Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-19 00:21:12

Description: Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Search

Read the Text Version

Köprü ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaçmil olduğunu bilmiyordum. Ben, köyüme gidipgelen vapurların tam bir meşakkatle, konaklarıaşa aşa, yarım saatten önce varamadıklarınıgördükçe şaşıyordum. Her ne kadar Kadıköyvapurları, gazetelerin dilinde hantallığı gösterenözel işaret ve alâmetlerden ise de, bundamübalağa olduğunu sanıyordum. Geçen gün, birmünasebetle yine o vapurlardan birindebulunuyordum. Vapur hareket ettikten bir ikidakika sonra, bir velvele koptu. Küpeşteye74koşan koşana. Herkeste bir korku. “Ne var?”diye ben de seğirttim. Bakışlar, öteden beriye,dolu yelken gelen bir mavnaya dikilmiş,duruyor. “Aman, çarpışma olacak!” diyendiyene. Üstü başı oldukça temiz bir zata dedimki:– Çarpışmadan bizim için ne tehlike var ki bukadar korkuyorsunuz?Adamcağız dikkatle yüzüme baktı, dedi ki:– Nasıl yok! Geçenlerde bunlardan birivapurun çarkını hurdahaş etmiş.

Meğer korkan sadece halk değilmiş. Kaptanda endişeli duruyordu. Başı, eli bir tarafta. Varkuvvetiyle “Turn right! Stopher” diyebağırıyordu. Her ne hal ise kazayı, tehlikeyiatlattık. Yerlerimize oturduk. Artık çarpışmaüzerine açılan sohbetlerin haddi hesabı yok.Fakat içlerinden tuhafça bir zat dedi ki:– Dikkat ettiniz mi?– Ne gibi?– Aman, dikkat ettiniz mi?– Hayır.Bir daha dikkat edin. Kaptan “Turn right”deyince, makinelerden yukarıya doğru kesikkesik bir “aman!” sedası geliyor.“Full speed”75 dedi mi, bu “aman”lar biraz -biraz mı?- hissedilecek derecede bir süratletekrarlanıyor. İskeleye yanaştığımız zamankaptan fazla acımaktan “İstop!” dedi mi, bir“Ooh!” sedasıdır çıkıyor.Bu tarif çok yaman bir ustalıkla ve bütüntafsilatıyla yapıldığı için, epeyce gülüştük. Köyevarışımıza yakın, gözüme deniz üzerinde bir

rıhtım başlangıcı göründü.– Bu nedir, diye sorduğumda:– Liman ağzıdır, dediler.– Neye yarayacak? diye sordum.– Tamamlanırsa buraya yanaşacak vapurlarıve öbür deniz vasıtalarını lodosunhücumlarından kurtaracak, denildi. Fakat biryıldan beri ancak iki metrelik bir yer inşaedildiğini de eklediler.İdare-i Mahsusa76 ile Şirket-i Hayriyearasındaki uzlaşmazlık pek çok olsa gerek. Buiki idare aralarında anlaşamadığından olmalıdırki birbirinin iskelelerine uğramıyorlar. MeselâKadıköy’den Sarıyer’e gidecek olan bir zat,Köprü’ye inip oradan Şirket-i Hayriyevapurlarına bindikten sonra gidiyor. Acaba buiki idare, bu yolda bir anlaşmaya varsalar dabelirli saatlerde Boğaziçi’ne, Kadıköy veAdalar’a ve Kadıköy ile Adalar’dan Boğaziçi’nebirkaç posta işletseler olamaz mı? Böyle birtedbirin ortaya koyacağı faydaları sayıpdökmeye lüzum yoktur sanırım.

Kadıköy, büyüdükçe büyüyor. Birkaç seneiçinde Haydarpaşa ile birleştiği gibi ZühdüpaşaMahallesine, Kızıltoprak’a doğru da kol atıyor.Fakat şose namına bir şey yok denilse yeridir.Hele, Haydarpaşa rıhtımı hemen kalmamışdenecek bir halde.Rıhtım, kıyı şehirlerinin adeta düzenölçüsüdür. İstanbul rıhtımlarının şehrimizeverdiği yeni manzara ne kadar hoşumuzagidiyor. Fakat Galata rıhtımı boyunca yapılansalaşlar pek ziyade münasebetsiz. Çökme vebenzeri vakalar olmadan, buraların titizliklegözden geçirilmesi gerekir. Başka bir tuhaflıkdaha var. Her salaşın önünde güçlü kuvvetlibirer garson. Herifler, ellerinde olsa, gelipgeçenlerin kollarından tutup zorla oturtacaklar.– Buyurun! Beyim! Efendim! Mösyö! Kiryel!Oriste!77 Kelimelerini kulak patlatacak derecedeşiddetli şiddetli aksediyor. Geçmek mümkündeğil, insan sıkılıyor. Bu garsonlar, daha önceGümrükönü kebapçılarında çalışmış takımdanolacaklar. Onlar da aynı tarzda, aynı

ağızdadırlar. Gözlerini, sırasıyla geçenleringözlerine dikerler. Elleriyle de lokantanınkapısını gösterirler. Girmeye teşebbüs ederetmez, sizi bırakıp ikinci bir müşteriye asılırlar.Ben bu hallerden tiksindiğim için, daima YeniCami tarafını seçerim.Sabahları, akşamüzerleri büyük caddelerdedalgın yürümek fena neticeler veriyor. Geçengün yine rıhtıma gitmek üzere Bahçekapıönünden geçerken, “Malûmat!” diye kulağımındibinde patlayan sesten ürktüm. Birdenbiredöndüğüm sırada, müthiş bir sağanağa tutuldum.Bu sene yağmurların çokluğu dolayısıylaıslanmaya alışmış olduğumuzdan, ilk andayağmurun inmeye başladığını sanarak şemsiyeaçmaya davrandım ise de, Terkos borucularınıncömertliği karşısında olduğumu anlayınca, lâhavle çekip yola devam ettim.Yirminci MektupGaliba bizim yayın yönetmenini insafagetirecekler! Getirecekler de iki meteliğe satılan

