muhayyilemde onları tarih kitabımda rastladığımisimlerle birleştirirdim. Böylece birdenbire sayfa,gözümün önünde canlanır, derinleşir, renk veışık dolardı. Konuralp ile Geyikli Baba buisimlerin başında gelirdi. Birini mektepteöğrenmiş, öbürünü yattığı yeri ziyaret edenbabamdan dinlemiştim. Konuralp benim içindaima büyük bir cenk kargaşalığının ortasındasert, yanık yüzü manzaraya ve kalabalığa hakimbir kahramandı. Uçar gibi koşan yağız atınınüstünde onu hep gaza ve ganimet peşindegörürdüm. O benim için gece içinde sel gibiakan nal seslerinin, yaralı ve ölüm çığlıklarınınüstünde dalgalanan zafer naralarının büründüğümasal kahramanıydı.Geyikli Baba'ya gelince, o Bursa fethini o kadarmasallaştıran ve yeni Türk Devleti'ninkuruluşunu yeni bir dinin doğuşuna benzetenHorasan Erleri'ndendir. İncil'deki çocuk İsa'yı
beşiğinde ziyarete gelen ve ayaklarının ucunahazineler dolusu hediyeler yığan çobanlar gibi;fakat yıldız yerine şeyhlerin işaretiyle, Asya'nıniçinden kimi sadece vatanını, kimisi de eşiğindedoğduğu taç ve tahtı bırakıp gelirler. HenüzTekfur şehri olan Bursa'nın etrafında zaviyelerinikurarlar, ruh kudretleri ve kerametleriyle buşehri muhasara ederler, sonra da genç Orhan'ınordusuna hiç kimsenin kullanamayacağı kadarağır silâhlarla katılırlar.Bunların arasında Hacı Bektaş gibi Anadolu veRumeli'yi ilha-mıyla dolduranlar, Karaca Ahmetgibi Üsküdar'ın bütün bir semtini adıylazaptedenler vardır. Fakat ben bütün bunları ozaman bilemezdim. Onun için Geyikli Baba'nınüstünde yalnız bir post ve elinde seksen okkalıktaşla Bursa kapılarını zorladığı aklıma gelmezdi.Sadece adı söylenir söylenmez gözümün önüneacayip nakışlı bir seccade serilir ve ben kendimi,
dinlemediğim bir masalın kapısında görürdüm.Arkasında ne vardı, hangi meçhul çözülür, hangisır onun eşiğini atlayana bir altın elma gibiuzanırdı? Bunu bilmezdim. Çocukluğumdaolduğu gibi, şimdi de Muradiye'den Çekirge'ycgiden yolun bir tarafında, sadece su seslerininaydınlattığı bu ıssız gece saatinde gene onlarıdüşünüyorum; kimdi bu Geyikli Baba? Nasıldı?Etrafında toplanan saf imanlı insanlara neleröğretirdi? Ömrün hangi meçhulünü, ruhun hangidüğümünü onlara çözmüştü? Bu hizmetten bizeneler kaldı? Sonra bu Konuralp kimdir? Hiçsevmiş miydi? Nelerden hoşlanırdı? Bursaovasında her bahar açan nergislere bakarken veher akşam uzak dağların üstünde batan güneşiseyrederken neler düşünürdü? Hulâsa, bu yenifethedilmiş şehirde ilk attığı adımların aksiniadlarından dinlediğimiz bütün bu kahramanlarnasıl insanlardı?
Adların şiir ve cazibesi... hayalinizi peşi sırasürükleyip götüren, acayip ve esrarlı mevcutlar;birdenbire zihnimizde \"rüya ile hareketin el eleyürüdüğü\" çağların hikâyesini terennüm edençeşmeler... Siz, mazi dediğimiz ıtri bize zamaniçinde uzatan altın, gümüş, billurmahfazalarsınız. Ruhumuzun en sanatkâr tarafımuhakkak ki sizin hülyanızla beslenen taraftır.Bu isimlerin içinde bir ianesi vardır ki, Bursa'yıtek başına bütün bir bahar güzelliğiyle doldurur.Bu beyaz zafer ve ganimet çiçeği Nilüfer'dir.Genç Orhan'ın kolları arasında günün birindegüzelliğin kahramanlığa, hayatı istihkara birmükâfatı gibi düşen bu kadınla beraber kuruluşdevrinin sert simasına aşkın tebessümügelir.Yazık ki hayatı ve şahsı hakkında pek azşey biliyoruz. Kendisiyle görüştüğünü söyleyenArap seyyahı İbni Battuta bile bize ondan sadecebir isim olarak bahseder. Fakat bizzat kendisi de
bir ganimet çiçeği olan bu isim her güzel saadetve aşk hülyasının içine dolabileceği birçerçeveye benziyor.Nilüfer Hatun, bu yeni teşekkülünkargaşalığında görünen ilk kadın çehresideğildir. Ondan evvel Osman Beyin ŞeyhEdebali'nin kızı Mal Hatuna olan aşkı vardır.Hakikatten Osmanlı macerası bir aşk romanıylabaşlar.Şeyh Edebali Karamanlı bir fakihti. Gelenek,onun, kızını Osman Beye vermek için epeycetereddüt ettiğini ve nihayet evinde misafirkaldığı ve bir odada yan yana yer yataklarındayattıkları bir gece gördüğü o meşhur rüyayıdinledikten sonra damatlığa kabul ettiğini söyler.Rüya şudur: Şeyh Edebali'nin göğsünden hilâlşeklinde bir ay çıkar ve büyüyerek tam bedirhâlinde Osman'ın koynuna girer. O zamanOsman'ın kendi karnından -bazı tarihlere göre de
ikisinin arasından- üç kıt'ayı dallarının altınaalan, köklerinden büyük nehirlerin -Dicle, Fırat,Nil ve Tuna- fışkırdığı büyük bir ağaç büyür. Veböylece Osman, imparatorluğun bütün zafertarihini rüyasında görmüş olur.Bu rüyanın ilk defa Hammer'in dikkat ettiği gibi,Tevrat'taki Yakup'un rüyasına göre uydurulmuşeski hükümdar sülâlesi rüyalarına tıpkı tıpkısınabenzediği aşikârdır. Bununla beraber buevlenmenin Osman'ın gittikçe artan silâhkuvvetine manevî bir nüfuz ilâve ettiği inkâredilemez.Belki de bu yeni beylik bu izdivaçla o zamanAnadolu'da ve Suriye taraflarında çok yaygınolan fütüvvet teşkilâtıyla birleşiyordu. Filhakikamal ve menal sahibi olan Şeyh Edebali'ningeleni ve geçeni misafir ettiği bir misafirhanesibulunduğu ve bazı akrabasının isimleridüşünülürse ahî teşkilâtından olduğu tahmin
edilebilir. İbni Battuta, Anadolu'da uğradığıyerlerde hemen daima bir ahîye rastlar, ahîevlerinde kalır.İznik'teki o güzel imaret beş kapılı revakı ve çokrahat kubbesiyle Nilüfer Hatuna izafe edilir.Selçuk mimarîsinin renkli, teferruat üzerindefazla duran itikâfından, bu imaretle ve Murad-ıHüda-vendigâr'ı, Çekirge'deki camiiyle çıkarız.Bu ikincisinin kapısının üstündeki galeriler vetek sütunla ayrılmış ikiz pencereler, imaretinrevakı ve kubbe sistemi gibi yeni mimarînin ilkritm araştırmalarıdır.Orhan'ın karısına olan sevgisi veya I. Murad'ınevlât muhabbeti, bu kadının adını Bursa'nın veİznik'in tarihine ayrılmaz bir şekilde bağlamıştır.Fakat bu destan devresinde aşk hikâyesi birdeğildir. Aydos Kalesi'nin kapılarını TürklereOrhan'ın akrabasından Abdurrah-man Gaziyeaşık olan bir tekfur kızı açar. Hakikaten bu devir
