutlanırken ordumuz artık oldukça kuvvetlenmiş, birçok engeller aşılmıştı. Fakat daha yapacak çok işlerimiz vardı. Hele bir iki yıl sonra Almanya’ya yaptığım bir geziden dönünce hemen hemen her işe yeni baştan başlamak gerekeceğini anlar gibi oldum. Dünya orduları artık kökünden değişiyordu. Süvari birlikleri kalkıyor, ordular olduğu gibi motorlaşıyordu… Uçakların ve tankların önemi çok artmıştı. Hemen bir rapor hazırladım ve ordumuzun modernleştirilmesi için ilk hamlede 93 milyon liraya ihtiyaç bulunduğunu tespit ettim. O zamanki zayıf bütçemizle ve o zamanki para ile bunun karşılan- masına imkân yoktu. Onun için işe yine mütevazi imkânlarımızla girişmek zorunda kaldık. Hiçbir yerden yardım filân alabilmemiz bahis konusu bile değildi. İsmet Paşa’nın yerine Celal Bey atanıyor Atatürk bir gün birdenbire İsmet Paşa’yı Başbakanlıktan ala- rak yerine Celâl Bey’i getirmeyi uygun buldu. Bunun nedenleri üzerinde duracak değilim. Bu konu etrafında çok sözler söylenmiş, çok yazılar yazılmıştır. Bunları tekrarlamaya hacet yoktur. Ancak memlekete bunca hizmetlerde bulunmuş, bunca yıl Başbakanlık yapmış bulunan İsmet Paşa’nın iktidardan çekilmesi üzerine maruz kaldığı bazı muameleler bana dokunmuştu. İsmet Paşa bir seferinde stadyuma gitmiş, halk orada kendisine büyük gösteriler yapmıştı.. Bazı kimseler bundan kuşkulanmışlar, hatta İsmet Paşa’yı daha sonra sorguya bile çekmişlerdi. İsmet Paşa evinden âdeta çıkamaz hale getirilmişti. İşte o günlerde İsmet Paşa’nın güvenebileceği tek nüfuzlu dos- tu olarak ben kaldım. Hemen her gün evime dönerken kendisi- ne mutlaka uğrardım.. Uğrayamadığım günler damadım Şefik Çakmak’ı gönderirdim. O günlerde İsmet Paşa bana karşı ne büyük bir yakınlık gösterirdi. Bana karşı duyduğu minnet duygularını durmadan tekrarladı. 1937 yılında bir teftiş için İstanbul’a giderken beni ge- çirmek üzere istasyona gelmiş, elime yapışmış ve öpmek ister gibi bir harekette bulunmuştu.. Bunu beni uğurlamaya gelen herkes de görmüştü. 82
MURAT SERTOĞLU Tabii buna meydan vermedim. Onun bana bağlılığı Atatürk vefat edinceye kadar aynı kuv- vette ve samimiyette sürüp gitti. Benim kendisine karşı arkadaş- ça gösterdiğim bu büyük yakınlık ve vefa, onu yemeğe hazırlanan birçok kimseleri ister istemez sindirmişti. Böylelikle onu birçok belâlardan kurtarmış bulunduğumu sanıyorum. Atatürk vefat ettikten sonra da Cumhurbaşkanı olmak için yine bana teklif yapıldı. Fakat ben bu teklifi de kabul etmedim. 83
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 26 İSMET PAŞA SON ZİYARETE KORKTUĞU İÇİN GİTMEDİ Atatürk’ün ölüm yatağının başucunda iktidar mücadelesi yapılıyordu Atatürk’ün büyük bir hızla ölüme doğru yaklaşmakta olduğu- nu hep görüyorduk. Genelkurmay Başkanı olarak bana, hasta yata- ğına düşen Atatürk hakkında her gün raporlar geliyordu. Durumu ümitsizdi. Onu ancak bir mucizenin kurtarabileceğini hep öğren- miş bulunuyorduk. Ne yazık ki mucizeler devri çok gerilerde kalmış bulunuyordu. Geçirmiş bulunduğu yıpratıcı askerlik hayatı ve son zamanlarına kadar bir türlü bırakmadığı içki onun zaten nahif olan bünyesini ve karaciğerini tahrip etmiş bulunuyordu. Bu büyük adamın hızla eridiğine tanık olmak ve kendisini kurtarabilmenin hiçbir şekilde imkânı olmadığını öğrenmek insanı kahrediyordu. Ama ne yapabilirdik? Dünya insanlar için fâni değil miydi? Her insan için ölüm mukadder değil miydi? Aynı zamanda dünyayı kaplamakta olan tehlike bulutlarının her geçen gün artmakta olduğu da bir hakikatti. Hitler Alman- ya’ya hâkim olmuş, faşist rejim bir çok memleketleri kaplamıştı. Bizim özlemekte olduğumuz fakat bir türlü kuramadığımız, giriş- tiğimiz denemelerden hüsranla çıktığımız demokrasi rejimine bu yeni faşist rejimler, modası geçmiş bir rejim gözüyle bakıyorlar ve durmadan büyük bir hızla silahlanmakta devam ediyorlardı. Bu ise elbette bu şekilde sürüp gitmeyecekti. Günün birinde bugünkü halde stok edilmekte olan silâhlar harekete geçecek insanlığa ölüm kusmaya başlayacaklardı.. Dünyanın karmakarışık olmak üzere bulunduğu bir devrede Mustafa Kemal Paşa gibi tecrübeli, zeki, uzak görüşlü, milletlera- rası şöhrete sahip bir devlet adamının memleketin başında bulun- 84