Malûmat’ı bir meteliğe sattıracaklar. Olur ya,yapar da! İsterse beş paraya da çıkarır. Fakatnasıl yapar, bilir misiniz? Sabahleyin erkendengelir. Gözlüğünü takar. Fesini atar. O günkügazetelerin en ruhlu, en can alacak havadisini‘başyazarlık’ makamına mahsus sade bir dilleözetler. Özetlerken şahadet parmağını çıngırağındüğmesine dokundurur. Fransızca çevirmenigelir. Suratını asarak:– Bugün gelen Fransız gazetelerini haşlayıpözetlerinin özetini çıkarmalı. Posasını atmalı,der. Yine o parmağıyla ikinci bir düğmeyebasar. Almanca çevirmeni girer. Önüne bakarak:– Viyana Postasını iyice yoklamalı. Bir şeykaçırmamalı, der. Üçüncü defa olmak üzere birdüğmeye daha basar, İngilizce çevirmeni önde,Arapça çevirmeni bir adım geride olarakkarşısına dizilirler.– Times’a, Standard’a iyice göz gezdirmeli.Önemli gördüklerinizi almalı. Buna bak! Arapçagazetelerden bir şey anlayamıyorum. Hiçbirşeyden haber vermiyorsun. İlminin semeresini

dahi henüz tadamadık, der. Dördüncü birhamlede musahhihle78 beraber oturan cılızyazarın tetiğine dokunur. Gelir gelmez:– Tercüme odasının verdiği müsveddeleriçabucak ve güzelce düzenleyip hemenbasımevine vermeli. Haydi! dedikten sonra birdaha bir düğmeye basar. İçeriye giren kapı uşağıMösyö John’a:– Mektupçuyu çağır, emrini verirken (çünkübenim odanın zili, düğmesi, falanı yoktur)başdizgiciyi de getirtmek için basımevidüğmesine de bir parmak basar. Ben paldırküldür yukarıdan inerek, o aniden çakan şimşekgibi aşağıdan çıkarak bir anda huzuruna gireriz.Selâmdan, övgüden ve şerefli hatırlarını sorupanladıktan sonra:– Erkence yazarsanız memnun olurum. İşteMalûmat’ı da dediğiniz gibi on paraya indirdim.İstanbul halkı gündüzün haberlerini akşamadoğru okuyacak. Telgraflar, postalar hepsi yeni!Bilmem ki daha ne yapayım, diye içini döker vebaşdizgiciye dönerek:

– Saat beş buçukta gazete sayfa halindebulunacak. Ne lâzımsa al, yap, der. Başdizgici,her zamanki gibi sırıtarak gider. Biz yine başbaşa, kaş kaşa kalırız.Şaka değil. Eğer Malûmat on paraya inecekolursa benim de işim şık! Şu vesileyle her günİstanbul gazetelerini okur, birer özet de benyaparım. Güle eğlene yazı geçiririm.Sabah’ta yayıncılık işinin sahibi olan zat‘vaktiyle’ İkdam’da dizgi hatası olarak Cahid’in‘cahil’ olarak yazılması üzerine kalben hissettiğigücenikliği bir türlü yenememiş olmalı ki Nailî-iKadim’in; “Heves-i câh ile cahil mütelâşigörünür”79 mısraını içine alan kıtayı acele birşekilde eleştiriye girişerek Samanyolu’na karşıbaktığı parlak tahlilin ışığında, “Herkesi kendihaline bırakarak ‘anlamıyorum’ diyenlereanladığın eserleri oku!” nasihatini veriyor. Fakatbu yanlış! Biz hem anlamaya, hem anlatmayamuhtacız, mecburuz. Bu piyasada götürü sözolmaz, olmayacak, olamaz da.Türkçe’yi genelleştirmenin gereğini gösteren

bir örnek: Efendi ile uşak.Uşak, kapıdan girerek:– Efendi! Hatap80 geldi.– Söyle biraz kahve ocağında otursun.– …– Ne duruyorsun?– Efendi, odun geldi.– Dedik ya. Kahve ocağında otursun.– Adam falan değil, efendi. Anlatamadım,odun geldi.– Benimle eğleniyor musun? Ha! Önce hatipgeldi diyorsun, sonra odun? Çık dışarıya!Yirmi Birinci MektupKorkumdan matbaaya gidemiyorum. Birkaçgün süren hastalığımdan ötürü müdüre birdilekçe yolladım. Okur okumaz öfkeden ateşkesilmiş ve hemen yerinden kalkarak:– Bundan büyük kabahat olamaz. Hasta olanmutlaka bir yaramazlık etmiştir. İnsan durup

dururken keyifsizlenmez, demiş. Karşısındaki:– Efendim, soğuk almış, ne yapsın? deyincedaha da çok kızarak:– Pencereleri kapayıp yatsaydı. Hele omatbaaya gelsin de görür, diye cevap vermiş.Bir kere de bu hali düşünün, bir de benimkorkumu! Ben çoktan iyi oldum, amagidemiyorum ki. O hafta Malûmat’ın seyyaryazarı da dayak meselesini yazmış. Artıkpusulayı bütün bütün şaşırdım. Ne yapayım? Hiçbaşka çare yok. Köprü’de falan rastlayıp şıkçabir selâmlaşma ile kusurumu gidermeyeçalışmalıyım derken, geçen gün karşı karşıyagelmeyelim mi? Benim yürekte çarpıntı,direktörde bir hayret! Tam bir ağırbaşlılıkla hitapederek:– Bugün mutlaka mektubunu yaz, matbaayayolla, şeklinde emir vererek selâmsız ayrıldı.Bende bir sevinç! Durup durup, haniyaKadıköy’e işleyen “Beş numara”nın istop(!)kumandasını alır almaz çıkardığı “Oooh! Ooh!”ünlemesini tekrar ediyorum. İyi ama ne yazmalı?

İnsan gariptir. Hissine en çok tesir eden şeyleribeyninde tekrar eder. Benim de beynimdeboyuna renk sedaları dönüyor. Tabir uygunsa,beynim “renkli bir şamata” içinde bulunuyor.Bu düşünceyle yürürken Köprü’nün üzerindebir kalabalık meydana geldi. Bir taraftan Ada,Kadıköy, Üsküdar vapurları; öbür yandanAnadolu, Rumeli kıyılarına işleyenler,iskelelerden topladıkları halkı boşaltıyorlarmış.Tam vakti! Hem de bundan daha uygun zamanolamaz. Şu renk kelimesini derinleştireyim,dedim.Gözlerim, birdenbire narçiçeği fesli,kahverengi paltolu, beyaz yelekli, Bismarkpantolonlu, krem eldivenli, camgöbeğinin81koyusu üstü laden82 benekli boyunbağlı birefendinin üstünde durdu. İskarpinleri nerenktedir, diye bakayım derken; bir çift kolla atlıbir araba engel oldu. Kır bıyıklı, devetüyününaçığı kostümlü ispir “Varda!” deyip duruyor. Birmadam, fakat şık. Başındaki şapkaya bizimbahçenin çiçeklerini yığsanız yine de az gelir.

