tatlı bir nefes almak nasip olmadı\".İbn-i Bîbî bu cümleyi Alâeddin Keykubad'ınölümünü anlatırken söyler.Bununla beraber kuvvetli bir devlet fikri vehanedan bağlılığı taazzuv etmişti. Bir kısmı yerlihanedanlardan ve ulemadan olan, bir kısmıArabistan dahil bütün Müslümanmemleketlerden ve bilhassa Suriye'den gelen,bazıları Harezmlilerle gelmiş veya tek başınaMoğollardan kaçarak sığınmış veya dahasonraları Moğollar tarafından kendilerine sadıkunsur sıfatı ile iş başına getirilmiş bu sonderecede ince, soyun malı, gaza ganimeti altınve mücevheriçinde yüzen, kendi felâketlerine hattâ umumîfelâketlere yazdıkları Acemce şiirlerle ağlayanbüyük İran şairleri ve mutasavvıfları ile karşılıklırubailer ve şiirlerle konuşan dört bucaktan
toplanmış vezirler, onlardan aşiretlerle olanmünasebetleri derecesinde örf ve davranıştaayrılan kumandanlar ve emirler, kadılar, büyükâlimler, devlet nüfuzunun tutunmasına, ecnebîmüdahalesinin fazla ilerlememesine ellerindengeldiği kadar çalışıyorlardı.IIIYeni bir vatanda yeni bir milletin o kadar çetinşartlarla kurulduğu bu asırlarda Konya ne haldeidi ve başkent sıfatıyla nasıl yaşıyor ve nedüşünüyordu? Bunu bilmiyoruz. Başlangıçtamutlak hükümdarlık sisteminin, feodalitenin vevezir aristokrasisinin nüfuzu, XIII. asrınortasından (1243) sonra seneden seneye bucihazı biraz daha benimseyen Moğol müdahelesişehre kendi sesini duyurmak fırsatını şüphesizpek az veriyordu. Şehrin etnik çehresi de bizimiçin az çok meçhuldür. Aslen Türk olan büyükhalk kitlesinin yanı başında henüz Hristiyan
kalmış Rum ve Ermeni gibi yerli kavimleremensup bir kalabalığın, Gürcü, Bizanslı,Suriyeli, Mısırlı, Elcezire ve Iraklı, Lâtintüccarların, Harezmlilerin, Bizans'dan gelenaskerlerin, Haçlı döküntülerinin, Ortaçağ'ın bazıAnadolu şehirleri gibi Konya'da da büyük biryekûn tuttuğunu tahmin edebiliriz. Ulema veşeyh sınıfı da bu şekilde karışıktı. İbn-i Bîbî'de,Ak-sarayî'de, Eflakî'de adları bize kadargelenlerin künyelerine dikkat edilirse gerçektenacayip bir mozaik elde*edilir. Bu bütün OrtaAsya, biraz da Akdeniz'di.Bu değişiklik şüphesiz örfe, âdete ve kıyafete detesir ediyordu. Yukarıda sünnî akîdeye fazlauymayan yahut onunla ancak dıştan anlaşan biryığın tarikatin bütün imparatorluğa yayılmışolduğunu söylemiştik. Şüphesiz bu Konya'dakihayata çok değişik bir manzara veriyordu.Müslüman Ortaçağ saç, sakal, bıyık ve kaşın
uzatılması veya büsbütün kesilmesi ile insançehresi üzerinde âdeta oynar, onu mesleğe veyatarikate ait bir çeşit maske yapmağa çalışır.Elbise veya başa giyilen şeyler de böyledeğişirdi. Müslüman olmayanlar ise kavimlerinemahsus kıyafetleri taşıyordu. Bu itibarla eskiKonya'nın çarşı ve pazarını, dar sokaklarını, çokrenkli ve değişik bir kalabalık dolduruyordu.Fakat yüksek tabakanın dışında hâkim notu dahaAlâeddin Keykubad'ın zamanından itibaren ahîkıyafeti veriyordu. Bir bakıma hayat, ufak tefektepkilere rağmen hiç olmazsa münakaşa kabuledecek derecede müsamahalı idi. Tasavvufçeşnisine bürünmek şartıyla her aşırı hareketmazur görülürdü.Saraya gelince İstanbul'la, cenup veAkdeniz'deki Lâtinlerle, İznik hanedanı iledevamlı münasebette idi. Bizans sarayından kızalan, felâket anlarında bu saraylarda misafir
edilen Selçuk sultanları birçok meselelerde genişdüşünceli idiler. Bu prenseslerden bazıları içinsarayda küçük kiliseler bile bulunduğu söylenir.Bununla beraber bu İslâm merkezinde içten içebir yığın mücadele vardı. Sünnî akîde, Şiî veBâtınî inançlar ve tasavvufla. MüslümanlıkHristiyanlıkla, ırktan gelen kültür İslâmî kültürle,Türkçe, Acemce ile mücadele halindeydi. Sünnîulema gerek sarayı gerekse aykırı meslek vetarikat adamlarını şüphesiz şiddetle kontrolediyordu.Saray ve yüksek tabaka, hinterlantla ve bilhassaaşiretlerle münasebeti zorlaştıracak derecedekültür ve zevkte İranîleşmişti. Moğol istilâsındandaha ileriye, Mısır ve Suriye yahut garpmemleketlerine kaçamayan veya kültür ve muhityüzünden bunu istemeyen bütün seçkin Asya buXIII. asırda Anadolu'da toplanmıştı. Resmî dil veşiir dili Acemce idi. Zevki ve hikmeti, büyük
İran şairleri idare ediyordu. Nitekim biraz sonraAnadolu Mevlânâ'da bu kültürün zirve çizgisineerecekti.Bütün vesikalar bu Ortaçağ şehrinin Moğolistilâsına ve hattâ XHI. asrın sonuna kadarbüyük bir refah içinde olduğunu gösteriyor. Buservet yalnız ticaretten gelmiyor, büyük birzanaat da onu besliyordu. Yazık ki Konyaçarşısı hakkında ancak delâletlerle fikirsahibiyiz. Eski Konya çarşısı bu devirde bütünAnadolu çarşıları gibi ahî idi. Halife Nâsır'ınAbbasî nüfuzunu bir nevi teşkilâtlakuvvetlendirmek için belki öteden beri mevcutbir tasavvufî cereyanı benimsemesinden doğan,yahut kuvvet alan ve Kanunî devrinde bileİstanbul çarşısına hâkim olan ahîliğin bizzat buhalife tarafından Selçuk sarayına sokulduğunubiliyoruz. İbn-i Bîbî. Alâeddin Key-kubad'ın,kendisine saltanatı fütüvvetle çok alâkalı olan