MURAT SERTOĞLU masının sayılamayacak derecede çok faydaları vardı. Onun “Yurtta sulh, cihanda sulh!” prensibi bizim için bir düs- turdu. Ne var ki çok defa bir memleket için sadece sulh istemek, sulhçu olmak, sulh içinde yaşamasına yetmiyordu. Bu yolda galiba en doğru sözü, “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh” diyen şair söylemiştir. Ben buna her zaman inanmışımdır. Memleketi- mizin savaş dışında kalabilmesinin tek şartının da çok kuvvetli bir orduya sahip olmak bulunduğunu bildiğimden bütün gayretimle orduyu kuvvetlendirmeye çalışıyordum. Esasen savaşın hakikatte ne kötü bir şey olduğunu ancak savaşı yakından tanımış olanlar bilirler. Bunlardan biri de Atatürk’tür. Onun için hayatta iken bütün devletlerle dostluk bağları kurmaya ehemmiyet vermiş, hatta bize en zayıf anımızda kahpece saldırmış bulunan dünkü düşmanımız Yunanistan ile bile dostluk ve ittifak bağları kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa ölüm yatağında can çekişirken gözüme iki manzara çarpmıştı. Bunlardan biri, onun çevresinde çöreklenenlerde baş gösteren panikti. İkincisi ise Atatürk’ün ölümünden sonra yerine geçmek isteyenlerde baş gösteren gizli mücadele idi. Bu ne ibret verici bir sahne idi. Ve ne kadar büyük ibret levhaları ile dolu idi. Bu ikinci grubu şöyle sıralamak mümkündü: 1. Onun yerine benim geçmemi normal görenler, Bunlar he- men kapımı aşındırmaya başlamışlardı. Onlara karşı çok sert ve haşin davrandım. Hemen sindiler. 2. Atatürk’ün yerine aday olarak hem Halk Partisi Genel Sek- reteri hem de Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya’yı gösterenler. Şükrü Kaya belki Bakanlar Kurulunda yer alan bakanların en okumuşu, en bilgilisi idi. Gayet de haristi. Politik oyunlara aklı ererdi. Ama Atatürk gibi bir kimsenin yerini dolduracak yetenek- lere sahip olmaktan uzaktı. 3. Üçüncü aday Celâl Bayar’dı. Kendisi bilfiil Başbakandı. Sermaye ve iş çevreleri kendisini kuvvetle destekliyorlardı. Üste- lik Kurtuluş Savaşında hizmetleri dokunmuştu. Ama kendisi pek böyle bir istek göstermiyordu. Zeki bir adamdı. Ona bu yeri verme- yeceklerini anlayacak kabiliyette idi. 4. Atatürk’e halef olarak İsmet Paşa’yı gösterenler. Hemen kaydedeyim ki ben de bunların arasında, hatta başında 85
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI idim. Mustafa Kemal Paşa’nın yerine onun geçmesi en doğru(- su) olurdu. Milli Mücadele boyunca bizlerle beraber bulunmuş, uzun yıllar başbakanlık yapmış, devlet idaresinde tecrübe sahibi olmuştu. Başlanmış olan işleri rahatça yürütebilirdi. Milletlerara- sı şöhreti de vardı. Sonra başbakanlıktan ayrılmış bulunması onu pek çok kimselerin gözünde mazlum mevkiine düşürmüş ve geniş sempatiler kazanmasına yol açmıştı. Dışişlerinde de tecrübe sahibi idi. Lozan Sulh Antlaşmasını o yürütmüştü. Ve nihayet ordudan yetişmiş, orduyu bilen bir askerdi. Artık Atatürk’ün değil günleri, saatleri bile sayılı hâle gelin- ce ona bir çeşit veda ziyareti yaptım. O büyük adam son derece bitkin bir hâlde idi. Etrafındakileri bile güçlükle tanıyordu. Onu o halde görmenin yüreğimde yaratmış bulunduğu azabın büyük- lüğünü anlatamam. Ankara’ya dönüşte onun halini İsmet Paşa’ya da haber verdim. Hatta İstanbul’a giderek bunca yıllık büyüğü ve silâh arkadaşı Mustafa Kemal Paşa’yı son bir defa ziyaret etmesi öğüdünü verdim. İsmet Paşa bunu yapmadı. Bunların hepsi boştu ama etrafını çevirmeye başlayan yeni dal- kavukları daha şimdiden onu bir çember içine almış bulunuyorlar- dı. O da tuttu, sonradan, eğer İstanbul’a gidecek olursa kendisini treninin tekerlekleri arasına atarak intihar edeceğini söyleyen biri- ni3 ilk hamlede kendine başbakan yaptı. 3 Refik Saydam’ı kastediyor. DT 86
