oynanmış kanlı oyunun tesiri altındaydım.Tiyatroda nasıl boş sahnede dekorun oyaladığıseyirci, söz başlar başlamaz bütün o teferruatıgörmez olursa, ben de öylece insan ıstırabıkarşısında tabiat güzelliğine kayıtsızdım,yabancıydım.Gümüşhane'den sonra yavaş yavaş artan buduygu, Erzurum'da âdeta ezici bir hâle geldi.İkinci defa gördüğüm bu şehir, artık şarkvilâyetlerinin iktisadî merkezi, yaylanın gülü, buhavalide söylenen türkülerin yarısından çoğunungüzelliğini övdüğü eski Hr-zurum değildi. Harp,hicret, katliamlar, tifüs, çeşit çeşit felâket,üzerinden ağır bir silindir gibi geçmiş, her şeyiezip devirmişti.Hiçbir yerde memleketin Birinci CihanHarbi'nde geçirdiği tecrübenin acılığı buradaolduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski
ressamların tasvir etmekten hoşlandıklarışekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlardakurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölümher yana doludizgin saldırmış, seçmedenavlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saatrakkası gibi işlemiş, rastgeldiği her şeyi biçmişti.Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekizbine inen Erzurum Millî Mücadele'ye önayakolmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaşyavaş sağ kalan hemşehrilerini toplamayabaşlamıştı.Ölümün zaferinin yanı başında, imkânsız birkışın kasıp kavurduğu bir bahçede, buzlarınkilidi çözülür çözülmez başlayan o acayipbaharlar gibi, yavaş yavaş hayatın türküsüyükseliyordu.Yıkılmış şehirde yeniden gençler evleniyor,çocuklar doğuyor, yarısı toprak olmuş evlerdebaba ocakları tütüyor, akşamın alaca
karanlığında kılıç artığı çocuklar türküsöylüyorlar, adlarıyla artık mevcut olmayanşeylere hudut çizen şehir kapılarının önündekimeydanlarda davul zurna çalınıyor, cirit, baroynanıyordu.Hulâsa fırtınanın dağıttığı kartal yuvası yenidenkuruluyor, sağ kalanlar güneşin adına neşidesöylüyorlardı. Her yerde marazî denebilecek birbahar şenliği vardı. Kıvamını henüz bulmamışolan bu canlılık insanı on yıl önce görmüşolduğum muhteşem yazdan daha başka türlüsarıyordu. Bu, her şeye rağmen hüküm sürenhayatın zaferi idi. O, geniş akışında kendisiylebirlikte gelemeyenlerin etrafını zalim biryalnızlıkla çevirerek yolunda yürüyordu.Fakat dört kapılı şehrin kendisi yoktu. Denebilirki asırlarca gururunu yapan ve topluluk hayatınaistikamet veren serhat şehri ruhundan başkaortada pek az şey kalmıştı. Bu yıkılış,
Erzurum'da ilk defa mı oluyordu? 1828mağlûbiyeti, 1876 felâketi ve daha önce birçokisyanlar muhakkak ki buraları gene sarsmıştı.Birincisinde yüz otuz iki bin olan nüfus, yüzbine inmişti. İkincisinde şehir kökündensarsılmıştı. Fakat bu seferki yıkılış çok başka birşeydi. Bu sefer ölüm, geride kendinden başkahiçbir canlı şey koymamak ister gibi, şehresaldırmıştı. Gerçekten kendi malı olan uçsuzbucaksız bir mezarlığın bir ucundaki küçük birşehir iskeleti, artık sadece bir harabeyiçevreleyen birkaç kapı adıyla birkaç bozuk yolbırakarak çekilip gitmişti.Hemen herkesin yalnız kendisinin anlatabileceğibir hikâyesi vardı. Hemen herkes birkaç kişiyeağlıyor ve akıbetini hâlâ bilmediği bir sevdiğinibekliyordu.Bir ihtiyar adamdan bahsettiler ki yıllarca
pencere önünden ayrılmamıştı. Kafkasya'yagiden torununun dönmesini istiyordu. İçmahallelerde her kapı çalmışı hâlâ heyacanlakarşılanıyor. İşin garibi, aradan beş yıl geçtiğihalde, hâlâ tek tük dönenler oluyordu. Sibiryabuzlarını çözdükçe, Hint cengelleri yol verdikçehâlâ yaşamakta oluşuna kendisi de şaşıranşaşkın bir biçare yurduna dönüyor, kurtulduğucehennemin hikâyesi, insanüstü kudretini,katlanılan ıstırabın büyüklüğünden alan yeni birOdise gibi şehre yayılıyordu. Küçük bir köykahvesinde Kamçatka'nın soğuğunu, Seylân'ınsıcağını, Madagaskar'ın yılanlarını her gün başkabaşka ağızlardan dinlemek kabildi.Bir dostum anlatmıştı:\"Daha şehre girmeden, Aşkale'de yattığım hanınkahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü,tek kollu bir biçare bana, giderken bıraktığıoğlu, karısı ve anasından hiçbirini, hattâ evinin
yerini bile bulamadığı için, girdiği gününakşamında şehri terkettiğini söyledi.- Peki şimdi nereye gidiyorsun? diye sordum.Bir müddet düşündü. Yüzü alt üst olmuştu.Nihayet:- Efendi, dedi; nereye gittiğimi ne sorarsın?Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?Doğru söylüyordu. Geldiği yeri öğrenmiştim\".Ölüm bu kadar yakından kokladığı insanlarınpeşini kolay kolay bırakmıyordu. Er geç birtarafta karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor,\"Buyurun!\" diyordu. Başka bir şey yapamadığıiçin sadece hatırlatıyordu.Her mecliste, yol üstünde bırakılmış ihtiyarların,süt emen çocuğunun ayak altında ezilmişparçalarını kundaklayarak ninni söyleye söyleyeyola koyulan annelerin, sahibinin göğsünübaşına dayayıp ölen cins atların hâtırası diriliyor;