büyük âlim ve Şeyh Şehabeddin-i Sühreverdî'ninbahşettiğine inandığını söyler ve Kezirpertkalesinde kardeşinin ölüm haberini Emîr Sey-feddin Ayba'nın kendisine getirdiği gününgecesinde gördüğü rüyayı anlatır. Cülusundansonra Alâeddin'e bu şeyh, halife tarafındanfütüvvet şalvarı ve kuşağını getirmişti. Çarşı vezanaat atölyeleri de saray gibi ahî idi.II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonrakikarışık devirde hemen her büyük meseledeKonya ahîlerinin ve hükümet teşilâ-tına mensupgençlerin yardımı istenir. Sahip Şemseddinİsfahanî, bazı rakiplerini ortadan kaldırmak içinahîlere müracaat eder. 1291 'de Moğol ordusuKonya'yı muhasara ettiği zaman şehrinhâkiminin Ahmed Şah Kazzaz adında bir ahîolduğunu biliyoruz.İster yerli Müslüman ve Türk, ister muhacir veyamisafir, bu devirde Konya halkının, bütün
Ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi yüksek sınıfındâvaları ile ayrılmış olmaları, onlarınmaceralarını kendi aralarında yaşadıkları tahminedilebilir. Fakat yavaş yavaş hâdiselerin tazyikiile bir çeşit efkârıumumiyenin teşekkül ettiği detahmin edilebilir. Belki bu yüzden ve biraz dafeodalitenin icabı olan taraftarların korkusundanSelçuk hükümdarları bazı vahim iç meseleleriniKayseri veya Sivas'ta halletmeyi tercihediyorlardı. Alâeddin Keykubad gibi tuttuğunukoparan bir hükümdar bile, tahta çıkmasınısağladıkları için âdeta saltanata iştirak hakkınıkazandıklarını zanneden ve nüfuzlarını suistimaleden eski emîrleri Kayseri'de izale etmeyi tercihetmişti.Bir başkent daima başkenttir. Ne kadarsusturulursa susturulsun yine konuşur. Konyaelbette o kadar gazasına şahit olduğu II. KılıçArslan'ın ölümünden sonra, saltanat ağacının on
bir dalı gibi oördüğü ve benimsediği on birçocuğunun arasında başlayan kanlı mücadeleyekayıtsız kalmamıştı ve bu prenslerin talihlerinebir ana gibi kalbi sızlamıştı. O kadar tuttuğu veuğrunda aylarca muhasaraya katlandığıGıyaseddin Keyhüsrev'in ağabeysi Rükneddin'inkuvvetlerine dayanamayarak iki oğlu ile gurbeteçıkmasını elbette serin kanla seyretmemiş ve buprenslerin Bizans sarayındaki macerası, Konyaiçin uzun zamanlar, ağabeysinin fütuhatının yanıbaşında merakla takip ettiği bir roman olmuştu.Sonra bu Gıyaseddin'in iki oğluyla beraberdöndüğünü ve babasının yerine geçirilen oküçük Kılıç Arslan'ı ölümü beklemeğe birkaleye gönderdiklerini görmüş ve üzülmüştü.Fakat ordular hazırlanıp bayraklar uçuşmağabaşlayınca iş değişmişti. Antalya'nın, Sinop'unfetih günlerinde Konya'nın nasıl sevindiğini,Alâeddin Keykubad'ın o muhteşem saltanat alayı
şehre girdiği gün bu şehrin bayram manzarasınıhakikaten bilmek isterdim.Kendi yetiştirdiği maiyeti veya oğlu tarafındanzehirlenen bu padişahın cesedini getirdiklerizaman şehir kim bilir nasıl matem içinde idi.Hayatında çok mühim bir şeyin değiştiğini, artıkeski günleri bir daha göremeyeceğini, bu kadarkorkunç cinayete cesaret eden bir makinenin birgün kendisini de felâkete sürükleyeceğini, iimparatorluğunu yıkacağını, çarşı pazarınıdağıtıp kurutacağını nasıl derinden sezmişti?Evet Konya her şark payitahtı gibi bazenmukadderatının sadece uzak seyircisi sıfatı ilebütün bu hâdiseleri, daha sonra gelen çokfecilerini görmüş ve bir trajedi korosu gibionlara ağlamış veya sevinmiş, zaman zaman daiş kendisine düşünce silâha sarılmıştı. İbn-iBîbî'de, Aksarayî'de rastladığımız, Konya halkıfilân prensi severdi, gibi cümlelerin mânası
şüphesiz budur.IVGariptir ki bu istilâlar, harpler, karışıklıklariçinde bile Selçuk bünyesi muazzam şekildeyapıcıdır. XI. asrın başından XIII. asrın, üslûpdüşünülürse XIV. asrın sonuna kadar, şüphesizbiraz da yukarıda bahsettiğimiz feodalitenin vevezir aristokrasisinin servet toplanmasına verdiğiimkânlar ve bir buçuk asırlık iktisadî inkişafınsayesinde cami, türbe, medrese, hastahane,imaret, han, kervansaray yüzlerce eser yapılır.Bugün Konya'yı, Aksaray'ı, Ermenek veNiğde'yi, Divrik'i, Kayseri ve Ürgüp'ü, Sivas'ı,Harezm istilâsının kurbanı Ahlat'ı ve Erzurum'u,Sinop'u o kadar değişik şekilde süsleyen,bozkırın yalnızlığında karşınıza birdenbire binbirgece büyüsüyle çıkan o koskoca kervansaraylar,Antalya, Alâiye ve Şarkî Anadolu şehirlerinin
kaleleri hep, karışık hikâyesini tarihlerdeokurken insanın başı dönen bu üç asırdandır.İklimden iklime, beylikten beyliğe, hattâşehirden şehire yerli geleneklerden kalanunsurlar, kavmin ve kabîlenin beraberindegetirdikleri şeyler, malzemenin hususiyetleri -taşın bolluğu veya yokluğu tuğla tekniği- ile,bazen ustasının veya hayır sahibinin fantezisiyledeğişen, yeni hususiyetler kazanan bu mimarîninbütün vasıflarını, ne de sanat ocaklarını buradasaymamıza imkân yoktur. İsteyenler Anadoluâbidelerinin yorulmaz araştırıcısı M. Gabriel'inbüyük eserine baksınlar.Asıl Selçuk idaresinde Alâeddin devri bumimarînin en parlak devri idi. Kayseri'dekiKeykubad sarayı, Beyşehir civarında yaptırdığıKubadâbâd, Alâiye'de yaptırdığı köşklerdenbaşka, Konya iç kalesini de yeniden yaptırmıştı.Bugün o tepeye Alâeddin Tepesi diyoruz. Yazık