Gülkurusu renginde kartopu gibi iki çiçek,arasından parlak, koyu eflâtun renkli bir tüy ileiki tarafından al ebrulu83 iki tüy daha. Şapkakenarının biraz yukarısında bir sıravişneçürüğünü andırır, gelincik alına benzerleylâk renkli çiçekler var. Beyazı çok, siyahı azbir tül. Ondan sonra galibardanın84 açığı,bombeli, gerdan tarafından rüzgâr ile kabarıkceketimsi bir şey. Yenlerinde horozibiğinin açığıdantelâlar, belde tokalı, siyah İngiliz kemeri,ayaklarda bal rengi bir iskarpin. Birden tüylerürpertici bir feryat beni titretti. Küçük bir çocuk.Zavallı yavrunun minimini ayağı deliklerdenbirine girmiş. Denize düşeceğim korkusu ile tirtir titriyor.Büyükannesi olacak ihtiyar bir kadın…Güvezimsi feraceli,85 mangal-kapağı yaşmaklı;ayağında eski yöntemle yapılmış rugandanyarım potin, elinde tarçın renkli bir şemsiye var.Hemen koştum. Gürbüz bir çocuk. “Korkmaoğlum!” falan diyerek kurtardım. Aldığımduanın haddi hesabı yok. Ben bu hizmeti

bitirdiğim sırada, karşı tarafta da göz alıcı birrenk cümbüşü vardı.Doru ata binmiş birisi; ak saçlı, bitkin birihtiyar; baklakırı, yağız, demirkırı beygirler; bozbir merkep; alaca giysili biri; alaca benekli birhayvan; vapurdumanı gözlüklü bir sakat;kahverengi boyalı bir çerçeve; kırçıl bir gazetedağıtıcısı; koyu yeşil gözlü bir kız çocuğu; havaîkâğıda sardığı paketini koltuğunda tutan bir ağa;düz, kumral, siyah saçlı madamlar; yeşile çalarrenkte bir ser ve sandık; esmer, beyaz, siyah,buğday renkli, koyu esmer insanlar; pembeçarşaflı bir hanım… Kısacası, renklerin derecederece çeşitlenişini gösteren bir genel birgörünüş ki bunu her yerde görmek nasip olmaz.Köprü üzerindeki Rumeli ve Anadolukıraathaneleri şu mevsimde o kadar serin oluyorki insan saatlerce çıkmak istemiyor. Temizlik,bakım ve hizmet son derecede olduğundan,şehrimizde bir benzerine rastlamak güç. Fakateski köprü ile yeni köprüyü birbirine ekleyengeçitlerin merdiven yerleri oldukça tehlikeli,demirleri ise kopmuş, kırılmış olduğundan insan,

inerken biraz sendelese denize yahut dubalarınüzerine düşecek.Beni köprücülere kim haber vermiş? Gelipgeçerken, birbirlerine gösteriyorlar. Eleştirimizekulak verilmiş ve tembih edilmiş olmalı ki,bugünlerde o biçimsiz haller görülmüyor. Hattapara vermeyenlere bir kere hatırlatıyorlar.Galiba, bu hatırlatma da dalgınlıktan uyarmakiçin olsa gerek.Yirmi İkinci MektupYeni bir ürkütme alâmeti: Kimi adam burnunubüzer, kaşını çatar, görür görmez başını çevirir,görmezden gelir. Bu hallerle karşısındakiniküçümser. Şimdi bu âdetin değişip başka şeklegirdiğini haber verenler diyorlar ki:Yeni ürkütme alâmeti ise şu; ta uzaklardanikinci kişiye doğru yönelinecek ve gözlergözlerinin içine dikilecek, bu vaziyette yürüyeyürüye tam tamına vakti gelinceye kadarbeklenilecek. Ardından baş, gerdan üstünden

yarım sağ veya yarım sol olarak hızladöndürülecek. Eh! Pek de fena değil!Biraz yağmur yağmasın. Köprünün üzerindekayan kayana! Yine geçen gün birinin rakipolduğu araba beygirlerinden birininkapanmasıyla büyücek bir tehlike ufak biryarayla geçiştirildi. Köprü idaresi acaba birparça kumu nereden istese bulamaz?Fakat yayaların zırt diye kayıp döşemelerüzerine serilivermeleri gülünmeyecek şeylerdendeğil. Galiba bundan köprü memurları dahazzediyorlar ki kömür kurumlarını olsunserpmekte dahi pintilik ediyorlar. Hele yanköprü parçalarına inilen merdivenler devamlı birtehlike! Yine geçen gün küçük bir çocuğunbacağının, düşme sonucunda kırılıp parçalanmışolduğunu haber aldım. Yazıktır, günahtır.Sabah gazetesi eleştirmeninin “Malûmatnamının yazacağına inanmayınız” derken,Sabah’ın Malûmat’ı yazması beni yalanlamayane kadar hevesli olduklarını ispat etti. Ben deelbette onun bir yalanını bulur yalanlarım.Mademki benim dediklerimi yalanlıyorlar

öyleyse aşağıdakilere de inanın bakalım.– Şirket-i Hayriye ve İdare-i Mahsusavapurlarının bacalarından gündüzün dumançıktığına– Tramvayların yokuş aşağı kendi kendilerineindiğine– Gazetelerin dördüncü sayfadaki ilânlarınıniçeriğine– Iştaynburg birahanesinde elbisesatılmadığına– Reji’nin halis seçmesinin, Bafra tütünündenaltmışlığın seçmesi olduğuna– Malûmat yazarlarının tütünü terk etmeyipfosur fosur içtiklerine– Mirasyedilerin gazinoda para verirkenmecidiyeyi gösterişli ve çalımlı bir surette şırrakdiye mermer masanın üzerine attıklarına– Kabadayı görünüşlü olanların her oturuştakadeh, sürahi, bardak kırdıklarınaYirmi Üçüncü Mektup

Aşka dair...Malûm ya, aşk ve muhabbet su götürürşeylerden değildir. İnsan bir kere fitili aldı mı,idare kandili gibi, sabahlara kadar yanar tutuşur.Herkesin sevdası da bir olmaz. Kimisi, içindenyanar da belli etmez. Yalnız, aşk can yakıcıalevini sevgiliye “ah!” şeklinde gösterir. Yahutgözlerimle görüp neşelendiğim şöyle bir mektupile anlatmaya çalışır:Sevgili cânânım!Beni sönmez ateşlere yakan baştan çıkarıcıgözlerini görmeyeli, kalbim cehennemalevleriyle harap oldu. Yanıyorum. O gündenberi yanıyorum. Hatırında mı? O gece ben sanakömürlükte ilân-ı aşk ederken, bekçi “Yangınvaaar!” diye bağırmıştı da, sen “Acabanerede?” diye kulak verir vermez, elleriniaşkınla bin parça olmuş sineme götürerekyavaşça;“Burada!” demiş idim. İşte, gönül evimde ogece başlayan ateş henüz sönmedi vesönmeyecek de...