MURAT SERTOĞLU 27 İSMET PAŞA’NIN BAŞKAN OLMASINA “EVET” DEDİM Beklenen acı gün geldi, çattı. Mustafa Kemal Paşa’yı kaybet- miştik. Bütün memleket derin bir yasa büründü. Fakat bir taraftan da memleketi düşünmek gerekiyordu. 10 Kasım 1938 tarihi Ata- türk’ün vefat günü olduğu gibi birçok hırsların da suyun yüzüne çıktığı gündür. O günlerde sinirlere hâkim olmak ve memleketi bu felâketli durumdan mümkün olduğu kadar sarsıntısız çıkarmak gerekiyordu. Bana ilk gelen, o zaman milletvekili olan eski silâh arkadaşla- rımdan Ali Sait Paşa olmuştu… Onunla aramızda şöyle bir konuş- ma geçti: Ali Sait Paşa: - “Gerek mecliste gerekse orduda çoğunluk sizi Cumhurbaş- kanı görmek istiyor. Beni de size bunun için gönderdiler.” Ben: - “Arkadaşlarınızın bu duygularına teşekkür ederim. Fakat ben sadece Genelkurmay Başkanı ve askerim. Anayasaya göre Cumhurbaşkanı ancak Meclisin içinden seçilebilir.” - “Bu kanunu değiştirmek çok kolaydır. Bir hafta içinde orta- dan bu engel kalkabilir.” - “O zaman da benim ordunun kuvvetine dayanarak anaya- sayı değiştirmiş olduğum inancı hâsıl olur. Buna hiçbir şekilde razı olamam.” - “Peki öyleyse sizce çıkar yol nedir?” - “Çıkar yol, bugün yürürlükte bulunan kanunların emretti- ği şekilde hareket etmek ve Cumhurbaşkanını o şekilde seçmek- tir.” - “Peki bize aday gösterebilir misiniz?” - “Sadece kendi düşüncemi söyleyebilirim. Bana kalırsa bu- günkü halde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçmeye en lâyık 87
MURAT SERTOĞLU 27 İSMET PAŞA’NIN BAŞKAN OLMASINA “EVET” DEDİM Beklenen acı gün geldi, çattı. Mustafa Kemal Paşa’yı kaybet- miştik. Bütün memleket derin bir yasa büründü. Fakat bir taraftan da memleketi düşünmek gerekiyordu. 10 Kasım 1938 tarihi Ata- türk’ün vefat günü olduğu gibi birçok hırsların da suyun yüzüne çıktığı gündür. O günlerde sinirlere hâkim olmak ve memleketi bu felâketli durumdan mümkün olduğu kadar sarsıntısız çıkarmak gerekiyordu. Bana ilk gelen, o zaman milletvekili olan eski silâh arkadaşla- rımdan Ali Sait Paşa olmuştu… Onunla aramızda şöyle bir konuş- ma geçti: Ali Sait Paşa: - “Gerek mecliste gerekse orduda çoğunluk sizi Cumhurbaş- kanı görmek istiyor. Beni de size bunun için gönderdiler.” Ben: - “Arkadaşlarınızın bu duygularına teşekkür ederim. Fakat ben sadece Genelkurmay Başkanı ve askerim. Anayasaya göre Cumhurbaşkanı ancak Meclisin içinden seçilebilir.” - “Bu kanunu değiştirmek çok kolaydır. Bir hafta içinde orta- dan bu engel kalkabilir.” - “O zaman da benim ordunun kuvvetine dayanarak anaya- sayı değiştirmiş olduğum inancı hâsıl olur. Buna hiçbir şekilde razı olamam.” - “Peki öyleyse sizce çıkar yol nedir?” - “Çıkar yol, bugün yürürlükte bulunan kanunların emretti- ği şekilde hareket etmek ve Cumhurbaşkanını o şekilde seçmek- tir.” - “Peki bize aday gösterebilir misiniz?” - “Sadece kendi düşüncemi söyleyebilirim. Bana kalırsa bu- günkü halde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçmeye en lâyık 87
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI olan şahıs İsmet Paşa’dır.” - “Bu düşüncelerimizi arkadaşlara söyleyebilir miyim?” - “Benim hiçbir kapalı işim olmamıştır. Hayatımda her za- man açık oldum. Bu benim sadece kendi düşüncemdir. Fakat Büyük Millet Meclisi bu mevkie kimi lâyık görür de seçerse o benim de Cumhurbaşkanım olur. Yeter ki bu seçilme kanuna ve anayasaya uygun olsun!” Ali Sait Paşa benden ayrıldıktan sonra bu düşüncelerimi Büyük Millet Meclisi’ndeki arkadaşlarına da olduğu gibi nakletmiş. Şükrü Kaya çok sinirliydi Bunu kısa bir zaman sonra bir hükümet toplantısında o zaman İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya ile aramızda geçen bir konuşma sırasında anladım. O sıralarda yürürlükte bulunan kanuna göre Genelkurmay Başkanları da hükümet toplantılarına katılırlardı. Bu usul ben emekliye ayrılıncaya kadar devam etmiş, sonra da kanun İsmet Paşa tarafından değiştirilerek Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan- lığa bağlanmıştır. Ve Genelkurmay Başkanları hükümet toplantı- larına artık katılamamışlardır. Toplantıda Cumhurbaşkanlığı seçimi konuşuluyordu. Şükrü Kaya da oldukça sinirli görünüyordu. Ben yeniden seçimin anayasa kanunlarına uygun bir şekilde yapılması gerektiğini ileri sürdüğüm zaman Şükrü Kaya bana dö- nerek; - “Paşam” dedi. “Meclis Satı Kadını bu mevkie seçecek olsa bunu da kabul eder misiniz?” Satı Kadın Ankara köylerinden birinden Atatürk tarafından milletvekilliğine seçtirilmiş cahil bir köylü kadını idi. Onun bana bu soruyu sormakla ne demek istediğini tabii an- lamış bulunuyordum. Bir an bile tereddüt etmeden cevap verdim: - “Evet! Bu seçim kanuna uygunsa elbette kabul ederim. Ma- demki ortada bir kanun var, bu kanundan hiçbir şekilde çık- mam. Tavsiyem, hiç kimsenin de buna aykırı bir yol tutmama- sıdır.” Benim bu cevabım karşısında Şükrü Kaya sesini kesti. Seçime bir gün kala Başbakan Celâl Bayar Çankaya’daki evime beni ziyarete geldi. 88