kaybolan çarşı, yıkılan şehir, bozulan ev,birdenbire suyu çekilmiş bir nehir gibi ortadansilinen bütün bir hayat dinmeyen yaralar gibikanıyordu.Erzurum hatırlıyordu: gömüldüğü toz ve çamuryığınının içinde canlı dününü, dört kapısındangirip'çıkan kervanları, çarşı pazarınınuğultusunu, çalışan insanlarını temiz yüzleri vesağlam ahlâk-lanyla şehrin hayatına kutsilikkatan âlimlerini, güzel sesli müezzinlerini, heryıl hayatına yeni bir moda temin edendüğünlerini, esnaf toplantılarını, bayramlarınıidare eden ve halk hayatını bir sazı coşturur gibicoşturan bıçkın endamlı, yiğit örfiü dadaşlarını,onların cirit oyunlarını, barlarını, bazen bir alayıbirden günlerce misafir eden ve bir menzillikarazisine paytonla gidip gelen eski beylerini,kısacası, bütün hayatını hatırlıyordu.Bununla beraber, yıkılanın, kaybolanın nasıl bir
şey olduğunu, bütün yaraların henüz taptazeolduğu, kanadığı bu günlerde anlamak güçtü.Bütün cemiyet o kadar kat'î bir talihin etrafındadolaşmış, o kadar dönülmeyecek yerlere kadargitmiş ve gelmişti ki, şehir, ölümün mukaddergöründüğü kazadan nasılsa kurtulmuş bir insanabenziyordu. Tıpkı hikâyede bacağını kaybedenadamın en lüzumsuz eşyasını araması gibi,yeniden canlanan şuur bir türlü esaslınınüzerinde duramıyor, teferruat üzerindegeziniyordu.Gerçekte kaybolan şey, bütün bir hayat tarzı,bütün bir dünya idi. 1855'te yüz binden fazlanüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesinibir iktisadî denklilik üzerine kurmuştu. İran,ithalât ve ihracatının yarıdan fazlasını Trabzon-Tebriz kervan yoluyla yapıyordu. İşte bu kervanyolu, Erzurum'u asırlar içinde eşrafıyla, âyânıy-la, ulemasıyla, esnafıyla tam bir şark Ortaçağ
şehri olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yılotuz bin deve ve belki iki misli katır işliyordu.Bunlar Erzurum'dan geçiyor,Tebriz'dengelişinde, Trabzon'dan dönüşünde kumanyasınıdaima Erzurum'dan tedarik ediyor, hayvanınınallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık,hulâsa her türlü eksiğini orada tamamlıyordu.İşin fenası şu idi: Bu hayat bir daha dönmemeküzere kaybolmuştu. Çünkü Büyük Harb'ingetirdiği felâket olmasa bile, gene bu çarşısönecek, bu esnaf dağılacak ve şehir kendibünyesini yeni baştan kuracak olan yeni birçalışma şeklini bulana kadar gene küçülecek,köyleşecekti. Fakat bu değişme daha yavaşolacak, yere atılarak kırılan büyük fanus, yağıtükendiği için, kendi kendine karararaksönecekti. Yahut, daha büyük bir ihtimalle, yenibir hayata geçmenin yolunu bulacak, başka türlü
müstahsil olacaktı. Şurasını hemen söyleyeyimki Erzurum'un istikbali böyle bir gelişmeyeelverişlidir. Civarda bulunan ve eskiden birkısmı işletilen üç kömür madeni, modernkâğıtçılığa çok elverişli sazlığı, vaat ettiği kadarise Tercan'daki petrolü ve nihayet Anadolu'yubaşka bir Anadolu yapacak olan elektrikleşmeişi gerçekleşirse memleket içinde kademekademe inecek olan bu hayat kaynağınınbaşında gelen Tortum şelâlesi, yeni veeskisinden çok başka türlü canlı bir Erzurum'uyaratmaya elverişli olan büyük imkânlardır.1914'de, iki şey, Umumî Harp ve yeni zamanlar,bir arada gelmişti. Cevat Dursunoğlu'na, yenitransit yolu açıldığı zaman fırıncı Hasan adındabir Erzurumlu şöyle demiş:-Efendi, eskiden kervan gelir, bütünkumanyasını burada düzer, şehre para dolardı.Şimdi yirmi katırın yükünü birden alan kamyon,
sabahleyin Trabzon'dan kalkıyor akşama burayageliyor. Şoför, İnhisar'dan aldığı kırkdokuzlukbir rakı şişesini duvarda kırıp içiyor, yolunadevam ediyor..:İşte eski Erzurum'un, dört yanından refah akanbu şark ticaret şehrinin macerasını kapatan şey.Umumî Harp, beş on yılda ve en iyi şartlarladeğişebilecek bütün bir hayat çerçevesini birhamlede kırıp dağıtmıştı.Eski Erzurum'da bu ticaret hayatı ve kervan yoluotu/ iki sanatı beslerdi. Tabaklar, saraçlar,semerciler, dikiciler, çarıkçılar, mesçi-ler,kürkçüler, kevelciler, kunduracılar, kazazlar,arabacılar, keçeciler, çadırcılar, culfalar, ipçiler,demirciler, bakırcılar, kılıççılar, bıçakçılar,kuyumcular, zarcılar, sandıkçılar, kaşıkçılar,tarakçılar, marancılar. boyacılar, dülgerler,yapıcılar, sabuncular, mumcular, takı malar.Defterdar Mehmed Paşa ile Erzurum'a gelen ve
orada Gümrük kâtipliği yapan Evliya Çelebi,şehrin kapılarından bahsederken, yabancıtüccarların Gürcü kapısında oturduklarını söyler:\"Hakirin kâtibi bulunduğum gümrük bundadır.Dört çevresinde Arap, Acem, Hint, Sint, Hıtay,Hoten bezirganlarının haneleri de vardır.İstanbul ve İzmir gümrüğünden sonra en işlekgümrük bu Erzurum gümrüğüdür. Zira tüccarınaadalet ederler.\"Bu dört satır eski dünyamızda Erzurum'unçehresini çizmeye kifayet eder. O, şarkın büyükticaret ve transit şehirlerindendir.Erzurum gümrüğü, XVII. asır sonu tarihine birbaşka şekilde de geçer, Müverrih Raşid, Nemçemuharebesinden dönen Kazıl Ah-med Paşa'nınEdirne'de IV. Mehmed'e bu münasebetle Saraybahçesinde kurulan otağda bu muharebe, helebütün imparatorluğu o kadar sevindiren veEvliya Çelebi'yi Seyahatnamesi'nin yedinci
cildinde o kadar coşturan Uyvar muharebesihakkında izahat verirken maiyetinde bulunanErzurumlu Abbas adında bir kahramandanbahseder. Hikâyeyi Raşid'den dinleyelim:\"Alelhusus kulunuz yanında Erzurumlu Abbasderler bir yiğit vardır. Uyvar muharebesinde bi-bâk ü perva kale bedenine çıkıp küffâr-ı hâksârher çend ki üzerine tüfenk daneleri yağdırırlar,yerinden ayıramayıp düşmana sebat gösterdikçeanı görüp bir yeniçeri dilâveri dahi anın yanınauruc ettiğin sair guzat-ı müslümîn gördüklerisaat lücce-i cemiyetleri huruşa gelip zemzeme-ikâfir küş-i tekbir ile cümlesi yekpare yürüyüşettiklerinde düşmen-i din için adem-imukavemet mukarrer ve bu tarikle ân-ı vahittekalenin fethi müyesser oldu, deyu takrir eyledi.Şehriyar-ı inayetmedar hazretleri otağdan hasodayı teşrif buyurduklarında mezbur Abbas'ı hu-