ki kendisi de mimar olan bu hükümdarınyaptırdığı şeylerin yalnız adı ve bazı harabelerikaldı. Tam bir tamirini o kadar istediğim BüyükSultan Hanı onun eseridir.Çatı sisteminde henüz kubbe ile tonoz kemerinarasında kararsız olan, binanın içinde zamanzaman çok basit düzenlerle yetinen bumimarîye, kendi şekilleri ile beraber doğmuşsanılacak kadar mükemmel birkaç eserindışında, elbette bütün meselelerini halletmiş birüslûp gözüyle bakamayız. Fakat Endülüs'tenGotik'c kadar giden ve Ahlat kolu ile eski İranve Kafkas üslûplarına kadar çıkan araştırmanınzenginliği de hiçbir surette inkâr edilemez.Biraz da Ortaçağ şehirlerinin darlığı yüzündenSelçuk mimarîsinin en zengin noktası binalarıncephesidir. Henüz yerli hayatta çok mühim biryeri olan çadırı örnek alan bu mimarî, ihtiraslarıbüyüdükçe bu cephelerde taş işçiliğinin bütün
imkânlarını dener. Ritim araştırması ve onun ikiyanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çoktekrar eden büyük kapı bütünleri Selçukustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkininbirbiriyle nasıl bir yarışa girdiğini gösterir.Hakikatte Selçuk mimarisi çok defa dince yasakolan heykelin peşinde gibidir. Bu binalarıncephelerinde durmadan onun tesirlerini arar.Mektepten mektebe küçük madalyonlar,şemseler, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asılkapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayanistalaktitler, iki yana fener gibi aşılmış oymalıçıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar,arabesk levhalar bu cephelerde bazen yazıyapek az yer bırakır, bazen de onu ancakseçilebilecek bir oyun hâline getirir. Selçukkûfîsi denen o çok sanatkâr yazı şekli, hiyeraltikçizgi ile -ve hattâ tâbir caizse şekilleriyle- buoyunu bir taraftan aşiret işi kilim ve dokumaların
süsüne yaklaştırıyor, bazen de nisbetler büyüdümü bütün bir kabartma oluyordu. Bu emsalsiztaş işçiliği bazen de heykel zevkinin yerine kitapsahi fesini, yahut kitap gibi dokunmuş kilimveya şalı koyuyordu.Sahip Ata'nın yaptırdığı İnce Minareli'nincephesi tiftikten dokunmuş büyük bir sultançadırına benzer.Süs olarak sadece iki Kur'an suresini (Yasin ileSûre-i Feth) taşıyan ve onların, kapının tamüstünde çok ustalıklı bir düğümle birbirininarasından geçerek yaptıkları düz pervazla, Allahkelâmının büyüklüğü önünde insan talihininbiçareliğini anlatmak ister gibi mütevazi açılanasıl giriş yerini çerçeveleyen bu kapı bütününev'inin hemen hemen yegânesidir. Sultan Hanı,Sırçalı Medrese (Karatay Medresesi) ve asılbüyük Sultan Hanı Kervansarayının yapıldığıdevirde birdenbire şahit olduğumuz bu
değişiklik, Erzurum'da Çifte Minare ve SivasDarüşşifası'nın cephelerinin daha bütüngörünüşleri yanında belki yeni bir dinîhassasiyeti ifade eder. Bu binaların duvarlarını,geniş eyvanlarını içerden sırlı tuğlalar veyaçiniler süslerdi. Tuğla inşaatta, tıpkı minarelerdeolduğu gibi, bu renk dışarıyı da süslerdi. Selçukçinisi dediğimiz mücevherciliğe koyu zümrütyeşili, çok koyu lâciverdi ile asıl tonunu verirdi.Yekpare taştan kafes gibi işlenmiş pencerelerdenbelki de renkli camlar arasından süzülerek gelençok iyi idare edilmiş bir ışık, bu renkcümbüşünün üzerine düşerdi. Bu binalarıyaptıran, kan içinde yüzen, haris, mağrur vedindar vezirler etraflarında her şeyin en güzelini,en sanatkârcasını istiyorlardı. Hiçbir numunesinitam olarak göremediğimiz padişah ve vezirsarayları, mevcudiyetlerini, Aksarayî'ninanlattığı, Moğolların zulüm ve tekâlif
hikâyelerinden öğrendiğimiz zengin tüccar vearazi sahiplerinin konakları da elbette bumedreseler ve camiler gibi aynı titizzanaatkarların eliyle ve aynı zevkle yapılıyordu.Sırçalı Medrese'nin (1242) sırlı tuğladan o zarifsekiz köşeli hasır örgüsü süsleri, KaratayMedresesi'nin (1245) yüzlerce güneşi veyıldızları ile küçük bir kehkeşan gibi parlayançini tavanı bu zevkin elimizde kalan yetim veparça parça şahitleridir. Biz bir arkeolog gibi buyarım izlerden yürüyerek, eski Konya'yı, hiçbirzaman tanıyamayacağımız Konya'yı ancaktahayyül edebiliriz. Alâ-eddin Tepesi'ndekiköşklerin yüz elli sene evvel nispeten tamolduğunu düşünürsek bir imparatorluğun,dayandığı medeniyetle beraber inkırazının nedemek olduğunu anlarız.Mevlânâ ile babası Konya'ya 1228 yılındaKeykubad tahtta iken gelirler. Bu Konya
