XIII
Boğaz bana daima zevkimizin, duygumuzunbüyük düğümlerinden biri gibi gelmiştir. Öyleki, onun bizde külçelenmiş mânasınıçözdüğümüz zaman büyük hakikatlerimizdenbirini bulacağız sanmışımdır. Bu bir hayalolabilir. Birçok güzellikler insana kâinatın eşiveya eşiti oldukları vehmini verirler. Onlarlakarşılaştığımız zaman bizde büyük, kendikendine yetebilecek bir hakikat karşısında imişizhissi uyanır. Bazı tarikatlerin güzel insanyüzünde, güzel insan vücudunda Tann'yıaramalarının sırrı bu değil midir?Güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibigörünmesinde, her an bizi kendisine vekendisinde uyanmaya zorlamasındadır.Sanat için, insan için az çok doğru olan bir şey,niçin birkaç asrın yaşama üslûbuna, zevkine,sevme, duyma tarzlarına şahit olmuş, onları
kendi imkânlarıyla beslemiş, hattâ idare etmiş birmanzara için düşünülmesin?Kaldı ki, Boğaz'ın kendisi de sanatkârane, hattâmüzikaldir. Amiel \"manzara bir ruh hâlidir\" der.Fakat bazı manzaralar vardır ki bizi Amiel'iniddia ettiği kadar serbest bırakmaz. Hülya vedüşüncelerimize kendiliğinden bir istikametverirler. Bu esrarlı dehliz öyle teşekkül etmiştirki, bir tarafında yaşanan şey, öbür tarafında birhâtıra gibi tadılır. Çünkü güneş, Boğaziçi'ndedoğup batmaz. Tıpkı hoparlörle dışarıdandinlenen bir opera gibi, bütün hareket adesenizindışında kalır: Siz yalnız musikiyi duyarsınız. Heriki kıyı birbirine saatlerin aynasını tutar.Beylerlerbeyi'nde, Emirgân'da, Kandilli veyaİstinye'de günün her saati birbirinden ayrışeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının seringölgesinde henüz son rüyalarını üstlerindenatmaya çalışırken Yeniköy veya Büyükdere
gözlerinin tâ içine batan güneşle erkendenuyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca,arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşetarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sistabakasının büyük zambaklar gibi kestiğiİstanbul minareleri kendi hayallerinden dahabeyaz bir aydınlıkta erirler.Bilhassa akşamlar böyledir. Rumeli kıyısındaakşam, daima uzakta, daima eşyaya sinmiş birhâl olarak tadılır. Meğer ki karşı kıyıdakiyalıların çamlarını kanlı bir hasretletutuşturmasın: önünüzde kıpırdayan denizde yeryer alev parçalarını, sanki bir tarafla bir gülbahçesi yıkılmış, her türlü renkli taşlan bir baharçökmüş gibi yüzdürmesin. Fakat ben dahaziyade onu ağaçların tepelerinde peydahlananyumuşak ve yaldızlı aydınlıkta; birden karşısahil boyunca uzanan o dar, çok beyaz âdeta
gümüşten çizgide seyretmekten hoşlanırım. Bubeyaz zırhın üzerinde görüldüğü için karşı kıyıhiç tanımadığınız bir yer gibi sizi birdenbireçeker. Gömüldüğü allın sarısı aydınlıkta yıkanano hayal dünyayı, sabahleyin bol güneşle Rumelitarafını nasıl özlerseniz, biraz evvel ayrıldığınızBeykoz, Paşabahçe veya Çubuklu olduğunu bilebile, öyle özlersiniz. Sonra bütün bu aydınlık, burenkler kendisini besleyecek madde kalmamışbir yangının akisleri gibi sönerler. Ağaçlar,evler, mukaddes bir ziyaretten arta kalmışmahlûklar gibi biçare ve mahzun, geceyegirerler. Onun kendisine seçtiği elbiseyebürünürler. Bu bazen bir musikinin sırmadanhil'atı olur, bazen sadece mehtabın sarıgülleridir, bazen yaşayan günün dilde vedamakta dolaşan lezzeti veya dört bir taraftansemt ve mahalle adlarının hayalimize birbiriardınca sunduğu hâtıralardır. Fakat hangi kılıkta
gelirse gelsin, hangi kadehle uzanırsa uzansındaima bir yalnızlık hissi ile beraber yürür.XVI. asrın ortasına kadar Boğaziçi İstan burunhayatına hemen hemen uzaktan karışır. Vakıaher hükümdar şu veya bu köyü tercih ederek birbahçe veya köşk yaptırır. Büyük vezirler vedevlet adamları bazen siyasî icaplarla, bazen dezevkleri için bazı köylerin imarına çalışırlar.Diğer taraftan Boğaziçi İstanbul'un her tarafı gibive hatla biraz fazla müstahsildir, bu yüzdekendiliğinden teşekküller olur. İstinye ve BebekKaradeniz'e gidip gelen gemicilerin toplandıklarıyerlerdi; Beykoz dalyanları XVI. asırdan berimevcuttu. Fakat şehrin eğlence ve zevk hayatıdaha ziyade Haliç ve Kâğıthane taraflarında idi.Tophane, Fındıklı, Beşiktaş gibi İstanbul'a çokyakın köyler hariç, Boğaz köyleri İstanbul için -bilhassa o zamanınvasıtalarıyla- ancak komşu semtlerdi.