geleceği müjdeleyen rüyalarıyla, aşklarıyla,kahramanlıkları ve ermiş hikayeleriyle tam birdestandır. Ve bizim ilk büyük şairlerimiz de budestanı o kadar saf bir dille parça parça verenÂşık Paşazade. Neşrî, Lütfı Paşa gibimüverrihlerimizdir.Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi elleriyleyakan, imaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendieliyle fakirlere ve gariplere dağıtan OrhanGazinin yarı evliya çehresi bu destanın asılmerkezidir. Bütün bu ruh kuvveti ve manevîlikhep ondan taşar. O bir başlangıç noktasını birimparatorluk yapmakla kalmaz, ona rahm veşefkatin derinliğini de katar.Üstüne aldığı imparatorluğun tarihçisi vazifesinizaman zaman unutan ve bilhassa bu ilk devirdeGarp âleminin ve Bizans'ın ufak bir himmetle,vaziyeti kurtarabileceklerinde ısrar eden VonHammer'in kalemi ondan bahsederken
birdenbire yumuşar, bir azizden bahseder gibibir hâl alır. Orhan hakikatte Horasan erlerininsilâh ve keramet arkadaşıdır. Daha doğrusu odevirden kalan birçok şey gibi onlar Orhan'ındevamıdırlar.Fakat ben onu daha ziyade Bursa'da kendiküçük imaretinde ve çarşı içindeki harapcamiinde tasavvur etmekten hoşlanırdım. Bazıakşam saatlerinde bu küçük camiin önündengeçer veya kapısından bakarken o kadar kaleninkapısını zorlamış ellerini, kendi yaktığıkandillere uzanmış zannederim ve içim saadetledolar.I. Murad, ufak tefek çizgi değişiklikleriyleYıldırım Bayezıt, 1402 felaketinden sonraimparatorluğu derleyip toparlayan o kadar akıllıve iradeli I. Mehmed, büyüklükle sadeliğibirleştiren devrinin birinci sınıf devlet ve harpadamı, sırasına göre şair ve eslet II. Murad az
çok onun ileri zamana vurmuş akisleri gibidirler.Fakat niçin bu devamı sade prenslerde arıyoruz?Bir buçuk asır bütün imparatorluk için modelOrhan'dı.Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği vebüyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeğitarafından unutulmuş, boş sarayının odalarındatek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük elaynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklarıseyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarınabenzer. İlk önce Edirne'nin kendine ortakolmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesinekim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için içinağlamıştır! Her ölen padişahın ve Cem vak'asınakadar her öldürülen şehzadenin cenazesi şehregetirildikçe bu geçmiş zaman güzelinin kalbişüphesiz bir kere daha burkuluyor. \"Bendenuzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman banadönüyorlar. Bana bundan sonra sadece onların
ölümlerine ağlamak düşüyor!\" diyordu. Evet,Muradiye küçük türbeleriyle genişledikçe Bursahangi vesilelerle ancak hatırlandığını anlar.Bu güzel devirden ve onu takip eden asırlardakiBursa'dan birkaç büyük mimarî eserinden, türbeve camiler ve bir de içinde Fatih'in doğduğusöylenen, fakat bütün bilenlerin XVIII. asırdandaha gerisine götürmekte tereddüt ettikleri evinbir kısmından başka hemen hiçbir şey kalmadı.Keçeci Fuad Paşanın \"Osmanlı tarihinin dibacesiyandı!\" diye ağladığı 1271 yangını Sarayiçi'ni vebütün Bursa'yı âdeta süpürdü. Bütün o eşraf veayan konakları, beş asırlık tarihin yığdığıhazineler, hepsi kayboldu. Bursa Sarayı'nınkendisine gelince daha geçen asrın başındabakımsızlıktan haraptı. Müverrih Hammer, Bursaiçin olan eserinde: \"Bakiyelerden kolaylıklaplanı yapılabilecek\" hükmünü çıkartır. Gümüşlüadı, bugün sadece tarih bilenler için bir hâtıradır
ve Osman Gazi ile Orhan Gazi,Tanzimatdevrinin o gülünç şekilde resmi üslubuylayapılmış, hiçbir ruhaniyeti olmayan binalarda,başlarının ucunda,-talihin korkunç istihzası-Sultan Aziz'in ihdas ettiği birer Osmanlı nişanı,âdeta gurbette gibi yatıyorlar.Fakat Bursa ışığı olduğu gibi yine dört yandaçınlıyor, su sesleri ledünnî bir rüya gibi etrafıdolduruyor ve yıkılmış imparatorluğun dörtyanından gelmiş muhacir çocukları bu ışığınaltında ve bu su sesleri içinde tıpkı kuruluşasrının çocukları gibi oynuyorlar. Belki deküçük kızlar o devirden kalma havalarauydurulmuş türküleri söylüyorlar, Yeşil'inçinileri XV. asrın bahçesinden toplanmışrenklerle gülüyorlar.IIIEvliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden uzunuzadıya bahsettikten sonra sözü \"Velhasıl Bursa
sudan ibarettir.\" diyerek bitirir. Canım Evliya!Sade bu iki cümlen için benim hafızamda adınBursa ile birleşiyor. Sen Bursa'nın şiirinitadanların başında gelirsin ve bir gün seninruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerindenbirine senin adını veririz ve sen onun ağzındanbu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayıbize bir su damlası kadar saf ruhunlanakledersin. Evet, Bursa bir su şehridir ve buitibarla bize hiç beklenmedik bir adamı hatırlatır.Bu, Şeyhülislâm Kara Çelebizade AzizEfendidir. Deli İbrahim'in hal'i ve katli esnasındao kadar zalim davranan ve saltanatın ilkyıllarında IV. Mehmed'i bütün vezirleri arasındaazarlamaktan çekinmeyen bu acayip ruhlu âlim,ikbali seven, fakat onu, haşin mizacı yüzündenbir türlü elinde tutamayan bu zeki, zarif, kibarfakat geçimsiz adam, Bursa'nın hayatına oldukçagarip bir şekilde girer. Menfasını değiştirttiği bu