MURAT SERTOĞLU İnönü cumhurbaşkanlığına seçildi Bana Cumhurbaşkanlığı için kimi uygun gördüğümü sordu… Ben de çekinmeden ona düşüncelerimi açık açık söyledim. Şu anda bu yer için İsmet Paşa’dan daha uygun bir kimseyi düşünemediği- mi tekrarladım. Bu cevabımın kendisini tam olarak tatmin etmiş olduğunu sanmıyorum. Ama ses de çıkarmadı. Ve bundan sonra İsmet Paşa resmen Cumhurbaşkanlığına se- çildi. O zaten evinde hazırlanmış bekliyordu. Müjde kendisine ulaş- tırılınca hemen geldi. Cumhurbaşkanı olarak yemin ettikten sonra meşhur nutkunu okudu. Bize sadece kendisini tebrik etme işi kaldı. Şuna inanıyorum ki o sırada kendini ben desteklememiş olsaydım İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesine imkân yoktu. Milletvekillerinin çoğunluğu ona Atatürk’ün artık güvenmediği, kendisini istemediği ve iş başından bunun için uzaklaştırmış olduğu bir kimse gözü ile bakıyorlardı. Bunun için de Atatürk ölür ölmez onun yerine hiç istemediği bir kimsenin geçirilmesini Atatürk’ün hatırasına bir saygısızlık gibi sayıyorlardı. Ben ise o sıralarda samimi olarak kendisinden memleket için büyük hizmetler bekliyordum. 89
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 28 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI PATLADI VE BİZ KIL PAYI KURTULDUK İnönü’nün Başbakanlığa getirdiği Refik Saydam herkesi tenkit etmekle işe başladı İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca ben hakikaten yeni bir dev- rin açılabileceğine inanıyordum. Başbakanlıktan uzaklaştırılmış olmasının onun benliğinde müspet gelişmeler yaratmış buluna- cağına ve Atatürk’ün kurmuş olduğu düzeni bozmadan ve sars- madan yürütebileceğine kaani idim. Ne var ki aradan pek kısa bir zaman geçtikten sonra yavaş yavaş bu görüşümde yanılmış bulun- duğumu anlamaya başladım. Atatürk’ün cenaze töreni tamamlanır tamamlanmaz ve o ilk heyecanlı hava az çok yatışmaya yüz tutar tutmaz ilk iş olarak Celâl Bayar’ı Başbakanlıktan uzaklaştırarak yerine Doktor Refik Saydam’ı getirdi. Ve yine seçimler yaptırmak üzere harekete geçti. Celâl Bayar, Atatürk’ün son başbakanı idi. Atatürk memleket idaresini çekinmeden ona emanet etmişti. O da gerek Atatürk’ün hastalığı, gerek vefatı ve İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığına seçil- mesi süresince doğruluktan zerre kadar ayrılmış değildi. Son dere- ce dürüst davranmıştı. Refik Saydam’ın ilk sözü Yerine geçen Refik Saydam ise ilk ağızda kendisini kötülemek için memleket işlerinin “A”dan “Z”ye kadar bozuk olduğunu söy- lemekten çekinmedi. Sonra seçimler yapıldı ve bu seçimlerde İsmet Paşa kendisine rakip gördüğü bütün şahsiyetleri Meclis’ten uzaklaştırdı. Sadece nasılsa Celâl Bayar’a dokunmadı. Öteden beri Atatürk’ün karşı- sında diye bilinen birçok kimseler milletvekili seçildiler. Üstelik bunlara mühim mevkiler de verildi. 90
MURAT SERTOĞLU Ben bunları hoş karşılamamakla beraber üzerinde de fazla dur- muyordum. Çünkü nihayet beklemekte olan Dünya Harbi de pat- lak vermişti. Bu savaşın ise ne vakit ve ne şekilde sona ereceği hiç belli değildi. Herşeyden önemli olan nokta, memleketimizi savaş cehenne- minin dışında tutabilmekti. İsmet Paşa ile bu konuda birçok ko- nuşmalarımız olmuştu. Kendisine her zaman şunu söylemişimdir: - “Savaş şu anda sınırlarımızın uzağındadır. Ama ne şekilde gelişeceği hiç belli olmaz. Ordumuz modern savaş araçlarından mahrumdur. Açıkçası bugünkü modern ordularla savaşacak güçte değildir. Zaten bir toprak isteğimiz de yoktur. Bize Mus- tafa Kemal Paşa’dan kalan miraslardan biri olan “Yurtta sulh, cihanda sulh!” prensibine sıkı sıkı sarılmalıyız. Savaşın, ondan galip çıkan devletleri de ne derece perişan hale düşürdüğünü bi- lirsin. Onun için ne yapıp yapacak, ordumuzu