zur-ı hümayunlarına getirdip kendüyü vafiristintak buyurduklarından sonra avatıf-ı aliyye-imülûkânelerinden başına çifte çelenk takıp vekendü talebiyle hatt-ı hümâyun-u şevketmakrunlarıyla Erzurum gümrüğü malındanyevmî yetmiş beş akçe tekaüt ulufesi ve dört topkumaş ve dört donluk çuha ve vafir sikke-ihasene ihsan ve karındaşına dahi yine Erzurumgümrüğünden elli akçe ulufe ve mezbur Abbasile maan bâlâ-yı beden-i kaleye uruc edenyeniçeriye dahi ocağından tekaüt ulufesiverilmesin ferman eylediler.\" (Ra-şid Tarihi,ikinci tabı, cilt I, s. 100).İşte imparatorluk bu idi. Erzurum ile Uyvar,Bağdat ile Girit, Tebriz ile Belgrat, Atina ileCezayir birbirine karışmış yaşıyordu. EvliyaÇelebi'yi her satırda mizahtan Şe/ıııame'yegötüren bu şaşırtıcı birlik vetonun günlük hayatagetirdiği zarurî değişikliği ve zarurî tezatları
cemiyetin hem gururu, hem ıstırabıydı.Erzurumlu Abbas, Uyvar fethinde muzafferdönen veya ölenlerin içinde adini bildiğimiz tekinsandır. Uyvar'ın,Tuna'nın ilerisinde verdiğimizbinlerce muharebeden biri olduğu gibi, onunmacerasından Cevat Dursunoğlu'na bahsedenYahya Kemal, Erzurum sokaklarından birineUyvareri Abbas adının verilmesini tavsiye etmiş.Güzel fikir. Temenni ederiz ki ErzurumlularGürcü Kapısı'n-daki sokaklardan birine deEvliya Çelebi'nin adını verirler. BöyleceErzurum gümrüğünden tekaüdiye veya maaşalan bu iki insan, adını tesadüfün kurtardığıUyvar şehnamecisi, yaşadıkları şehrinhâtırasında birleşmiş olurlar.IIIServetin, çalışmanın bulunduğu yerde içtimaînizam kendiliğinden doğar. Eski Erzurum çokmuntazam bir çerçeve içindeydi. En başta toprak
sahipleri gelirdi. Eski devirlerde mahallî veaskerî idareye de iştirak eden, kale dizdarlığı,muhafızlık gibi vazifeler alan bu beyler, tıpkıRumeli'de, Tuna'nın bizim tarafa düşen şehitanavatan parçası kısmında olduğu gibi, tam birtoprak aristokrasisi kurmuşlardı.Bütün gelenekte olduğu gibi kadınlar burada dason derece muhafazakâr idiler. Evlenmelerdeakran, denk aramada onlar erkeklerden dahamutaassıptılar. Toprak sahiplerinin kızlarındanalınan kadınlara \"paşa\" denir, esnaf zümresindenseçilenler, yahut dışardan alınanlar veyacariyeliklerden gelenler \"hanım\" olurdu. Buevlenmeler bazen vilâyetin sınırları dışına çıkar,Gürcü beylerinin kızları Erzurum'a paşa olarakgelirlermiş.Osmanlılardan çok evvel asıl şöhretiniKurtııba'da yapan büyük Arap lisancısı Abdullahel-Kali'yi medreselerinde yetiştiren Erzurum'da
İslâmî ilim geleneği bu şehri şarkın ön saftamerkezlerinden biri yapıyordu.Son zamanlarda \"ulema\" sınıfı üç dört büyükaileden ibaretti. Solakzadeler, Kadızadeler,Müftizadeler, Gözübüyükler gibi.Ulemadan sonra, başlarında Dabaklar şeyhibulunan ve şehrin asıl belkemiği olan esnafgelirdi. Dabaklar şeyhi, icabında hükümetnüfuzuna bile karşı koyabilecek bir şahsiyetti.Ne Tanzimat, ne Ab-dülhamid idaresininmerkezciliği şehrin ruhu olan ve esasını ahiliktenalan bu otoriteyi yıkamamıştı. Eski dünyamızdaDabaklar şeyhi, asıl bünyesini esnafın teşkilettiği Anadolu şehirlerinde daima bu kudretitaşırdı. Dabaklığın ayakkabıcılık, saraçlık gibigeniş ihtiyaçları karşılayan sanalları beslemesi,belli başlı servet kaynağı olan hayvancılığadayanması bu sanatı doğrudan doğruya köy veaşirete bağlıyordu.
Dabaklar şeyhinin arkasında, İstanbul'da bileXVII., XVIII. asır ihtilâllerinde iki azgın ocağakarşı kuvvetini zaman zaman gösteren çarşısıgelirdi. Fakat asıl mühim olan bu zümrelerzinciri değildi; onun arkasındaki canlı kuruluştu.Bu kuruluş, şehrin hayatını gerçektenkuvvetlendiriyordu. Köylü ile çiftçi sınıfınınhakları toprak sahibi beyler tarafındankorunurdu. Köylü ile bey arasındakimünasebetler, bir serhat vilâyeti olduğu için,Erzurum'da başka yerlerdekinden daha babacakurulmuştu. Başımıza Gelenler müellifi MehmetArif Beyin fikri de budur. Çarşı bu kadarkuvvetle kök-leşince şehirde tagallüp fikrininyerleşmesi çok güçtür. Bu sebeple her canlışeyde rastlanan anlaşmamazlıklara rağmen, eskiErzurum'da bir nevi muvazene teşekkül etmişti.Bu hâl, her sınıfı kendi hayatında, kendizevkinde rahat ve müstakil bırakarak, mesul
ederek, İkinci Meşrutiyet'e, hattâ biraz sonrasınakadar sürer.Bununla beraber kaynaşma, anlaşma havasınarağmen camilere, vaizlere kadar bu ayrılıkgidiyordu. Son devirlerde Caferi ye Ca-mii'ndegençler, açık fikirliler toplanır, biraz sonrabahsedeceğim Müftizâde Edip Hoca'nın vaazınıdinlerlermiş. Pervizoğlu, koyu zahitlerin camiiimiş. Orada Abdülkadir Hoca vaaz eder, önündefermanların okunduğu devlet camii Lala Paşa,daha karışık, daha çeşitli halkla dolarmış.Burada Solakzadelcrden vaizler varmış.Halk, tatil günleri, en fakirine varıncayakadar,cumalık elbiselerini giyerek yazlık mesireyerlerine, bilhassa varlıklı şehir halkının çadıraçıktığı Boğaz'a, cirit oyunlarına, güreşleregiderler, ayakta zıgva şalvar, belde Acem şalı,silâhlık, daha üste gazeki denen cepken ile aba,lıartı denen palto ile başına çok defa İstanbul'un