Bu nâr ile ben kabre girersem bilirim kiDûzah tutuşur şûle-i âh-ı elemimden86Mektup hoş, değil mi? Fakat belâya bakın kisevgili bu mektubun içindeki şairane, yakıcınükteleri ciddî zannederek, bir “ah” çekerse evi,kömürlüğü ateşe verir korkusu ile zavallıyı birdaha kabul etmemiş! Bence de, sevgili haklıdır.Fakat ben o ateş gönüllüyü ele geçirirsem,matbaadaki özel hücreme hapsedeceğim. Çünkümangal bile yakılamadığı için, zemherizurafası87 gibi tiril tiril titriyorum. O banaderdini yanar, ben de dinler ısınırım.Fazlaca çakırkeyif olmayı âdet edinen zamaneayyaşlarından biri, geçen gecelerde düşe kalkaevine giderken yolda sızacağını nasılsa anlamış,fakat ortalığın çamur olması dolayısıyla derdinebir çare bulmayı da düşünerek, kolunu genişçehalkalı bir evin kapısına geçirip ayakta uyumayabaşlamışken, o aralık evin sahibi dışarıyaçıkmak için kanadı hızla çekmiş. Kanat içeridoğru bükülünce uyuyanın kolu acımış, o dakendini kurtarmak için asılmış. Kapıyı biri

açmış, diğeri kapamış. Uzun müddet devameden bu çekişme en sonunda sarhoşun çamurlarüzerinde şükür secdesine kapanması, evsahibinin de kol demirini kapı ardına tam süratleyerleştirerek feryat ve figan etmesiyle sonaermiş.“Al tavanlı yüksek evdeGelin mi oldun, gelin mi oldun?Evvel sen benim idin,Şimdi ellerin mi oldun?”dörtlüğünde vezin ve kafiye olmadığını iddiaedenlerin;“Boynuma kabak takarım,Hovardayı gözünden çakarımA dinga dinga din kabakSevdiği kıza bak”şarkısındaki kafiyelerin mukayyet88 olduğunakarar verdiklerini yazıyor, Beyoğlu gazeteleri.Yirmi Dördüncü Mektup

Erbabınca bilinen ve mahalle çocuklarınınarkadaşlarına üstünlük sağlamak amacıylakullandıkları hatta şaka vesilesi yaptıklarıtekerlemeler vardır. Meselâ:– Elindeki ne?– Vişne!– (Birdenbire ve sevinerek) At gibi kişne!Veya:– Şu görünen ne?– Bulut!– Sen bunu unut!Veya:– Denizde yüzen ne?– Balık!– Hay koca alık!Veyahut:– Bu kaç?– Dokuz.– Başına demir topuz, gibi soğuk esprilerle herzaman karşılaşılabilir. Fakat ta yedisinden

yetmişine kadar devam eden bu merak, genelolduğu kadar doğal da olduğu için bunlarabenzer ve yeniden yeniye dillerde dolaşmayabaşlayanlardan birkaçını şuracığa yazıyorum:– Bu ne?– Şirketin yeni ilânı!– Yok, yok. İdare plânı.– Elindeki ne?– Tütün paketi!– Yok, yok. Fışkı demeti.– Ne götürüyorsun?– Meyve suyu şişesi!– Yandı ciğerimin köşesi!– Ne okuyorsun?– Hayat-ı Matbuat!– Bayattır, bayattır, bayattır, bayat!– Haftalıklardan ne var?– Servet-i Fünûn!– Aklı kısa saçı uzun.– Daha başka?

– Malûmat.– Durma hemen uykuya yat.– Ne olmuş, ne olmuş?– Tirebolu önünde Hasan Paşa.– Oturmuş mu taşa?Taze Havadisİdare-i Mahsusa’nın89 Haydarpaşa’ya işleyen,oldukça yavaş hareket eden ve Hereke adıylaanılan, uzun enleme bacalı ve sekiz numaralıvapuru, geçenlerde Selimiye önlerinde ahesteaheste gitmekteyken nasılsa makinesininbozulmasıyla yürüyemez hale gediğindengaribanın tedavi edilmek üzere Çürüklükeczanesine bırakılacak olduğu, on bir numaranınkaptanı tarafından kardeşlik hatırınabildirilmiştir.Yirmi Beşinci MektupSıcaklar arttıkça serin yerler aramak, adetadoğal bir ihtiyaç haline geliyor. İnsan Boğaz’da

yükseldikçe yükseliyor. Ben bile, kısa zamaniçin Göksu’yu bırakarak, Sular’a90 doğru aktım.Büyükdere’de biraz oturup karnımı doyurayımdiyerek, uzunca bahçesi denize kadar uzanan birlokantaya girdim. Sofrada alafranga, beyaz, kargibi örtü. Takımlar temiz. Ortada bir liste.Ben zaten deniz havasını bilirim. Beni herzaman acıktırır. Gereğinden fazla masrafa sokar.Listeyi ele alır almaz, içindekilerin her birindenbirer tabak yemek istedim. Ne de güzel, ne deustalıkla yazılmış:Piliç suyuna çorba, piliçli pilâv, pirzola, taskebabı, orman kebabı, şiş kebap, dağ kebabı,Büyükdere kebabı, İzmir köftesi... Bunlar, etliyemekler. Gelelim sebzelere; patlıcan beğendi,patlıcan musakka, patlıcan oturtması, patlıcansilkmesi, patlıcan imambayıldı, patlıcan tava.Ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri. Bamya(etli), domates dolması, türlü (güveç ile).Balıklar; barbunya (tava), kefal (pilaki).Yemişler; kavun, karpuz, şeftali, armut (akça).Türlü peynirler… Tamam! Her şey var. Fakat

hangisini yiyeyim?Çorba? Hava sıcak.Tereyağlı pilâv? Sonra.Piliçli pilâv? Birdenbire tıkar.Piliç kızartması? Kupkuru.Piliç soğuğu? Söğüşten ne çıkar?Piliç ekşilisi? Kim bilir nasıl şey?Biftek? Burada pişirmezler.Fileto91? İnsan Yani’de olup da yemeli.Pirzola? Bizde de yapıyorlar.Tas kebabı? Yemekten bıktım.Orman kebabı? Burası yeri değil.Şiş kebap? Biraz durdum.Dağ kebabı? Şaştım.Patlıcan kebabı? Şiş kebaptan ne farkı var?Kuzu ciğeri? Vakti geçti.Kuzu başı? İşkembeci dükkânında mıyım?Kuzu fırında? Şimdi tatsızdır.İzmir köftesi? Hiç sevmem.Patlıcan beğendi? Patlıcanı ez, üzerine tas

kebabı koy, ver müşteriye! Yenmez.Patlıcan silkmesi? O da öyle.Patlıcan imambayıldı? Zeytinyağlıdır.Patlıcan tava? Bir tanesi yenir.Ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri? Sebzededik ya!Etli bamya? Sıvışık.Domates dolması? İyi pişiren olsa!Türlü? Karmakarışık şeyden hoşlanmam.Barbunya? Bu fena değil ama alafrangadaönce balık yenir.Kefal pilâki? Şimdi hiç yenmez.Kavun? Acaba Toptan mı?Karpuz? Soğuk mu?Şeftali? Sulu mu?Armut? Porsiyonu kaça?Türlü peynirler? Malûm ya kaşar, beyaz,gravyer, Felemenk.Ben bu düşünce, bu tereddüt içinde ikencingöz bir garson:

– Efendim, ne buyuracaksınız? dedi. Artık,“Düşüneyim” olmaz. “Şiş kebap” dedim.Dedi ki:– Yanına biraz fasulye koysun mu?– Peki, fakat önceden bir barbunya ver. Yemişde getir. Emirlerim sırasıyla yerine getirildi.Yemek yerken sordum:– Buraya ne derler?– Pamuk Yani!– Pamuk Yani mi? Dikkat ettim; topuz gibibiri. Beyaz bıyıklı, karnı çenesinden daha fazlaileriye fırlamış.Pekâlâ, ağzımızı sildik. Borcumuzu sorduk.Herif pamuk değil, çelik imiş. Otuz beş demesinmi? Zengin ahbaplarımdan biri ile bazen böyleyerlere gelip de garsonun hesabını incelemeyekalkıştığımda:– Dokunma. Buralarda hesap sormak ayıptır,derdi. Keşke, demez olaydı! Her sözü tutmamda, bu zararlı öğüdü tutarım. İki mecidiyeyikuzu gibi verdim. Silik bir çeyreği cebe atarken,

düşünüp de hazım kabiliyetim bozulmasın diye,birdenbire dışarıya fırladım.Daha kapıdan çıkar çıkmaz, bir araba durdu.Benim “zengin ahbaplardan” dediğim kişiiçinde. İçimden “Biraz önce gelseydin neolurdu?” diye söylendim. İki taraftan, bir“vaay!” dır gitti. Sordum:– Nereye?– Bentler’e!92 Haydi, beraber gideceğiz.– Olur.Arabaya atladık. Daha ömrümde Bentler’egitmemiştim. Bu ilk ziyaretten doğacak sevincinpek çok olacağını tahmin ediyordum. Her ne ise!Araba zıplar, biz zıplarız. Maltız Mahallesindengeçtik. Karakol’un önünden Büyükdere çayırınagirdik. İnce, pürüzlü bir zurna sesiyle gürültülübir davul bizi karşıladı. Eski tunç renginde ikiKıptî birden selâm vererek arabaya yanaştı.Arkadaşım biraz şık, adeta hoppaca olduğundan:– Biraz dinleyelim, dedi. Durduk. Zurnacıboğazının yan damarlarını şişirerek bir “medet!”

kopardı, yahey! Davul da baso tutuyor. Uşşak93üstünden biraz gezinir gezinmez:Allının allısıyım benKara kızın ablasıyım ben!diye bir feryattır koptu. Meğer üç dört zarifyüzlü, etrafımızı sarmış. Bir nağme, bir cümbüşki hakikaten çingenece. Hava değişti, yine hepbir ağızdan:Sevdiğim Bursalı, BursalıBana gel her salı, her salı!türküsüne girdiler. Arada bir mani:Adam aman ne derdeNe belâya uğradı garip başım, ne derdeBen onun kurbanı mıyım?Beni sevmez ne eder de?Yarım saat böylece dinlendikten sonra, yineyolumuza koyulduk. Sultansuyu denilen yeregeldik; bir alay da orada koptu. Zurna, klârnet,davul, çifte nara,94 lâterna.95 Bir çalgıtopluluğu ki alaturkası da var, alafrangası da.Orada da birkaç hava dinledikten sonra, yine

yollandık. “Kambur” deniyor, bir yere geldik.Burası sakin, gürültü yok. Karşımızda koca birsu terazisi; yapılır şey değil. Tam biralçakgönüllülükle altından geçerek yürüdük.Bentler, hakikaten Osmanlı medeniyetieserlerinden örnek verecek heybetli tesislerdenimiş. Hayret içinde kaldım. Çevrenin lâtifliği, oormanların güzelliği, şairce düşünenler içinoldukça sermaye verir. Ne çare ki, zurna biziorada da yakaladı.Büyükdere piyasası pek güzel oluyor.Akşamın saat on ikisinde96 başlayan bu gezinti,gecenin üçüne, hatta dördüne kadar sürerek,gündüzün cayır cayır yanan ateşzedeler, geceninkararsız tazeliğinden şöylece faydalanıyorlar.Çevrenin gözlere ve düşünceye verdiği tatlılıkdolayısıyla, bu piyasaların parlaklığı çoğalıyor.Fakat gazinoda oturmak oldukça yürek ister.Kendine güvenmeyen içeriye girmesin. Nediyorlar, biliyor musunuz? İnsan, Büyükdere’yepara yemeye gelirmiş. Doğru. Fakat vapurparasına kadar soyulursa, burası biraz endişe

vermez mi?Meşhur kemancımız Tatyos97 bu sene yineÇırçır’da kemanını öttürüyor. Fasıllar yapıyor.Karakaş,98 Kanunî Şemsi, Tamburî Yuvakimbirleşmişler. Fakat geçen pazar günü gibiyağmur yağacak olursa, saçak altında oturmakhoş kaçmıyor. Ne var ki, dinlenecek bir saztakımı varsa o da ancak bu takımdır. Çırçırsahibinin yüksek zevkini zaten işitmişiz; dermeçatma şeylerle ilgilenmez.Ne dersiniz? Tuzlu şeyler yiyip de Sular’agitmek âdeti henüz kaybolmamış. Ben bile, biriçgüdü ile sardalya yiyip gitmeyeyim mi? İç breiç! İnsan tuluma dönüyor. Bereket versin sudurmuyor, akıyor. Yoksa ben de İstanbul’adavul gibi bir karınla dönecektim.Yirmi Altıncı MektupMeğer ben hekimmişim, öyle ya! Lalalıkedecek kişiler için biraz da hekimliğe girişmekşarttır? Beyin sokakta başı ağrır, kulağı çınlar, eli

kesilir, bacağı incinir, boğazı gıcıklanır,birdenbire enfloenzaya, denkeye, paçavrahastalığına tutulur, titrer, üşür, ısınır, terler,soğuk su içer, hiç nöbet gelmediği halde tepinir,ağlar, güler, huysuzluk eder. İşte bu gibihallerde hekim buluncaya kadar tedavi etmek,lalaları hekimliği öğrenmeye mecbur etmiş birzorlamadır.Fakat benim hekimliğe girişmiş olduğumdanhaberim yoktu. Belki de tesadüftür. Büyübilmem, okuyamam; onun için mutlakatesadüftür. Bakın, olayın neden ibaret olduğunuanlatayım:Matbaada oturuyor, size bir şairinhissettiklerini yazıyordum, tam “Oh! Şöyle birazgez, açıl, kendine gel şairim. Bak Kalender’e,derbeder ol” cümlelerini kopya ederken odamınkapısı birdenbire açıldı.Yeni şairlerden ve arkadaşlardan biri paldırküldür içeriye girdi. Fes elinde, gözler dönük,ümitsizlikten yüzünün rengi uçmuş, ağzıköpürmüş, elleri titrer bir halde… İlk bakıştaçıldırmış zannettim. Fakat zavallı arkadaşım

yaklaştıkça heyecanını hafifleterek karşımaoturdu. Ben henüz şüpheli bulunduğum içinacaba konuşması, halini gördüğüm derecedemidir diye bahis açtım dedim ki:– Ne oldun, yorgun musun?Acınacak bir yalvarmayla dedi ki:– Hayır, lâkin bana acı, merhamet eyle, Allahaşkına beni tedavi et.– Tedavi mi? Ayol! Ben tabip miyim?– Tabip değilsin ama benim derdimindermanını bilirsin.İş fena! Acaba birine alâkası, aşkı mı var?Eğer böyle bir dertse beni kim tedavi etsin? Helebir kere sorayım dedim:– Derdin ne?Zavallı! Kuvvetli bir ah çekerek ve kendisinehas bir tavırla: “Derdimin dermanı sensinderdimin dermanı sen” mısraını okudu. Ondansonra da dedi ki:– Ben Dekadan99 mı, sembolist mi ne diyorlargaliba o takımdan olmaya başlıyorum.