kuvvetlendirirken savaşın mutlaka dışında kalmaya gayret etmeye çalışacağız.” İsmet Paşa bana her zaman hak vermiş ve siyasetini buna göre yürütmeye çalışacağını söylemiştir. Bu sözünde durmuştur da… Savaş genişledikçe, silâh altına aldığımız kuvvetleri artırmak yolunu tuttuk. Ve Alman orduları Balkanlara doğru akarken de Trakya’da elimizden geldiği kadar tahkimat yaptık. Boğazları da Montrö Anlaşmasına uyarak savaş gemilerine kapattık. Alman orduları Trakya sınırımıza kadar dayandı ve orada durdu. Eğer bize saldırsalardı, elbette elimizdeki bütün imkânla- rı kullanarak savaşacaktık. Bereket versin ki böyle bir şey olmadı. Hitler birdenbire Rusya’ya döndü. Alman orduları Moskova’ya doğru akmaya başladı. Tarih tekerrür ediyordu Hitler’in şimdi yapmak istediğini 120 yıl önce Napolyon da de- nemiş, hatta Moskova’yı bile ele geçirmiş olduğu halde yenilmek- ten ve ordusunun büyük kısmını kaybetmekten kurtulamamıştı. Bundan sonra da bir daha belini doğrultamamıştı. İşte tarih tekerrür ediyordu. Almanlar bir duraklayacak, arkasından bir de bozulacak olur- larsa bir daha tutunamazlardı. Zaten Amerika da yine Birinci Ci- han Savaşında olduğu gibi Almanya’nın aleyhinde savaşa girmiş ve ortaya büyük ağırlığını koymuştu. 91
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Yavaş yavaş beklenen sonuç kendini göstermeye başladı. Al- manlar önce Stalingrad’da büyük bir bozguna uğradılar. Sonra da ağır ağır kendi sınırlarına çekilmeye başladılar. Bu arada İngilizler, Amerikalılar ve Ruslar bizim de kendi saflarında savaşa girmemiz ve Balkanlarda bulunan Alman ordularına karşı harekete geçme- miz için şiddetle ısrar etmişlerdi. Bu mesele Bakanlar Kurulunda ne zaman görüşüldü ise ben buna şiddetle karşı koydum. Bu görüşmelerin zabıtları ortadadır. Savaşa katılmamızın bize hiçbir faydası olmayacaktı. Boş yere bir- çok gencimiz ölecekti. Üstelik birçok şehirlerimiz ve sayıları çok az olan fabrikalarımız tahrip edilecekti. İsmet Paşa’ya bir liste verdim. Bize ancak istediğimiz silâhlarla birlikte iki İngiliz tümeni verilecek olursa savaşa girebileceğimizi söylemesini bildirdim. O da bunu tekrarladı. Onların istedikleri- mizi hiç bir zaman veremeyeceklerini biliyordum. Nitekim vere- mediler. Biz de savaşa girmek zorunluğundan kurtulduk. 92
MURAT SERTOĞLU 29 “İSMET PAŞA’NIN BULUNDUĞU TOPLANTILARA KATILMIYORDUM” İkinci Cihan Savaşına girmemizin tehlikesi atlatıldıktan ve bu savaşın kaderi iyice belli olduktan sonra ben yavaş yavaş İsmet Paşa’nın bana karşı davranışlarında bir soğukluk sezinlemeye baş- lamış bulunuyordum. Artık bana, benim yardımıma ihtiyacı kalmamıştı. Onu tutan gazeteler kendisini memleketi savaş dışında bırakmaya muvaffak olmuş büyük kahraman, Millî Şef diye göklere çıkarmakta dil bir- liği ediyorlardı. Ama o, hakikati, bu işte benim oynamış olduğum rolü pek güzel biliyordu. İşte kendisine asıl rahatsızlık veren şeyin de bu olduğunu çok iyi anlıyordum. Kazanılmış olan başarıda bir ikinci ortağa tahammülü yoktu. O bana karşı böyle soğuk davranmaya başlayınca ben de ken- disine karşı daha çekingen davranmayı uygun buldum. Onun da bulunacağı toplantılara çok defalar bir bahane ile kendim katılmı- yor, yerime yardımcım olan Asım Gündüz Paşa’yı yolluyordum. Bu hal daha önce anlatmış bulunduğum, beni vakitsiz emekli- ye ayırmak istediği güne kadar böylece sürüp gitti. Bana bu emri tebliğ için gönderdiği Şükrü Saraçoğlu’na istemeyerek biraz haşin şekilde cevap verdikten sonra ise kendisiyle olan şahsî ilgimi büs- bütün kestim. Orduya veda ettim Resmen emekli olacağım tarih geldiği zaman da çok sevdi- ğim orduya bir mesajla veda ederek Çankaya’daki evime döndüm. Bu arada o zamana kadar kullanmış bulunduğum Genelkurmay Başkanının şahsına ait resmî makam arabasını yaverimle birlikte Cumhurbaşkanlığı Köşküne gönderdim. Hiçbir resmî sıfatım kal- mamış bulunduğu için artık bu arabayı kullanmaya hakkım yoktu. Tabiî bir yavere de ihtiyacım olamazdı. 93