civarında Sultan Hanı'nın yapıldığı yıldır. Bueseri biraz sonra serhat şehirlerinin kaleleri ileKonya Kale-si'nin tamiri, Kayseri'deki Kubadiyeve Beyşehir'deki Kubadâbâd köşkleritakipedecektir.AlâeddinTepesi'ndeson harabesigözümüzün önünde ortadan kalkan köşk, dahaevvele ait olan ve Alâeddin tarafından tamiredilen, belki de değiştirilen cami (1227) veSelçuk sultanlarının türbesi bir tarafa bırakılırsabugün Konya'da Selçuk eseri olarakbeğendiğimiz Sırçalı Mescit, Karatay Medresesi,tnce Minareli gibi büyük eserler onun hayatındaMoğol istilâsının o kadar hazin şekilde emrivakiolduğu ve II. Gıyaseddin Keyhüs-rev'den sonrahep çocuk hükümdarların tahta çıkmasıyüzünden o meş'um Atabey-vezirler devrininaçıldığı yıllarda Divan-ı Kebir’deki şiirler veMesnevî ile beraber doğarlar.Bu beraberlik, üzerinde fazla durmaktan ne
kadar çekinirsek çekinelim, Konya'nın, mimarîve ruh, kendisini araması demektir. HakikatteSelçuk rönesansı, vakitsiz bastıran kar fırtınalarıaltında yeşeren baharlara benzer.Eflâkî'ye göre Karatay Medresesi'nin inşasıbittiği zaman bu medresede yapılan bir ulematoplantısında Mevlânâ, Şems-i Tebrî-zî ileberaber bulunmuş. Hattâ orada o çok safOrtaçağ münakaşalarından birine bile girmiş.Kendisine \"Baş köşe neresidir?\" diye sormuşlar,Mevlânâ da \"Aşk adamı için baş köşesevgilisinin kucağıdır\" diyerek bulunduğuyerden kalkmış ve Şems'in girer girmezçömeldiği kapı dibine geçip yanına oturmuş.Şems, kalabalıktan, ön safta görünmekten fazlahoşlanmazmış. Eflâkî, Şems'in şöhretinin o günbaşladığını söyler. Karatay Medresesi'nin1245'de bittiği düşünülürse bu rivayetin doğruolduğundan şüphe edilebilir; yahut da mevzuu
bahsolan şahıs, Mevlânâ'nın Şems'ten sonradostluğa seçtiği Salâhaddin Çelebi'dir.1237'de Alâeddin'in cenazesi şehre getirildiğizaman Mevlânâ yirmi dokuz, dostum AbdülbâkiGölpınarlf nın çok yerinde tahmini kabul edilirseotuz üç, otuz dört yaşlarında, Baba İshakisyanında otuz sekiz, Kösedağ muharebesindekırk, kırk bir yaşlarında idi. Şems'in Konya'yailk gelişi bu iki felâketli hâdise arasındadır.Şems, Konya'da bu ilk ikametinden sonra Şam'akaçtığı zaman Mevlânâ oğlu Sultan Veled'e\"Bahaeddin ne uyuyorsun? Kalk, şeyhini ara!\"der. Bu söz karanlık gecede çakan şimşeğebenzer. Kalk şeyhini ara, yani hakikatlerini bulve kendini yap! Acaba bunu söylerken MevlânâŞems'in dönmesine böyle ısrar etmesininölümüne sebep olacağını biliyor muydu? İstiarelişark konuşma tarzının bozduğu şâyânı dikkatdostluk ve korkunç dram...
Kimdir bu Şems? Nasıl adamdı? Hangihikmetlerle konuşuyordu? Mevlânâ'ya bütündevrinde o kadar yayılmış olan vahdet-i vücutfelsefesi dışında ne öğretmişti? Bütün vesikalarher şeyin onun Konya'ya gelişi ile başladığındabirleşir. O zamana kadar devri için çok tabiî olantasavvuf neşvesine rağmen az çok şekilciyaşayan büyük bir âlim, bir müderris gibitanınan Mevlânâ, o geldikten sonra sadece bircezbe adamı olur, sema' eder, şiir söyler,şekillerin ve kalıpların dışında yaşar. Konya'yıdevrinin yalnız coş-kunluklarıyla doldurmaz,onu içten değiştirir.Bütün bu işlere tek sebep gibi gösterilen adamhakkında tek eseri olan Maka lâ t'daktierdenbaşka şeyler bilmeyi ne kadar isterdim. Yazık kiasrının karanlığından birdenbire çıkan bu fakir,dünyayı bir kalemde reddetmiş, münakaşayı bilekabul etmeyen, Mu-hiddin-i Arabî gibi -ufak
tefek farklarla- kendi sisteminin başı sanılanadamla bile çatışma hâlinde olan bu seyyahdervişi sadece menâkıp kitaplarına veya Divan-ıKebîr'n aydınlığında görmeğe ve tanımağamahkûmuz.Halbuki menâkıp kitapları mürit safiyetleriiçinde, yaşadıkları zamanın meseleleri vemodaları arasında hiç olmazsa bugün bize hiçbirşey söylemezler. Biz, iki medeniyetin yorgunçocukları, onların mihver kelimelerini vemeselelerini âdeta atlayarak geçeriz. Divan-ıKebîr'e gelince onun kamaştırıcı aydınlığındahiçbir şeyi olduğu gibi görmek mümkündeğildir. Zaten Mevlânâ Şems'ten değiI,aşktanbahseder.Konya'da Kubbe-i Hadra'nın avlusunda veyaiçinde, Sadred-din-i Konevî'nin dergâhındageçirdiğim başı boş hülya ve düşüncesaatlerinde kaç defa onu düşündüm ve kendi
kendime bu işte masalın ve hakikatin payı nedirdiye sordum. Gerçekten bu adam bu kadar tesirlimiydi? Şarkın en büyük şairlerinden biri olanMevlânâ'ya her şey ondan mı gelmişti? Mevlânâona rastladıktan sonra bir şaman gibi yanındarübabı ile gezen, her coştuğu yerde sema' edenbir adam mı olmuştu? Sonra ölümü içinsöylenenler?... Gerçekten Mevlânâ ile küçükoğlunun veya hemşehrilerinin, yahut bazımüritlerinin arasına bu kadar sevdiği mürşidininkanı mı girmişti.Şüphesiz mıknatıs gibi çekici bir şahsiyeti vardı.Mevlânâ ile baş başa sohbetlerinde ona,menâkıp kitaplarında nakledilenlerden çokbaşka şeyler söylemişti. Belki de hiçkonuşmuyordu (Eflâkî, bir fıkrasında Şems'inherkes içinde söze karışmak âdeti olmadığınıkendi ağzından söyler.). Sadece mevcudiyeti ile,bakışları ile ve sükûtu ile etrafını dolduruyordu.