– Vay! Neden?– Üç gündür dikkat ediyorum, gözlerimde birsiyahlık meydana geldi!– Ne oldu?– Gözlerimde bir siyahlık. Meselâ geceyi sarı,sabahı yeşil, denizi beyatî peşrevi notası, çölükeder gölü, dağı ümitsizlik dalgası, bağıkuzukulağı tarlası, evi siyah bir deniz gibigörüyorum. Şiire karşı olan düşkünlüğümübilirsin. O sembolizm akımını okuduğumdanberi, bir mısra söylemek arzusunda bulundukçamutlaka zihnimde bir nağme meydana geliyor,ıslık çala çala bir şeyler yazıyorum. Bu dert pekmüthiş kardeşim!Biraz kendi kendime düşündüm. Hakikatenmüthiş! Evet! Ah! Of! Oh! Biraz ben de açılayımbakalım! Sinirlerim ne kadar gevşedi.Sembolizmin özelliklerine bakılacak olursa otarz şiirlerin psikolojiyle epeyce alâkası varmış!Ben böyle uyuşurken arkadaşım ıslığa başladı.Anladım, ilham geliyor! Ne dersiniz? Dediğimçıktı. Şair galiba “re bemol” üzerinden ve üç

dörtlük usulle “fa do si la sol sol re” nağmesiniyapar yapmaz şu beyti okudu:Şu bahar-ı ye’s içinde bâd-bân olmuş gönül,Bâd-bâni olmuş değil bir mevcedâr olmuşgönülArtık bütün bütün anladım, bu sembolist beyti.Çünkü ümitsizlik baharına yelken açarak,sembolistçe, kederin bütün nağmeleriningönlüne dolduğunu, dalgalanmalardakimaksadınsa yine sembolistçe, yelkenlerinbocaladıkça sınırlarına çarpıyor göründüğünüifade ettiğinden, gariban şairin ne türlü birsıtmaya tutulduğunu derhal keşfettim. Dedim ki:“Birazdan gel, sana bir nüsha vereyim, derhalkurtulursun, merak etme kardeşim!”Şair bin teşekkürle yerinden kalktı. O kalkarkalkmaz ben de kalemi ele aldım. Fuzûlî’denBâkî’den, Nef’î’den, Nâbî’den, Nev’î’den,Beliğ’den, Fâsih’ten, Esrar Dede’den, ŞeyhGalib’den, Surûrî merhumdan, Sâbit’den,Nedim’den… Ta zamanımızın şairlerinevarıncaya kadar ve hatta ‘siyâkat vavı’ meşk

eden şairlerden, şiir yayınlayan bütün şairlerekadar kimin bir mısraı hatırıma geldiysehepsinden birer tane beyit yazarak üç köşebüktüm, muşambaladım, diktim. Üzerine birmeşin geçirdim, gelir gelmez tamamenhastalıklarından kurtulacağı ana kadar takmasıkoşuluyla boğazına asıverdim.– Daha başka bir şey diyecek misiniz?– Ha! İyi hatırlattın. Şimdi buradan kalk,Üsküdar’a geç. Miskinler Tekkesi yanında yatanNâbî’ye, ertesi gün Galata Mevlevihanesi’ne git;akşama doğru Hazret-i Galib’i, şurada yatanNef’î’yi, sabahleyin Naci’nin kabrini, öğleyedoğru Edirnekapısı’ndan çıkarak Bâki’ninmezarını dön dolaş, ziyaret eyle. İstersen birkere de Tokmaklı Dede’ye uğra. Bir şeyinkalmaz. Fakat musikinin bu illet üzerine pekfazla etkisi olduğu için Gülistan bahçesine,Filburnu Gazinosu’na, Kâğıthane’ye gitme! Senikeman, kemançe,100rebab,101zurna,dümbelek, çifte nakkare bozar.Şimdi bu tedaviye ne dersiniz? Saçmadır,

değil mi? Tam aksine. Bizim şair o sembolizmhastalığından tamamen kurtuldu. Fakatdiyeceksiniz ki arada sırada iki ıslık fırlatıyor.Bunun sebebini anlamak ister misiniz? Bu illettifo hastalığı gibi bir devamlı etki bırakır. İnsantamamen iyileşmiş olsa bile yine de illetin az daolsa etkisinden kurtulamaz. Buna da ilâç olarakarada sırada ‘istiâre-i mekniye’102 bahsiylemecâz-ı mürsel103 tarifini okumayı tavsiyeedebilirim.Yirmi Yedinci Mektup– Acıyor anneciğim acıyor!– Vah! Oğlum vah! Aman sana pek yazık...Kestiler mi yavrum! Kestiler mi iki gözüm! Vah!Oğlum vah!– Aman... Acıyor...– Ağlama gözümün bebeği! Ah, benimminimini tosunum... Ah, benim güzel horozum!Ağlama sen... Sen ağlama.

– Aman... Aman... Acıyor... Acıyor.– Vah! Vah! Ah, benim toramanım... Canı dapek tatlıdır da tatlıdır. Dayanamaz... Ağlamatontonum... Sen ağlama benim güzel paşam!– Aman, aman... (makamla) Aman...– Vah! Şeker oğlum...– Şeker isterim... (Makamla ağlanacak)– Peki gözüm, istediğin şeker olsun. (Şapp!Yanaktan suluca bir öpücük) Sen ondan datatlısın... Benim bal oğlum.– Bal isterim... (Makamla)– Bal da alayım. (Şapp! Bir suluca daha)Benim kaymak oğlum…– Kaymak isterim.– Alayım. Sen ye, bana süt olsun.– Süt isterim.– Şimdi yavrum... Benim fidan oğlum.– Fidan isterim...– Akşama baban gelsin de ısmarlayalım.– Babamı isterim.

– Gelir... Gelir... A benim tombulum...– Tombul isterim...Sofadan kayınvalide:– A! Oğlum, sus! Daha yeni kestiler!– (Hızla) Kestirmem, kestirmem, kestirmem...(Tepinerek)– Tepinme gözüm, bağı çözülür... Kayar...– Muhallebi yaptım, yer misin?– Yemem!– Sütlâç?– Yemem! (Haykırma)– Çilek!– Yemem! (Haykırma, bağırma)– Kiraz!– Yemem! (Haykırma, bağırma, ünleme)– Karadut!– Yemem! (Evvelkiler ve tepinme)– Zerdali!– Yemem! (Evvelkiler ve arkası üstü yatıpuluma)