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Benim bu jestim üzerine İsmet Paşa bana makam arabasını yaverimle birlikte geri gönderdi. Bunları kullanmakta devam ede- bilirmişim. Ama bu lütufları elbette kabul edemezdim. Ömrüm boyunca her zaman kanunlara karşı saygılı davranmıştım. Şimdi mi kanunun bana vermediği hakları kullanacaktım? Tabiî bunları hemen yeniden geri gönderdim. Bu arada San Fransisco Anlaşmasına biz de imza koymuş bu- lunuyorduk. Bu imza ile İnsan Hakları Beyannamesini kabul edi- yorduk. Memleketimizde süregelen tek partili rejimlere ister iste- mez biz de son verecektik. Tutulacak iki yol vardı: Ya İkinci Cihan Savaşından sonra çok kuvvetlenen ve Avrupa’nın ortalarına kadar yayılan, bir ara bizi de tehdide kalkışan, fakat ordularımızın dipdiri ayakta bulunması sayesinde isteklerinden vazgeçmek zorunda kalan komünist dün- yasının yanında yahut da demokrasi cephesinde yer almak. Birinci yolu tutmak bizim için imkânsız olduğuna göre memleketi idareye geçmek mecburiyetinde idik. Başka yol yoktu. Dediğim gibi Mustafa Kemal Paşa daha hayatta iken çok par- tili demokrasi rejimini memlekette kurmak istemiş, fakat bundan hemen faydalanmaya kalkışan irtica hareketleri karşısında bunu ileriye bırakmak ve bu işten vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ama artık Cumhuriyet kurulalı 20 yılı geçmişti. Bu süre içinde de kuvvetli bir cumhuriyetçi nesil yetişmişti. O zaman başarılamayan bu demokrasiye geçiş işi şimdi pekâlâ başarılabilir- di. Üstelik dediğim gibi bu rejime geçmeye mecburduk. Gazeteler- de her gün bu yolda yazılar çıkıyor, yeni siyasî partilerin kuruluş hazırlıklarından bahsolunuyordu. Yaklaşmakta olan seçimlerde bu partilerin de aday gösterecekleri bildiriliyordu. Kim bilir belki de bazıları, benim de yeni kurulacak bu siyasî partilerden birine gireceğim yolunda dedikodular yapmış olacak- lar ki bir gün evimde karşımda yine Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nu buldum. Şükrü Saraçoğlu bana İsmet Paşa’dan selâm getirdiğini söyle- yerek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girmemi istediğini, beni önü- müzdeki seçimlerde milletvekilliğine aday göstermek kararında olduğunu söyledi. Bu teklifi elbette kabul edemezdim. Bunun başlıca nedeni, bir 94
MURAT SERTOĞLU defa politikaya girmek istemeyişim idi. İkincisi ise bunu kabul et- mek İsmet Paşa’nın bir lütfunu kabul etmek demekti. Buna ise hiç ihtiyacım yoktu. Şükrü Saraçoğlu evimden eli boş döndü. Bununla beraber bana yapılan Cumhuriyet Halk Partisi’ne girme tekliflerinin arkası ke- silmedi. İsmet Paşa benim, değişmez başkanı olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne girmemi ve milletvekili adayı olmamı ısrarla isti- yordu. Bunun için araya başka kimseler de koydu. Fakat ben hepsi- ni reddedince artık benden ümidini kesti. Garip bir oyun Herhalde bunun bir sonucu olacak ki 1945 yıllarında bir gün evime birtakım memurlar gelerek benden garip bir istekte bulun- dular. Birtakım kâğıtlar göstererek evimin Millî Emlâke ait oldu- ğunu, hükümetçe burada bir karakol kurulması kararlaştırılmış olduğundan belirli bir süre içinde evi boşaltmamı ve Millî Emlâke geri vermemi rica ettiler. Hani aklıma her şey gelirdi ama böyle bir istekle karşılaşacağım gelmezdi. Çankaya’daki bu evi daha Atatürk’ün sağlığında onun da ısrarı ve yardımı ile dişimden, tırnağımdan artırabildiğim para ile yaptırabilmiş, tapusunu da çıkartmıştım. Her yıl da vergisini veriyordum. Gidip tapuyu getirdim ve memurlara gösterdim. Bunu dikkatle inceledikten sonra fena halde bozuldular. Durumun böyle olduğu- nu bilmediklerini söyleyerek uzun boylu özürler dileyip evimden çıkıp gittiler. Mesele açık ve ortada idi. İsmet Paşa benim köşküne yakın bir yerde oturmamdan bile rahatsız oluyordu. Beni ne pahasına olursa olsun yakınından, hatta mümkün olursa Ankara’dan uzaklaştır- maya kararlı idi. 95