Şems-i Tebrizî'de adından başlayarak -çünkü buadamda o devirde bir moda olan Şems adı bilemânalaşır- ölümüne varıncaya kadar her şeymuamma ve sırdır. Her şey bizim için onunçehresini karanlığın tâ kendisi olan sırlı biraydınlık yapar.Menâkıp kitapları Şems'in ölümünden sonraMevlânâ'nın üzerinde hemen hemen aynı tesirigösteren Çelebi Salâhaddin'in bir cümlesininaklederler. \"Ben Mevlânâ hazretlerininaynasıyım. O benim şahsımda kendibüyüklüğünü seyrediyor\". Belki de Şcms-Mevlânâ münasebetlerinin en iyi izahını bucümle verir.Mevlânâ şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçükgörmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerindenbiridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu,içtimaî düzen veya düzensizliği ile, rahmaniyetiştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin
eserinde toplanırsa, Müslüman Şark da bütünvarlık hikmeti, Hakla Hak olmak ihtirası vecezbesiyle Divan-ı Kebîr'dedr. Divanı Kebîr,insan talihinin şartlarını bir türlü kabuledemeyen ihtiyar Asya'nın ebedîlik iştiyakıdır.Fakat birçoklarında -hattâ en büyüklerinde-olduğu gibi birlik felsefesi onda hayattan birkaçış olmaz, belki ilâhî aşkta kendinikaybettikçe hayatı ve insanı bulur.Onun dünyası hareket hâlinde bir dünyadır.Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkınkendisi olan Allah'ın etrafında döner, ona doğruyükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır,tekrar onunla ve birbirleriyle birleşir. Her şeyburada birbirini özler, birbirinin aynıdır,birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren,ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirindenfark edilir.Şüphesiz bütün bunlar İslâm dünyası için yeni
şeyler değildi. Hallaç'tan beri tasavvuf, İslâmşiirinin ve hayatının bütün bir tarafı olmuştu.Fakat Mevlânâ'nın konuşma şekli başka idi.Aşkın ayrı bir tanrının dini olduğu eski çağlardabile hiç kimse ondan Mevlânâ gibibahsetmemiştir. Sanki alevden bir dillekonuşuyordu. Divanı Kebîr, İbrahim'in atıldığıocağa benzer, dışarıdan kavurucu gibi görünenateş içeride bir gül bahçesi olur.Bu şiirler yazıldığı devirle beraber düşünülürse,batmakta olan bir gemiden yükselen son duâgibidir. Bütün varlık orada, Allah'a doğru gidenbu geniş hıçkırıktadır. Kaybolan her şeyinaksisedasından doğacağı bu duaya veya daveteyanmış ve yıkılmış Anadolu, o kadar akîde vegörenek ayrılığının, kin ve kanın arasındanyaralı bir hayvan gibi sürüne sürüne koşar ve bupınardan içtikçe dirilir. Çünkü bu ses ümidin veaffın sesiydi. Bilmem burada af kelimesi yerinde
mi? O fenalığı yok farzediyordu. Ve bütündramı insanın içine ve kaderine nakletmişti.Ortada yalnız iyiliğin ve sevginin kendisi olansevgi ve imkânlarını bırakıyordu.Gel gel kim olursan gelKâfir de olsan Yahudi veya putperest de olsangelDergâhımız, ümitsizliğin dergâhı değildirYüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda,mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılıkıtlığında kemirecek ot bulamayan, zulmün,vebanın, her türlü felâketin harap ettiği Anadoluüzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır.Dışarıdan o kadar çok şeyin yıktığı insan onudinledikçe kendi içinden yeniden doğar.İlk cevap, Sakarya'nın sarı çamurlu kıyılarından
geldi. Yu-nus'un sesi büyük orkestra eserlerindebirdenbire uyanan kuru. fakat tek başınayüklendiği bahar ve puslu manzara ile zengin birl'ii-lüt sesine benzer. Şüphesiz o da Mevlânâ'nınsöylediği şeyleri söylüyordu. O da aşk adamı idi.Hattâ sözü daha ziyade ondan almıştı. Fakataletle sanki motif değişmişti, Türkçenin solosudevam ettikçe Fars şiirinin muhteşem ve renkliorkestrası, sanki bir çeşit zemin teşkil etmek içinyavaş yavaş gerilere çekilir ve sonunda yerinialana kendi renklerinden ve seslerinden birkaçnot bırakarak kaybolur.Taptuk Emre'nin müridinde Mevlânâ'nınzenginliği yo!;tur. Onun şiiri bir çekirdek gibikurudur. Sanki bu köylü derviş yazmaz, içindekaynaşan şeyleri sert bir ağaca oyar. Böyleolduğu için de alabildiğine kendisi, uyandığıtoprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat OğuzTürkçesi'nin tecrübesizliğine rağmen o ne
sağlam yürüyüştür ve ne keskin hayallerlekonuşur? İnsanın, Yunus'un şiirine kelimelereşyanın kendisi olarak geİirler, diyeceği geliyor.Aralarındaki büyük farklardan biri de ölümün buikincisinde fazla yer tutmasıdır. O, Celâleddin-iRûmî'nin \"Bizden sonra gelecek olanlar çoksıkıntı çekecekler, fakat onların çocukları rahatedecek\" diye kaderini anlattığı nesildendir.Filhakika Yunus. Moğol istilâsının azdığıdevirde büyüdü. Onda ve hiç olmazsa bir tekşiiri ile büyük şair olan Şeyyad Hamza'dakiölüm vizyonunun eşini bulmak için XVI. asırşimal resmini siyah bir dalga gibi saranmistisizme kadar çıkmak gerekir.Bununla beraber:Ölümden ne korkarsınKorkma ebedî varsın.Her dem yeni doğarız Bizden kim ıtsanası.