Kandilli yazması saran esnaf, kış gecelerine debenim yetişemediğim Aynalı Kahve'de (TebrizKapısı'nda) Âşık Kerem, Battal Gazihikâyeleri okuyan, Geyik Destanı söyleyen, sazçalan, tıpkı Ke-rem'in zamanında olduğu gibi şiirmüsabakası yapan, birbirine ta-rizli cevaplarveren, yetiştikleri memleketin güzelliğini öven,geçtiği yolları gurbet duygusunu anlatanşairlerin, halk hikayecilerinin etrafında toplanır,yahut da aşağı yukarı on asırlık bir geleneklesürüp gelen sıra gezmelerinde kendi aralarındaeğlenirmiş.Erzurum'un asıl hayatını bu esnaf yapıyordu.Asıl güzel olan şey de, sağlam bir sınıf şuurunaermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıyaaçık tutmasıydı. Esnaf kadını, eşraf kadınınıngiydikleri elbiseleri giymez, yani kutnu'larlasırmalı elbiselerle süslcn-mezdi. İş terbiyesi
almış, eli işlediği, yarattığı için nefsine saygıduygusu yerleşmiş şahsiyetli, kendine güvenirvatandaşlardan teşekkül etmiş bir kalabalık... Onüç yaşında henüz çıraklığa giren bir çocukta bileaz zamanda nefsine güven başlar, el emeğinedayanan bir hayatın mesuliyet fikrinininsanoğlunu nasıl yükselttiği görülürmüş.Musiki zevki de böyle idi. Bütün Erzurumlularınbildiği Bar oyunlarında, ciritte, düğünlerde biziMalazgirt'ten Viyana'ya kadar götüren davulzurna, o maşerî bando çalınırmış. Halkkahvelerinde âşık sazı, eşrafın gittiğigazinolarda, kıraathanelerde -bittabiTanzimat'tan sonra- takım musikisi varmış. Enson takım, Kör Vahan'da santurlu, armonyomlutakımı imiş. Bunlardan başka, bir de Kur'anokuyan büyük hafızlar vardı. Bunlar LalaPaşa'nın hatibi Kitapçı-zade Hafız Hâmid Efendi,Ebulhindili Hamdi Bey ile Gözübüyük-zade idi.
Bu çok düzenli hayatta mevsimler kendilerinemahsus bir teşrifatla gelirdi. Çünkü her şeyevvelden tanzim edilmişti. Binaenaleyh hepsininhabercileri ve solakları vardı. Çocuklar yazgeldiğini çadırcı ustasının eve uğradığı zamanöğrenirlermiş. O zaman bahçeye çadırlar yığılır,ihtiyar, yatkın elli ustalar Boğaz'a, Ilıca'ya, açıkhavaya, eğlenceye kavuşacaklarını anlayıpsevinen küçüklerin çığlıkları arasında onlarıtamir eder, söküklerini diker, yırtık yerlerinideğiştirir, yağmura, rüzgâra dayanacak hâlegetirirmiş.Kışın geldiğini kürkçü müjdelermiş. Daha KopDağı'nın başı beyazlanmadan, Palandökensırtları kaşlarını çatmadan önce, Erzincan'dangelen siyah üzümün renginden, yaylanınüstünden cenuba doğru akan kuş sürülerindenvaktin yaklaştığını anlayan tecrübeliler,
kürkçüyü çağırırlarmış. Bu sefer gocuklar,samur, tilki, kurt, postundan kürkler, tulumlargeniş selâmlık sofalarında ortaya konur,gözlüklü ihtiyar kürk ustaları tığlarıyla onlarıdüzeltir, eksiklerini tamamlarmış. Bu,Erzurum'un ikinci hayatının başlangıcı, sıcaksobanın, gümüş çay tepsisinde küçük bir şafakgibi gülen çayların, uzun sohbetlerin devridir.Şehir, kapılarını kapatır, kendi âleminde yaşardı;kızak üstünde siyah yamçılı, uzun konçluçizmeli, kıvrak bıyıklı postacıların acayip kurttipi hikayeleriyle beraber iki üç haftada birgetirdikleri gazetelerin havadisleri uzun uzunmünakaşa edilir, geçmiş zaman hâtıralarıanlatılır, dedikodu yapılır, çok zarif, ustalıklıcümlelerle eşe dosta tariz edilirdi. Belki de bukapalı kış aylarının beslediği sohbet yüzündenhemen her Erzurumlu biraz nükteci, birazhicivci-dir. Fakat, her şeyde olduğu gibi, her
nesilden birkaç kişi bu umumî mazhariyetinüstüne çıkar. Bunlar konuşma sanatının şöhretkurmuş ustalarıdır.Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıylaErzurum'a gelmiş olan Amerikan heyetine ozamanın Belediye Reisi Zâkir Beyin verdiğicevabı kim hatırlamaz? Tercümana:\"- Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boyluanlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum'daekseriyet kimlerde idi, Generale anlatayım.\"diyerek heyeti oturdukları evin penceresinegötürmüş,\"- Bakın, demiş, şurada bütün şehri saran birtaşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadarduvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlıkMüslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermenimezarlığıdır: bunlar kendi ölülerini yemedilerya!\"Erzurum'da Türklerin daima ezici bir çokluk
hâlinde yaşadıkları bin türlü şekildegösterilebilirdi. Zâkir Beyin hazır cevaplılığıbunların en kısasını, itiraza yer bırakmayanınıbulmuştu.Erzurum'da bu konuşma ustalarının birini bolbol dinlediğim hikayeleriyle, birini de şahsentanıdım. Kaleli Burhan Bey 1923'len çok önceölmüştü. Fakat keskin hicvi ve istihzası,hazırcevaplılığı hâlâ canlı bir hâtıraydı. EdipHoca ise hayattaydı. Bana Uç yüz yılınüzerinden aşarak, XVI. asrın şair İshâkÇelebi'sini hatırlatan, onun çok meşhur\"Şam'dan çıktığım akşama dedim Şam-ı Şerifmısraını tekrar ederek anlatan bu şaşırtıcı adam,gerçekten hatırlanmağa değer. Cevad'ınodasında tanıdığım Edip Hoca'yı ben çoksevmiştim. Bu uyanık adam bana daima eskikültürümüzün bir in-carnation'u gibigörünmüştü. Geniş atlet gövdesiyle her geçtiği