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI 30 CELÂL BAYAR DP’YE GİRMEMİ TEKLİF ETTİ Ben tamamıyle kendi köşeme çekilmiştim. Günlerimin büyük kısmını okumakla geçiriyordum. Zaten beni ziyaret etmekte olan dostlarımın da gitgide azalmakta olduklarını fark ediyordum. Bunların bazıları Ankara’dan uzak yerlere tâyin edildikleri için oralara gidiyorlardı. Bazılarında da garip bir çekingenlik belirmiş- ti. Belki de benimle dostluklarını sürdürmelerinin bazı çevrelerde hoş karşılanmayacağından, başlarına canlarını sıkacak bazı şeyler gelebileceğinden korkuyorlardı. Tapulu evimin nasıl elimden alınmak istendiğini anlatmıştım. Onların hakikati öğrendikten sonra artık beni rahat bırakacakla- rını sanıyordum. Sonra böyle düşünmekte de aldandığımı çok geçmeden an- ladım. Bir süre sonra eve resmi bir ihbarname geldi. Evim askeri yasak bölge içinde bulunduğu için istimlâk edilmesine karar veril- miş. Bir diyeceğim varsa belirli bir süre içinde bildirmeliymişim. Durum apaçık ortada idi. Beni ne pahasına olursa olsun evim- den atmaya kararlı idiler. Ne yapabilirdim? Halbuki bu evi dediğim gibi Atatürk’ün de yardımı ve ısrarı ile yaptırmıştım. O bana aynı zamanda onun da bir çeşit hatırası idi. Onu kaybetmek istemiyordum. Atatürk’ün düğün hediyesi Mustafa Kemal Paşa beni ne kadar çok sever, bana ne kadar inanırdı. Onunla kardeş olsak birbirimizi daha çok sevemezdik. Rahmetli kızım Muazzez’i evlendirdiğim zaman bu evlendir- me ile en azından benim kadar meşgul olmuştu. Eğer evlenmekte olan kendi öz kızı olsa daha fazla ilgilenemezdi. Ona ayrıca düğün hediyesi olarak tam 10 bin lira vermişti. Bu parayı daha çok ciğer- 96
MURAT SERTOĞLU lerinden hasta olan yavrumun esaslı bir şekilde tedavi edilmesi için vermiş bulunuyordu. Ne yazık ki melekler kadar temiz ve iyi yürekli olan kızım Mu- azzez, bütün çabalarımıza rağmen genç yaşta bizleri gözyaşları içinde bırakarak ebediyete intikal etti. Ve hakiki meleklerin ara- sına katıldı. Ben evimde bazen okuyarak, bazen yazı yazarak, bazen de bah- çedeki çiçeklerim arasında dolaşarak, ara sıra da beni nasılsa unut- mayarak ziyaretime gelen eski silah arkadaşlarımla konuşarak va- kit geçirirken bir gün evimin telefonu çaldı. Telefonu açan az sonra yanıma gelerek bana şu haberi verdi. - “Celâl Bayar’la Tevfik Rüştü Aras ziyaretinize gelmek isti- yorlarmış. Kabul edip etmeyeceğinizi, kabul ederseniz saat kaç- ta gelmelerinin münasip olacağını soruyorlar.” Doğrusu böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Celâl Bayar’ı Baş- bakanlıktan istifasını verdiği günden beri hiç görmemiştim. Aynı şekilde Mustafa Kemal Paşa’nın da Selânik’ten beri tanıdığı ve Dı- şişleri Bakanı olarak görevlendirdiği Tevfik Rüştü Aras’ı da gör- müş değildim. Benden ne isteyebilirlerdi? Ziyaretlerinin sebebi ne olabilirdi? - “Ziyaret sebebini söylediler mi?” diye sordum. - “Hayır, bir şey söylemediler. Sadece Tevfik Rüştü Bey’in evinden telefon ediyorlarmış. Bunu söylediler.” - “Pekâlâ, mademki gelmek istiyorlarmış, saat 4’te buyursun- lar!” Demokrat Parti yeni kurulmuş, seçime girmeye hazırlanı- yordu… Memleketteki siyasi hava iyice gerginleşmişti. Ben bütün olayları sadece gazeteden takip ediyordum. Demokratlar şikâyetçiydi Demokrat Parti’nin kuruluşundan pek kısa bir süre geçtiği hal- de bu partinin memleketin hemen her tarafında geniş halk kitleleri tarafından benimsenmekte olduğu ortada idi. Demokrat Parti’nin liderleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimleri öne almasından şikayetçi idiler. İddialarına bakılacak olursa böyle davranılmasının sebebi şu idi: Demokrat Parti’nin memlekete hızla yayılmak yolunu tutmuş bulunması Halk Partisi’ni ürkütmüştü. Ve izledikleri po- litika da, Demokrat Parti henüz yayılmadan, teşkilatını tamamla- 97
MURAT SERTOĞLU 31 BAYAR, ASLINDA DP’Yİ KURTARMAK İSTİYORDU Celal Beyin “DP listesine bağımsız” girmem için yaptığı teklifi kabul ettim Celal Bayar’ın Tevfik Rüştü Aras’la birlikte bana yapmış oldu- ğu ziyaretin nedenini böylece anlamış bulunuyordum. Beni parti- lerine almak istiyorlardı. Hakikaten son zamanlarda bazı çevrelerde Celâl Bayar’ın İsmet Paşa ile anlaştığı ve Demokrat Parti’nin bir muvazaa, yani anlaş- malı parti olduğu yolunda dedikoduların çıktığı doğru idi. İstiklâl Savaşından beri tanıdığım Celâl Bayar’ın böyle bir işe tenezzül et- meyeceğini bilirdim… Kendisi ciddi bir kimse idi. Ama halkta da her zaman hakikatlerden çok dedikodulara inanmak meyli vardı. Bunu da çok iyi biliyordum. Yalnız bu kadar değil.. Demokrat Parti’nin sadece Halk Partisi ile bir