Osmanlı devrinden adı bize kadar gelen en eskihattat Derviş Ali (1080)dir. YusufFehmi,Tahtacızade ve damadı Asını Efendi,Topçuoğlu Ahmed Efendi, Nâmık Efendizadc,Asım Bey daha yakın zamanlarda yetişmişlerdir.Bunların yanı başında Kadı-zade Mehmed Şerifve şakirdi Kâmil Efendi gibi müzehhip vemücellitler de vardı.VIErzurum'da kaldığım müddetçe mahallîdiyebileceğimiz musikiyi şahsî bir macera gibiyaşamıştım. Fakat ancak yıllardan sonra onunlayeniden karşılaşınca, taşıdığı ıstırap yükünüanlayabildim. Tabiî bu havaların hepsinde,olgun bir sanat kuvveti aramak, onlardan meselâbir Tellâlzade'nin veya Tab'î Mustafa Efendinin,Sadullah Ağanın, Seyyid Nuh'un veya millîhayatın her yanını yok-lamış bir deha olan DedeEfendinin eserlerinden beklediklerimizi
isteyemeyiz. Fakat bilhassa böyle olduğu içindirki kendilerini yaratan insanların malıdırlar, bizetoprağı, iklimi, hayatı, insanı, onun talihini veacılarını verirler. Bir kere zihnimize takıldıktansonra onların mucizeli bir nebat büyüyüşü ile biran gelip dört yanımızı almamaları kabil değildir.Tabiatla doğrudan doğruya temas gibi insanısaran bir hummaları vardır. Şüphesiz bu eserlerklasiklerden daha fazla geleneğe tabidirler.Herhangi bir makamdan yürük semaî,bestekârdan bestekâra geçtikçe ayrı bir şey olur.Fakat bir mayanın, bir hoyratın değişmesineimkân yoktur. Asırların hazırladığı bu kadeh,olduğu gibi kalacak, içine dökülen her şeyekendi hususî lezzetini verecektir. Bu itibarlaçeşnisi ancak coğrafyaya tâbi olan bir üslûptur,denebilir.Bu türkülerle şarkıların hepsinin Erzurum'unkendi malı olduğu iddia edilemez. Bazıları
Erzurum'da doğmuşlardır. Bir kısmındaAzerbaycan ile Kafkasya ile sıkı münasebetindoğurduğu tuhaf bir çeşni, bütün melezşeylerdeki o marazî hislilik vardır. Birtakımhoyratlar, mayalar bütün Bingöl havalisininmalıdır; Bingöl çobanlarının koyun otlatırkençaldıkları kaval nağmelerinden izler taşırlar.Bunların bazıları, bu çobanların ıssız dağlarınbirinden öbürüne Önleyişlerine benzeyenseslerle başlar. Bir kısmı, biraz sonrabahsedeceğim Yemen Türküsü gibi Harputağzıdır. Bazısı İstanbul'da çıkmış, kervanyoluyla Zigana'yı, Kop'u; yahut da Samsun.Sivas. Erzincan yoluyla Sansa'yı geçerekuğradığı yerlerden bir yığın hususîlik alarakErzurum'a gelmiştir. Kiminin bestesi yerli, sözübaşka yerlerdendir. Kiminde dışarıdan gelenbeste, makamın biraz daha üstüne basmak yahutkararını değiştirmek suretiyle yerlileşmiş, bu
dağların, yaylanın malı olmuştur. Fakat hepsibirden bize büyülü bir ayna gibi Erzurum'u,gurbeti verirler. Bunlar arasında YaylaTürküsü'nü başta sayabiliriz:Yaz gelende, çıkarn yayla başına Kurban olaıntoprağına, taşma Zalim felek ağu kattı aşıma,Ağam nerden aşar yolu yaylanın?diye başlayan bu acayip kudretli ıstırap, hangiümitsiz gurbetten doğmuştur? Hangi zindandahavasızlıktan boğulduktan sonra, ruh birdenbirebu geniş, bu hür havaya kavuşur; bu çimen, tazesağılmış süt, koyun sürüsü, kır çiçeği kokusunu,bu dalga dalga büyük dağlar rüzgârını neredenbulmuştur? Sıla hasreti bu kadar geniş birbayrağı pek az açmıştır. Ses bir kartal gibisüzülüp yükseldikçe ruhumuzu da beraberindesürüklüyor. Yolda sevdiklerini eke eke kendiniSuşehri'nde veya Sivas'ta bulmuş hangi biçare,sadece hatırlamanın kuvvetiyle bu yükseklere
erişti?Yemen Türküsü'nü okuyalım:Mızıka çalındı, düğün mü sandın? Al beyazbayrağı gelin mi sandın? Yemen 'e gideni gelirmi sandın?Dön gel ağam, dön gel, dayanamiram, Uykugaflet basmış, uyanamiram, Ağam öldüğüneinanamiram... Ağamı yolladım Yemen eline,Çifte tabancalar takmış beline Ayrılmak olur mutaze geline?(Döşeme)Akşam olur, mumlar yanar karşımda. Bu ayrılıkcümle âlem başında. Gündüz hayalimde, gecedüşümde.(Döşeme)Koyun gelir, kuzusunun adı yok, Sıralanmışküleklerin südü yok, Ağamsız da bu yerlerin tadıyok.
(Döşeme)Baştaki üç mısra \"Ey Gaziler\"de vardır. Fakatdöşemeler mahallidir. Yemen Türküsü ile onabenzer türküler, Anadolu'nun iç romanınıyaparlar.Bulgar komitacıları, ceplerinde Abdülaziz Han'ahitap eden istidalarla Balkan dağlarında Türkvatanının birliğine pusu kurarlarken Anadolukadınları redif, ihtiyat, müstahfaz adlarıylaevlerinden alınan, bir daha memleketlerinedönemeyen erkeklerine ağlıyorlardı. Fakat bizimacılarımız nedense hapsedilmeye mahkûmdur.Onlar, dinlenilmesi sadece tesadüfe bağlı birkaçtürküde yaşıyor... Bugünkü nesil ortadançekilince belki onlar da kaybolacak. Yemen,Anadolu'nun çektiği acıların bir parçası, hattâ enküçüğüdür. Daha acıklısı var: Verimsiz birtoprağın getirdiklerine beş on kuruş eklemekiçin memleketinden ayrılıp İstanbul sokaklarında
kaybolan zavallılara arkada kalanlarınhasreti...\"Di gel,di gel,dadaş gel!...\" diye atılançığlıklar, bu toprağın üstünde yaşayanların asılromanlarını, şartların, zaruretlerin gerçek yüzünüverirler. Bunların birinden aldığım:Çerden çöpten yuva kurdum. Uçurmadan balaben...beytinin bütün bir hayat destanı olabilmesi içinbir an gerçek bir romancı muhayyilesineçarpması yeter.Bu halk havaları içinde beni en çok saran \"BillurPiyale\" oldu:Nezaket vakfında serv-i bülendim, Salın reftâregel yasemenlikte. Kimseler görmemiş, canımefendim. Sen gibi bir dilber gülbedenlikte.Bezme teşrif eyle, ey çeşın-i âfet! Bu şeb hanehalvet, eyle muhabbet Baş üzre yerin var, teklifne hacet? Sen bir gülsün gezme, her dikenlikte
Çağırırım, çağırırım yanıma gelmez. Bülbüldenöğrenmiş, dikene konmaz, Yüz bin öğüt versembiri kâr etmez Aslı da beyzadelim, sen safageldin! Billur piyalelim, bize mi geldin?Bin türlü acemiliği, saflığı içinde, bu küçükparça başlan aşağı incelik, zevk, lezzettir.Gerçekten billur bir kadeh... Belki büyük birgeleneğin son tezgâhında yapıldığı için küçükbir çatlaklığı, tadını artıran bir donukluğu var.Fakat meselâ Behzad'ın elinden çıkmış birminyatür kopyası gibi bütün bir tarz, bütün biredadır... Asıl güzel tarafı, bu küçük billurdanbütün zevki, hayatı, düşünceyi, zamantelâkkisini fışkırtan bestedir. Esnaf sıragezmelerinde söylendiği tahmin edilen butürküye Orta Anadolu'da da rastlanıyor. FakatErzurum'da şimdi artık sesini bir dahaduyamayacağım Hafız Faruk'tan dinlediğimşeklinde, oraya mahsus bir çeşni ayrılığı
gösterdiği, tadının daha keskinleştiğimuhakkaktır. \"Billur Piyale\" bizi, \"mahallîklasik\" adını verebileceğimiz orta sınıfmusikisine götürür. Bu sınıf musikisinin dahabelli hususîlikler taşıyan eserlerine geçmedenönce, iki türküden bahsetmek istiyorum.Bunlardan biri \"Billur Piyale\" gibi oyun havasıolan \"Sarı Gelin\"dir. \"Erzurum çarşı pazar\" diyebaşlayan bu türkünün canlandırma kudretinedaima hayran oldum. İkincisi \"Yıldız Türküsü\"diye tanıdığımız parçadır. Bu türküde insan sesiyıldız parıltılarıyla, onların bu iklimde her şeyesindirdikleri talih sezişiyle, bir nevi hurafeyiandıran bir korkuyla dolup boşalır. Sonunadoğru çeşit çeşit renkler her yanınızı esrarlı birşafak ışığıyla sararlar. Bir billur prizmada ömrünrüyasını seyredersiniz. Sözlerinde sert, hoyratTanrı çehresiyle geçen Kervankıran'a rağmen butürküde hiçbir büyüklük kaygısı yoktur. Daha
ziyade, penceresinden ayı ilk defa gören birçocuğun mırıldandığı o garip şeyler gibi, yarıduaya, yarı türküye benzer. Fakat belki debunun için bizi sırrın tâ ortasına atar.Son zamanlarında ölen Hacı Hafız Hâmid'inTatyan bestesi, Erzurumlu Kâmi adında bir şairinböyle bir şiirinden birdenbire altın çizgilerinhendesesini fışkırtan acayip bir besteErzurum'un mahallî klasiğine en güzel örnektir.Doğu ve şimaldoğu tesirinin az. çok karıştığıbirkaç beste bu sıraya konmalıdır. Tatyan'dandaha pürüzsüz, daha temizi şehrin büyükhemşehrilerinden biri olan, ondanMarifetnaıne'sınde \"belde-i tayyibemiz Erzurum-ı rif'atlüzum\" diye bahseden İbrahim Hakkı'nın\"Su\" manzumesinin bestesidir.Su vâdi-i hayrette Her seng ile ceng eylerDeryasına vuslatta Aheng-i peleııg eylerSu havza kudüm eyler Şevkiyle hücum eyler
Geh nağme-i Rum eyler Geh raks-ı Frenk eylerkıt'aları bu mutasavvıf âlimin akike veyayıldıztaşına kazılmış o eski mühürleri andıran:Hiç ummadığın yerde Nâgâlı açılır perdeDerman erişir derdeMevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.beşliğini aratmayacak kadar kuvvetlidir.Erzurum'da öteden beri devam eden bu iki başlımusiki geleneğinin son vârisi şimdi erkenölümüne o kadar yandığımız Faruk Kaleli idi.Bu süzme insan o kadar bu musikiyle hemhalyaşamıştı ki, halim yüzü, Hüseynî'den henüzkanatlanmış bir nağmeye benzerdi. Şimdi, arasıra radyoda onun repertuarından bir türküyetesadüf ettiğim zaman 1924 yazında bu havalarıdinlediğim günleri büsbütün başka bir hasretlehatırlıyorum. Yine onun söyledikleri arasındaBursalı İsmail Hakkı'nın bir Celvetî nefesi vardı
ki, hem güftesi, hem bestesi ile unutulmamasılâzım gelen eserler arasındadır.Büyük Harp'ten önceki yıllarda Erzurum'dayaşayan Kolağası Ali Rıza Bey de, gelecekşöhretini eğer bu repertuar tamamıyle diske vetele alınmışsa Faruk Kaleli'ye borçlu kalacaktır.Hasanka-le ılıcasında kubbeyi tepesinden atacakkadar gür sesiyle besteler okuyan bu coşkunadamın tekke şiirinin tarihinde bir yeri olmasılâzımdır. Onun şair Fâizi'nin:Taam U emn ü âsâyiş gibi bir nimetim vardır.mısraını ihtiva eden gazelini tahmis ederekyaptığı beste, Ey gönül, içmek dilersen cam-ıCem Dem bu demdir, dem bu demdir, dem budem. diye başlayan nefes, unutulmamasıgereken eserlerdendir.Şimdi o kadar sene üzerinden bütün bu besteleri,mayalan, hoyratları, Zihnî, Sümmânî, ağızlarınıdinlediğim zaman bakıyorum, musikinin,
nağmenin bir topluluğun hayatındaki yerinianlıyorum:Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imişdiyorum. Çünkü nağmenin kadehi kendisineboşaltılanı sonuna kadar saklıyor.VIIErzurum'a üçüncü gidişim İkinci CihanHarbi'nin son yıllarında idi. Yataklı vagondayolculuk şüphesiz çok rahat bir şey. Fakat insanıgarip bir surette etrafından ayırıyor; âdeta eskimânasında yolculuğu öldürüyor. Bir mermi gibisağla solla temas etmek fırsatını bulmadan,gideceğiniz yere sadece yanınızda götürdüğünüzşeylerle varıyorsunuz. Falan istasyondanüzülerek veya sevinerek biniyorsunuz, birbaşkasında esneyerek iniyorsunuz. İkisininarasına, kitaplarınızın, her günkü endişeleriniziniçinden, ancak şöyle bir göz atılabilen bir iki
manzara girebiliyor. Asıl yolculuğu galibaüçüncü mevki vagonlarda aramak lâzım. Gerçekhayatı halk arasına aramak lâzım geldiği gibi...Çünkü orada insanlarla en geniş mânasındatemas var.Her istasyonda inen, binen, gidip gelen, ağlayan,sızlayan halkın arasında insan eski yolculuğunmânasını yapan hana, kervana yaklaşmış oluyor.Hanlar, kervansaraylar... İşte eski yolculuklarınsihrini yapan şeyler... Bir kervana katılmak, birhanda gecelemek... Bir gece için tanışmak, ertesisabah ayrılmak, hayatına bir şey katmak şartıylagörmek... Binbirgece'den Gil Blas'a kadar, eskihikâyeler bu cins tesadüflerle doludur. Onlaryolculuğu zengin bir tecrübe hâline getirirdi.Bugünkü yolculuk ise, tabiî bu harpte olduğugibi fevkalade hâller bir yana bırakılırsa, sadeceyerinde iyi kötü bir anket olabiliyor.Bu üçüncü gidişimde Erzurum'u bir öncekine
nisbetle daha çok toparlanmış, gelişmiş buldum.Yaralar dinmişti. Araya zaman dediğimiz büyükyapıcı girmişti. İnsan ömrü, unutmanın şerbetineyiyecek P.adar muhtaç. Yeni hayatın eşiğindeErzurum eskiyi, bir başka âlemi hatırlar gibihatırlıyordu: Yakıcı yaz güneşinin altında parçaparça dökülen, toz hâline gelen eski şehirle yeniyapılan beton binalar arasındaki farklar büyüktü.Fakat asıl beni sevindiren, düşündüren şey,istihsalin zaferini gördüğüm noktalar oldu.Şehir,iktisadî hayatının yeni baştandüzenleneceği günleri bekleyedur-sun; verimli,zengin toprak, köyleri yeniden kurmuştu.Erzurum çarşısında gezerken rastladığım kalınsiyah sağlam paltolarını giymiş dev yapılı, uzunsakallı, keskin bakışlı Daphan köylülerininkıyafetinde ve hemen o gece gittiğimiz Cinis'te,asıl yayla köylerinde bunu farketmemekimkânsızdı.
Cinis'te vaktiyle lastik tekerlekli paytonlaAşkale'ye gidip gelen beyleri bulamadık.Emekle, zevkle yetiştirilmiş gül bahçeleri gibionlar da kaybolmuştu. Şimdi onların çocukları,köylülerle aynı refah seviyesinde değilse bile,aynı çalışma şartlan içinde yaşıyorlardı. Hepsi detoprağının başında duruyor, gündelik çalışmayakatılıyor, çuval kaldırıp yüklüyor, arabasına atkoşuyor, değirmenin suyunu, patatesin ekilmevaktini düşünüyor, harman makinesininyokluğundan, Ziraat Bankası'nın ticarî kredişeklinden şikayet ediyorlardı. Bana asılehemmiyetli gelen şey, kendisiyle uğraşanatoprağın gülmesiydi.Eski Cinis beylerinin torunları, muhacirliktensonra baba yurtlarına döndükleri zaman yemekiçin bir çuval bulgurla, Kars'tan tedarik ettikleribir çift öküzle işe başlamışlardı. Fakat toprakonlara gülmüştü. On yıl sonra köy ekinleriyle
hayvanlarıyla yeniden kurulmuştu. Köyün\"emvali metruke\"sini topraksızlara dağıtanMıılahhar Beyin bu başarıdaki payına işaretetmek isterim. Cinis'te onun misafiri idim.Dünyada bundan sevimli insan bulamazsınız.Çiftçiliği bir macera gibi yaşıyordu. Yorulmaknedir bilmiyordu. Nitekim o kadar güçlükleCinis'i kurduktan on dört yıl kadar sonra bireşkiya baskınına uğramış, gene tohumdanhayvana, halıdan elbiseye kadar ne varsa eldengitmişti. Şu halde benim gördüğüm, beş evinderadyo çalınan köyün hakiki geçmişi on yıllıktı.Gene aynı aileden Naci Beyin evinde bize şerbetikram ettikleri gümüş takım bir yana bırakılırsa,geçmiş zamanın servetinden yaşlılarınhâtırasında kalanlardan başka hiçbir miras yokgibiydi. Bununla beraber köy mesuttu,refahlıydı.Bir öğle yemeğini yediğimiz Germeşevi
sırtlarında iki bin hayvan otluyordu. Küçük birkaynak başında halkalanarak geviş getiren onbeş kadar öküze baktım: ebediyetlerinde vakarlı,arızasız sessizlikleri içinde dalgın duranOlimposlulara benziyorlardı. Geniş gövdeleri arasıra bir sarsıntı geçiriyor, adaleli boyunlarıgeriliyor, şöyle bir gerdan kırışla bir sineğikovalıyorlar, sonra siyah, ıslak çeneleri geneeski yerine dönüyor; gene aynı rüya bir iplikhâlinde ağızlarında sarkıyordu.Köy toplanınca yeniden geleneklerini,türkülerini bulmuştu. Aynı akşam, gece yarısınadoğru, Gemeşevi'den lüks lambalarıyla inerkengözlerimin önünde o eski âlem canlandı.Anadolu, getirdiği tecrübelerle yıkılmamış,sadece ders almıştı. Dört gün süren bu misafirlikbana bir kütüphane kadar faydalı oldu.İki Cinisli'den bahsedeyim: bunlardan biri,düveninde arslanların çektiği arabasında bir
Semiramis gibi kurulmuş on iki, on üçyaşlarında bir küçük kızdır. Etrafında parlayan,uçuşan, yüzünü okşayan samanın altın parıltısıiçinde kumral saçları, daha koyu görünüyordu.Küçücük esmer yüzü, sanki topraktan yeniçıkarılmış bir eski madalyondu. Çok temiz,düzgün profili, vakarın, güzellik şuurununyarattığı bir hava içinde yüzüyor gibiydi.Düveninde üstünde hiç kimseye bakmadan,dimdik duruyor, rüzgâr çarptıkça vücudunadaha sıkı sarılan yırtık entarisinin içinde küçük,ölçülü vücudu, bir midye kabuğunun düzgüninhinasıyla, birkaç sene sonra gelişecekkadınlığın bütün güzelliğini müjdeliyordu. Ertesigün ona yolda rastgeldik. Düve-ninden inmişolması kendisini küçültmemişti. Karpuz tarlalarıarası-naki küçük yolda aynı sade vakarlayanımızdan geçip gitti.İkincisi, Mutahhar'ın bahçesinin duvarından
konuştuğumuz ihtiyar çiftçi idi. Dinç, kır sakallı,gür kaşlı, uzun boylu bir ihtiyar. Seksen yaşındaimiş. Hâlâ bir toprak tanrısı gibi sağlamdı.Elindeki değneğe dayanarak bizimle vakarlı,saygılı konuştu. Yanında ortakçı olarak çalıştığıMutahhar'a onun dostları bildiği bizleregösterdiği saygı içinde, toprağa yakın olduğuiçin kendisini Tann'ya daha yakın bulmanınşuurunu, gururunu duymamak kabil değildi.Bu bir insan değil, âdeta, yaşlı bir çınardı. Birara yerden bir avuç saman aldı,ellerinin arasındabir nezri yerine getirir gibi oğuşturup havayaüfledi. Bütün hareketlerine baktım; tabiatınyetiştirici kuvvetlerine bir ibadet gibiydi.Geleceğimiz gün onu oğluyla, torunlarıyla geneaynı yerde çalışırken gördük. Soyunun sopununiçinde mesut bir Kitab-ı Mukaddes ihtiyarısandık. Bu iki Cinisli bana insanoğlunun sadece
toprakla temas ederek yaptığı bir arınmanınmuzaffer, ilâhî mahsulleri gibi geldi.Cinis'ten içimde, biri ölümünün eşiğindebekleyen, öbürü hayatın kapısından henüzgirmiş bu iki insanın bende uyandırdığı bir yığındüşünce ile ayrıldım. Harp yıllarının iskelettakırtılarıyla dolu dünyası içinde, dört bir yanıkavrayan yangın ortasında, onlar benim içinyeni bir âlemin, asıl insanlığın dersini verirgibiydiler. İnsanlar çalışırken ne kadar mesutoluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerindekavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi nekadar güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor! Sonrainsanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıldeğişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, canyakın oluyor, hiçbir şey kendi alın teri kadar birinsanı tatmin edemez. Çalışan insan kendivarlığında hüküm süren bir ahengi bütün kâinatanakleder. Hayatın biricik nizamı bu ahengin
kendisi olmalıdır. Böyle olunca her şey değişir,peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz.Şüphesiz bugünün büyük meseleleri var. Fakathiçbiri kanla halledilemeyecek, insan ruhu kendigerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek.Erzincan ile Erzurum arasında her gün işleyenküçük trende -sadece bu trenin varlığınıdüşünmek aradaki bu yirmi yılın nasıl geçtiğinigösterir- izinli asker, tedaviye giden çocuk, işadamı, düğün davetlisi, hepsi ayrı ayrı sebeplerlebu trene binmiş bir yığın kadın, erkek, köylü,kasabalı halk arasında zihnim hep budüşüncelerle doluydu. Ayakta zengin ovayıseyrediyorduk. İkide bir, Karasu'nun biryanından bir pelikan kalkıyor, havada geniş birkavisle etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonraovanın içinde süzülüp gidiyordu.Cinisli ihtiyarla küçük kızın bende uyandırdığı
hayallerden kurtulamıyorum. Kendi kendime\"İstinat noktasını bulmadıktan sonra, kuvvet,hattâ manivela neye yarar?\" diyorum. Bu noktainsanoğlunun iyiye, güzele olankabiliyetlerinden başka ne olabilir? Bukabiliyetleri hayatta üstün kılacak bir dünyayıaramalıyız. Türkiye bunu en iyi şekildebaşarabilecek bir mevkide. Henüz yolunbaşındayız. Geniş ve hür bir vatanımız var.Milletimiz de çok kabiliyetli. Ona, içindekendisini gerçekleştirecek büyük, planlı bir işhayatını açmak lâzım. Cumhuriyet, yirmi yıldanberi birçok şeyler yaptı. Şartlar düşünülürsebundan daha büyük başarı olamaz. Yedi cepheartığı bir avuç okuryazarla işe başladı. Şimdiyurdun istediği yerinde bilgili adam, teknikadamı yığabiliyor. Şimdi hayatı daha vuzuhlafethedebilecek durumdayız. Realiteyi dahayakından, daha iyi görüyoruz. Bu görüşü
planlamak lâzım.\"Bu düşünceler arasında Ilıca'ya geldik. O kadartarih hâtırasını toplayan bu ılıcayı akşam, bizdenönce zaptetmiş ne IV. Murad'ı, ne EvliyaÇelebi'nin anlattığı Zurnazen Mustafa Paşayıdüşünebildim. Hattâ hamamdan yeni çıkmış,havlular içinde, elinde büyük tiryaki fincanıkahve, etrafındakilerle şakalaşarak keyif çatanbir Evliya Çelebi hayali bile beni sarmadı.Trene bir yığın insan bindi. Hepsinin yüzündeaçık havanın, sıcak suyun izleri var. Çocuklarınyüzleri bir meyva gibi taze.'fren yavaş yavaşşehre giriyor. Yayla gecesi avının üstünesıçramış büyük bir kuş gibi her yanı sarıyor.Dört yanımı alan büyük insan kalabalığınarağmen derin bir gurbetle mumyalaşmış, küçük,çok küçük bir şey oluyorum. Bir yığın sezişlerarasında, geniş, karanlık bir suda imişim gibi, busu ile beraber akıyorum.
VIIIErzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse,bu yükseklik daima göz önünde tutulmasıgereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi'nin açtığıgedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilkfethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir.Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, MillîMücadele'nin ilk temeli gene Erzurum'da atılır.Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesiilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk,Erzurum'dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibioradan Anadolu'nun içine doğru yürür; oradanbaşlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihihaklan adına yeni baştan fethederiz.Bu iki hâdise arasında iki imparatorluk tarihi, butarihin acı. tatlı bir yığın tecrübesi içindemeydana gelmiş bir cemiyet ruhu, bir milletterbiyesi, bir hayat görüşü, bir zevk, sanat
anlayışı kısacası, dünkü, bugünkü çehrelerimizlebiz varız. Onun içindir ki Erzurum Kalesi'nigezerken gözümün önünde olan şeylerden çokbaşkalarını görür gibiydim. Sanki vatanaçatısından bakıyordum.Bu çok güzel bir gündü. İlk önce camileri, başıboş dolaşmıştık. Yolda karşılaştığımıztanıdıklarla durup konuşuyor, her açık dükkânabir kere uğruyorduk. Kendimi yirmi yıl önce.Erzurum'da, lisede edebiyat muallimi olduğumzamana dönmüş sandım.Nihayet Kale'ye çıktık. Tepesi uçtuğu için TepsiMinare denen eski Selçuk Kulesi'nden, 1916Şubat'ında ordusunun ricalini temin için çocuğu,kadını sipere koşan destanî şehri seyre başladık.Önümüzde henüz sararmaya yüz tutmuşekinleriyle emsalsiz bir panoramadalgalanıyordu. Doğu, cenupdoğu tarafındaçıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle,
ağaçlık su başlarıyla, enginliğiylc ovabaşlıyordu. Daha uzakta, Anadolu'nun şiir,gurbet kaynağı olan. halkımızın duyuşundaki okeskin hüznün belki de sırrını veren dağlarvardı. Günün büyük bir kısmını orada geçirdik.Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, BelediyeBahçesi'nin biraz ötesindeki yeni bir ilk okulbinasına girdik. Erzurum taşı dururkençimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz.Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda.Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarîninaleyhinde oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor.Erzurum taşı, Ankara taşı gibi çok kullanışlı. Hergirdiği yere âbide asilliği veren bir mimarîmalzemesidir.İlk okul şirin, konforlu. Yirmi yıl öncegördüğüm yapıların hiçbirine benzemiyor.Bütün ovayı ayağımızın altına seren taraçasında,emsalsiz bir gurup karşısında çaylarımızı içtik.
Güneş, bulutsuz, dümdüz bir gökte, olduğumuzyerden daha yassılaşmış, ovaya karışmışgörünen Kop Dağı ile Balkaya'nın arasınainmeye hazırlanıyordu. Ne gökyüzü kızarmış, negüneşin rengi değişmişti; hafif bir sarılıktanbaşka hiçbir batı alâmeti yoktu. Bütün değişiklikovada idi.İlkin dağların etekleri gümüş bir zırha benzeyenbir çizgiyle ovadan ayrıldı. Sonra düştüğü yerdesanki külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış birsu gibi, bütün ovayı kapladı, toprağın, ekininrengini sildi. Gözümüzün önünde sadece ışıktanbir göl meydana gelmişti. Bütün ova billurdöşenmiş gibi parlıyordu. Dağlar bu cilâlı satıhüzerinde yüzer gibiydiler. Güneş batacağı yereiyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasındankalkan tozlar, bu gölün üstünde altın yelkenlergibi sallanmaya başladılar. Bu bir akşam saatideğil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde
toplanan bir masal mu-sikişiydi. Zaten güneş okadar sakin, o kadar hareketsiz bir halde al-çalıyordu ki dikkatimiz ister istemezgözlerimizden ziyade kulaklarımızdatoplanmıştı. Hepimizde çok derin, çok esrarlı birşeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı büyük birduayı dinler gibi bir hâl vardı. Sonra bu billuraynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyuışık nehirleri taşmaya başladı. Nihayet güneş ikidağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık,olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak derinderin ürperdi. Ova yavaş yavaş saf gümüştenerimiş altın rengine, ondan da akşam saatlerininesmerliğine geçti.O gece Erzurum'dan ayrılıyorduk. Biz trenebinmek için yola çıktığımız saatte 3 Temmuz1919'un şehri 30 Ağustos zaferini kutluyordu.KONYA
I
Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibikendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır.Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermektenhoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girinsizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı birarazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, birrüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmelerisusuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun herdirseğinde siline kaybo-la büyür, genişler vesonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrindebulursunuz.Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden deböyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başınayaşamaktan hoşlanan, dışardan gösterişsiz, içtenzengin Orta Anadolu insanına benzer. Onuyakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice
karışmanız lâzımdır. Ancak o zamançeşmelerinden akan Çarbağ sularının teganniettiği sırrı, zengin işlenmiş kapıların ardındasırmalı çarşafı içinde çömelmiş eski zamankadınlarını andıran Selçuk âbidelerinin büyüklükrüyasını, türkü ve oyun havalarının hüznünü vebu oyunların ten yorgunluğunu duyabilirsiniz.Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendiâlemine taşır, yahut da ona sonuna kadaryabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadınıalabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmeklâzımdır. Konya tıpkı Mevlevîlik gibi bir neviiniriation ister.Bu alışma bittikten sonra şehir yavaş yavaş size,tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdiktensonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu vegençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başıboş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve
sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar. Vesiz dinlediğiniz bu hikâyelerin arasındansevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayranolduğunuz kadını nasıl şimdi küçük ve nazlı birçocuk, biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilkaşkların, heyecanların içinde henüz çoktecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiçtanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin,cazibenin, tuhaflığın, korku ve telâşın, azabınarasından onu başka bir mahlûk gibi sevmeyebaşlarsanız, Konya'yı da bu yeni tanıdığınızhüviyetiyle öyle yeni baştan, onunla beraber bugeçmiş zamanına eğilerek ve âdeta ona hasretçekerek ve artık bu maziyi ve onun kudretiniiyice tanıdığınız için onun arasından bütünbütün sizin olacağına bir türlü inanmayaraksever ve tanırsınız.O zaman mektep kitaplarında okuduğunuz, fakatsergüzeştlerini bir türlü bir çerçeveye
sıkıştıramadığınız için muhayyilenizinboşluğunda silâhlan, muzaffer orduları veyahazin talihleriyle yersiz yurtsuz gölgeler gibidolaşan bir yığın insan sizin için başka türlücanlanır. Etrafınızı kınları ve altın kabzalarımücevherlerle süslü, çeliklerinde âyetler veŞehname beyitleri yazılı, ağır, eski zamankılıçlarına benzeyen bir yığın hükümdar ve vezirismi alır. Kur'an'öan, Şehnâme'den ve OğuzDestaıu'ndan beraberce koparılmış mücevherlerebenzeyen bu Selçuk adları... Müslüman Asya'nınbüyüklük ve debdebe nâmına tanıdığı şeylerinhepsi bu adlarda ve onları sanki ağır sırmalıkaftanlarla, ince örgülü, gümüş ve altını bolzırhlarla giydiren, başlarına taçlar gibi oturtanyahut da bu isimlerin etrafında doğduklarımemleketten, kazandıkları muharebeden o kadarhatırlatıcı zeminler yapan, çoğu halifemenşurlarıyla gelmiş lakap ve unvanlardadır.
Kendi kendimize, \"Demek bu vatanı, iki asıriçinde ve o kadar meş'um hâdiseler arasında,bazen de tam tersine işleyen bir talihin66cilvelerine, her tarihi bir kör döğüşü yapanihtiraslara, kinlere, felâketlere rağmen fethedenve o arada yeni bir milletin, yeni bir dilindoğmasını sağlayan adamlar burada, bu şehirdeyaşadılar.\"Haçlı seferlerinin ve Bizans saldırışlarının herşeyi yıkacak gibi göründüğü o felâketli yıllardaAnadolu'nun içinde bir şimşek gibi dolaşan I.Kılıç Arslan Konya'yı payitaht yaptığı günlerde,belki de benim şu anda bulunduğum yerlerdedolaştı, durdu, düşündü, çetin kararlar verdi.Mesut akıbeti o kadar meçhul Eskişehirmuharebesini kazandıktan sonra bu şehredöndü.\"II. Kılıç Arslan payitahtını zapteden Üçüncü
Haçlı Ordusu ile, onun masal yüzlü kumandanıFrederik Barborosa ile şimdi Alâ-eddin Tepesidediğimiz bu iç kalede sulh müzakereleri yaptıve oğulları ile arasındaki anlaşmazlık yüzündenverdiği sözü tutamadığı için açlıktan veemniyetsizlikten yarıya inen bu yüz bin kişilikordunun Toros eteklerinde büsbütün ufalıpkaybolması için şehri ateşe-verip çıkıp gidişini,yine bu tepeden, şimdi harabesi bile kalmamışköşkünde seyretti.\"Gıyaseddin Keyhüsrev ağabeysi RükneddinSüleyman'ın kuvvetlerine dayanamayacağınıanlayınca iki oğlunu Konyalılara emanet ederekbu şehirden kaçtı. Sonra onun ölümünü haberalınca yine buraya geldi. Burada kendisine biatettiler. Hemen hemen kendisi kadar büyük birasker olan ağabeysi, zalim ve hastalıklı İz-zeddin Keykâvus veremden ölmeseydi ömrüboyunca Malatya etrafındaki kalelerde
çürüyecek olan Alâeddin Keykubad'ı, şehir şugördüğüm ovada, beş yüz çadırı birden taşıyanarabalarla, yere serilen halılar ve kumaşlarla vepencerelerden uzanmış kadın başlarıyla o kadarparlak şekilde karşılayamazdı.\"Bu büyük padişah her biri bir ihtiyacıkarşılayan o mühim seferlerini, çok hesaplı vedaima sağlam politikasını, hep buralardahazırladı. Celâleddin Harezmşah'ın elçileriniburada kabul etti, Hü-lâgû'nun tâbiyet tekliflerinio kadar gururla, telâşsız ve vekârla reddetti.Oğlu akılsız, iradesiz II. Keyhüsrev'in -kandırdığı ümera la tarafından zehirlenince-cenazesi yine buraya, bu şehre getirildi\" ve bukonuşma sonuna kadar böyle devam eder.Selçuk tarihi denen o büyük portreler galerisiartık sizin için açılmıştır. Padişahların yanıbaşında bir yığın vezir, teşrifatçı, çaş-nigir başı,emirülümera, candar gelir. Sadeddin Köpek,
Seyfeddin Ayba, Emîr Mübarizeddin, azadlı veyeni Müslüman olmuş bir köle iken vezirliğekadar yükselen ve efendileri padişahların bilekendisine \"Allah'ın yeryüzündeki evliyası\" diyemektup ve ferman yazdıkları CeiâleddinKaratay, tıpkı onun gibi Anadolu'yu Sivas'akadar bir yığın âbide ile donatan ve şimdiKonya'da kendi camiinde yatan sabırlı, hakîm,nekbet anlarına tahammüllü hâdiselerin azdığızamanlarda kendisini korumayı bilen Sahip Ata,vezirliği ilk tekliflerde daima reddeden, sonra dahiç istemeden, hep başkalarının teklifiyle vehattâ onların tertip ettiği komplolarla birkaç defarakiplerini ortadan kaldıran, hattâ yinebaşkalarının teklif ve ısrarı ile İzzeddinKeykâvus'un karısı ile evlenerek tam Atabekolan, daima riyakâr, bir gözü daima yaşlı, şair,hattat, musikişinas, büyük âlim, münşî, zevkadamı, Sahip Şemseddin Isfahanî, Moğol, Mısır
politikası ve dahilî karışıklıklar arasında bazenüç dört kozu birden oynamaktan çekinmeyen,tahta padişahlar çıkartıp indiren kafasındatirkeşindeki oktan ziyade hile ve tedbir bulunano son derece zekî, ince hesaplı, bir inkırazdevrinin bütün meziyet ve reziletleriyle rahatçagiyinmiş, büyük âlim, kudretli cenk adamıMuinüddin Pervane...Alâeddin Keykubad'ın çehresi, bu kalabalığınortasında Selçuk tarihinin ve zevkinin bütünçizgilerini toplayan bir hatt-ı bâlâ gibi yükselir.Çünkü iki asır evvelinden Fatih'i hattâ SultanCem'i müjdeleyen bu levent, cengâver, incehesaplı politikacı, zaman zaman şair, belki demimar -Konya kalesinin, Kubadâbâd'ın ve Ku-badiye'nin planlarını kendisinin yaptığı söylenir-dindar, sırasında zalim, alabildiğine sabırsızfakat daima zevkli, daima ileri görüşlühükümdar, bir medeniyetin klâsik enmuzeci
olarak yaratılmış insanlardandır. Altı yaşındatahta çıkmağa hak kazanan, mahpus bir misafirgibi yaşadığı Sultan Sencer'in sarayındankaçarak, daha ziyade gailesi bir ömrüdolduracak bir mirasa benzeyen yeni devletininbaşına geçen, henüz akıbeti meçhul bir istilâyıHaçlı seferlerinin fırtınası arasında tam birkurtuluş hâlinde getiren I. Kılıç Ars-lan'dabaşlayan çizgiler, onda yerine oturmuş zevkle,şiirle ve bin türlü incelikle tamamlanmıştır.Alâeddin Keykubad, o kadar mensup olduğumedeniyettir ki, Selçuk tarihi âdeta onu evvelâbabası Gıyaseddin Keyhüsrev'de, sonraağabeysinde çizgi çizgi aramış gibidir. Ve sankiaradığı şeyin onda tamamlandığını görmüş gibisilik bir gölgesi olan oğlundan sonra vezirleregeçer.IIAnadolu Türklerinin tarihi iki korkunç hâdise
arasında sıkışmış gibidir. Bunlardan birincisiAnadolu fatihi Kutalmıışoğlu SultanSüleyman'dan biraz sonra, 1097'de, biraz da bufethin Hrisli-yan âleminde tepkisi olarakbaşlayan Haçlılar seferidir. Bu seferlerin entehlikelisi olan bu ilk seferde yeni beylik sadeceilk payitahtı olan İznik'i kaybetmez, fethedilenarazinin bir kısmı da elden çıkar. Hattâbaşlangıcında Bizans İmparatorluğu bir çeşitsatvet bile kazanır ve yeniden Anadolu içerisinesarkar. Ayrıca büyük merkezler etrafındabaşladığını tahmin ettiğimiz yerleşme hareketi detabiatıyla durur. Anadolu'nun politika ve kültürtarihinde daima mühim rol oynayan göçebeliğin,o kadar uzun sürmesinde Moğol istilâsı kadarolmamakla beraber bu ilk Haçlılar seferinin veonun serpintilerinin ve 1176 tarihindeki üçüncüHaçlı seferinin de bir payı olsa gerektir.Bununla beraber Suriye limanlarını iki asır için
devamlı bir harp sahası yapması yüzündenkervan yollarının değişmesine sebep olan buHaçlı seferlerinin yeni teşekkülün iktisadîhayatında büyük tesiri de olmuştur. Antalya veAlâiye limanlarının fethiylc Akdeniz'e, Sinop veSamsun fethiyle Karadeniz'e açılan Selçukbeyliği, bu Haçlı seferlerinin devamı boyuncabütün şark ticaretini elde etti. İpek ve baharatyolları hemen hemen ellerinde gibiydi. BugünAnadolu'da büyük ve eski yollar boyunca adımbaşında rastlanan kale gibi kervansaraylar buticaretin korunması için yapılmıştı. Anadoluhiçbir zaman bu asırda olduğu kadar zengin vemüreffeh olmadı. Bütün bir feodaliteyi vememur aristokrasisini bütün bir zanaatla beraberbu refah besledi. Öbür taraftan Bizansİmparatorlu-ğu'nun Rumeli'deki arazisiniçiğneyerek gelen, sonunda bu imparatorluğu dabir müddet ortadan kaldıran bu Haçlı orduları,
ilk önce düşünüldüğü gibi Şarkî Roma'ya eskisatvetini iade etmesi şöyle dursun, onunyıkılmasını âdeta çabuklaştırdığı için, ilkAnadolu Türk devletinin ve onu takip edenikinci imparatorluğun gelişmelerini kolaylaştırdı.Moğol istilâsı büsbütün başka türlü oldu.Asya'nın dört bucağında yerinden yurdundanettiği kabile ve kavimleri önüne katarak gelen busel gerçekten zâlim bir kuvvetti. Alabildiğinialdıktan, yıkacağını yıktıktan sonra dahi bu istilâcihazı büyük okyanus fırtınaları gibi bir asırdanfazla kendi üstünde çalkalanır durur.Alâeddin Keykubad'ın çok akıllı siyasetiyleMoğol tehlikesi bir müddet için önlenir. Zatenarada Celâleddin Harezmşah'ın kurduğu çokkısa ömürlü devlet vardı. Fakat ne bizzatCelâleddin Harezmşah'ın, ne de onun kuvvetiniteşkil eden o sert, alabildiğine cengâverkabilelerin idaresi kolay değildi. Harezmşah
Devleti Ce-lâleddin'in ölümü ile ortadankalkınca bu başı boş kabilelerin çıkardıklarıkarışıklıklar başlar.1241'de çıkan ve devletin istiklâlini hakikatentehlikeye atan Babâîler isyanını besleyen asılkuvvet de bu son derecede cengâver, mevcutotoriteyi tanımaya hiç de razı olmayan,sürülerine serbest otlak, kendilerine beylikarayan Harezm kabileleridir.Baba İshak isyanı devletin büyümesini iyideniyiye sarsan bir güçlükle bastırılır. Ve hemenarkasından, beceriksiz, zayıf II. Keyhüsrev'in birtürlü sakınmasını bilmediği ve çok kötü idareettiği Kösedağ Muharebesi'yle (1243)Anadolu'da Moğol hâkimiyeti başlar. Senedenseneye artan vergilerin, müdahalelerin devriaçılır ve nihayet, Mevlânâ'nın ölümünden birsene sonra 1274'de asıl istilâ vukua gelir.Görülüyor ki yeni imparatorluğa bu iki mühim
hâdise arasında işlerini tanzim etmek, siyasîbirliğini kurmak ve hakikaten toprağa sahipolmak için bir buçuk asırlık bir zaman kalır.Selçuk devleti bünyesinin sebep olduğugüçlüklere rağmen bu kısa zamanda bu işibaşarır.Filhakika mevcut Türk nüfusunun büyük birkısmı, henüz aşiret halindedir. Ve bu aşiretlerinhudutlarda olan kısmı âdeta müstakildirler vedevletin işine müdahaleye yahut onugüçleştirmeğe daima hazırdırlar. Öbür yandanilk fetih devirlerinin mirası olan büyük feodalite,saltanata her vesile ile ortak olmağa çalışır. Builk feodalite ortadan kalkınca memleketi sülâleefradına dağıtan Selçuk veraset sisteminde birdefa için konulmuş ve herkesçe kabul edilmişbir saltanat kanununun bulunmaması memleketisülâle efradına dağıtan, yahut sülâle efradındanbirini kurultayla seçen Selçuk örfü yüzünden
doğan mücadelelerin devri açılır. Saltanatkavgalarının biri öbürünü takip eder. II. KılıçArslan gibi büyük gazi bir hükümdar bileömrünün sonuna doğru evvelâ büyük oğlununelinde esir muamelesi görür, sonra küçük oğluGıyaseddin Keyhüsrev 'in yanına sığınır veonunla saltanatını paylaşır. Bu çetin örf, devİçlin en kuvvetli devri olan Alâeddin Keykubaddevrine kadar böylece gider. Devrini büyüklüğüile dolduran bu hükümdarın, pğlu tarafındanumumî bir ziyafette zehirlendiği ve bu akılalmayacak cinayete on sekiz sene onunla gazaarkadaşlığı etmiş, kendi yetiştirmesi emîrlerin vevezirlerin yardım ettiği düşünülürse Selçukepopesinin öbür yüzü hakkında bir fikir edinilir.Hakikatte bu ordu kumandanları, emirler,vezirler saltanata iştirak etmek için hiçbirvesileyi kaçırmayan insanlardı. Ve ancakçakırpençe bir hükümdar saltanata geçince biraz
da ölüm korkusu ile veya şahsî menfaatyüzünden gem kabul ediyorlardı.Kösedağ Muharebesi'nden sonra genç hattâçocuk yaşta tahta çıkan ve bir türlü rüşt sahibiolamayan gölge hükümdarların, İlha-nî'lertarafından yarlıkla nasbedilmiş veya nüfuzlarıteyit edilmiş sözü padişahtan bile üstünvezirlerin, emîrlerin, naiblerin, Perva-ne'lerindevri başlar. İki merkeze birden bağlı olmanınsebep olduğu entrikalar, iç harpler, aşirethoşnutsuzluk ve isyanları birbirini kovalar.Muhteris, maceraperest şehzadeler, her andışarının müdahalesini memleket üzerineçekerdi. Kimi Moğol saraylarından hükümdarlıkdilenir, kimi Bizans'dan aldığı yardımla tahtageçer. Or-taçağ'ın efendi ve tâbi prensmünasebeti, hükümdar ailelerinin arasındakiakrabalıklar bu işleri âdeta tabiî gösterir.Bitmez tükenmez entrikaları, isyanları,
ihanetleriyle, zehir, hançer ve yay kirişleriyleölümleri -zamanın örfüne göre sülâledenprensler kendi yaylarının kirişiyle boğulurdu-biri sönünce öbürü kurulan aristokrat ve çoğubüyük âlim, vezir ailelerinin hususîpolitikalarıyla Anadolu tam bir Ortaçağ sonuyaşar. Hoyrat ve şehevî II. Keykubad bir ziyafetsofrasında lalası tarafından Altınordu yolundazehirlenir. IV. Kılıç Arslan kendisini tahtaçıkaran Muinüddin Pervane tarafından birziyafet sofrasında -şüphesiz Moğolların tas-vibiyle- boğulur. Halbuki bu ihaneti yapanMuinüddin Pervane, Sinop gibi bir kalenin ikincifatihidir. Ve Moğol istilâsının neticeleriniönlemek için ne gayretler sarfetmiştir. Bu prensile Anadolu'nun bir zaman hakikî hâkimi gibigörünen ve 1279'da Moğollar tarafındanöldürülen bu vezirin son konuşmaları müverrihAksarayî'nin en korkunç sahifelerinden biridir.
Gerçekte Moğol sarayına en son giden, yahut busaraydan en son dönen daima biraz dahakuvvetlidir ve birkaç senelik, hiç olmazsa birkaçaylık bir tahakküm hakkına sahiptir. Bunamukabil Bizans hem kendi politikası hem deasrın örfü icabı kendine başvuranların hiçbirinigeri çevirmiyordu.Haklı haksız her kımıldanışın, hattâ en iyi niyetlihareketlerin bile en korkunç neticeleridoğurduğu bir devirdir bu. Anadolu ahalisinin,bilhassa yerleşmiş toprak sahibi halkın sırtınavergi vergi üzerine biner. Yağma ise tabiî vegündelik hâllerdendir. Hükümdarlık veyavezirlik koparmak için Moğol karargâhlarınagiden vezir ve prenslerin bu saraylarda yaptıklarıborçlar, muahedelerle Anadolu'nun ödemeğemecbur olduğu kesimleri birkaç kat daha arttırır.Bu karışıklık içinde anarşinin tâ kendisi olan bir
mistisizm alır yürür. Başlangıcından itibarendaima tasavvufa meyli olan, devletin resmîdinine rağmen bir türlü tam manasıyla sünnîMüslümanlıkla yetinemeyen ve Şamanizmkalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak buçerçeveler içinde birleştiren Anadolu'da Alevîakidelerle beraber Hayderîlik, Kalendirîlik gibiMelâmî tarikatleri çoğalır. İslâm âlemi için okadar tehlikeli olan ve siyasî istikrara tesir edenMehdî inancı kökleşir.Bu ruh hâli Anadolu'da gizli veya aşikâr bugünekadar gelen ve millî hayatta sırasına göre menfiveya müspet roller oynayan bir ikiliğidoğuracaktır.Fakat daha iyisi o zamanki Anadolu'nunvaziyetini İbn-i Bî-bî'nin ağzından dinlemektir:\"Rum memleketi ahvali karışıklık içinde kaldı.Garipler yuvası ve yoksullar sığınağı olan bugüzel yurtta bin türlü dertler ve mihnetler içinde
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388