yolu kendi etrafında bir tablo zemini gibitoplayan, karşısına çıkan her şeyi ikinci plandabırakan bu adam, Erzurum'da, bütün eskiliğerağmen belki en canlı nokta idi.Edip Hoca 1923 Erzurum'unda, XVI. veyaXVII. asırların şark ordularından biriyle geliporada kalıvermiş bir mazi yadigârına, yahutÜsküdar'dan Şam'a, oradan da Hicaz'a gitmeküzere tch-lillerle, tekbirlerle yola çıkarıldıktansonra yanlışlıkla Erzurum'a gelmiş bir sürrealayına benzerdi. Neşesi, pervasızlığı,mücadeledeki hazırcevaplığı, kafasındaki ölçüduygusuyla, iyi kalbiyle Edip Hoca bütün birâlemdi.Bir gün dostlarından birine uğrayarak çaybardağı istemiş, çok güzel bir takımı beğenmiş,\"Hakkı, bunları ayır, ben birini alıyorum, buakşam tecrübe edeceğim\" demiş. Fakat ertesigün çay bardağını geri getirmiş. \"Hoca, ne diye
beğenmedin, bu güzel bardakları?\" diye sorandostuna o dik sesiyle: \"Hakkı, demiş, bardaklargüzel, ama bana uymuyor. Sabahleyin çayladoldurdum, şöyle bir önüme koydum, birkendimi düşündüm, bir ona baktım: nispetsiz...Hele, Hakkı can, sen bana biraz daha büyüğünübul.\"Bu küçük fıkra Edip Hoca'nın nasıl bir adamolduğunu, ne kadar tam bir âlemden kopupgeldiğini gösterir. Edip Hoca gençliğindepolitikaya girmişti. Hattâ bir zamanlar İttihad veTerakki'nin faal bir âzası olarak Meşrutiyet'in ilkyıllarında Arnavutiuk'a gönderilen Heyet-iNâsıha arasında o da vardı. Bu seyahatindebaşından geçen bir hâdiseyi sıkça anlatırdı.Misafir kaldığı bir Arnavut beyinin evinde ikengünün birinde beyin dağ kabilelerinden birininreisi olan uzak akrabasının bütün maiyetiylekonağa geldiğini görürler. Mahallî âdete göre
misafirlerin beraber ağırlanması şartmış.Akrabasını çok iyi tanıyan ev sahibi bu zaruretihocaya anlatır, \"Çare yok katlanacağız. Dahadoğrusu siz katlanacaksınız. Aksi takdirde küloluruz!\" der. Ayrıca da çok dikkatli olmasını sıkısıkı anlatır. Edip Hoca ister istemez razı olur.Gece yataklar serilir. Yeni misafir Edip Hoca ilekendi arasına evvelâ silâhlarını, dolutabancalarını, fişenklerini, sonra da en iyicinsinden bir Serfice tütünü paketi koyar. Yatağagirdikten sonra \"Hoca, sar bir cıgara seninlekonuşacağım.\" der. Eski tabiriyle izbandutabenzeyen oda arkadaşını ve bu arkadaşlığınverdiği rahatsızlığı uykunun âleminde unutmağahazırlanan hoca cıgarayı sarar ve bekler.Adamcağızın meselesi gayet basitmiş.Kardeşinin kızına aşıkmış. Onunla evlenmeğekarar vermiş. Fakat işe pek aklı ermediği, dahadoğrusu sağdan soldan bu işin haram olduğunu
söyleyenler bulunduğu için bu husustaİstanbul'dan geldiğini bildiği hocanın fikrinialmak istiyormuş. Hattâ seyahatinin sebebi debiraz bu imiş.Hoca bittabiî \"Aman, nasıl olur? Kardeşinin kızısenin kızın demektir. Haramdır.\" cevabını verir.Fakat aşık Arnavut beyi kararını değiştirmekniyetinde değil. Zaten fikir sormuyor, sade buişe hocanın razı olmasını, yani bir nevi fetvaistiyor. Münakaşa büyür. Nihayet karşısındakinikandıramadığını gören aşık misafir bu masumarzusuna set çeken hocayı inadından dolayıküfürle itham ederek tabancaya sarılır. EdipHoca, bir karşısındaki adama, daha doğrusutabancasına bir de kapıya bakar. Kapı ile aradakimesafe uzun. Kaldı ki arkasındaki sofadaadamın maiyeti yatıyor. İster istemez \"Hele, Bey,dur, acele etme! der. Anlat bana. O kızın babasıolan kardeşin senden büyük mü küçük mü?\"
Arnavutcağız \"Benim büyüğümdür.\" cevabınıverince \"Mesele değişti. Niye baştan söylemedinbunu. Küçüğün olsaydı tabiî haramdı.Evlenemczdin. Çünkü seni oğlunun kızıylaevlenmen gibi bir şey olurdu. Ama büyükolunca... O zaman helâldir. İstediğini yaparsın!\"İşlerin aldığı bu son şekil misafiri memnun eder.'\"Yaşa bre hoca, der. Zaten bana söylemişlerdi,büyük âlim olduğunu. Yak bir cıgara!\" Veböylece Edip Hoca, o geceyi sabaha kadarŞerlice tütünü içerek aşık amcayı dinlemeklegeçirir.Bu hikâye üzerine sonraları çok düşündüm.Onun kuvvet delili karşısında bu teslimi sinizmile ittiham edilebilir. Hattâ böyle görenler buküçük anekdotta Osmanlı yıkılışınınsebeplerinden birini bulabilirler. Çünkü biz çokdefa İzzet Mollanın,Meşhurdur ki zulın ile olmaz cihan harâb Eyler
anı ıniklâhaııe-i âlinıân harâbbeytini tek başına okuruz.Fakat birtakım değerlerin ancak müsaitortamlarda muhafaza edilebileceğini düşünenlerhocayı affederler. Edip Hoca kahramanlıkiddiası olmayan bir adamdı. O, düzgün birnizam içinde fikirlerinin mesuliyetini kabuledebilirdi. Osmanlı tarihindeki dram. Edip Hocagibilerin tâvizinden ziyade bu tâvizi istemeninmuayyen bir devirden sonra âdeta tabiî hâloluşundandır.Erzurum'da hikâyelerini dinlediğim insanlardanbiri de 93'de Erzurum mebusu olan AhmetMuhtar Beydir. Onun hayalını ana tarafındantorunu olan Cevat Dursıınoğlu'ndan sık sıkdinledim. Beğenmediği bir valiyi övdüğü içinöfkelendiği Envar-ı Şarkiye gazetesini, her hafta,uşağı Ömer ağaya: \"O maşayı al. o kâğıtparçasını o maşa ile tut, o sobayı aç, şimdi içine
at, sen de git. elini yıka\" diyerek sobaya attıranbu adamın yapmacığı fazla hiddetleri, göreneğingüçlükle hapsettiği bütün bir mizacı gösterir.İşte Erzurum'da benim en sevdiğim şey bumizaç oldu.IV Erzurum'a yağmurlu bir günde Zâkir Beyinbahsettiği bu bitmez tükenmez mezarlığınarasından geçerek girdim. Onun zamanlahırpalanmış uzun, kırmızıya çalan taşları,-Erzurum'un her işçiliğe gelen o çok güzelyumuşak taşı- sert rüzgârın savurduğu sağanakaltında hayaletler gibi etrafımı almıştı. Lisedeedebiyat hocalığı yapmaya gelmiş İstanbullugenç şairi alt üst etmeye bu tesadüf kâfi idi.Bereket versin hemen ertesi günü müdür, CevadDursunoğlu ile karşılaştım. Bu köklü adamşehrin dehası gibi bir şeydi. Almanya'da felsefe