muvazaa partisi olduğu söylenmiyor, onu halkın gözünden düşürmek için komünistler tarafından idare edildiği, yani komü- nist bir parti olduğu da ileri sürülüyor. Bu komünistlik meselesi öteden beri bazı şahısları lekelemek için kullanılan bir usuldü. Şimdi de Demokrat Parti için kullanıl- maya başlanmıştı. İşte ben Demokrat Partiye girecek olursam Demokrat Parti bu iki ağır suçlamadan da kurtulmuş olacaktı. Şahsiyetimi ve geçmi- şimi bütün memleket biliyordu. Benim ne bir muvazaa ne de ko- münistliğe kaymış bir partiye girmeyeceğimi bütün millet bilirdi. Memleketin demokrasi hayatına girmesinin ne derece lüzumlu olduğunu çok iyi takdir ediyordum. Ama o zamana kadar politika- ya hiç girmemiştim. Politikadan hiç hoşlanmazdım. Daha İttihat ve Terakki devrinden itibaren gördüğüm politika oyunları beni politikadan nefret ettirmişti. Kendi kendime hiç bir siyasi partiye girmemeye kararlı idim. 99
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI Celâl Bayar’a bunu açıkça söylemekten çekinmedim. Kendi- lerine başarı dilemekle beraber bir siyasi partiye girmeyeceğimi bildirdim. Demokrat Parti listesindeyim O zaman bana hemen şöyle bir teklifte bulundu: “Sizi anlıyorum Paşam! Onun için de kurmuş olduğunuz si- yasi partiye katılmanız için ısrar edecek değilim. Karar ve ka- naatlarınıza saygı duyarım. Şu halde önümüzdeki seçimlerde bağımsız olarak Demokrat Parti listesinin şeref mevkiinde yer alınız. Halk adınızı bizim listemizde görecek olursa partimiz hakkında çıkarılan dedikoduların yersizliğini anlar. Siz de ba- ğımsız bir milletvekili olarak meclise girmiş olursunuz.” Celâl Bayar’ın bu ikinci teklifi de benim için şaşırtıcı olmuştu. Demokrat Parti’ye girmemekle beraber listesinde bağımsız ola- rak yer aldığım takdirde bu parti etrafında uyandırılmak istenen şüpheler hemen ortadan kalkacaktı… Böylelikle memlekette yeni kurulmakta olan demokrasi hayatına az çok benim de bir hizme- tim dokunmuş olacaktı. Kısa süren bir tereddütten sonra Celâl Bayar’ın bu ikinci tek- lifine olumlu cevap verdim. “Eğer bunda bir fayda görüyorsanız pekâlâ” dedim. Onlar gittikten sonra yalnız kalınca uzun boylu düşündüm. Bu teklifi dediğim gibi her şeyden önce demokrasiye hizmet için ka- bul etmiştim. Her ne kadar Demokrat Parti’ye girmemiş isem de onların listesiyle seçime girmekle yine de bu partiyi desteklemiş olacaktım. Bir kere söz vermiştim Pek tabii olarak bu davranışım bazı çevrelerin şahsıma karşı besledikleri düşmanlığı bir kat daha artıracaktı. Yeni yeni saldırı- lara uğrayacaktım. Rahatım büsbütün bozulacaktı. Ben kendi köşemde hiçbir şeye karışmadan yaşadığım halde bile beni rahat bırakmamışlardı. Şimdi onlara muhalif olan bir partiyi desteklediğim anlaşılınca kim bilir başıma neler ve neler gelecekti. Bunları düşünürken bile Celâl Bayar’a verdiğim olumlu cevap- tan dolayı bir çeşit pişmanlık duyar gibi oluyordum. Düşmek üzere 100
MURAT SERTOĞLU olduğumu gördüğüm politika gayyası beni iyiden iyiye ürkütüyor- du. Ama olmuştu bir defa.. Söz vermiştim. Ve verdiğim sözü artık hiçbir şekilde geri alamazdım. Ömrüm boyunca böyle davranmıştım. Elbette bu karakterimi değiştirecek değildim. Sonradan öğrendim. Benim Demokrat Parti listesinde yer almaya razı oluşum, Demokrat Partilileri pek sevindirmiş. Parti kurucuları bu başarıdan dolayı birbirlerini kutlamışlar. Sonra da bunu bütün teşkilâta acele bir tamimle bildirmişler. Haberi gaze- telere de bildirmeyi ihmal etmediklerinden bunları da hemen yay- maktan geri kalmadılar. Böylece adım ortalıkta yeniden çalkalanmaya başladı. Aynı za- manda da Demokrat Parti’nin bir muvazaa veya komünist partisi olduğu yolunda süregelen ve geniş halk kitleleri arasında tereddüt- ler uyandıran dedikodular da bıçakla kesilir gibi kesildi. Çünkü herkes benim böyle oyunlara ve cereyanlara alet olacak bir karakterde bulunmadığımı pek güzel biliyordu. Öyle sanıyorum ki benim Demokrat Parti listesinde bağımsız olarak bile yer alma- yı kabul etmem Demokrat Parti’nin çok lehinde olmuş ve partiye doğru büyük bir halk kitlesinin kayması sonucunu vermiştir. 101
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277