– Şamfıstığı!– Yemem! (Evvelkiler ve yüzüstü kapanıppotinin demirli ucuyla trampet çalma)– Dondurma!– Yemem! (Evvelkiler ve böğürme)– Ziftin pekini ye! Yine damarı tuttu.Sofadan kayınvalide:– A..a! Kesildi huysuz oldu...– Kestirmem... Kestirmem... Kestirmem...(Gözde yaş, burunda üfürük ve sabun kabarcığı)– Oğlan ne istiyorsun? Aman annebayılacağım. İçime baygınlıklar geliyor...Söylesene. Hınzırın doğurduğu...Sofadan kayınvalide:– Lâ havle! İkisi de çıldırmış.– Aman anne! Sen de... Şimdi vallahi...– Ne vallahisi! Bir çocuğu susturamıyorsun.Bırak bana... Beceriksiz... Hıh! Size kaldıydıçocuk doğurmak.– Oğlum!(Ühüleme)

– Yavrum! Benim miniminim!(Ihılama)– Aslan oğlum!(Pıhılama)– Ne istiyorsun?(Ayağa kalkıp duvara dayanarak salıverme)– Aa!... Oğlan huyunu değiştirdi... Neoluyoruz! Ayol...– (İnce bir feryat) Yanıyor... Yanıyor... Amanyanıyor.– Ne yanıyor?– Anne! Bu oğlan susar mı? Ne huysuz oğlan!Babası kılıklı kâfir!– Aa, kadın çıldırmış... Babasından neistiyorsun? Babasının pabucunu ye...Evet. Sonrasını anlarsınız. Evin içidarmadağın. Bundan sonra suratını asan odasınaçekilir...Taze HavadisEdebiyatın garipliklerinden olan ‘dilin

sadeleştirilmesi’ tabirinden vazgeçmeyeceğini,‘ay’la ‘gök’ kelimesi dururken ‘sema, sipihr,felek, asuman, gerdûn’ kelimelerini kullanmayane ihtiyacımız olduğunu ortaya koyan kimsenin,bastığı yeri görecek kadar ileri görüşlü olmadığısöyleniyor. Fesübhanallah! Lâ havle ve lâkuvvete illâ billah! Söz anlayan beriye gelsin.Yirmi Sekizinci MektupMeğer sembolizm edebiyat âleminin pek eskibir şubesiymiş. Haniya Mösyö Hanri Hanz bilemeşhur konferansında sembolizmin geçmişihakkında ikna edici bilgiler vermişti, hatırlıyormusunuz? Fakat benim inatçı kafam olur olmazayrıntılarla kanar mı?Ben evvelâ bir şeyi hayal dairem içindeyürütüp tabiata tatbik ederek anlayıp gördüğümeakıl erdiririm. Onun için Hanri Hanz’ınkonferansındaki kıdem meselesine kolay kolayinanmamıştım.Meğer sembolizmi iyiden iyiye anlamak için

konferanslara değil Kâğıthane’ye gitmekgerekiyormuş. Baht ve kader bu sefer de benibilmediğim bir manzara karşısındabulunduracakmış. Şöyle ki; al aşağı ver yukarıüç mecidiyeye104 bir araba pazarlık ettik.Beygirlerin rengi kula cinsine ve rengi güneştenatmış kısmına aitti. Arabacının fesi biraz kırmızı,ceketi sarı, pantolonu siyah. Benim elbiselerimyani eski elbiselerim siyahımsı idi;arkadaşımınki nohudîyle105kahverengininbirbirine karıştırılmasından husule gelmişti.Köprüden geçtik. Deniz mavi, gökyüzü parlakmavi fakat arkadaşım telâşlıydı. Yol uzadıkçasıkılıyordu. Anladım, birini görecek! Zavallıâşık, hem eski yolda âşık, tutkun âşık,“Mecnun’a döndüm, yerim dağ oldu”diyenlerden, “Bağrı yanık âşıkım canıma kıyma”şarkısına vurulanlardan, “Nerde olsa âşık-ıbîçare cânânın arar” gazelini okuyanlardan.Eskilerden arta kalan adam, âşık. Titriyor. TamKâğıthane tepelerine varınca ceplerinden birşeyler çıkarmaya başladı. Dikkat ettim, al mor,

kenarı yeşilli, ortası beyaz, simsiyah benekli,ortası kızıl, yanları beyaz mendiller, ama neoluyorum? Hatırıma neler geliyor? Al mendilha? Boşuna yangın olunca kuleye kırmızı sepetasmazlar.Zavallı oğlan yanıyor. İşaret çekecek, lâkinneresinden yanıyor? Dudağından değil ya.Mutlaka yüreğinden, bunu nasıl bildirsin? Hazırelde ortası kızıl mendil var, o geçerken bandıragibi gösterir, iş anlaşılır! Öyle ya siyah mendilinne lüzumu var? Çaktım.Ben de kurnaz âşıklardanım ha! Öyle olurolmaz makineleri yutmam. Kaç kişi uğraştı dakimi sevdiğimi bulamadı. Buldum diyenler deoldu ama hatalarını kalplerinin temizliklerinebağışlayıp güldüm. Her neyse, gelelim bahse.Eğer bu siyah mendili ağlar gibi gözlerinetutarsa geceleri derdinle ah edip gözyaşıdöküyorum. Veya daha doğrusu horul horuluyuyorum, demektir. Pekâlâ, mor mendil deneyin nesi diyeceksiniz, değil mi? Bu husustahâlâ tereddütlüyüm ama (Ah! İnsan sembolistolmalıymış) diyebilirim ki eğer mor kelimesinin

harflerini106 değiştirecek olursak ‘verem’ çıkar.İşte bu mendil de senin hasretinin ateşiyle veremoluyorum, oldum, olacağım manalarınıvermektedir. Nasıl?Ey okuyucum! Buluşlarım akla mantığa yatkındeğil mi? Durun, daha dinleyin! Benekli mendilicebime sokayım! Bundan ne çıkar? Hakikatençetin ceviz! Artık düşündüm taşındım, tamyokuştan inerken birdenbire hatırıma gelen birnükte üzerine dedim ki benekli mendil kalbursembolüdür. Yani bu mendil gösterilince öteki“Ciğerim delik delik oldu, eleğe döndü”manasını anlayacak, o anlayacak ama ben deanlayayım diye iyice yoruldum.Araba gözyaşlarıyla örülü bir toprak içindeuçuyor. Aman uçuyor deyişimden başka bir şeyanlamayın. Kâğıthane’ye inen korkuluklu yolunsağ tarafı uçurum gibidir. Münasebeti olduğuiçin söyledim. Piyasa meydanını geçtik. Dereninkenarına doğru süzüldük. Ben demedim mi?Derhal yol arkadaşım bir eliyle al mendiliçıkardı, diğer eliyle de siyah mendili gözlerine