tahsili, dört yıl süren ordu tecrübesi, MillîMücadele'nin başlangıcındaki rolü, onutanıdığım insanlardan ayırıyordu. Toplayıcıadamdı. Şehri çok iyi biliyordu. Anlatacağı biryığın şey vardı. Ve konuşmayı sevenlerden, onusanat hâline getirenlerdendi. Bu sayede haftasınıdoldurmadan şehrin ve meselelerin içine girdim.Bununla beraber bu ilk karşılaşmada içimeekilen yıkılış hissi beni tamamiyle bırakmadı.Yaz sonunda büyük zelzelede onun en korkunçyüzü ile içimde canlandığını gördüm. Acayip veüzüntülü bir tesadüf İstanbul'a gitmeme mâniolmuştu. Bir ikindi vakti lisede otururken boğukbir gürültü ile yerimizden fırladık. Her şeysallanıyordu. Öyle ki kapıya kadar zorgidebildik. Şehir bu rüzgârsız havada toz içindeidi. Daha kapıya varmadan bu birinci sarsıntıyı otarifi güç gürültü ile ikinci ve üçüncü sarsıntıtakip etti. Fakat bu sefer halkın çığlığını
işitiyorduk. Aramızdaki kısa fasılaları çehretiklerine benzeyen hafif sarsıntılar dolduruyordu.Yollar insanla doluydu. İlk önce şehrinyıkıldığını zannettik. Fakat öyle değildi. Hele hiçnüfus kaybı yoktu. Fakat daha o akşamkazalardan feci haberler gelmeye başladı. Birçokyerlerde toprak çatlamış, köyler olduğu gibiyıkılmıştı. Hemen her gün yeni nüfus kayıplarıöğreniyorduk. Şehir daha o akşam manzarasınıdeğiştirdi ve çok eski göç ordularınınkarargâhına benzedi.Bu zelzele bir ay kadar sürdü. Kazalarda o kadarbüyük ve devamlı tahribat yapmıştı ki, hafifürpermelerden başka şey kalmamasına rağmenhalk bir türlü evlerine girmek istemiyordu. Bukorkuya o sıralarda Erzurum'a gelen Atatürk sonverdi. Kalması için vilâyet konağında vemüstahkem mevki kumandanlığında iki yerhazırlanmıştı. Fakat hemen hemen herkes ne
olur ne olmaz diye çadırda kalmasını tavsiyeediyordu. Atatürk, birkaç yerinden çatlamışhükümet konağında yatmakta ısrar etti.Atatürk'ü ilk defa Erzurum'da gördüm. Onunlatek konuşmam da Erzurum Lisesi'nde oldu. İkigün evvel Kars Kapısf nda bütün şehir halkı ileberaber karşıladığımız adam, liseye gelir gelmezberaberindeki \"huzuru mutad zevatın\" ardındanâdeta sıyrılarak aramıza girdi. Sakin, kibar,daima dikkatli ve her şeye alâkaydı. O günü,Erzurum Lisesi'ndeki hocalara, talebelere, oradarastlayacaklarına vermişti. Ne pahasına olursaolsun sözünü tutacaktı. Yemeğekalmayacaktı,fakat ikindi çayı içmeğe razı oldu.Yarım saatte gidecekti. Üç buçuk saat bizimlekaldı.Kendisine söylenenleri son derecede rahat birdinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garipbir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe,
yalnız yaptığı işlerden veya mevkiindengelmiyordu, Mustafa Kemal'liğinden geliyordu.Atatürk her şart içinde kendisini empozeedenlerdendi. Bakışında, jestlerinde, ellerininhareketinde, kımıldanışlarında ve yüzününçizgilerinde bütün bir dinamizm vardı. Budinamizm etrafını bir çeşit sessiz sarsıntı iledolduruyordu. Öyle ki birkaç dakikalık birkonuşmadan sonra bu mütevazı ve rahatadamın, bu öğreticinin anında bir uçtan öbür ucageçebileceğini, meselâ en rahat ve kah-kahalı birsohbeti keserek en çetin bir kararı verebileceğinive deha gücü bu kararı verdikten sonra yineaynı noktaya dönebileceğini düşünebilirsiniz. Eniyisi istim üzerinde bir harp gemisi gibi çevik,harekete hazır bir dinamizm diyelim.Erzurum Lisesi'nin beyaz badanalı, tek kanepesikırık muallimler odasında bana sorduğu suallerecevap verirken zihnim şüphesiz onunla çok
doluydu. Anafartalar'dan Dumlupmar'a zaferdenCumhuriyet'in ilânı'na kadar hayatımız biraz daonun talihinin veya iradesinin kendi mahrekindegelişmesi olmuştu.Bütün bunların o gün onunla konuşurkenduyduklarımda elbette bir payı vardı. Heineyahut Gautier, genç bir şairin Goethe'yiziyaretini anlatırlar. Zavallı çocuk birdenbireWeimar tanrısının karşısında bulunmaktan okadar şaşırır ki yol boyunca, hattâ günlerceevvel hazırladığı sevgi ve hayranlık cümleleriniunutur ve yolda gördüğü eriklerin güzelliğindenbahseder. Eğer behemehal cevap vermem icapeden çok sarih sualler karşısında kalmasaydım,şüphesiz ben de o gün bu gence benzerdim.Önce kim olduğumu, ne iş gördüğümü,Erzurum'da ne vakitten beri bulunduğumu,nerde okuduğumu, hocalarımın kimler olduğunusordu. Sonra birdenbire o günlerin aktüalitesi
olan medreselerin kapanmasına döndü ve bununhalk üzerindeki tesiri hakkında fikrimi almakistedi. Ses namına neyim varsa hepsinitoplayarak, \"Medrese survivance hâlinde birmüessese idi. Hayatta hiçbir müspet fonksiyonuyoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülameldoğuracağını zannetmiyorum\" dedim.Atatürk bir kaşını kaldırarak \"evet, survivancehâlinde idi, survivance hâlinde idi.\" diye kendikendine düşünün gibi tekrar etli ve hemenarkasından \"Ama bu gibi şeyler belli olmaz... Okadar emin olmayın!\" dedi.Şüphesiz devam edecekti. Fakat Rize mebusuRauf Bey odaya girerek protokolü hatırlattı.Bilmiyorum, Atatürk'ün bazı cümleleri üst üstetekrar etmek âdeti miydi?Ölümünden evvel son radyografisini yapandoktor Tarık Temel, filmin çekilebilmesi içinsandalyeye oturmasını rica etmiş. Atatürk de
bildiğimiz gibi sandalyeye oturmuş. Bununüzerine doktor, \"Olmadı Paşam, demiş ricam atabiner gibi oturmanızdı.\" Atatürk de \"Ata binergibi... Ata biner gibi...\" diye kendi kendinemırıldanarak filmin çekilmesine en müsait olanvaziyeti almış. Acaba Anafartalar ve Dumlupınarkahramanı, bu basit teklifi kendi kendinetekrarlarken neyi düşünmüştü.Atatürk'ü Konya'da, Ankara'da, İstanbul'dabirçok defa gördüm. Ve o günkü iltifatınınverdiği rahatlıkla birkaç defa elini öptüm. Fakatbir daha kendileriyle konuşmak fırsatınıbulamadım.Abdullah Efendinin Rüyaları'ndaki \"ErzurumluTahsin\" hikâyesi biraz da bu Erzurumzelzelesinin hikâyesidir. Şehrin o günlerdekimanzarası orada anlattığımın aynıydı. Zaten buhikâyede benim tarafımdan icat edilmiş hiçbirşey yoktur. Hattâ Tahsin Efendiyle ilk
karşılaşmam da orada anlattığım gibi olmuştu.Zelzelenin ikinci veya üçüncü gecesi yinehikâyede anlatılan şekilde ona rastlamıştım veüzerimde bu sarsıntılar içindeki toprağın bir çeşitdehası tesirini yapmıştı. Benimle de hakikatenöyleymiş gibi konuşmuştu. Böylece hikâyeyiyazmayı düşünmeden çok evvel bu acayipadam, muhayyilemde nizamını ve dostluğunukaybetmiş tabiatla kendiliğinden birleşmişti.Yalnız hikâyede unutulan bir nokta vardır.Tahsin Efendiyi ilk tesadüfün hemen ertesigünlerinde bir kere daha gördüm. O günlerdeçocukluğumdan beri bildiğim ve sevdiğimErzurum'da herkesin tanıdığı kıt'alarını birçokdefa dinlediğim Geyik Destanı'nın tamamınıbulurum hülyasına kapılmıştım. Hasankale'dengelen bir saz şairinin bu destanı bilmesiihtimalinden bahsettiler ve çarşının birazötesindeki bir köprünün hemen yanında çukur
bir yerde bir halk kahvesini salık verdiler. Ertesigece tam bir tipi içinde -rüzgâr bizi her köşebaşında zerrelerimize kadar dağıtıyor, sonraolduğumuz yerde döndüre döndüre topluyordu-rahmetli dostum Fuad'la gittik. Şair Erzincan'agitmişti, gelmeyecekti. Onun yerine Türkçeyimevlûd gibi âdeta tecvidle telâffuz eden bir hocabeş mumluk bir petrol lambası ışığında BattalGazi okuyordu. Yıpranmış kitap ve isli lamba,kahvenin peykesine konmuş üstü mumlekeleriyle dolu, küçük ve tahtadan biriskemlenin üzerindeydi ve adam bu rahleninönünde iki diz üstünde durmadan sallana sallanahikâyesini okuyordu. İri burnu üstünde nasıltutturduğuna hâlâ şaşırdığım kırık gözlükleri,ince kirli sarı, kır düşmüş hafif sivri sakalı, zayıfyüzü ve perişan kıyafetiyle bir insandan ziyadehiçbir zaman lâyıkıyla anlayamayacağımızbirtakım şartların, içtimaî olarak başlamış, fakat
zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartlarınbir mahsulü gibiydi. Etrafında her cinsten birkalabalık toplanmıştı. Omuz omuza, yüzlerinde,bilhassa gözlerinde acayip bir parıltı, nadirgörülen bir dikkatle onu dinliyorlardı. Öyle ki bukahvenin yarı aydınlığında ilk seçilen ve görülenşey bu dikkatti diyebilirim. Pek az şey bu kadaracıklı ve güzel olabilirdi. Çünkü harbin,bakımsızlığın, yüklü irsiyetlerin yiyip tükettiğibu çehrelerde, sonradan tanıdığım ve o kadarsevdiğim Goya'nın o zalim frekslerinde eşinigörebileceğimiz bir hâl vardı; bir hâl ki açıktanaçığa karikatüre ve hicve gidiyordu. Bununlaberaber bu yüzlere biraz dikkat edilince zayıfışığın sefaletlerini ve gözlerinin sıtmalı parıltısınıdaha belirli yaptığı bu insanların oraya en fazlamuhtaç oldukları şeyden, hayal veharikuladeden nasiplerini almak için geldiklerigörülüyordu. Ve bu harikulade o küçük tahta
iskemlenin üzerinde âdeta etrafı dal budakkaplayan bir ağaç gibi büyüyordu.Bizim düşünmediğimiz şeyi Tahsin Efendi yaptı.Birdenbire kapı açıldı, tipi ve rüzgârla beraberbelinden aşağısı ve göğsü çuvalla örtülü yarıçıplak içeriye girdi, kim bilir hangi başkakahveden topladığı avucundaki parayı, BattalGazi'yi kekeleye kekeleye okuyan hocanınönüne koyarak çıktı.VBenim Erzurum'a gittiğim sene çadırcı yinebahar sonunda Boğaz'a, Ilıca'ya, yaylayaçıkılacağını çocuklara müjdeliyor, kürkçü yineelinde tığı, ağır tokmaklı kapıları çalarak uzunkış aylarını, yaman tipileri haber vermeyegeliyordu. Fakat bu yerlerde birbirinden o kadardeğişik olan bu iki mevsime hazırlanan şehir,artık eski şehir değildi. İşin garibi, böyle birteşekkülün bir vakitler var olduğunu gösteren
hiçbir şey ortada kalmamış, canlı hayatın yerinibir yığın ölüm, hicret hikâyesi almıştı.Gerçi bu şehri o hikâyelerde bulmakmümkündü. Fakat yaşanmış hayatın sıcaklığını odağınık hâtıralardan çıkarmak çok güçtü. Şehrinbelli başlı mimarlık eserleri de buna yardımedemezdi. Birçokları etraflarında uğuldayanhayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV.Murad zamanında Erzurum'da top imalâthanesigibi bir işte kullanılan Çifte Minare, sadecekendi kendisi olmakla kalıyordu. Şüphesiz ÇifteMinare, Sivas'ta ve daha aşağıdaki kardeşleriylebirlikte bir şaheserdir. Üslûp, taş yontuculuğu,âbidevî duruş bakımından kendi nev'inin engüzel eserlerindendir. Onu Erzurum'un birucunda, şehrin bütün yarısına hükmedenihtişamlı kapısıyla, minareleriyle, gününherhangi bir saatinde bir kere görüp de hayranolmamak kabil değildir. Onun gibi, Yakutiye'nin