Fatih, Tokat Bahçesi'ni kurdurmuştu. II. Bayezıtsık sık bazı Boğaz köylerine gitmektenhoşlanırdı. Yavuz, Bebek'te Bebek Köş-kü'nüyaptırmıştı. Kanunî, İstinye'yi sever, II. Selim,Beşiktaş Köş-kü'nü, III. Murad Fındıklı Sarayı'nıyaptırırlar. Beşiktaş Köşkü'nü sahili doldurarakgenişleten I. Ahmed'dir. Dolmabahçe adı budevirden kaldı. Fakat saray uzun zaman BeşiktaşSarayı adını kaybetmez. I. Ahmed, sık sık busaraya gelirdi. Bu devirden itibaren Boğaz,İstanbul zevkine girmiş denebilir. Şiirde yavaşyavaş onun sesi işitilmeğe başlar.İlk sesleniş, IV. Murad'ın Şeyhülislâm'ı YahyaEfendiden gelir. Yahya Efendi İstinye'de bülbüldinlemesini seviyordu.Ko kafes nağmesini nağıne-i peyderpeye gel,Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye 'ye gel.beyti onundur. Ve Nâilî'nin iki hayali, ney vebülbül sesini birbirine karıştıran meşhur:
Nâyin ki çıkar zemzeme şuralılarından Biilbülleröter sanki gülün şahlarındanbeyti kadar güzeldir. Yahya Efendi IV. Murad'lauyuşabilen nadir insanlardandır. Kibar, zarif,sabırlı, daima otoriter, elinde imkân oldukçamüsamahalı ve anlayışlı, birinci sınıf sarayadamı olarak daima gözde yaşadı. Devriniavucunun içi gibi bilen insanlardandı. IV. Muradocaklının iki defa yerinden ettiği bu suyunagitmesini bilen şair şeyhülislâmına kavuşmakiçin 1040 ve 1043 arasında bayağı sabırsızdır.Yahya Efendinin zamanında İstanbul şivesikendisini bulmuştu. Vakıa şehirde iki asra yakınbir hayatımız vardı. Fetihten beri yerleşmiş vezirve ulema hanedanları, zengin tüccar aileleriylebütün bir gelenek ve terbiye kurulmuştu.Yeniçeri bile İstanbul külhan-beyisi olmayabaşlamış, yani hususî bir not kazanmıştı.İmparatorluğun dört tarafında gelen insanlara
şehir pota vazifesini görüyor,süzüyor, değiştiriyor ve bilhassa dili ilezaptediyordu. Türkçeyle aruzun o kadar rahatçakaynaştığı, Yahya Kemal'in çok sevdiği:Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olurmısraı onundur.Naîmâ Yahya Efendiye dair bir yığın fıkraanlatır. En güzel ve devri için manalı olanlardanbiri de şeyhülislâmlığından sonra yakındostlarına söylediği \"Riyakâr insanların bazıiyilikleri bulunduğunu şimdi anladım.\" sözüdür.\"Halk riyayı seviyor, mürâi olmayandan nekorkuyor, ne de utanıyor. Onun için başlangıçtayüz vermediğimiz bazı mürâileri sonundayüksek vazifelere getirmeye mecbur kaldık!\"diyen hakîm şeyhülislâm riyayı \"şerrin gizlimenzilidir\" diye tarif eder. Moliere'den çok ayrıbir davranış! Bu satırları ve benzerlerini okurkeninsanın Osmanlı tarihi için gizli din ve gizli
ahlâk diyeceği geliyor. Şurası var ki YahyaEfendiden çok evvel riya, cemiyet hayatında asılrolü olan ithama başlamıştı.Yahya Efendinin İstinye'de yalısı var mıydı?Burasını bir kere bile düşünemedim. Sanatınyalanı daima hakikatlerin hakikatidir; İstinyebizim için ilk defa onun bu beytinde parıldar vebunun için muhayyilem de onu benimsemiştir.IV. Murad'ın kendisi de Boğaz'ı seviyordu.Fındıklı Köşkü'nü genişletmişti. BeşiktaşSarayı'nı da asıl kuran odur. Emirgân'daki büyükyalıyı kendisi yaptırmış ve musahibi Mirgûncoğluna hediye etmişti.IV. Murad, hâkim notunu yeniçerinin verdiğidevrinin tam adamıdır. Ocak tıpkı benzeri olanbu padişahla birkaç sene göz göze bakışır.Sonunda yenemeyeceğini anlayınca pençelerinigizler ve başını eğer. Ve genç padişah, manyetikkuvvetleri karşısındakini büyüleyen bir yırtıcı
gibi İstanbul'da ve bütün imparatorlukta dolaşır,azmış bir temizleme iştihası içinde rastgeldiğinitepeler. Yazık ki bu irade ve bu kadar kan boşyere gider. Ne kendisi, ne etrafındakilersindirmekten başka esaslı bir tedbirdüşünemezler. Bununla beraberKoçi Beyin Risale'si, Kâtip Çelebi'nin Düsturu'l-amen kendisine verildiği düşünülürse, bir zamaniçin olsa bile cihazın bozuk yerini aradığıtasavvur edilebilir. Fakat insan tutmasını, hattâbiraz da yetiştirmesini bilen padişahın büyük birkusuru vardı. Ekip fikrinden mahrumdu.Osmanlı tarihi, Orhan Gazi'den III. Murad'akadar ekiple gelir. Bu devirden sonra ekip fikrikaybolur. Halkın o kadar beğendiği vebenimsediği IV. Murad, bu yüzden sadeceKuyucu Murad Paşa'nın kan tutmuş bir çırağıolmakla kalır.
Fakat müesseselerin ve seviye meselesinin bütünimparatorlukta o kadar ağır bastığı bu XVII.asırda fertleri itham etmek neye yarar?IV. Mehmed devrinin kibar, açık sözlü, deryadil,tiryaki, keyif verici maddelere düşkün,müsamahalı ve akıllı Şeyhülislâmı BahâiEfendide Yahya Efendiye benzeyen birçokçizgiyi bulmak mümkündür. Abdülhamiddevrinde bir evkaf memuru bir vesile ile KanlıcaKörfezi'nde IV. Mehmed'in Yahya Efendiye biryalı hediye ettiğini hatırlar ve devrinin hayatınımüsamahası ile biraz olsun yumuşatan bu şairinve din adamının adı şehrin hayalına iki asırsonra yeniden karışır. Gariptir ki onun tam zıddıolan o mutaassıp, zalim, hayatı darlaştırmaktanhoşlanan Beyazi Efendi de Kanlıca'nın öbürucunda oturuyordu. Beyazi Efendi bir Yahudi ileyattığı söylenen bir Müslüman kadının AlMeydanı'nda bütün şehrin karşısında recme-
dilmesi için ısrar eden adamdır. Padişah bilegörmeye gider. Fakat her şey olup bittiktensonra şehirde aksülamel başlar, taassup adamlarıbir daha kolay kolay istediklerini yapamazlar.IV. Mehmed devrinin başlangıcında iyi veyakötü o kadar rol oynayan Kara ÇelebizâdeAbdülaziz Efendi, Boğaz'daki yalısında rakibiBahaî Efendiye fazla komşuluk edemedi.Bursa'ya nefyinden sonra onu bir daha İstanbul'auğratmadılar. O da zamaneden Na-îmâ'nın okadar istifade ettiği tarihini yazarak intikamınıaldı. Gariptir ki resmî hayatta bu kadarmuvazenesiz yaşayan ve konuşan adam,tarihinde çoğu zamanlar en tarafsız hükümlerverir.Vaniköy adını, Fazıl Ahmed PaşanınErzurum'dan bulup getirdiği ve saraya takdimettiği Vanî Mehmed Efendinin yalısından alır.
Asım'ın \"Fenn-i intisabla bi-nazir\" diyevasıflandırdığı Vanî Efendi cerbezeli, mutaassıp,tefsiri çok iyi bilen bir âlimdi. Fakat fırsatınıbulunca padişaha hamisinin aleyhindebulunacak kadar haristi. Zaten entrika ve ihanetbu devirde tabiî işler arasındadır.Bu devirde Boğaz, hiç olmazsa Rumelihisarı veKanlıca'ya kadar olan kısmında iyiden iyiyemoda idi. Naîmâ 7an7z'inde. Fındık-lılı'damaceralarını okuduğumuz, ihtiraslarına veentrika kabiliyetlerine şaşırdığımız, yahuthüsnüniyetlerini beğendiğimiz gözü pekvezirlerin, haris, devletin ihtiyacı olan parayıbulmak için daima azapta defterdarların, nazikve çelebi reisülküttapların, çoğu ocak kapısındanayrılmayan ulemanın ekserisinin Boğaz'dayalıları vardı ve İstanbul baharı başlar başlamazbu yalılara taşınıyorlar, sisli lodos sabahlarını,ışığın kanlı cümbüşü akşamlan karşı sahillerde
bir ağaç kümesinin veya biraz fazla çıkıntılıkayaların vücuda getirdikleri kararmış gümüştenyalnızlıkları pencerelerinden çubuklarını vekahvelerini içerek, afyonlarını yutarakseyrediyorlar, geceleri mehtabın kabarttığı sularıbir kere daha görmek için elbette yataklarındanfırlıyorlar, fırtınalı gecelerde şimşek ışıklarını,akıntılı sularda eski minyatürlerde gördükleriÇin ejderhaları gibi renkli ve korkunç akışınıseyrediyorlardı. Hulâsa bizim bugün Monet'deBonnard'da Marquet'de,Turner'de, Canaletto'dagörüp kendi hâtıralarımızdaki anlarayerleştirdiğimiz güzellikler onlar için günlükşeylerdi ve şüphesiz onlarla karşılaşmaktan hazalıyorlardı.Yazık ki Venedik ve Napoli'den başka hiçbirmemlekette rastlanmayan şekilde denizle böylebaş başa yaşamak imkânını veren Boğaziçi'ninaçık bir tesirini edebiyatımızda görmek
imkânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin birsanat oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar.Onun için Boğaz tesirini sanatkârlarımızdaancak karışık bir dünyanın tesadüfleri içindeseçilen günlük hâtıralar gibi en tanınmayacakterkipler içinde ararsak bulabiliriz.IV. Mehmed de Boğaz'ı severdi. Şüphesiz dahaziyade bir oyun olan:Gönül ne Göksu 'ya mail ne Sârıyâra giderSipâh-ı gamdan emin olmağa Hisara gider beytionundur. Ve belki de çocukluğunu o kadarfırtınalı yapan isyanların birinde, yahut onlarınhâtırası ile söylenmiştir. Binbirgece'ye sonradanilâve edilmiş bir sahife gibi pırıl pırıl saltanatkayığı Boğaz sularında sık sık süzülürdü. Fakatbu padişah daha ziyade av ve çok gösterişlibüyük alayların meraklısı idi. İlk ava,cülusundan iki sene sonra dokuz yaşında iken
çıkar. Köprülü Mehmed Paşanın vezirliğinekadar olan zamanda yazları Üsküdar Sarayı'ndageçirmekten hoşlanıyor, ara sıra da Çatalcatarafında avlanıyordu. Köprülü'nün getirdiğinisbî sükûndan sonra -hiçbir büyük meselekökünden halledilmemiş olmakla beraber,ortalık durulur ve devlet eski kudretini iadeetmişe benzer— ve bilhassa Fazıl Ahmed Paşave Kara Mustafa Paşa zamanlarında tam harekethalindedir. Doğrudan doğruya sefere iştiraketmese bile Edirne Sarayı'nda kalmayı terciheder. Şurası var ki bu hem vezirlerin, hem dekendisinin işine geliyordu. İstanbul sarayındafazla entrika vardı. Ve bu acayip XVII. asırdapadişahlar ne şehirde, ne kendi saraylarında hiçde hür değildiler.Yedi yaşında dünyanın en büyükimparatorluklarından birinin başına geçen buadamın talihi kadar garip ve acı talih azdır.
Gençliği birbirini kovalayan felâketler veıstıraplar içinde geçer. Tahta çıktığından birkaçgün sonra babasını âdeta gözünün önündeöldürürler. Sultan İbrahim'in, elinde Kur'an, omürâi ve budala Sofu Mehmed Paşaya,Şeyhülislâm Abdürrahim Efendiye yalvara yalvara boğdurulmasının hikâyesini kim bilirsonradan kaç defa etrafından dinledi. SultanOsman'ın ölümü Ocaklının çılgınlığı, bir çeşitisteri idi. Sultan İbrahim ise devleti idare ilemükellef vüzeranın ve gayriresmî şekilde de olsabir çeşit naib-i saltanat olan büyük ValideSultan'ın tedbiriyle boğulmuştu. Hâdise o kadaracıklı, zalim ve skandalin kendisidir ki, vak'adahazır bulunan Kara ÇelebizâdeAziz Efendi dayanamaz ve büyük Valide Sultanile vezirlere \"Sultanım, bari zehirleme yolunagidilseydi!\" demeye mecbur kalır. On bir, on iki
yaşlarında iken şefkatin tâ kendisi olması lâzımgelen bu büyükanne onu da zehirlemeye kalkar.Ve sonunda Turhan Valide takımının elindekendi yattığı yerden bir iki koridor veya sofa ileayrılan odasında bir gece yarısı boğulur. Kimbilir belki de bu mukabil suikast için onun darızasını almışlardı. Ondan sonra Ocaklınınortalığı karıştırmak isteyenlerin kardeşleriniöldürmek tasavvurundan bahseden ithamları vetahttan indirme tehditleri başlar. Hiçbir devirdebu padişahın çocukluk devri kadar Osmanlıİmparatorluğu herkes tarafından, yahut da hiçkimse tarafından idare edilmemiştir. Bir çokdefalar vezir tayini bile divana, ulemaya veOcağın kendisine bırakılır. Devrin başında vesonunda, biri 1650'de, öbürü Avusturyamuharebesinin en korkunç zamanında, 1688'deiki isyan doğrudan doğruya halkın yardımı ilebastırılır. Efkârıumumiye biraz hazır olsa, bir
fikir kıvılcımı bulunsa, bunun ötesi şüphesizmeşrutiyet veya ona gidecek bir uyanmaydı.Fakat o zaman şehir yoktu. Ulema, divan, askerîtakım ve çarşı ve bunların etrafında toplananlarvardı.Bunlarla beraber bir iki te'dip hareketine şehriniştiraki, hükümdarların Edirne Sarayı'nıİstanbul'a tercih etmeleri ve şehirlinin bumeselede Feyzullah Efendi vak'asına kadargiden asabiyeti payitaht psikolojisinin doğmasıaddedilebilir.IV. Mehmed ne bir çocuk gibi terbiye edilir, nede bir hükümdar muamelesi görür. Tacı altındaezilen bu zavallı çocuğu ulema, vezirler, herrastgeldiği azarlar ve şımartır. Hakikattesalahiyetli bir niyabet meclisinin bulunamaması,imparatorlukta olup biten her şeyin hiçbir şeyeaklı ermeyecek yaşta bir çocuğun omuzunakendiliğinden çökmesi, onun kaderinin en kötü
tarafıdır.Gözdesi Afife Kadın'ın:Benim şevketli hünkârım heman deryayabenzersin. diye övdüğü IV. Mehmed bu ağırlıkaltında büyür. Hâdiselerin hiçbirinden dersalmaz. Saltanatı sanki büyük ve azaplıuyanışlarla dolu çok debdebeli bir kaçıştır.Şurası var ki, Köprülüler'e verdiği sözü tutar.Fakat Köprülüler de ekip adamı değildir. İnsanyetiştirmekten ziyade rakiplerini ortadankaldırmayı düşünürler. Bununla beraber ViyanaMuhasarası'na kadar devam eden devirlerindeimparatorluk dışarıdan hakikatten büyük veazametlidir.Fazıl Mustafa Paşanın açtığı 1673 seferindeordunun çıkışını Edirne'de seyreden Galland, IV.Mehmed'in nasıl bir debdebe içinde yaşadığınıbize anlatır.\"Padişahın camiye gidiş ve dönüşlerinde kurban
ve şeker bayramlarında, sefir hazretlerininhuzura kabulünde, donanmanın Kan-diyefethinden sonraki muzaffer dönüşünde Osmanlıİmparatorlu-ğu'nun ihtişamından bazı örneklergörmüştüm. Fakat hiçbiri padişahın sefereçıkmak üzere Edirne'yi terkettiği gün gördüğümo emsalsiz debdebe ve ihtişamın güzelliğiyleboy ölçüşemez. Okumuş olduğum romanlardanhatırımda kalan savaş dönüşlerine, zaferalaylarına, turnuvalara', karuzel'lere,maskarad'lara dair yapılan tasvirlerin hiçbiri ogün gördüğüm gerçek ihtişamla mukayeseedilemez.\" diye söze başlayan Galland, buihtişamın ancak resimle verilebileceğinisöyledikten sonra, padişahın av maiyetini şöyleanlatır:\"Öndeki otuz kadar atlı bileğinin üzerinde birşahin taşıyordu. Bunların arkasında sağrılarındapadişahın bazen tavşan avında kullandığı bir
nevi terbiyeli kaplan (pars, filan gibi bir hayvanolmalı) taşıyan yedi altı geliyordu. Bukaplanların sırtında birer işlemeli şal vardı. Vahşîve yırtıcı bakışlarıyla tezat teşkil eden sakinduruşları, seyredenlerde hayretle karışık birkorku uyandırıyordu. Bunların ardından ellikadar tazıyı götüren yeniçeriler geliyordu. Butazılar şüphesiz dünyanın en güzel tazılarıydı.Ve güzelliklerini sırtlarındakiTurnuva bir çeşit Ortaçağ cirididir, karuzel buciridin XVII. asırda aldığı şekildir. Maskarad isekıyafet değiştirerek yapılan bir Rönesanseğlencesidir.çok zengin sırma ve simle işlenmiş örtüler,boyunlarındaki süslü tasmalar bir kat dahaartırıyordu. Bunların ardından sarkık dudakları,çenelerini örten beş altı iri kobay geliyordu, trigövdeleri ve derilerini güzelleştiren alacalı
beneklerin daha iyi görünmesi için bunlarörtüsüzdü. Arkalarında, her biri bir adamınyedeğinde, sırtları beyaz, kırmızı ve siyahrenklerle tıpkı kaplan gibi zebralı ve benekli oniki zağar geliyordu. Yeryüzünde rastlanabileceken güzel cinsten olduklarını zannettiğim buköpeklerin böyle en sona bırakıl ışı şüphesizgüzelliklerinin daha iyi tadılması içindi. Bu avkafilesinden sonra yedeklerinde birer at bulunanyirmi atlı çavuş tek sıra hâlinde gidiyordu.Padişaha mahsus olan bu atların azametindenişlemeli eğer takımlarından, dizginlerindeki mineve sırmalardan, ağır sırma işlemeli, yer yer incive kıymetli taşlarla süslenmiş hâşelerinin.zenginliğinden ne de taşıdıkları kılıçların,sadakların, yay ve kalkanlarınmükemmelliğinden ve kıymetlerindenbahsedeceğim. Böyle birşey yapabilmek için herbirini ayrı ayrı çok yakından görmek lâzım gelir.
Bu muhteşem alayın ortasında IV. Mehmed,mücevher ve inci kakmalı zırhları, sol omuzunaattığı murassa cepkeni, atının bütün bir hazinedeğeri olan mücevherleri içinde hakikî bir sanemgibidir. Hakikaten bu azamet, edebiyatı vemasalı asırlarca beslemiş olan bütün Şark'tı.IV. Mehmed, o kadar korkunç felâketin kapısıolan Viyana seferine işte bu debdebe ile çıktı. Obozgunun tafsilâtını Fındıklılı Ta-rihi'nden günügününe okuyanlar, bu debdebe ve ihtişamı isteristemez bir akşam güneşinin son ışıklarınabenzetirler.Hiçbir şey Osmanlı İmparatorluğu'na MerzifonluKara Mustafa Paşanın hırsı kadar zararlıolmamıştır. Mustafa Paşa Belgrat'a kadar aynıdebdebe ile sürüklediği padişaha bile Viyana'yızaptetmek niyetinden bahsetmez. Hattâ asılkararını bütün serhat paşaları ve tecrübeli harpadamlarının itirazlarına rağmen yolda verir.
İşsizliğin ve ikdisadî buhranın en son haddinibulduğu, her sene Anadolu'da devleti tehlikeyedüşürecek birkaç isyanı beslediği,emniyetsizliğinve ihanetin devlet adamlarını kurt yaptığı birdevirde Kanunî'yi yenmek, onun başaramadığınıbaşarmak istiyordu.Bununla beraber başlangıçta Viyana bozgunudevletin kaybettiği muhaberelerden biriydi. IV.Mehmed şaşırmasaydı felâket çabuk tamir edilirve ufak bir hudut tashihi ile iş kapanırdı. Fakatpadişah vaziyetin adamı değildi. Kara MustafaPaşa ise büyük kumandanların çoğunu ortadankaldırmıştı.IV. Mehmed bu bozgundan sonra bir müddetBelgrat'ta çırpınır durur, sonra Edirne'ye gelir.Fakat bir zamanlar o kadar canı sıkıldığı, kaçtığıİstanbul'a bir türlü dönemez. Fındıklılf nınnaklettiği: \"Hangi yüzle İstanbul'a dönerim!\"
sözü bu gölge padişahta bütün bir psikolojininuyanışıdır.Gariptir ki serhat kan ve ateş içinde iken yine avpeşindedir. İstanbul'a zarurî olarak dönüşündensonra bile av yüzünden Üsküdar Sarayı'ndakalmayı tercih eder. Fındıklılı'ya göre ava gecegidip dönmeye başlar. Bu sırada İstanbul kıtlığınmutlak tehdidi altında günlük tedbirlerleyaşıyordu. Ve bittabi şehir halkı homurdanmayabaşlamıştı. Padişahın kendi bulunduğu camilerdebile aleyhine vaazlar veriliyor, yaşayış şeklitenkit ediliyordu. Bu ısrar üzerine padişah avdanvazgeçmeyi vaat eder. Hattâ av köpeklerinin vekuşlarının bir kısmını sattırır. Fakat IV.Mehmed'de bu av merakı sonuna doğru marazîbir şekil almıştı. Hal'inden evvelki günlerdegeceleri uyuyamadığını,av-sız duramayacağınısöyler ve etrafından Davutpaşa'yı geçmemekşartıyla ava çıkma izni alır. Böylece saltanat
hayatının başı ile sonu birleşir. Fındıklılı'nın,onun hal'ini anlatan sahifeleri Galland'ın ve okadar ecnebinin gözlerini kamaştıran debdebeve saltanatın tam öbür yüzüdür. Yine aynımüverrih, saltanata çıkacak olan II. Süleyman'ıhapsol-duğu köşede sırtında bir atlas entariyle\"seril sefil\" bulunduğunu ve maiyetinden birininverdiği kürkü giyerek bi'atın yapıldığını söyler.Bu devrin asıl eseri nedir? Yıkılan ve Üsküp'ekadar kan ve ateş içinde kalan Rumeli'de Budiniçin söylenen:Bir yana dizildi on iki bin kız, Aman padişahımbiz de İslâmız Aldı Nemçe bizim güzel Budin 'ikıt'asının bulunduğu o acıklı halk türküsü mü,yoksa Neşatî'nin ve Nâilî'nin şiirleri veya YeniCami'in deniz senfonisi, yahut Seyyid Nuh'un,Itrî'nin, Hafız Post'un besteleri mi?O kadar iyi niyetli fakat beceriksiz II.Süleyman'ın esaret haca-letine uğramaması için
vezirlerin ısrarı ile İstanbul'a dönerken hergeçtiği yerde bütün Rumeli halkının \"Padişahımbizi bırakıp nereye gidiyorsun?\" diye atınınboynuna sarıldığı günlerde kılıç artığı yeniçerilerve Anadolu askerleri muhasara altındakişehirlerde, bir avuç insanın ümitsiz dövüştükleripalankalarda, akşam garipliğinde hep bu türküsöyleniyordu.XIVBununla beraber, bu kadar felâketle biten XVII.asır zevkimizin tam teessüs ettiği asırdır.İki asırlık tereddüt ve düşünceden sonra sivilmimarîmiz Bo-ğaz'a yaraşacak bir üslûp bulmuş,üstelik hayatımız da bu inceliği ve onunkülfetlerini kabul edebilecek hâle gelmiştir. Budevirde Boğaziçi'nin iki sahili vezirlerin ilmiyericalinin,defterdarların, zengin halkın yalıları ileörtülü idi. Azledilen şeyhülislâmların XVIII.asırdan sonra taşraya nefyedilmeyip nisbeten
şehirden uzak yerlerde veya çiftliklerde kalmasıâdeti başlayınca Boğaz biraz daha şenlenir.Yukarıda bahsettiğimiz Bahaî Efendi yalısı veAmcazade Hüseyin Paşa yalısı bu XVII. asırsonunda en beğenilen yalılardır. Her ikisinde deAvusturya sefirlerine birer ziyafet verilmişti.Hüseyin Paşa yalısındaki ziyafet 1700'dedir.Dört yüz kadar davetli büyük bir kadırgayabindirilerek Anadolu hisarı'na kadar getirilir.Bugün Meşruta Yalı adı ile tanıdığımız buyalının elde kalan büyük merasim salonu veselâmlık kısmı, başında Pierre Loti'nin güzel birmu kaddimesi bulunan iyi bir eserle tanıtılmıştır.III. Ahmed devrinde sadrazam TeberdarMehmed Paşa, Acem elçisine burada ziyafetverir. Ve konuşma esnasında \"Sizin Çarbağı-nızvarsa, bizim de Anadoluhisarf mız var\" diyeövünür. Hakikatte bu XVIII. asır başındaBoğaziçi, imparatorluğun büyük gururlarından
biridir. Teberdar Mehmed Paşa'nın halefi ÇorluluAli Paşanın yalısı Ortaköy'de idi. Bir gece SultanAhmed'i bu yalıya davet etmiş, alaturka saatbeşe kadar mum donanması yapılmıştı.III. Ahmed saltanatının ilk devirlerinde Haliç'tekiKaraağaç Sa-rayfndan hoşlanır. Daha sonraI717'de Hasköy'deki Aynalıkavak Sarayı'nıyaptırır. Bu saraya adını veren aynalarVenedik'ten gönderilmişti. Padişah çiçekhastalığına tutulduğu bu Haliç yalısında ancakbir yaz kalır. Ve ondan sonra Beşiktaş Sarayı'nıtercih eder. Devrin edebiyatında o kadar yer alanSâdâbâd'ın yanı başında Boğaziçi hiç de sönükdeğildi. Yalnız eğlenceler daha çok Sâdâbâd'dayapılıyordu. Bu Sâdâbâd zevkini anlamak içinHalic'in o zamanlar henüz bugünkü gibi sanayieterkedilmediğini ve iki köprünün onuİstanbul'un umumî manzarasından ayırmadığınıdüşünmek lâzımdır.
İbrahim Paşa imardan hoşlanıyordu. Yontulmuşmermer, yaldızlı kitabe, nakışlı saçak, güzel yazıhoşuna gidiyordu. Sonra İstanbul'u seviyordu.Güzel ve sanatkârca yaşamaktan hoşlanıyordu.Hattâ bu yolda icat sahibiydi. Efendisinin sadeveziri değil, bir nevi eğlence nazırıydı da. IV.Mehmed'in oğlunu eğlendirmek için her günyeni bir şey icat ediyordu.Nedim dehasını onun zamanından bulur vehepimiz biliyoruz ki Nedim'in dehası biraz daİstanbul'un ve Türkçe'nin dehasıdır. KüçükFransız taklidi birkaç havuz ve şelâle ilebuluştan öteye geçmeyen, bir eğlence ve israftanbaşka bir şey olmayan Lâle Devri, onun şiirindegerçekten büyük bir devir manzarası alır; onun:Heman alkış sedasın andınrnuş çağlayan sularmısraı 1720-1730 arasını bize olduğundan daçok başka gösterir.
Nedim, İstanbul'u nasıl sever, yaşadığızamandan ne kadar memnundur? Her modayaher tarza nasıl bağlıdır, sonra onları bütünlezzetlerini tadarak nasıl anlatır? Şurası var kiailesi Fatih devrine kadar çıkan bu şair tam şehirçocuğuydu. İstanbul'u dilinin ucunda bir tat,gözlerinde bir kamaşma gibi kendi bünyesindetaşıyordu.III. Ahmed'in bir hastalığı üzerine geçmiş olsundemek için yazdığı bir manzumede, artıkpadişahın ilâç yerine:Murabbalar muattar kahveler pâkize şerbetleriçeceğini söylerken, âdeta kahve tepsisini sallayasallaya getiren bir İstanbul külhanbeyine benzer;derken bir kanatlanır, bütün bir yıldız cümbüşüolur. Bir rubaisindeki:Sanmam ki ra 'd ü berkdir etti gulu Topşenliğidir sâkî hisarın bubeyti o zamanki Boğaz eğlencelerinin bir
aksidir.Fakat Lâle Devri yalnız Nedim değildir. Yanıbaşında Itrî'den sonra gelişen musiki de vardır.O zamanlar Nedim'i yetiştiren şiirimiz ve birazsonra Hekimoğlu Ali Paşa Cami'ini verecekmimarîmiz kadar, musikîmiz de yaratıcıdır. Hattâmeşale biraz da onun eline geçmiş gibidir. HafızPost 1689'da Itrî 1712'de ölür. İbrahim Paşazamanında ikisinin de eseri yavaş yavaş ortasınıfa yayılmakta idi. Onlardan biraz sonraSeyyid Nuh'la Nühüft makamının kendinemahsus Şark'ı başlar. Onun yanı başındadehasıyla Ilrî'den İsmail Dedeye geçmeyi okadar tabiî yapan Ebubekir Ağa ile Kara İsmailAğa ve Tab'î Mustafa Efendi yer alırlar. Bu tammanasıyla bir yıldız manzumesidir. Türkmusikisinin hâlâ tam bir diskoteği yapılmamışolması ne kadar hazindir.İbrahim Paşa, Fındıklı'daki Emnâbâd Yalısı'nı
kendi karısı için genişleterek tamir ettirir.Kuruçeşme'de Kasr-ı Süreyya'yı, Bebek'te I.Abdülhamid devri zamanında Reis Efendi ileecnebiler arasındaki bitmez tükenmezkonuşmalar yüzünden ecnebilerin KonferansKöşkü adını taktıkları Humayunâbâd'ı,Ortaköy'de bilâhareyerine Hatice Sultan yalısı yapılacak olan Neşât-âbâd'ı yaptırır. Devlet erkânının hemen hepsininsahil boyunca yalıları, büyük tepelerde veyavadilerde eğlence köşkleri vardı. Boğaz tekrar1683'den evvelki manzarasını almıştı.Çoğu yeni baştan yapılan ve tamir edilen yalılararasında eski Kandilli Sarayı da vardı. Busaraydan bugün, tıpkı öbürleri gibi ortada hiçbirşey kalmamıştır. Hatta onun yerini alan, zamanve mekan içinde ona komşuluk yapan yalılardanda pek az şey kalmıştır. Yalnız tek bir mısra, şair
Vecdi'nin bu yalının esaslı tamirine söylediğimanzumenin tarih mısraı ara sıra kitapsayfalarından uçan bir yıldız gibi fırlıyor, bizikendi parıltısı ile doldurup geçiyor.Yeniden şu'lebâr-ı sahil oldu köhne KandilliSözün mucizesine bakın ki bir tek mısra bütünbir geçmiş debdebeyi zamanla beraber bizdeyaşatmaya kâfi geliyor. İkinci DünyaHarbi'ndeki karartma günlerinde Kuzguncuk'tabir gece bu mısra beni bir büyü gibi yakalamıştı.Şüphesiz onu üst üste sofra başında, sonrayatağımda tekrarlarken Boğaz gecesinin koyumavi ipeği altında İstanbul yazlarının öğle vakticümbüşü olan çiçek bahçeleriyle berabergömülmüş uyuduğunu bildiğim komşumuzKandilli'yi pek düşünmüyordum. O, hafızamabütün direkleri ve küpeştesi renkli fenerlerlesüslü bir eski zaman gemisi gibi, dört bir yanıyontulmamış mücevherlerin parıltısına gark ede
ede geliyordu.Nihayet dayanamadım, ertesi sabah birkaçdostumla Kandil-li'ye gittik. Bir gece evvelhülyamı zorlayan, düşüncemi bir türlüsusturamadığım billur şakırtılar içinde boğanhayallerden hiçbir eser yoktu. Birkaç bahçe vebeş on kayıkçı, bir de kıyı boyunca kırılmış birorgu andıran harap rıhtımlar. Dönüşte burıhtımlardan birinde bizim hasta bir kunduzyavrusu olduğunu tahmin ettiğimiz bir hayvangüneşe serilmiş yatıyordu. Hayır, eski Kandilli'yiVecdi'nin mısraında ve şurada burada dağınıkbazı hâtıralardan aramak lâzımdı.İbrahim Paşanın başladığı her şey I. Mahmudzamanında devam eder; fakat bir çekingenlikperdesi altında. Bizzat padişahın okadar sevdiği musikî, mimarî, gölgedehomurdanan azgın devi. yeniçerinin istismar
etmesini o kadar iyi bildiği taassubu ürkütmeksi-zin zaferlerini toparlar. Sahillerdeki saraylartamir, vakıfları tekrar tanzim edilir, bahçeleridüzeltilir. Fakat devrin dışarıdan görülenmanzarası hiç işitilmemiş bir ihtişamla tertipedilen mevlud âyinleri ve Hırkaışerifziyaretleridir.I. Mahmud, Barres'in anlattığı İtalyanKardinal'ine benzer; sevgilisi ile gezdiği bahçedebir bahçıvan arkalarından yürür ve tırmıkla ayakizlerini silermiş. Onun bahçıvanı dârüssaadeağası Beşir -Birincisinden bahsediyorum-Ağadır.III. Mustafa devrinde İstanbul'da bulunan Baronde Tott hâtıralarında, Büyükdere'de FransızSefarethanesi'nde yapılan bir musiki âleminikıskanan semtin Rum ahalisinin hemen o gecesaz takımları ile sandallara atlayıp sefarethaneninkarşısına geldiklerini anlatır. Bu rekabet
Tanzimat'ın Boğaz'daki mehtap eğlencelerininbaşlangıcı sayılabilir. Müslüman halkın vebilhassa ricalin açıktan açığa musiki âlemleriyapmalarına devir pek müsait değildi. Bu gibişeyler, daha ziyade ya saraylarda köşklerde,hususî ikametgâhlarda yapılıyor, yahut datekkelerde oluyordu. Binaenaleyh Tanzimat'tanevveline ait sazlı sandal âlemleri tablolarınıuydurma şeyler gibi kabul etmek daha doğrudur.XVIII. asırda Boğaziçi'nde tıpkı Beyoğlu'nda daolduğu gibi ve şüphesiz biraz daha hür şekildeecnebilerin hayatı başlar. Daha IV. Mehmeddevrinden itibaren sefaretler sık sık Bentler'eBelgrat ormanına gidiyordu. İbrahim Paşazamanında ve onu takip eden zamanlardaBüyükdere, biraz sonra III. Selim'in FransızSefareti'ne bir yalı hediye etmesiyle Tarabyaecnebi kolonisinin yazlığı olurlar. Buralardakendi aralarında bazen zengin azınlık ailelerinin
katıldığı eğlenceler tertip ederler, hattâBentler'de büyük gece eğlenceleri yaparlardı.Lâle Devri ve onun devamı olan yıllardaİstanbul'da bu sefaretlerin misafiri ve mensubuolan bir yığın ressam vardı. Ne gariptir ki bütünşöhretlerini aramızda ve bize ait dekorlar içindeyaptıklarıeserlerle temin eden bu İstanbul ressamlarınınbir tek tablosu elimizde yoktur. Van Moorbunların arasında en kuvvetlisiydi. O devirdeFransa'da ve Avrupa'da başlayan \"turquerie\"modasında onun resimlerinin büyük payı vardır.Boğaziçi'nde ve Bentler'deki bu ecnebi hayatıIII. Mustafa ve I. Abdülhamid devirlerinde birazdaha gelişir. Zaten artık İstanbul'da antikameraklısı âlimler, arkeologlar, sefaretlerin hususîmimarları çoğalmıştı.III. Selim, devrinin yeni mimarî ve bahçe
zevkini açacak olan Melling'i onların arasındanseçmişti. Melling'in yaptığı eserlerin çoğukalmadı. Fakat albümü duruyor; bu albüm ŞeyhGalib Divan ile beraber, devrin en güzelkonuşan müşahididir. Zaten albümün mühim birkısmı III. Selim ve kardeşi Hatice Sultan'ınteşvikiyle hazırlanmıştı. Padişah bütünAvrupa'dan gelen şeyler gibi resmi deseviyordu.Melling bu zamanın İstanbul'da yaşayan tekAvrupalı ressamı değildi. Onun eseriyle beraberbirçok albüm ve kitap çıktı. Ondan evvel vesonra hayatımızı az çok gösteren bir yığın tabloyapıldığı gibi. Devir büyük infolio'ların, genişaralıklı dizisi eski konakların taşlıklarınıhatırlatan itinalı baskıların devridir. Bunlarıniçinde d'Ohsson gibi bizi anlamaya çalışanlar,aramızda hürmetle dolaşanlar, hattâ bizi sevenlervardı; Choiseul Gouffıer gibi kendisine verilen
vazifeye ihanet ederek açıktan açığa düşmanlıkedenler, tedavi için sefarethaneye aldığı esirzabitleri iyileştikten sonra tekrar bize karşıdövüşsün diye düşman ordusuna gönderenler debulunduğu gibi.Melling'in onlardan ayrılan tarafı bizimleyaşamasıdır. Ne Kadîm Yunan'ın, ne de ŞarkîRoma'nın peşindedir. Hatice Sultanın saray vebahçe mimarı bir İstanbullu gibi şehri kendisiiçin sever. Beyaz, kurşundan büyük kubbelerdesert yaz aydınlığının eriyişini, dumanlı bir şeyoluşunu, Boğaz bahçelerinde ve Haliç sırtlarındayükselen çınar ve servilerin güzelliğini tatmıştır.Üsküdar'ı ve İstanbul'u Kandilli ve Ortaköy'ü,Bentler'i onun desenlerinde bir eskişarkıda tadar gibi duymak mümkündür.Mimarî ve bahçe zevkimiz III. Selim tahtaçıkmadan çok evvel halledilmişti. Ufak tefekgeriye dönüşlere, klasik devri hatırlamalara
rağmen Türk rokokosu başlamıştı. Melling,Nuruosmaniye ile başlayan zevk ehli olan küçükköşklerde -meselâ Emirgân köşküne kıyasedilerek- Aynalıkavak'ta bile hiç olmazsa duvarsüslerinde bu yeni zevk bulunacaktı. Eskileryabancı motifleri almaktan korkmazlardı; güzelbir yazı bütün dışarıdan girenin üzerinedamgasını vurunca her dâvanın az çokhalledileceğini bilirlerdi. Aynalı kavak'm iki katlıpencerelerini ve XVIII. asır Fransız süslerinin,bozulmuş rokokosunu Galib'in şiiri ile birleşenYesârizâde ta'liki o kadar görünmez hâlesokarlar ki... İşte Melling, bu karışık zevkinyaratılmasında hükümdarın en büyük yardımcısıoldu.Melling'e İstanbul'da emanet edilmiş bellibaşlıeserler Defter-darburnu'ndaki Hatice SultanYalısı (Eski Neşât-âbâd) ile eski BeşiktaşSarayı'nın divanhanesi ve Valide Sultan
daireleriydi. Bu üç eserde de Melling, yerli zevkihiç rahatsız etmeden garplıdır. Onun içindivanhanenin İyonya sütun dizisini bugün kendideseninde seyrederken hiç de yadırgamıyoruz.Bugün ne bu köşkler ne de bahçeleri var. III.Selim'in Topkapı Sarayı'nın içinde yaptırmakistediği, fakat Melling cesaret edemediği içinDanimarka sefiri Baron de Hubsch'unmaiyetindeki mimar tarafından yapılmasınakarar verilen saray projesinden de Mısır'ınFransızlar tarafından işgali üzerine vazgeçilir.Öyle ki bütün bu gayretlerden ve çalışmalardanyalnız Paşalimanı'ndaki askerî ambarlarla,Üsküdar'daki Selimiye Camii ve şurada buradarastladığımız birkaç askerî tesis kaldı denebilir.Yukarıda İngiliz seyyahı Dallavvay'ın HaticeSultan yalısı ve belki de Melling albümündebahsedilen saray projesi için Üsküdar Sarayı'nınyıkılmasına üzüldüğünü söylemiştik. Filhakika
bizim tabiatı serbest bırakan, süs ağaçlarıylameyva ağaçlarını beraberce bulundurmaktanhoşlanan bahçe zevkimiz, Versailles taklidilabirentti muayyen desene göre tanzim edilmişbahçelerden çok ayrıydı ve İngiliz bahçesinebiraz daha yakındı.Gariptir ki Üsküdar Sarayı'nın emriyleyıkılmasına rağmen Üsküdar peyzajı, SelimiyeKışlası ve Camii ve bilhassa etrafındaki o genişve sakin sokaklar yüzünden daha ziyade onabağlıdır. Vakıa bu sokaklar ve civarı bugünkümanzarasında hiç de açıldıkları devri vermezler.Fakat peyzajın garip bir hususiyeti vardır. Birkere bir isimle birleşti mi bir daha muhayyilemizde ondan ayrılmaz.III. Selim Boğaz'ı seviyordu. Adının Kırlangıçolduğunu yine Melling albümündenöğrendiğimiz —çok uzun mahmuzunda altındanbir deniz kırlangıcı heykeli vardı- saltanat kayığı
ile sık sık Bo-ğaz'da dolaşıyor ve Boğazköşklerinde mehtap saf ası yapıyordu. GalibDivan'mı dolduran mehtap ışığı ve mücevherparıltısı bu zevkin yalnız padişahta kalmadığını,etrafına da geçtiğini gösterir. Zaten ilk mehtapkasidesi yazan odur. Hatice Sultan Yalısı içinŞeyh Galib Divan'mda yalının bahçelerini,havuzunu, mehtabiyesini ve gül bahçesinimetheden bir tarih kasidesi vardır.Zaten bu devirden kalan eserlerin çoğu kapısınınüstünde, çeşmeler ayna taşlarında Şeyh Galib'intarihlerini taşırlar. Bu talihsiz hükümdarsaltanatını şiirle, zevkini tam bulamadığı mimarîve bizzat kendisinin ön safında geldiği musikîarasında paylaşmış gibiydi. Devrin bizdekiçehresi biraz da sanata verdiği üstün yerdengelir. Sanatın bir adım ötesinde ufuk tahammüledilmeyecek kadar boğucudur. Öyle ki insandevrin şurada burada tek tük rastlanan hâtıraları
ile karşılaşınca ister istemez Şeyh Galib'in:Perişâni-i gam menşuruna tuğra mıyım bilmemmısraını hatırlıyor. Hayır bu altın, bir yıkılışınüstünde parlıyordu. Bu mısraın bulunduğumüseddesin hâne beyiti ise Şeyh Galib'in bencetek kehanetidir:Belâ ınevc-âver-i girdâb-ı hayret nalında ııâbııdAdem sahillerin tuttu deriga bang-ı nâmevcııd!Şüphesiz bunda en büyük mesuliyet padişahındı.Bu hükümdargiriştiği işi tutacak kudrette değildi. Ne de bucinsten büyük bir değişiklik için zarurî olanbilgiye ve şahsiyete sahipti. Devri çakırpen-çeinsan istiyordu. III. Selim'de ise bu yoktu. Onuniçin diktiği yenilik ağacı ancak kanıylasulandıktan sonra tutunabildi ve çiçek açtı.III. Selim'in beste ve âyinlerini şimdi bizim içino kadar derin ve manalı yapan şey, iyi niyeti,
yenilik aşkı gibi faziletlerini karşılayancihangirlik hülyası, tereddütleri, yeis ve füturu,hulâsa, bütün bir kompleks psikoloji yüzündenmilletçe yaşadığımız kanlı ve hazin maceramıdır? Hayatını ve yarıda bıraktığı işleri,imparatorluğun yelken ve dümenine kadar suyabatmış bir gemiye benzeyen o felâketlimanzarasını bilen bizler, bugüne ait his vedüşüncelerimizi teşmil ederek mi bu eserlerlekarşılaşıyoruz? Yoksa onlar gerçekten, şimdiduyduğumuz şekilde, bütün bir inkıraz korkusu,inkıraz zevki, azaplar, tehlikeli sezişler, nefisithamları ve kaçışlarla zengin olarak mı bizegeliyorlar?Bunlar ancak musikimizi bütün tarihiyle gözüönünde bir obje gibi görebilecek şekilde bilen veüstünde duran münekkitlerin cevap verebileceğisuallerdir. Şurası var ki tıpkı kendimiz gibigeçmiş zaman da bizdeki aksiyle tekevvün
halindedir. Kâinatımızı nasıl kendi akislerimizleyaratırsak; maziyi de düşüncelerimizle,duygularımızla ve değer hükümlerimize göreyaratır, değiştiririz. Kaldı ki talih, bu hâlisİstanbullu bestekârı, doğuşu ve mukadderatınasahip olduğu imparatorlukla devrinin öbürinsanlarından çok ayırmıştı. İster istemez herhareketinde öbürlerinden başka şeyler aramamızzarurî oluyor. Belki de bu yüzden TopkapıSarayı'ndaki iki odalı köşkünde, bugün pasvurmuş billuruna Galib'in beyti oyulmuşaynalar, çiniler, âyetler arasında, AynalıkavakSarayı'nın ta'likleri altında, Beşiktaş Sarayı'ndave Boğaz köşklerinde, kız kardeşlerininyalılarında yeni kurduğu orduyu bütün bir gözdemaiyet ile teftişe gittiği Levent yollarında, herönünden geçtiği iskelede top sesleriyle sclâm-landığı deniz binişlerinde hemen herkesegüvenerek, herkesten şüphe ederek, en küçük
ümitlere yapışarak, en ufak fısıltılara mânavererek, dikkati ve düşüncesi o kadar acıklımaceraların geçtiği hudutlarda, dostu sandığıNapoleon'un ve İstanbul'u tehdit eden İngilizdonanmasının tasavvurlarında parçalanmış,geçirdiği saatlerin bu bestelerde ve âyinlerdemutlaka bir izi bulunmasını istiyor ve bunuvehmediyoruz.Böyle olduğunu bilmekle beraber, gene de bueserde bir yığın şeyin devrini, en içli ve manalıtarafından bize verildiğini zannediyorum.Sanatın tecridi, hele musikide zannedildiğindençok fazla şey yüklenir.Bunun dışında, III. Selim'de bestenin şalı, daimazarif, kibar, acayip şekilde dokunaklı ve hafiftir.Sanat gelenekleri çok defa yeniyi kendilerinisüze süze bulurlar. III. Selim'in Suzidilâra ileyaptığı eserler, eski musikimizin en hafifletilmişeserlerinden biridir ve muhakkak ki Dede'yi bazı
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388