su şehrinde çeşme yaptırmayı kendine biricikeğlence edinir ve servetinin mühim bir kısmınıbunun için harcar. Böyle bir hayrata ihtiyaçolmadığını aklına bile getirmeden yaptırdığı buçeşmelere Bursalılar hâlâ Müftü Çeşmeleridiyorlar. Bu hikâyeyi kitaplarda okuduğumzaman biraz şaşırmış ve hattâ gülmüştüm. FakatBursa'yı gidip de bu şehrin üstünde, günün herânına tılsımlı aynasını tutan su seslerinidinleyince yavaş yavaş Kara Çelebizade'ye hakverdim. Şimdi onu daha başka türlü tanıyor veseviyorum. O benim için artık, şiiri hayatınasindirmiş ince ve zarif ruhlu rüya adamlarının önsafında geliyor. Sevdiği kadını, güzelliğini birkat daha açacak mücevherler ve pırlantalaragarkeden çılgın ve müsrif, fakat zevk sahibi biraşık gibi o da güzelliğinin şuuruna erdiği buşehre su seslerinden çelenkler, avizeler,sabahların uyanışına inci dizileri gibi dökülen ve
akşamların gurbetinde büyük mücevherlerinparıltısıyla tutuşan gerdanlıklar hediye etmiş.İstemiş ki günün her saatinde bu çeşmelerle,kendi ikbalperest ve mustarip ruhunun, doğduğuve büyüdüğü şehirden uzak, hayat ve hareketeyabancı bir menfada tükenmeye mahkûmruhunun feryatlarını gelen geçen anlasın. Bu sesonlara ömrün büyük donam noktalarını,mevsimlerin güzelliğini ve hayatın fâniliğinisöylesin. Büyülü bakışlı arzudan, zalim ölümdenbahsetsin, tenha gece saatlerinde acı nefismuhasebelerine dalsın, aldatıcı ikbali, haşinbilekli talihi terennüm etsin. Kim bilir belki debizzat kendisi her şeye ve herkese küsküngeçirdiği acı ve uzun uzlet saatlerinde bu iki yüzçeşmenin sesini muhayyilesinde bir kanununtelleri gibi ayarlamaya çalışır ve bu hayalîmusikiden kâh mehtaplı Boğaz gecelerinicanlandıran altın hışırtılı nağmeler çıkartır, kâh
onda İstanbul sabahlarını o kadar nuranî yapanezan seslerinin bir aksini arar, ona ömrününmacerasını nakledecek feryatları huzursuzruhunda kopan fırtınaların çığlıklarını emaneteder ve sonra hepsini birden, bir dahagöremeyeceğini çok iyi bildiği ve hasretiniçektiği İstanbul'a bu güzeller güzeli şehre ithafederdi.Zavallı Aziz Efendi! Şimdi onu Bursasokaklarında, arkasında Bursa vakıflarındaçalışan mimar, kalfa ve su yolcularının teşkilettiği küçük bir kalabalıkla dolaşır ve bu iki yüzçeşmenin yerlerini bir bir işaret ederken görüyorgibiyim. Şüphesiz ara sıra başını kaldırıyor, açıkBursa havasından billur renkli kavislerinbirbirini katedeceğini, büyük toplanış noktalarınıve hepsinin birden bu şehrin semasındayapacağı ahenkli âlemi düşünerek bir orkestraşefinin ve bir iç âlem mimarının gururuyla
gülümsüyordu.Bursa'ya her gidişimde onu düşünür ve bazenbir ömrün ne kadar garip tesadüflerde mânasınıtamamlayabildiğine şaşarım.Bu XVII. asırda Bursa'ya gelip yerleşmişolanlardan biri de o çok çalışkan ve iyi niyetsahibi celveti şeyhi İsmail Hakkı Efendidir.Celvetiliğin ikinci devresi bilindiği gibi Bursa'daMuakkad Dede ve onun müridi Üftade ile başlar.Fakat bütün Türkiye'de asıl şöhreti I.Ahmeddevrinin en nüfuzlu şeyhi olan Aziz MahmudHü-dayi Efendi iledir. İsmail Hakkı EfendiViyana bozgunundan sonraki hâdiselerde vebilhassa Siyavuş Paşanın zorbalar tarafındanöldürülmesiyle neticelenen büyük isyanda (IV.Mehmed'in hal'i ile neticelenen ve II. Süleymandevrinde devam eden isyanda) çarşının vehalkın yaptığı aksülamelde o kadar büyük roloynayan Alpazarı şeyhi Osman Fazlî Efendinin
müridiydi. Osman Efendi devrin en cezbeli,namuslu ve cesaretli adamlarındandı. Padişahlarıen sert dille azarlamaktan, camilerde çok defatenkit ölçüsünü kaçıran vaazlar vermektençekinmezdi. IV. Mehmed'in hal'inde buvaazların uyandırdığı hoşnutsuzluğun elbettehissesi vardır. Siyavuş Paşa vak'asından sonraise bayağı müsteşârân-ı devlet arasına girer.İslâm ulemasının ve şeyhlerinin tarihteki rolükadar tezatlı hiçbir şey yoktur. Bir taraftanfitneyi ortadan kaldırmak veya ona yolvermemek için en çetin istibdatlara razı olurlar.Diğer taraftan da cezbeleri tutunca en olmayacakzamanda hakikatleri söyleyerek sözün ayağadüşmesine ve fitne kapılarının ardına kadaraçılmasına sebep olurlar. Ahlâkından,faziletinden hiç şüphe edilmeyecek cinsten olanbu Osman Fazlî Efendinin Siyavuş Paşanın katlihadisesinden sonra devlet işlerine müdahalesi ne
dereceye kadar isabetli oldu, hele bir çeşit eşkiyareisi olan Yeğen Osman Paşanın serdarlığm-daonun hissesi nedir? Burasını tayin güçtür. Fakatdevletin tek ümidi olan ve kısa sadaretinde işleriaz çok düzelten Niş'i, Belgrat'ı hattâ bütünRumeli'yi geriye alan Fazıl Mustafa Paşayı zarurîolan malî tedbirler yüzünden acı acı tenkitetmesi affedilecek şeylerden değildir. Bu dayetmezmiş gibi müritleriyle cihada iştirakekalkar ve orduya doğru yollanır. Hemen hemenherkesin Mehdi beklediği ve anarşinin daimahazır olduğu, ordunun güç zaptedildiği öyle birdevirde bu kadar cezbeli bir adamın ordudabulunmasına müsaade etmek ateşle oynamanıntâ kendisiydi. Mustafa Fazıl Paşa ister istemeznamusuna inandığı ve tenkitlerine hak verdiği -çünkü kendisi de konulan vergilerdenşikâyetçidir- bu adamı Magosa'ya nel'ye mecburolur. Bursa'dan Kıbrıs'a şeyhini ziyarete giden
İsmail Hakkı Efendi, Salankamin'de şehit olanMustafa Fazıl Paşanın ruhunu şeyhin çağırdığınıve iyice azarladığını Silsilenamesi 'nde anlatır.Bir insana inanmaktaki bu saflığın -yalana kadargitme demektir- şüphesiz güzel bir tarafı var.Yazık ki bir imparatorluğun hayatı büsbütünbaşka bir şeydir ve her şeyden evvel soğukkanlıhesap ister. Asıl garibi şeyhi gibi kendisi dehâdiseler içinde yaşayan Hakkı Efendinin FazılPaşanın ölümünü Silsilename'de değiştirilmesi,etbâı elinde öldü demesidir. Şüphesiz şehitliğinielinden almak için. Ah bu XVII. asır,evliyasıyla, ulemasıyla, vezir vüzera-sıyla,eşkiyasıyla nasıl birbirine benzer. İsmailEfendinin eserlerinde devrin zihniyetinin butarafını anlatan bir yığın safça uydurma dahavardır. Meşhur tefsirine çalışırken sabahlarakadar uyanık kalırmış. O esnada bahçedekihorozu ona \"İsmail Efendi hu!\" diye seslenirmiş.
Hacı Bayram'dan bahsederken onunmüritlerinden olduğunu söylediği Hüsrev ii Şirinşairi Şeyhî'nin bazı beyitlerini gökte meleklerin\"vird ü teşbih eylediği\"ni söylemesi de bucinstendir. Hayır Evliya Çelebi hiç de yalnızkalmaz.İsmail Hakkı Efendi kendisi de Elmas MehmedPaşa zamanında orduya iltihak eder, hattâ birmuharebede yaralanır. Biyografi Mehmed AliAvni Bey, bu vak'adan sonra Silsilenamemuharririnin mektep çocukları için millî bir ilâhîyazdığını söyler ki divanında vardır.IVŞark için \"ölümün sırrına sahiptir\" derler. FakatŞark milletleri içinde dahi ona bizim kadarhususî bir çehre veren, her türlü lâubaliliktensakınmakla beraber, onu ehlîleştiren, başkamillet pek yoktur. Ve bunu ne kadar basitunsurlarla yaparız: sade mimarîli bir
türbe çok defa tahtadan sırasına göre oymalı vezarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaçişlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, birtuğ... İşte cedlerimize ebedî hayatı tecessümettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir. Bukadar fakir unsurlarla hazırlanan âbidede ferdîhayatı hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir. Evet,tek bir isim, ancak milyonlarla ölçülen birmesafeden bize ışıkları göndermekte devameden sönmüş bir yıldız gibi, ölümünuzaklığından bir ömrün hatırasını tazeler,içindeki ölüden ziyade ölüm için yapılmış olanbu küçük fakat muhayyileye hitap etmesini bilenâbide, eski Türk şehirlerinin ortasında yaşananzamanla ebediyet arasında aşılması çok kolay birköprü gibi âdeta üçüncü bir zaman teşkil ederdi.Ölüler bu basit ikametgâhlarından sokağın bütünhayatına şahit olurlardı. Zaten ramazan, bayram,kandil, büyük zaferler, sevinç ve kederlerimiz,
hepsini onlarla paylaşırdık.Başka milletler içinde, onu bizden daha çokmuhteşem şekilde tasavvur edenler, mezarıterkedilen dünya nimetlerinin küçük bir sergisi,yahut da vehmedilen şekilde bir uhrevî hayatmüzesi hâline getirenler, sanatlarının ve icatkabiliyetlerinin bütün kaynaklarını içlerindekifânilik korkusunu yenmek uğrunda tüketenlerçok olmuştur; fakat hiçbiri ona bizde aldığı ehlîyüzü vermemiş, onun korkunç realitesini, bizimkadar yumuşatamamıştır.Çelebi Mehmed'in \"çoluk çocuğuyla beraberyattığı türbede\" hepimize mukadder olankorkunç akıbet, güzel bir günün sonunda birakşam bahçesinde koklanan güller gibi hüzünlübir hasret arasından duyulur; o, burada çinilerinsolmaz mevsimi içinde o kadar kaybolmuş,erimiş, havadaki sükûnetle, camlardan dökülenmehtap gölgeli ışığa inkılâp etmiştir, hayat aşkı
ve sanat onu o kadar benimsemiştir.Bu türbe ve buna benzer yerlerde yatanlar içinperdenin arka tarafı, şüphesiz ki sadece tatlı biruyuşukluk içinde kaybedilmiş nimetlerin hasretiduyulan bir rüyadan ibarettir. Onlar, velveleli birhayatın sonunda dinlendirici hassaları olan birsuda yıkanır gibi bu mezarlarda uyuyorlar veşimdi, biz, onların mezarlarını gezerkenhayatlarında bir an bile yanlarına uğramamışolan bu sükûnun, büyük bir deniz gibietrafımızda dalga dalga yükseldiğinihissediyoruz. Bize bu sükûn vehmini veren şey,şüphesiz ki sanattır. Bütün ömrü boyuncadidişen, yabancı şöyle dursun oğul-kardeş kanıdökmekten çekinmeyen insanlar, ustamimarların ve sanatkârların ellerinden sızanhüner ve rahmaniyet sayesinde bir evliya talihinipaylaşıyorlar.Türbeden çıkınca Yeşil Cami'ye girdim. Andre
Gide bu cami için \"zekânın kemal hâlindesıhhati\" der. Gide'i İstanbul'da gördüğü her şeyeâdeta düşman gözüyle bakmaya sevkeden iyiniyetsizlik Bursa'da çok yumuşar. Bu haşinvaziyeti, bu düşmanlığı hiçbir zamananlayamadım. Her şeyden vazgeçsek ve bütüngüzellik bahislerini bir yana bıraksak bile,arasında bir misafir veya seyyah sıfatıyladolaştığı insanların ıstırabına, bu ıstırabı vebahsettiği sefaleti taşırken gösterdikleri sabır vetahammüle, asil sükûnete dikkat etmiş olsaydı,yine sonsuz bir şiir haznesi bulurdu. Fakat belliki Gide, kendi gözüyle rahatça bakmaktansa,Barres'in veya Loti'nin beğendiği şeyleribeğenmemek için memleketimize gelmiştir;Balkan felâketinin o hazin arifesinde bumemlekette dikkat edilecek, sevilecek, acınacakne kadar çok şey vardı! Büyük bir millet,gururunda, haklarında, tarihinde mağdur ve
mustaripti. Andre Gide, böyle bir zamandapeyzajlarımızı fakir ve neşesiz, sanatımızı dermeçatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir\"insanüstü\" gözüyle etraftaki ıstıraba tiksi-netiksine bakarak geçti. Bugünkü büyük felâketiidrak eden Fransa'nın yarınki çocukları LaMarc/ıe Tıırqıte'ü okurken bu davranıştakihuşunetin ne kadar mânâsız olduğunu çok iyianlayacaklardır. Ne yazık ki fertler gibi milletleriçin de talihin bazı cilveleri ancak nefsindetecrübe ile anlaşılabiliyor. Bununla beraberGide'i Bursa için yazdıklarından dolayı yineseviyorum. Yeşil'i en iyi anlayan muharrir oolmuştur. Camii aydınlığın ortasında, ayakucunda kendisini tamamlayıcı bir şey gibiuzanan manzara ile beraber çok güzel yakalar.Süleymaniye'de ve İstanbul camilerindeduymadığı ür-permeyi burada duyar, satırlarınarasına bir nevi huşu hissi girer. Ondan âdeta
Pantheon'dan bahsedilen bir lisanla bahseder.Yeşil Cami bu hayranlığa hem de fazlasıylalâyıktır. Onun için mimarimizin en mükemmeleseridir demek şüphesiz mübalağa olur. FakatBayezıt ve Süleymaniye'nin mükemmeliyetineve ihtişamına doğru yol alan oluş hâlinde birtekniğin bu camide en güzel ve en fazla telkinedici tereddütlerinden birini geçirdiği demuhakkaktır. O iki ayrı anlayış ve zevkin sadecetebessümden ibaret olan bir mücadelecisidir. Vedaha ziyade ileriye doğru yürürken geriye atılanson bir bakışa benzer. Fakat bu bakış ne kadarhesaplı bir tecrübe ile doludur! Gelenek onaerişmek için ne kadar zenginleşmiş, ne karışıkmerhalelerden geçmiştir. Bu hendesenin gününbirinde bu vuzuh ve nisbet içine bu kadar sadebir oyunda kendini göstermesi için, ihtiyar Asyayerinden oynamış, medeniyetler birbirine girmiş,insan cemaatleri en geniş mânada değişikliklere
uğramıştır. Kapıdan girer girmez dört yanımızıkaplayan yeşil hava içinde Neşatî'nin \"turfamuamma\" diye adlandırdığı insan ruhu, en tabiîiklimlerinden birini bulur. Burada her şey bizeBursa'yı otuz sene içinde Türk yapan ve dahadün alınan bu şehirden Süleyman Dede'nindehasını fışkırtan kudretin sırrını anlatır. İnsanancak Yeşil'i ve muasırı eserleri gezerken III.Selim tarafından yaptırılmış olan Emir SultanTürbesi'nde -ve ona benzer diğer bazı binalarda-kaybedilen şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyor.Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamınmahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş,mânâsız bir cümle gibi zekâyı bir müddetyorduktan sonra \"Ben bir hiçim!\" diye zaafınıitiraf ediveriyor.Bu yaldızlı, helezon? çizgili emperyal üslûpiçinde Emir Sultan, âdeta dondurulmuş gibiyatar. Diğer mimarî eserlerinde taşı canlı mahlûk
yapan ve göze bir kalp penceresi gibi açılan oledün-nî hâlden burada eser yoktur. Hiç de iyiidare edilmemiş bir aydınlık, taş döşeme veduvarlarda ölü bir şey gibi sürünür. Burası arlıkşair Yunus'un (bu isimdekilerin en sonuncusuolacak) Türkçenin incilerinden biri olan o güzelşiirinde:Eınîr Sultan dervişleri.Teşbih ü sena işleri, Dizilmiş hııınâ kuşları EmîrSultan türbesinde.diye bahsettiği, büyük ruh rüzgârlarının estiği,kalbler mihrakı yer değildir. Eski EmirsultanTürbesi ve mescidi Bursa'nın hayatını zamanzaman etrafında toplayan merkezlerden biriydi.Evliya Çelebi bu türbenin ihtişamını anlataanlata bitiremez. Türbe kapısı baştan aşağıgümüş pullar, gümüş halkalar, gümüş kulplarlasüslü imiş; gümüş eşikler, ibrişim halılar varmış.
Tavanında mücevher, murassa eşya asılı imiş veyüzlerce altın gümüş çerağ ve kandiliyle buevliya bir binbir gece zenginliği içinde yatarmış.Her sene bahar mevsiminde bu türbede büyükbir halk kütlesi toplanır, Erguvan Bayramıyapar-larmış. Bu erguvan sohbeti beni çokdüşündürdü. Acaba eski dinlerden, bugün Bursamüzesinde küçük mezar heykellerini, yüzlercekırık âbidesini gördüğümüz akidelerden kalmabir şey mi? Yoksa sadece yeni fethedilmiş birtoprağı takdis için fâtih cetlerinin icat ettikleri birbayram mı? Nereden gelirse gelsin, bu Türkvelisinin adı Bur-sa'da tarih boyunca devameden ve \"naturiste\" bir ibadete çok benzeyen birgeleneğe karışıyor. Ben, Emir Sııltan'ın burolünü çok seviyorum,çünkü bizim iklimdegülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa,o da erguvandır. O şehirlerimizin ufkunda herbahar bir Di-yonizos rüyası gibi sarhoş ve renkli
doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağıruykusundan uyandığını haber vermek ister gibizengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır,bahar şarkısını söyler. İstanbul surlarınınüstünde çok eski bir sabah ezanının oracığatakılmış kırık parçasına benzeyen küçük bircamiin, Manavkadı Camii'nin yıkık duvarlarıarasında tek başına fırlamış bir erguvan ağacıvardır ki, bana gösterdikleri günden beri herbahar bir kerecik olsun ziyaretine gider, buşehrin sabahlarından toplanmış hissini verenmahmur bakışlı kandillerini seyrederdim. Harapve bakımsız mazi yadigârları ve etrafındauyuyan ölüler arasında, bu erguvan ağacı benimiçin ezelî ve ebedî arzunun, daima yenileşenhayat aşkını bir timsalidir ve manzaraya hakimyumuşak duruşunda bu fazlasıyla hissedilir.Emirsultan Türbesi'nin etrafında yatan ölüleri her
bahar kendiliğinden açılan bu hayat ve arzusofrası, cömertçe kandırır. Eskiden bu türbedeayrıca bir köylü ve hasta topluluğu yapıldığınıcivarındaki ahilerin buraya toplandığını dasöylüyorlar. Yıldırım'ın aşık olduğu kızını onunelinden zorla, hattâ bizim için biraz da kanlı birşekilde alan-kızını geriye almak isteyenYıldırım'ın gönderdiği askerleri hep öldürür-Emir Sultan, Bursa'nın büyük aşkmaceralarından birinin kahramanı sıfatıylaaşıklara maneviyatıyla yardım eder,evlenmelerini kolaylaştırırmış.Emir Sultan belki de bu XV. asır Türkiye'sininhalk muhayyilesine en fazla mal olmuşçehresidir. Hoca Sadeddin Tarihi'nde,Taşköprülü Şakayık-ı Osmaniye'de,, BeliğGüldeste's'ınde onun bir yığın menkıbesinianlatırlar. Beliğ'in anlattıkları arasında Uçmenkıbe vardır ki bunlardan biri, Emir Sultan'ın
müritlerinden birinin keramet göstermesiniistemesi üzerine değneğiyle yere vurarak bir sutaşırmasıdır. İkincisi Emir Sultan'ın türbesininyapılmasına aittir. Beliğ'in anlattığına göre HocaKasım isminde Bursalı bir zengin bir gün EmirSultan'a arakiye (bir nevi serpuş) hediye eder, oda kendisine bir sikke verir. O gün Hoca Kasımçarşıda gezerken otuz bin dirheme satılan birbüyük elmas görür. Parasının yetmeyeceğinibildiği için üzülür. Fakat kesesindeki parayısayınca otuz bin dirhemden fazla parasıolduğunu görür ve taşı alır ve hemen o günkendisine yüz otuz bin dirhem teklif edenmücevherden anlar bir Yahudiye satar. Bütünbunların şeyhin kerametiyle olduğunu bildiğiiçin şimdiki yerindeki -sonra türbeyi de içinealan- zaviyeyi bu parayla yaptırır. Üçüncühikâye başka türlü güzeldir. 1032 senesinde -yani Emir Sultan'ın ölümünden aşağı yukarı iki
yüz yıl sonra— bir gün Bursa'ya büyük birarslanla dolaşmaktan hoşlanan bir adamcağızgelir. Ve yine günün birinde Emir Sultan'ıntürbesini ziyaret etmek ister. Bir direğe arslanıiyice zincirledikten sonra içeriye girer. Birazsonra arslan zincirini kırar, zincirini sürükleyendeli aşık gibi türbenin kapısına gelir vegözlerinden yaş aka aka Emir'i ziyaret eder.Sonra olduğu yere dönerek sahibini bekler.Emir Sultan hemen herkesle \"Babam\" diyekonuşurmuş.Peygamberin neslinden olan Emir Buharîgeleneğe göre bu yeni imparatorluğunmerkezine gitmek için Medine'de doğrudandoğruya Hazret-i Muhammed'den izin alır. Hattâbütün yolculuk boyunca başının üstünde birkandil ona Bursa'ya kadar yoldaşlık eder ve Bur-sa'ya geldikten sonra da üç gün üç gece üst üste
bu kandil görülür.Emirsultan'ın Yeşil'e bakan kapısında başlarınınucunda son Bursalı hattatların talik yazıları,talihsiz padişah V. Murad'ın saray kadınlarıyatarlar.Bugünkü Bursa'da Emir Sultan altında yattığımimarî eserin hak ettirdiği bir bakımsızlıkiçindedir; bununla beraber etrafındaki peyzajnâdir bulunur bir güzelliktedir. İşin garip tarafıbu cansız mimarînin, Türk musikisinin yeni birrönesans yaptığı bir devirde vücuda getirilmişolmasıdır. Emirgân Camii'nin kışla mimarîsinin,Topkapı'daki Tanzimat Köşkü'nün Dede'nindehasının Ferahfeza burcundan işitildiği birzamanda inşa edilmiş olmaları ve Beyatî âyini,Acemaşiran ağır semaisi gibi teksif edilmiş ruhaydınlıklarıy-la muasır olmaları aklın güç kabuledebileceği şeylerdir. Türk mimarîsininhamlesini tükettiği senelerde, musikî yeni bir
feyizle canlanıyordu. O da belki son ışıklarıdağıtıyordu. Fakat kendi cömert kanındayıkanan zengin ve muhteşem bir akşam gibi...Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz kigeniş mânasında yapıcı bir devir olmuştur. Fakatsadece yapmakla kalmış, asıl yaratmayagidememiştir. Bu ikisinin arasındaki farkı ozamanlardan kalma eserlerin hepsinde görmekmümkündür. Şehirlerimizin umumî çerçevesiiçinde derhal yadırganan bir yığın eser,mimarînin sadece muayyen bir malzemeyi,muayyen bir gaye uğrunda kullanmaktan ibaretolmadığını gösterirler.Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı.Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh veimanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruhparçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer,mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder,Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete
hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartalhamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tekbir ruh terennüm eder.Ah, bu eski sanatkârlar ve onların herdokundukları şeyi değiştiren, en eski birunsurdan yepyeni bir âlem yapan sanatmucizeleri! Dedelerimiz bu mucize ile ve onunetrafına taşırdığı imanla Bursa'nın ve İstanbul'unçehresini değiştirdiler, onları yarım asır içindehalis Türk ve Müslüman yaptılar. Yirmi otuzsenelik bir zaman içinde Bursa'nın veİstanbul'un yıkılmış Şarkî Roma manzarasıortadan silindi ve yerini, camileri, medreseleri,hanlarıyla. yumuşak çizgili, elastikî hamleli,kullandığı malzemenin güzellik şuurundakıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı unsurdandenecek kadar uygun bir mimarî aldı. Bu sanatşöylece büyük çerçevesinde bu şehirlerintepelerini ve umumî manzarasını birden
değiştirirken şehirlerin içinde sokak sokak ikincibir fetih yapılıyor, yeşil pencerelerinde uhrevîvaatler gülen türbecikler, çeşmeler, İstanbul veBursa'yı adım adım zaptediyordu. Bursafethedildiğinden elli sene sonra Bursalı Türkçocukları arasında şairler yetişir ve İstanbul'usaltanatının başlangıcında alan Fatih'in naşı buşehre getirildiği zaman İstanbul, ananesiyle,semt adlarıyla, evliya türbeleriyle, şiir ve sanathayatıyla halis Türk'tür. Bursa'da ve İstanbul'daTürk anne babadan doğan ilk çocuk neslibüyüdükçe, kendileriyle beraber büyüyen bugeniş hamlenin etrafa dal budak saldığınıgördüler. Bu ilk çağın Bursalı anneleri şüphesizmüstakbel gaza erlerinin yaşından bahsederken\"Oğlum, Orhaniye veya Muradiye'nin yapıldığısene doğdu\" derlerdi. Ve onların uzun, yorucuseferlerden sağ salim dönmeleri için yaşıtlarıolan camilere adaklar adarlardı.
O gün bütün sabah saatlerini şehir içinde âbideâbide dolaşmakla geçirmiştim. Her zamanolduğu gibi çok güzel şeyler görmüş, çoklezzetler tatmıştım. Bununla beraber ruhu tamdoyuran o kesif ürpermeden,eşya ile aramızdakiperdeleri kaldıran ve bizim için dışımızdayabancı bir şey bırakmayan o büyükdolgunluktan mahrumdur. Halbuki bu sonseyahati, Bursa peyzajının sırrını yoklamak,mümkünse ondan bir ders almak için yapmıştım.Fakat ben zorladıkça o benden kaçıyor gibiydi.Taş, ağaç, sanat eseri ve an, hepsi banakendilerini kapatıyorlar, benimahremiyetlerinden kovuyorlardı. Yavaş yavaşetrafımda sadece ölümü görmeye başlamıştım.Kendi kendime \"Ondan başka ne olabilir ki...\"dedim, meğer ki can sıkıntısı ola. Gerçekten deonun dışında kalan her şey o anda bana sadececan sıkıntısından kurtulmak için aranılmış
çocukça çareler gibi görünüyordu. Aşk, sanat,arzu, zafer, hepsi hasta nahvetimizinoyuncaklarından başka bir şey değildi vehepsinin arkasından kaderin büyük çarkıişliyordu. Her şeyin hattâ bu şehrin en güzelifadesi olan su seslerinin bile hülyama boşkadehler uzattığı böyle bir günde başka nasıldüşünebilirdim?Bir an bu çok sevdiğim şehirde kendihâtıralarımı aramak hülyasına düştüm. \"AcabaHüdavendigâr Camii'ne gitsem, onun akşamrengi loşluğu içinde beş yıl önce bu camiiberaberce gezdiğimiz güzel çocuğuntebessümünü bulabilir miyim\" diye kendimesoruyordum. Bu ince tebessüm, bu eski mabediniçinde bir akşamüstü taze bir gül gibiparıldamıştı ve ben onu seyrederken etrafındakihavanın, birdenbire bir yıldız doğmuş gibi altınakislerle perde perde aydınlandığını, bir fikre
çok benzeyen bir musiki ile dolduğunuhissetmiştim. Bu gülüş, bütün o taşlardadinlenen ve geçmiş zamanı tahayyül eden\"ölüm\"e güneşten, aydınlıktan, çok sevdiktensonra açık gözlerle bırakılıp gidilen her şeydentoplanmış bir ithaftı. Emindim ki orada, o sessiztaşlara sinmiş ruhlar kendilerini bu gülüşle biran, yeni açmış bir gül fidanı gibi taze. ıtırlı vemesut buldular. Bununla beraber şimdi orayagitsem, bu gülüşten hiçbir şey bulamayacağımve ben öldüğüm zaman da bu hâtıranın biricikşahidi kaybolacak.Bu düşünceyle harap ve her şeye küskünyürürken birdenbire önüme çıkan tanıdık birarabacı beni âdeta zorla arabasına aldı.Ayaklarımın ucunda bir süs olarak konmuşküçük dar aynada biçare yalnızlığımı seyredeseyrede bir müddet daha dolaştım. Artık etrafımabakmıyordum; kendimi içimde uğursuz bir
musiki gibi yükseldiğini hissettiğim düşüncelerebırakmıştım: \"Ne diye bunun böyle olmasındanmustaribim?\" diyordum. \"Niçin mutlaka hayattabir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibiolmalı? Bütün bunların lüzumu ne? Bütünpınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetlebitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit,kül rengi hade-kalarında hiç bir aydınlığıngülmediği kayıtsız, sabit gözlerlesarhoşluğumuzda gülecek olduktan sonra...Ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza nekadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondankurtaramazlar. Bütün hilkat, geniş ve eşsizkudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendinieğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. Hayatnimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcıişaretten kalan en büyük miras bu cansıkıntısıdır. Diyarlar fethedelim, mucizesineerilmez eserler verelim, her ânımıza bir ebediyet
derinliği veren ihsasların birinden öbürüneatlayalım, aradaki en kısa fasıllarda onun zalimalayı ile karşılaşırız. Hiç ummadığımız zamandao gelir, karşımıza oturur, gözlerini gözlerimizediker... Kaç defa ondan en uzak bulunduğumusandığım bir anda bulanık, ıslak nefesinialnımda duydum. Okşadığım tende, kokladığımgülde, içtiğim içkide hep o zehir vardı. En hazlı,en mesut uykudan uyanır uyanmaz bu acayipifriti siyah meşinden bir mahlûk gibi kollarımınarasında bulmadım mı? Kim bilir belki de bizimiçin zamanın hakikî ritmini o yapıyor.Dakikalarımızı kendi arzusuyla uzatıp kısaltanve bizi, küçük uyanışlara benzeyen itişlerleölümün uçurum ağzına atan odur. En sonundaşeytanî kahkahasını atarak üstümüze zamanınsürgüsünü çeker, fırının kapağını kapatır...\"Belki bu karanlık düşünceler oturduğum kırkahvesinde de devam edecekti. Fakat ihtiyar
kahvecinin çok zarif bir hareketi onları olduğuyerde kesti. Bir eliyle bana oturacağım iskemleyidüzelten adam, öbürüyle kırmızı ve muhteşembir gülü önümdeki şadırvanınküçük kurnasına fırlatıvermişti. Gözleriminönünde saat, manzara hepsi bir anda bir bahartazeliğine boyandı. Bu ihtiyar ve biçare adam busanatkâr hareketi nereden öğrenmişti? Kenditalihine bırakılmış bu biçare adamda hangi asilterbiye, hangi güzellik ananesi devam ediyordu?Onun bu hediyesiyle ben birdenbire yenidenkıymetlerin dünyasına doğmuştum.Bulunduğum yerden ova bütün büyüklüğüylegörünüyordu. Bursa ovasının en sevdiğim tarafı,Muş veya Erzurum ovası gibi sonsuzuzamamasıdır. Gözün lezzet alabilmesi içinyetecek derecede büyük ve geniş, o kadarlakalıyor. Onun için daha ziyade bir sanat eserinebenzer. Her taraf feyz içindeydi. Tabiat,
bereketiyle sanki bütün etrafı ezmek istiyormuşda sonra tam zamanında yetişen bir ölçü hissiylebundan vazgeçmiş gibi. Uzakta dağlar, daimaeski şeyleri düşündüren, bizi bir ecdat rüyasıgibi saran acayip şekilli kitleleri, dar, gölgeliboğazları, küçük düzlükleriyle muhayyel birsaadet hissini bırakan küçük ve mesut manzaralıköylerini bağrına basmış uzanıyor, ufkuçerçeveliyordu. Daha ileride, son planda, koyueflatun! heyulalar bu yumuşak çembere kendisınırlarını katıyorlardı. Bazı yerlerde güneşbuğulanmış gibi bir kesafet kazanıyor, yer yerbillur bir avize gibi çınlayarak kırılıyordu.Kendi kendime, ovanın ve etraftaki dağlarınneresine düştüklerini hiç aramadan, Lâmiî'ninmeşhur manzumesinde, her yıl kışı kovmak içinbahar ordusunu üç koldan yürüttüğü yerlerinadlarını saymaya çalışıyorum: Ab-ı hayatYaylağı, Molla Alanı, Sanı Alan, Kurt Bılanı,
Doğlu Baba, Şakım Efendi Pınarı, Kırkpınar,Binyay-lak, Karagöl, Hızırbey yurdu, KuşOynağı... Hayır, hepsini hatırla-yamayacağım,zaten sıralarını da unutmuşum. Fakat belli kimasal yahut halk rivayeti bahar rüzgârlarınıovaya üç koldan getiriyor.Vatan dağlarının saate, aydınlığa göre değişenrenkleri! Ruhumuzun hakikî bahçesi sizdendir!Ve ben bu üzüntülü günümde size bakarkensükûnetinizden bir şeyin içime kaydığınıhissediyordum. Bir arı, etrafımda görülmeyen birizi kovalayarak uçuyor. Birdenbire Eşrefoğlu'nuhatırlıyorum. Kendisi için değil,ölümünden ikiyüz elli yıl sonra Kul Hasan'ın ona verdiği cevapdolayısıyla:Arı vardır uçup gezer, Teni tenden seçip gezer.Canan bizden kaçıp gezer Arı biziz, bal bizdedir.Bu manzumenin bir yerinde Kul Hasan: Bahçebiziz gül bizdedir.
diyor. Viyana hezimetinden sonra bu dillekonuşabilmek epeyce bir mesele. Fakat beni asılsaran şey Kul Hasan'ın ölümünden iki yüz ellisene sonra Eşrefoğlu ile kavga etmesidir. Demekki \"ölünY'ün saltanatı o kadar mutlak değil. HacıBayram'ın damadı olan Eşrefoğkı Bursa'dayatıyor; acaba nerede? Belki yerinigöstermişlerdir de benim aklıma gelmiyor. IV.Mehmed'in Şeyh Vani Efendiye verdiği Kestelköyüne de gidemedim. Vani Efendi Viyanabozgunundan sonra Bursa'da menfi olarak yaşar.Acaba o kadar tazyik ettiği Mevle-vîlere ve birzaman tekkelerini kapattığı Bektaşilere rastgelirmiydi? Feyzullah Efendi vak'asından sonraailesinden, hattâ kedilere varıncaya kadar alınankanlı intikamda elbet bunun da bir payı vardır.Geç ve lüzumsuz bir zulüm. Fakat bu aydınlıkta,bu güzel ovanın karşısında Vani Efendiyidüşünmektense havada esrarlı şekiller, remizler
çizen kuşlara bakmak daha iyi değil mi? İkigüvercin şadırvanın yalağının kenarında sankibu kaideyi bir aşk istiaresiyle tamamlamak islergibi boyun boyuna duruyorlar. Belki onlarıburaya kahvecinin ben gelir gelmez attığı gülçekti. Suyun hareketiyle o gül'sallandıkça onlarda aşk türküleri söyleyecekler. Hiçbir şeydüşünmek istemiyorum. Sadece bu anı ve buaydınlığı Bursa ovası denen büyük ve zümrüttenyontulmuş kadehten içmekle kalacağım.\"En iyisibudur,diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğininsaltanatını içimizde kursun.\"Yavaş yavaş dinlendikçe manzara ve etrafımıdolduran şeyler benden uzaklaşıyor. Küçükşadırvanda suyun harekeline uyarak gidip gelentaze gül ve dört yanımı birdenbire alan susesleriyle baş başa kalıyorum. Hissediyorum kibu su sesi, şehrin üstünde görülmeyen başka birşehir yapıyor. Çok daha seyyal, çok hayalî,
bununla beraber gördüğümüz şeyler kadarmevcut mimarîsi her tarafı kaplamış.Eleğimsağma renklerinde bütün hayatı, dahatemiz, daha berrak tekrarlıyor. Belki asıl zaman,mutlak mânasında zaman odur ve ben şimdionun mücerret âleminde yaşıyorum.Şimdi iyice anlıyorum ki demin etrafımdadolaşan ve uçuşlarının fantazisine hayranolduğum güvercinler aslında bu şeffaf âleme ait,ondan bizim dünyamıza açılmış rüyalardanbaşka bir şey değildir. Bu âlemde her şey var.Geçmiş günlerimiz, hasretlerimiz, ıstıraplarımız,sevinçlerimiz, ümitlerimiz, hepsi orada kendihususiyetlerini yapan renklerle mevcut.Önümde biraz evvel hayran olduğum manzara,insana bir kaçış veya kurtuluş arzusunu verenuzak köyler, Yeşil'in kapısında nöbet bekleyentaze serviler, küçük gösterişsiz kabirlerindeuyuyan ölüler, hafızamda her birinin ayrı saati,
mevsimi olan bütün o isimler, kendiçocukluğum ve geçmiş günlerim, HüdavendigârCa-mii'nde tekrar bulacağımı bildiğim ve küçükmuhacir arabasının aynasında beyhude yerearadığım o tebessüm ve onu ömrünün veneşesinin baharlarından her an yeni bir ilhamlatoplayan kadın, hepsi orada bu su seslerininördüğü âlemde, ele ele, yan yana, tıpkıhayalimde yaşadıkları gibi yaşıyorlar.Şimdi Bursa'da asıl zamanın yanı başında, bizimiçin ondan daha başka ve daha derin olarakmevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin neolduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onunetrafı kucaklayan her dokunduğu şeyin özünübir ebediyette tekrarlayan akisleri, bumevsimlerin ve düşüncelerin ezelî aynası,zamanın üç çizgisini birden veren tılsımlı biraynasıdır. Sanatın aynası da bundan başka birşey değildir.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388