aydınlıkta topraktan henüz çıkarılmış bir eskizaman süsü gibi pırıl pırıl minaresinin daimamuhayyileyi avlayan bir çekiciliği vardır.Yakutiye'nin içi, plan bakımından DoğuAnadolu'nun en dikkate değer eseridir. Dahasade bir planda yapılmış olan Ulu Cami, beşbeşikli içi ile mağrıp camilerini hatırlatır. Dıştanonlar gibi sadedir. Erken gelişmiş bir gotikkemer, Ulu Cami'de bizi gerçekten üzerindedurulacak bir mimarlık meselesiyle karşılaştırır.Fakat bunlar, kültürümüzün o kadar uzakyerlerinden gelen eserlerdir ki onlarla hemenyanı başımızdaki hayat arasında bir münasebetbulmak imkânsızdır. Mimarlık, meselâ musikide,şiirde, resimde olduğu gibi bize derhal hayatıveren bir sanat değildir. Bu tecrit, dahayükseklerde dolaşır, hatırlatmadan duyguyutatmin edebilir. Sonra bu eserlerin kendilerinemahsus bir devirleri var. Bursa'nın, İz-nik'in,
Edirne'nin, İstanbul'un, yürüdükçe değişenyumuşak çizgileriyle toprakta canlı bir heykelgibi yükselen her asıldıkları tepeden uçmayahazır büyük kuşlar gibi görünen mimarîeserleriyle bunlar arasında bütün bir kaynaşma,arınma devri geçmiştir.Bu eserlerle öbürleri, Alparslan, Kılıç Arslan gibiyalnız vatan kuran savaşlardaki sert yüzleriyletanıdığımız hükümdarların yanı başında,kemiklerine biraz gün ışığı sızsın diye türbesininüstünü açık bırakan II. Murad, yahut kardeşleriniöldürdükten sonra, \"Bizim perişanlığımızgönülleri toplamak içindir.\" diye onlara ağlayanYavuz gibi dururlar. Birincilerinde sadebüyüklük, sade kudret hâlinde görünen portreyeikincilerinde kıvamını bulmuş bir zevkinberaberinde getirdiği bin türlü hâl ve mânakendiliğinden girer.
İlk istilâ ordularının üst üste akınlarla doğudanAnadolu'ya girdikleri devirde temelleri atılan, buordularla birlikte zaferden zafere koştukça yenivatanı şehir şehir âdeta atalarımız veçocuklarımızın adına teslim alan bu ilk Saltuk veSelçuk eserlerinin medeniyetimizde çok ayrı biryeri vardır.Her şeyin alt üst olduğu, örf, âdet, akîde, efsane,her şeyin birbirine girdiği bu zengin fakat karışıkdevirde, çok hususî şartları haiz bir medeniyetinbir istilâdan mukadder doğuşu bütün hayatı birsıtma gibi sararken, Ahlat'tan başlayarakErzurum'un, Sivas'ın, Kayseri'nin, Konya'nıncamileri, medreseleri, kervansarayları, çok ustabir elin çektiği yay gibi, bu yeni kuruluşun ilknotasını, bütün bu yeniyi hazırlamak içindağılmış unsurları içine alacak olan senfonininana temini verirler. Onlar, kartal süzülüşlüorduların arkasından girdikleri şehirlerin
ortasında, renkli minareleriyle, endamlıkapılarıyla, dilimiz ve kılıcımız gibi ilk atalaryurdundan getirdiğimiz şekilleri, hususilikleriyleyükseldikçe, etraflarındaki bütün hayatbirdenbire değişir, derinden kavrayan bir arslanpençesi gibi toprak kendisine yeni bir ruh, yenibir nizam verildiğini duyar.Erzurum'daki Ulu Cami'yi gezerken, o zamanlaraskerî ambar olarak kullanılan bu binayıdolduran meşin kokusunu bile bana du-yurmayan bir heyecan içindeydim. Üzerinebastığım bu taşlara değen başları, onlarınkaderini, uğrunda yoruldukları şeyinbüyüklüğünü düşünüyordum.İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de,bugün attığı adımın kendisini nereyegötüreceğini bilmemesidir. Bâkî\"nin FatihCamii'nde fakir bir müezzin olan babası,oğlunun Türkçe'yi kendi adına fethedeceğini,
sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim'inanası Türkçe'nin ikliminde oğlunun bir baharrüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerdebülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzındançıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde birerguvan gibi ka-nayacağını biliyorlar mıydı?Bunun gibi, Malazgirt Ovası\"nda dö-«üşenyiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavsin, bütünufku dolduran nal şakırtılarının, Sinan'ın,Hayreddin'in. ltrî\"nin, Dede'nin dünyalarınagebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader,insan ruhu bir tarafını tamamlasın, yaratılışınbüyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye, onlarıbu ovaya kadar göndermişti. Yaratıcı ruhunemrinde idiler, onun istediğini yaptılar.Osmanlı devri mimarîsi Erzurum'da Lala PaşaCamii ile yaşar. Fakat Lala Paşa. gömüldüğüyerden şehre hâkim değildir. Hattâ görülmesiiçin yanına sokulmak lâzımdır. Sonra küçük
nisbetiyle daha ziyade büyük bir heykelintopraktan yapılmış örneğine benzer. Kısacası,Süleymaniye'nin, Yeni Cami'nin canlılığını,âdeta bakanın derisinden geçen sürükleyiciruhanîliğini,onda bulabilmek için birazyorulmak, biraz da böyle olmasını istemeklâzımdır. Bu yüzden, küçük bir pırlantayabenzeyen güzelliğini ben ancak Erzurum'aüçüncü gidişimde duyabildim. Bir akşamüstüönünden geçerken XVI. asrın mucizesi olan oharikulade nispet beni yakaladı.Burada eski bir merkez olan Erzurum'daki bütünsanatlardan bahsetmek benim için imkânsızdır.Fakat Saltuk künbetlerinin ve medreselerininkitabeleriyle başlayan ve asırlar boyunca devameden Erzurum'daki yazı ocağını ihmal etmekistemem. Erzurum Halkevi'nin himmetiyleküçük bir koleksiyonu artık göz önünde bulunanbu ustaların bir kısmının adını biliyoruz.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388