diyen Yunus, ölüme yenilmiş değildir. Belkirealitesini sonunda inkâr etmek için onu tekerteker sayar. Hakikatte ölüm ağacı Yu-nus'dasonsuz oluşun çıkrığıdır. O da Mevlânâ gibiinsanı içinden görür.Sevdiğimi demez isem Sevmek derdi beni boğar.Seni deli eden şey Yine sendedir sende.Divanına bakılırsa Yunus, Mevlânâ ilebuluşmuş, meclisine ve semama girmiş. Hattâ birrivayete göre Mevlânâ, Sakaryalı dervişeMesnevVs'ını okumuş, o da hürmetle dinlemiş,fakat kitap bitince, \"Hazret, güzel, çok güzelsöylemişsin ama, sözü biraz uzatmışsın! Benolsam:Ete kemiğe burundum Yunus diye gör ündüm.der, keserdim\", demiş.Beyit belki Yunus'undur, belki değildir vegerçekten güzeldir. Fakat hikâyebasitleştirmekten hoşlanan Bektaşi
zihniyetinindir. Mevlânâ'nın vahdet-i vücutfelsefesi bu kadar kısa değildir. Sonra Mesnevi,uzunluğuna ve öğreticiliğine rağmen çok güzeltarafları olan bir kitaptır. Şarkın en tatlıtaraflarından biri, hayvan, kuş, vezir, köylü,bezirgan, halk hikayeleriyle bu kitaptır. VeMevlânâ dünyanın en tatlı hikâyeanlatanlarından biridir. Öyle ki MesnevVy'ıdüşündüğüm zaman çok defa gözümün önünekitaptan ziyade tıpkı Saint Chapelle gibiçatısından, kemerlerinden ve kafesinden gayrisi,çok renkli, bir kısmı hayalî, bir kısmı karikatürekaçan, bir kısmı \"nehy-i an'il-münker'Mn tâkendisi olan bir realizmde hayvan, insankarmakarışık resimlerle örtülü renkli camdan birbina gelir. Baş tarafındaki on sekiz beyitle onunyer yer esere serpilmiş akisleri bu renklidünyayı, daha doğrusu bu çok süzme Şark'ı veonun derin hikmetini ve hayalî denecek kadar
istiareü realizmini bütün bir vahdet ve hasretışığı ile aydınlatır.Mevlânâ'nın hasret ve sevgi felsefesi, bütünMevlevîlikle beraber öz hâlinde bu on sekizbeyittedir. Bu beyitler kadar geleceği yüklü, onukendisinde toplayan eser azdır. Zevkimizi enhalis tarafı olan Mevlevî musikîsi, dört âyinikadîmden, Itrî'nin Segah âyinine ve Rast na'tına,III. Selim'in Suzidilâra'sına ve Dede'ninFerahfeza peşrevine ve âyinine kadar hepsihenüz kendini denememiş fikir olarak bu onsekiz beytin ezelî hasret sembolü olanneyindedir. Öyle ki Mevlânâ bu on sekiz beytiyazıp dostlarına göstermek için sarığının arasınasoktuğu zaman -ne kadar büyük, manevîmertebesi ne kadar yüksek olursa olsun şairşairdir- bütün o musikişinaslar, Galib'e kadargelen şairler kafilesi doğmuş sanılabilir. önüniçin Yahya Kemal:
Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi Lajz-ıbişnevle doğan debdebe-i mânayız.derken âdeta bir borcu öder.Tarikat olarak Mevlevîliği esas çizgileriyleSultan Veled kurar. Fakat teşrifatı, nezaketi,terbiyesi, sülûkûn ve âyinin erkânı tıpkı musikisigibi daha sonraki zamanın, Osmanlı devrinin vebiraz da İstanbul'undur. Ve şüphesiz kikültürümüzün en yüksek taralıdır. Birmedeniyetin çiçeği olan ve ona hiç belli etmedenşekil veren terbiye ve nezaketten, duyma şeklinekadar hüviyetimizin birçok taraflarını o idareetmiştir.Mevlevîlik ne tevazu ve mahviyeti, ne de hangimertebede olursa olsun itibarı kabul eder. Eşitlerarasında geçen bir maceradır. Ve bu eşitlik sadetarikatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer.Çünkü esası, bugünün felsefesinin çok sevdiğitâbirle insanın kâinattaki yeridir.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin senMerdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin senO kadar manalı olan Mevlevî selâmı Galib'in bubeytindedir. İnsan insanda -daha doğrusu ikikaşının arasında; çünkü oraya bakılır-Allah'ıgörür ve onu tebcil eder. Şems Mevlânâmünasebetini hiçbir şey bu selâm kadar iyi izahedemez.Mevlevî âyinini sön defa dergâhlarınkapanmasından biraz evvel, bir Kadir gecesi,Konya'da görmüştüm. Bu kadar sembollerlekonuşan bir terkip azdır. Her duruşun, tavrın,kımıldanışın ve adımın mânası vardır. O hırkayabürünüşler, ilk ney sesinde uyanışlar (ölüm vehaşir), kol açışlar ve ayak kilitleyişler (Mevlevîâyininde her Mevlevî, Ali'nin ZUlfikâr'ı olur) birkitap gibi derin derin anlatan şeylerdir. Asılsema'a gelince, şüphesiz dünyanın en güzelrakslarından biridir. Mukaddesin iklimini
zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan birbale. Yazık ki Degas cinsinden bir ressamıçıkmadı.Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen,değişen, süzülen, âdeta maddî varlıklarındanayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehitleriolmuşlardı ve gerçekten musaffa ruh hâlinde ikiyana açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunlarıile döne döne semâvâta çıkıyorlardı.O akşam sema'da gördüğüm insanları ertesisabah çarşıda, pazarda işlerinin başında ve birtalebemi lisede karşımda görünce hakikatenşaşırmıştım. Onları ben arkalarında esen Rast'ınsert rüzgârında uçup gitmiş sanıyordum. Bu ölenve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanlarınarasına katılamadığıma, o neşveyi bulamadığımaşimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.Konya'da bulunduğum yıllarda beni sık sıkmeşgul edenlerden biri de Şeyh Galib'ti. Mevlevî
çilesinin bir yılını dergâhta geçirdi. Sanatına tamsahip olduğu devirlerde yazdığını tahmin ettiğimbir müseddesi vardır ki mevlevî âyininin bütünsembollerini, Mevlevî macerasını kendisiyleberaber verir.Kimi mest-i muhabbet hâne-i hammârdan gelmişKimi medhuş-i hayret şu'le-i dîdârdan gelmişKimi hurşîde benzer âlem-i envârdan gelmişKimi varmış diyâr-ı vahdete tekrardan gelmişGözüm düş oldu gördüm bir güruhu hepkülâhîler Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ıilâhîlerKelâm-ı samtı deryalar gibi pür cûş söylerlerMuhabbet razını birbirine hâmûş söylerler Be-her-dem hûş-i derdim sırrını bîhuş söylerlerRumûz-i aşkı cümle bî-zebân u gûş söylerlerGözüm dûş oldu gördüm bir güruhu hepkülâhîler Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ıilâhîler
Melekler reşk ider bir tavr u âdâb u rüsûını varMelekler mâlik olmaz def ü ney tabi u kudı'unıvar Sema'meydânının hem mihr ü meh çarh-ıııücûmı var Husûsâ içlerinde zât-ı Mevlânâ-yıRûmî var Gözüm dûş oldu gördüm bir güruhuhep külâhîler Aceb heybet aceb şevket acebtarz-ı ilâhîlerVücûd-ı mutlak üzre devr ederler ayn-i vahdetdeKamu hurşîd-veş tenhâ gezer kesretde halvetdeMedâr-ı pây-ı seyri nokta-i gayb-ı hüviyyetdeVisâl-i sırf bulmuşlar bidâyetde nihâyetdeGözüm dûş oldu gördüm bir güruhu hepkülâhîler Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ıilâhîler Konya'da Mevlânâ kadar yükseklerdeuçmasa bile varlığını bize onun kadar kuvvetlekabul ettiren ikinci -Selçuk epopesi dedüşünülürse- üçüncü bir varlık daha vardır,folklor. Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet,keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı
dert kervanlarını bu şehirde tanıdım.Eski Konya Lisesi'nin üst katında küçük birodada yatardım. Binanın yanı başındakihapishaneden bazen de öbür yanındaki kötüevlerden günün her saatinde bahçedeki çocukseslerine ve kendi çalışmalarıma mahpuslarınsöyledikleri türkülerin hüznü karışırdı. Fakat benonları asıl Takye Dağları'nı akşamın kızarttığısaatlerde dinlemeyi severdim. Bir de sabahadoğru şehre sebze ve meyva getiren arabalarınsökünü beni uyandırdıkları zaman. Kurşun rengisoğuk sonbahar sabahlarında henüz ayrıldığımrüyaların arasına onlar, çok beğenilmiş, çoksevilmiş, böyle olduğu için çok eziyet ve cefagörmüş kadın yüzleri ve vücutları gibi ezik,biçare ve imkânsız derecede çekici girerlerdi.Bu İç Anadolu türküleriyle ben ilk defa, yineKonya'da seferberlik içinde karşılaşmıştım. 1916yaz sonu idi. Hükümet meydanının arkasında o
küçük, kerpiç duvarları beyaz kireçlebadanalanmış, genişçe eyvanı bütün sonbahargüneşini alan evlerden birinde oturuyorduk.Şehirde genç ve orta yaşta pek az erkek kalmıştı.Bir akşam bilmem niçin gittiğim -bilhassa niçingeciktiğim- istasyonda, kim bilir hangi cephedenöbürüne asker nakleden katarlardan birinerastladım. Yük vagonlarında isli lambalarınaltında bir yığın soluk ve yorgun benizliçocuklar birbirine yaslanmışlar bu ezik, eritilmişkurşun gibi yakıcı ve yaktığı yerde öylekülçelenen türkülerden birini söylüyorlardı.Hiçbir şikâyet bu kadar korkunç olamazdı.Vakıa Kerkük'den Konya'ya kadar gelişimizde oharbe ait, on dört, on beş yaşlarındaki birçocuğun cephe gerisinden görebileceği bir yığınfaciayı görmüştüm. Fakat gördüklerimin hiçbiriölüme ve her türlü acıya ve bakımsızlığa bilebile giden ve yaşanmamış, hiç yaşanmayacak bir
yığın arzu ve sevgiyi kanlı bir köpük gibi buistasyonun gecesine fırlatan bu biçarelererastlayana kadar etrafımda olup biten şeylerinmânasını anlamamıştım. Ancak onlarıdinledikten sonra komşu evlerin sessizliğini,adım başında karşılaştığım çocukların vekadınların, yalnızlıkları içinde daha güzelkadınların yüzlerindeki çizgilerin mânasınıanladım. Evet ancak onlara rastladıktan sonraher akşam gezinti yerim olan AlâeddinTepesi'nden inerken alaca karanlıkta acı acıuluyan köpeklerin bütün şehri bir anda niçinsusturduğunu hissettim.Konya hapishanesinin kadınlar kısmında yüzünügörmediğim fakat sesini çok iyi tanıdığım birkadın vardı. Akşam saatlerinde onun türküsöylemesini âdeta beklerdim. Ve bilhassaisterdim ki \"Gesi bağlarında bir top gülüm var\"türküsünü söylesin. Bu acayip türkü hiç fark
edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer.Bazen de \"Odasına varılmıyor köpekten\"mısraıyla başlayan çok hayâsız oyun havasınısöylerdi. Bu sonuncusunun havası ve ritmi kadarten nazlarını zalimce tefsir eden başka eserimizitanımadım. Sanki bütün ömrünü en temiz ve safdualarla hep başı secdede geçirdikten sonranasılsa bir kere günah işleyen ve artık bir dahaonu unutup hidayet yolunu bulamayan ve enkeskin pişmanlıklar içinde hep onu düşünen vehatırlayan bir lânetli veli tarafındanuydurulmuştur. O kadar ten kokar ve yakıcıgünahın arasından o kadar büsbütün başkaşeylere, artık hiç erişemeyeceği şeylere, kanataçar.Bu türküleri dinlerken ben daima MauriceBarrcs'in İspanya için yazdığı o güzel kitabınadını hatırladım: \"Kandan, Şehvetten veÖlümden.\" Yazık ki bir iki defa gittiğim eğlence
âlemlerinde bu büyü yoktu. Bir nağmenin terkibihangi şartlarla hazırlanır? Bunu bilmek daimaimkânsız bir şey.Hayır, Anadolu'nun romanını yazmak isteyenlerona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.Konya'da dinlediğim türkülerin hepsi şüphesizoranın değildi. Meram'daki bağ evlerinde veyaşehir içinde topluluklarda seyrettiğim oyunlarınhepsinin de Konya'nın olmadığı gibi. Kaldı kiGar-bî Anadolu halk musikisinin asıl merkeziolmasına rağmen Konya ağzını ayırmakbugünkü vaziyette epeyce güçtür. Benim gibi biramatör içinse imkânsızdır. Fakat ben onlarıAlâeddin Tepesi'nde,Meram yollarında ve Konya akşamlarındaduydum. İnce Minare -li'nin kapısı önündeKur'an'm iki sûresini o kadar sanatlı birgerdanlık yapan taş işçiliğine şaşırırken, yanı
başımdan geçen çıplak ayaklı çocuklar, onlarııslıkla çaldılar. Onun içindir ki şimdi bu türküleriradyoda dinlerken veya vakit vakit hafızanınsırrına erilmez dönüşüyle hiç farkında olmadankendi kendime mırıldanırken içimde Konyabirdenbire canlanır, kendimi o yollarda, o alçaktavanlı bağ evlerinde, o cami veya medreselerinkapısı önünde veya içinde bulurum, gece isebaşımın üstündeki yıldızlı gökyüzü birdenbiredeğişir. I. Alâeddin'in altın kakmalı, sırmaişlemeli, siyah saltanat çadırı olur ve ben Selçukdestanının ve Selçuk dramının sahnesi olan,Mesnevi ve Diva/ı-ı Kebîr'n doğmasını, ince,kibar, musikî ve raksa düşkün hayatınınkolaylaştırdığı şehirde geçen günlerime buşehrin insanlarının saatleriyle, bu saatleridolduran sevinç ve acılarla beraber kavuşurum.
BURSA'DA ZAMANIŞimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursakadar muayyen bir devrin malı olan birbaşkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başave iliklerine kadar bir Türk şehri olmasınayetmemiş, aynı zamanda onun manevî çehresinigelecek zaman için hiç değişmeyecek şekildetesbit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felâketlerve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhalelerne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağınınhavasını saklar, onun arasında bizimle konuşur,onun şiirini teneffüs eder. Bu devir haddizatındabir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyel devriolduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halisölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu
hakikati gayet iyi gören ve anlayan HviiyaÇelebi, Bursa'dan bahsederken \"ruhaniyetli birşehirdir\" der.Belli ki Evliya Çelebi bu şehri sadece görmeklekalmamış, onun hakiki benliğini kavramıştır;zaten Bursa için yazdıklarında yer yer bir aşkneşidesinin coşkunluğu hissedilir.Buluşlarında hemen hiç yanılmayan SadrazamKeçeci Fuad Paşa ise \"Osmanlı tarihinindibacesi\" diyerek bu mazi damgasını başkaşekilde belirtir.Bursa'ya birkaç defa gittim ve her defasındakendimi daha ilk adımda bir efsaneye çokbenzeyen bu tarihin içinde buldum, zamanmefhumunu âdeta kaybettim ve daima, bu şehreilk defa giren ve onu yeni baştan bir Türk şehriolarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halistarafa hayran oldum. Onlar zaferin kendilerineilk gülüşü saydıkları bu şehri o kadar sevmişler,
o kadar candan kucaklamışlar ki, hâlâ taşı,toprağı bu yükseltici ve şekil verici ihtirasınnurdan izleriyle doludur. Bu şehirde muayyenbir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidirki insan \"Bursa'da ikinci bir zaman daha vardır.\"diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüpeğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanınyanı başında, ondan daha çok başka,çok dahaderin, takvimle, saatle alâkası olmayan; sanatın,ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin buşehrin havasında ebedî bir mevsim gibiayarladığı velût ve yekpare bir zaman...Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibigörünen şeylerin, bugünkü hayatımızda artıklüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların vegüzelliklerin malı olan bu zamanı bildiğimizsaatler saymaz, o sadece mazisinde yaşayan birgeçmiş zaman güzeli gibi hâtıralarına kapanmışolan şehrin nabzında kendiliğinden atar.
Kaç defa uzun ve başı boş bir gezintiden sonraotelime dönerken bilmediğim bir tarafta ince birzarın, sırçadan bir kubbenin birdenbireçatlayacağını ve bu altta birikmiş duranzamanın, etrafındaki manzaraya, zihnimdekihâtıralara ait zamanın, bugüne yabancı binbirhususiyetle, bendini yıkmış büyük sular gibi dörtyanı kasıp kavuracağını sanarak'korktum.Bursa'yı lâyıkıyla tanıyan herkes bu vehmibenimle paylaşır sanıyorum; bu şehre tarih,damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır.O her yerde kendi ritmi, kendi hususî zevkiylevardır, her adımda önümüze çıkar. Kâh birtürbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, buradaeski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmişzamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstündesallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindirengeçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla siziyakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer,
hülyalarınıza istikamet verir.Bu cins tesadüflerin en şaşırtıcısını isimler yapar;dil dediğimiz asıl manevî insanı vücuda getirenbüyük kaynaktan geldikleri için mi nedir, onlarbize etrafımızı alan tılsımın bütün sırrıylazengindirler. Bu adları bir kere öğrendiniz miartık unutamazsınız, tenha saatlerinize küçük vemunis rüyalar gibi sokulurlar, sizi kendileriyleülfete, esrarlı mahfazalarını zorlamaya,gizledikleri sırları tanımaya ve tatmaya mecburederler. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü,Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba,Emir Sultan, Konuralp... Bunlar hakikaten birşehrin muayyen semt ve mahalle adları, yahuttıpkı bizim gibi bir zaman içinde yaşamışbirtakım insanların anıldıkları isimler midir?Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masalülkesinden toplanmış hususî renkleri, çok hususîaydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün
duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetlerivardır. Hepsi, insanı hayat ve zaman üzerindeuzun murakabelere çeker, hepsi, zihnin içindeküçük bir yıldız gibi yuvarlanırlar ve hafızanınsularında mucizeli terkiplerinin mimarisini altınakislerle uzaltıp kısaltarak çalkanırlar.Gümüşlü, bu, Osman Beyin gömüldüğü eskiBizans manastırının adıdır. Bu tarihî vakıayıbildiğim için mi bu üç heceyi her işitişimdegözlerimin önünde, fecre tutulmuş sihirli birayna parlıyor. Yoksa bu parıltı sadece buhecelerin yaptığı terkipten mi geliyor? Buradagizlenen, Türkçe'nin hangi sırrıdır. Gümüşkelimesinin mavimtırak beyazlığını bu şafakrenkleri nereden bulandırdılar? Bursa fatihleriyarım asra yakın bir zaman imanlı ve coşkunakışlarına yol gösteren bu adamın hâtırasınıelbette ancak böyle bir kelimeye, bir istikbalrüyasına benzeyen bu Uç heceye emanet
edebilirlerdi. Türkçede Ş ve L harfleri daima engüzel terkipler yapar. Yeşil dediğimiz zamanâdeta bir çimen tazeliğini, bir palet üzerindeezilmiş bir renk gibi, günün ve saatin birtarafında bir bahar müjdesiyle toplanmışbuluruz. Bu kelimenin ilk cetlerle beraber OrtaAsya yaylalarının baharından geldiği o kadarbelli ki... Fakat Bursa'da yeşilin mânası çokbaşkadır; o ebediyetin rahmanî yüzü, birmükâfata çok benzeyen bir sükûnun fânî birsaate sinmiş mânâsıdır. Yeşil Türbe, Yeşil Camider demez, ölüm muhayyilemizdeki çehresinideğiştirir, \"Ben hayatın susan ve değişmeyenkardeşiyim. Vazifesini hakkıyla yapan fânininalnına bir sükûn ve sükûnet çelengi gibiuzanırım...\" diye konuşur.IIDaha küçük bir ilkokul talebesiyken, Bursa'yıçok seven babamın anlattığı şeyleri dinler ve
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388