yapıştırdı. Karşıdan çaktılar. Bir işaret koptu. Birâşıklık işareti! Nasıl biliyor musunuz? İkigözünü birden kırptı. Bu “Peki” manasınadeğildir. Ama ümit var, demektir.Artık bu hayırlı cevap üzerine etrafı yeşilli,ortası beyaz mendil bizim âşığın ellerindegörünür oldu. Gezdik, dolaştık, tozlara battık.Ne yüzümüz kaldı, ne elbisemiz. Bütün geceçamur tükürdüm. İşte Kâğıthane’yi araştırmaklaelde edebileceğimiz birikimler bundan ibarettir.Yirmi Dokuzuncu Mektup“Haniya, demirhindi şerbetim!” diyekulağımda patlayan şiddetli ses beni o derecekorkuttu ki, şaşkınlıktan, az kalsın, alabildiğinegiden ve üzerime doğru gelen arabanın altındakalacaktım. Kendime gelip de bu naranın atıldığıtarafa dikkat ettiğimde sipsivri, gürbüz,delikanlı, başında keçe külah, sırtında cepken,bacağında şalvar, tulumbacı yemenisi cinsininsivilleşmiş takımından ayağında bir yemenibulunan ve arkasına semaverimsi sarı bir güğüm

almış olan birini gördüm. Dikkatimi anlaranlamaz:– Bu... u...z gibi, diye bir daha haykırdı. Ben,hâlâ suratına bakıyorum. O da, durmaksızınsöyleniyor:– Şifalıdırrr! Hararet söndürürrr!Şaşırdım. Kim bilir nasıl bir halde kalmışım kişerbetçi yanıma doğru gelerek, önündekibardaklıktan bir bardak çekti. Başını eğerek!“şır! şır!” diye doldurdu. Sıvalı kolunu uzatarak,bir tane sundu. Çaresizce içmeye başladım. Beniçiyorum, o beni âleme şahit tutuyor:– Dişlerini dondurdu! Haniya bu..z! diyebağırıyor. Meğer bunlar, İzmir’den buraya kadargelmiş ticaretçilerdenmiş. Anlar anlamaz yaralıOsmanlı gazilerine karşı gösterdiklericömertlikleri hatırladım. Herifceğizi hemensevdim. Hatta kazansın, diye, bir tane dahaiçerek ateşimi söndürdüm. Tam bardağı teslimederken, yanımda bir ses daha meydana geldi.Döndüm: Kurban Oseb.107 Bu komik adam dasusamış. Fakat verdiğim işaret üzerine, şerbetçi

bardağı dolduruncaya kadar, en güzel taklitettiklerinden biri olan, rahmetli Çalgıcı Civan’ınşekline girdi. İçtikten sonra, kamburunuçıkararak yürümeye başladı. Şerbetçi deşaşakaldı. Bu sefer hayret sırası benden, o naraatıcıya geçmişti.Geçen gün, Köprü üzerinde renkleriaraştırmayla uğraşarak, araştırmalarımın özünüsize yazmıştım. Mektubun yazılış tarzıyazarlardan birinin hoşuna gitmiş ve beni ziyaretetmek gibi bir güzellikte bulunmak üzere, bizimfakirhaneye kadar gelmişse de bulamamış. Bunuhaber alınca, elbette “iade-i ziyaret” ettik. O benibulamamış ama ben onu bulabildim. Hemen,renkler üzerine konu açıldı. Dolayısıyla, dilmeselesine geçildi. Dedi ki:– Eğer dilimiz için de bir renk yazmangerekseydi, ne diyecektin?Durdum. Sorduğu tuhaf ama önemli. Şaşırdım.Dile renk yakıştırılır mı? Mavi desem olmaz.Turuncu yakışmaz. Al, pembe, siyah; hiç alâkasıyok. En sonunda:

– Ben yakışacak şeyi bulamadım. Sizinaklınıza geliyor mu? diye sordum. Güldü, dediki:– Ben buldum, ama bir renk değil... Renklertopluluğu. Renk de değil birkaç renginbirleşmesinden olma “mozaik”.– Mozaik! Gerçekten, çok uygun. Öyle ya,Arapça, Farsça, İtalyanca, hele şimdilerdeFransızca, Türkçe... Kıyamet!– Evet, dil büyüdükçe, yeni kelimeleremuhtaçmış. Meselâ “tatlı” kelimesi pek eski,kullanılamazmış. Onun yerine “nûşîn” kelimesikonulacakmış. Bundan sonra helva-yı nûşîn,nûşîn karpuz, nûşîn renk, nûşîn söz, nûşîn dildenilecek.– Fena değil! Fakat Türkçesi kalkıp Farsçasıgelirse, dil yenilenmiş mi olur?– Onu yazarlardan sor. Hatta geçen günmeşhur Bourget’nin108 “İdylle Tragique” adlıeserini okurken, bir yerinde “caresse bleue” yani“mavi okşayış” deyişini görünce yeniedebiyatçılarımıza hak verdim. İnsan bunu nasıl

olur da “nüvâziş-i kebûd-renk” veya bakışmeselesi olduğuna göre “nigâh-ı kebûd-fâm”diye çevirmez!Söyleşmemiz bu çeşit taşlama üzerinde iken,Malûmat’ın o günkü nüshası da geldi. Garip şey!Renk meselesi var. Bir gün pembe mendil, birgün mavi mendil. Birbirimize bakıştık. O dagüldü, ben de. Karşımdaki en son dedi ki:– Yazı İşleri Müdürü’nün himmeti. Yazılanhikâyenin asitli olup olmadığını anlamak için,bir kimya incelemesine ihtiyaç görmüş.Üzerlerine turnusol boyası dökmüş, bu rengegirmiş.Yeni kelimeler gibi, yeni deyimler deçoğalıyor. Meselâ şu mevsimde birine “Şu adamnasıldır?” deseniz, o “soğukluk”un zıddı olarak,nefretini ifade etmek için “Sıcak!” diye cevapveriyor. Sebebini sordum. Karşılık şu:– Bugün bizi candan bezdiren nedir, sıcaklıkdeğil mi? O halde ben de bu adamın yanındafena halde sıkıldığım için “Pek sıcak!” derim,dediler ve hak da kazandılar.

Bu fikir bende oldukça büyük hisleruyandırdı. Gözüm ağrıdığı için mikrop öldürücübir tozla pamuk kullanıyorum. Görseniz, nekadar yumuşak! Mikrobu da giderilmiş, zararı dayok. Kokusu biraz yabancı ama rengi ah! Orengi beyaz pamuk vesselâm! Gözüme sürdümmü, bembeyaz bir okşayış gibi tesir ediyor. Benbu hissin altında yumuşadığım için, haniyadilimizde “Sana gül ile dokunmam” tabiri yokmu? İşte onu atmaya karar verdim. Bundansonra yazdığım, söylediğim zaman “Sana şifalıtozlu pamukla dokunmam” diyeceğim. Hem,gülden, bülbülden bıktık. Hem bu mikropöldürücü toz, iltihabı yok eder. Ya gül iledokunulan yerde ufak bir sivilce ağzı olup daoradan mikrop geçerse! İnsan sevdiğini böylekazalardan esirgerse, sevgisini ispat etmiş olur.Son bulgular ve yeni kontrollerle dedoğrulanıyor ki, Osmanlı dilinin tam gelişmesiiçin mutlaka Fransızca’dan tercümeye ihtiyaçvardır. Her asır, kendi kelimesini düzeltereköbür asra bırakıyor. O da bir kat daha düzeltipdiğerine teslim ediyor. Biz de şimdi o ihtiyaç


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook