Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-19 00:21:12

Description: Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Search

Read the Text Version

de pek büyük dünya kurun. Bu dünyanın içindehakikatler kanat açmış uçuyor; havasında birdudak yüksek şiirler okuyor; en ziyade açık,göze görünen, bir anda anlaşılan belli belirsiz birsurat duruyor. Mezarlarda gezen hayaller,tayflar, gulyabani, cadı, peri, cin velhâsıl nekadar korkunç mahlûk varsa hepsi, kâinatıngürültülü bir karanlığı olmuş; ne kadar ruh varsacümlesi, kâinatın örtüsünün gölgesinde oturmuşterlerini kurutuyorlar. Patırtı mı dediniz, gırla.Aman ne hengâme, ne kargaşa. Fakat mesut vekaranlık, neşeli ve neşesiz... Anlıyorum;yüzünüzde meydana gelen çizgilerden henüztarifin söylediği şeyi anlayamadığınızgörünüyor. Aman biraz daha sabredin. Zira bende şaşırıyorum. Zihnime durgunluk geldi.Malûm ya. Nasreddin Hoca’ya biri susuzluktanşikâyet etmiş. Hoca da demiş ki:– Sizin kuyu yok mu?– Var.– Çok güzel, oradan çekin, kullanın.– Pek derin!

– Öyleyse tersine bir kuyu yaptırın.İşte böyle yukarıya doğru bir derinlik. Ruhsuzcisimlerin çok üstünde bir baş gülüyor. İnsanbuna baktıkça Ahiret’e ait bir boşluk, geniş birkanat çarpıntısı görüyor.Artık anladınız değil mi? İşte bu karmakarışıkşey şairdir. Gördünüz ya. Dehşetli bir vücut. Benokurken korktum. Evde çocuklara anlattım,“umacı” diye kaçıştılar. Editöre okudum,kulaklarını tıkadı. Düzeltmene gösterdim,“Benim böyle gürültülü işe aklım ermez” dedi.Topatanlardan birine naklettim, benzi attı.Dekadanların oyunu sorup anlamaya kalkıştım,“Yeni Nef’i!” diye güldü. Kim bilir şiirlerindekiincelik belirtilerine hayran olduğumuzbeğenilen, övülmüş şairler bunu görürse nekadar şaşacaktır? İşte yayınevi sahibinin üç seneevvel “o yenilenme” diye sonu gelmezyazılarına sermaye ettiği yeni terbiyenin bütünkâinat manzaralarına temas eden parçaları. Öyleumarım ki bundan zerre kadar alaya aldığımanlamı çıkmaz. Yalan yok. Düşünce vebetimlemelerindeki incelik, samimiyet ve tabiatı

ta kökünden sökercesine görülen saldırı isemeydanda.Taze HavadisEreğli kömürlerinden çıkan tozlardankorunmak maksadıyla kerpiç kömür üretimineyarayan ve Avrupa’dan sipariş edilmesine kararverilen makinenin, Karamanyan ve ortaklarıtarafından, belirtilen tozların, İdare-i Mahsusavapurlarında ilgili kısma bırakılacağıkararlaştırılmıştır.Elli İkinci MektupAbdürrezzak Efendi’ye,Geçmiş olsun. Her ne kadar dargın isem de,yine seni sevmekten vazgeçmem. Komikhatıraların henüz gönlümde duruyor. Sen şu fanihayata veda etsen bile adın, sanın halkınhafızasında hayır ile kalacaktır. Ne olurdu,matbaaya gelip fakir odamı ziyaret ederek,bizleri sağlık ve afiyetini görmekle memnunetmeseydin? Seni “Vefat etmiş” diye gazeteleri

aldatan şahıs pek hayırsız, adeta kaba, şakasıacı, kıskanç birisiymiş. İnşallah, bu uydurmahaber ömrünün uzunluğuna delâlet eder.Hükümdarlarına sadık bütün milletlerin yaşamave kurtuluş sebebi olan buyruk sahibi eşsizEfendimiz Hazretlerinin iyilik saçan hakancabakışının nurları, senin ve bizim için en büyükdirilik çaresidir.Haberiniz var mı? Avrupa’da yeni bir hastalıkdaha keşfedilmiş. Bu hastalık ilk hücumundaPaul Verlaine’i140 alıp götürdüğü gibi, sonradanöbür arkadaşlarına da sirayet etmişmiş. Adı“Mavromati”, yani her şeyi kara görmemerakıdır.Fizyoloji âlimlerince bilindiği üzere,kafatasının içi beyin, beyincik ve soğancıktanibaret olup bunlar birbiri üstüne gerilmiş sert zar,örümcek zar, ince zar adlarında üç astar ilekorunmaktadır. Beyaz madde denilen ak cevherve boz madde dahi sinir hücrelerinden oluşur.Dürtücü ve duyurucu sinirler kafatasınınaltındaki deliklerden geçer. İşte mavromatiyi

meydana getiren mikrop, kafatasının budeliklerinden geçerek omuriliğe hücum eder veorada şekere karınca üşüşür gibi birikir,dolayısıyla dışarıdaki cisimlerin şekillendiği ağtabakaya toplanır imiş. Bir kere toplandılar mıartık her şey siyah görünür ve hastalık kişinineserlerine de etki edermiş.“La Richesse des Sciences Contemporaines”y a n i Servet-i Fünûn adlı dergide verilenaçıklamalara göre, bu derde düşenler sapıtma,ıstırap, acılık hissederek kendilerini karanlıkiçinde ve matem halinde sanarak daima inler,ağlar, bazı da gülermiş. Göğüslerinin içlerindebuz gibi soğuk, acı, demir gibi sert bir elin,helâk edici bir pençenin kalplerini sıktığınıhissederek:– Tıkanıyorum, boğuluyorum, diye feryatederler. Beyinlerinin ortasında bir ürpermegezinir, üşüyüp titrerler. Başları ateş gibi yanar.Damarları gerilir. Şakakları sanki ayrılacak,açılacak gibi olarak gözleri bulutlanır.Kulaklarında, yanlarından şimendifer katarıgeçiyor imişçesine bir uğultu peyda olur, bir

inilti çöker. Çehrelerine kan hücum eder,ciltlerinde pembe bir hararet, nabızlarındahızlanma olur. Kalpleri üst üste çarpar, çenelerikilitlenir, dişlerinin gıcır gıcır ettiğini işitirler.Hatta çok defa: “Ruhlarımız parmaklarımızınucunda, kirpiklerimizin ucunda, derilerimizinüzerinde kıvıra kıvıra, (Akkirmanlı değilmiş)çırpına çırpına dolaşıyor, amanın yetişin...Kaçacak! Tutun, uçacak!” diye şiddetli bir siyahkorku içinde kalırlarmış. Gözleri önünde bütüneşya kara bir örtü ile kapalı bulunduğundan,kendi karanlıklarından, kendi hayallerinden,kendi nefeslerinden, kaçmak isterlermiş.Dahası varmış: Meselâ bir salon köşesindeoturup da ele bir kitap ve “Siyah Yapraklar”başlıklı bir makale alsalar, kelimeler, satırlarsonsuz bir gelgit ile dalgalanarak, karıncalanaraksürekli ve kargacık burgacık bir raksyapıyormuş gibi bakışları karışır, siyah sayfalarüzerinde dalgalanıp duran siyah dalgalıkurdelâlar her şeyi çepçevre sarıyor zannındabulunurlarmış. Kendilerine azap veren bu siyahdalgalı kucaktan, eşyanın siyahlığından

dolayısıyla hayalden perişan olmuş vaziyette,görmek için birkaç kere gözlerini yumup açarlarve ondan sonra gözlerinin önünde miniminigüneşcikler ortaya çıkarak kıs kıs gülmeyebaşlarlarmış. Fakat netice tatlı! Bir kız, köşededuran bir al çiçek, yeşil gözlü bir zambak gibiboynunu büküp bunlara tebessüm eder. Acaba,bu hastalık bizim edebiyatçılara sirayet ederse,ne türlü siyahlık gösterir? Cenab-ı Hak, bilcümleDekadan ve Topatan kalemleri bunun şerrindenesirgesin!Elli Üçüncü MektupKarın bolca yağması, sadece kömürcülerisevindirmemiş, nice zamandır Aksaray’danKöprü’ye, Topkapı’ya, Yedikule’ye,Azapkapısı’ndan Ortaköy’e, Karaköy’denŞişli’ye gidip gelen ve hepsinin perişan hallerive inlemeleriyle ince ruhlu insanların merhametdamarlarını kabartan tramvay beygirlerini dahisevindirmiş olmalı ki, Aksaray civarındakiahırlardan iki geceden beridir sevinçli bir edayla

“Oh!” sedalarının yankılandığı, bir gece işçisitarafından haber veriliyor. Fakat maalesef haberverildiğine göre beygirlerin sevinç vemutluluklarını gösteren hareketleri, tramvayidare memurunun son derece sinirlenmesinesebep olmuş ve memur bu sevinç gösterisininkendi aleyhine düzenlenmiş bir gösteri olduğufikrine kapılınca hayli zaman hayvancıklarasadece su vermiş ve onları arpa, kepek, samangibi ihtiyaçlarından mahrum bırakmışmış.Tramvay beygirlerinin şehrimize gelişiylebirlikte gezip dolaşmaları hakkında edindiğimizbilgilere göre bu zavallılar öncelikle Şişli hattınaverilip orada üç sene kadar koşturulmaktaymış.Daha sonra Aksaray hattına tayin edilip üç senede burada hizmet ettirildikten sonraAzapkapısı’na devredilmekte, iki sene de oradaçalıştırılmakta, ardından bir sene Topkapı’dakoşturularak arta kalan ömürlerini Samatyataraflarında sürdürmeleri sağlanmaktaymış.Şayet içlerinden az da olsa uzun bir hayatyaşayacak olan çıkarsa, onlar da bereket olsundiye eşekçilere satılıp sokak sokak

gezdirilmekteymiş.Direklerarası sakinlerinden bir kişimatbaamıza aşağıdaki mektubu göndermiştir:“Şeker edalı Hacı Reşid ile Baba Yaverhakkındaki fıkralarınızı seve seve okuduktansonra kendileriyle görüştüm, her ikisi de sizdenşikâyet ediyorlar. Hacı Efendi, ‘Malûmat’ınağzından bal damlayan Şehir Mektupçusu,benim zarif dükkânımı süsleyen değerlibeyitlerden:Çay mâ hoş-güvâr ü şirinestÇün leb-i lâ’l-i yâr rengînest141beytini niçin mektuplarından birinde elealmıyor? Acaba bunun lezzetli bir faydasıdokunur diye mi yazmıyor?’ dedi.Ben de cevap olarak:– Hacı Baba Efendi! Merak etmeyiniz. Onu dayazar, dedim.Birader! Böyle şeyleri ihmal etmeyiniz. Çünkübize yazık oluyor. Neden mi diyeceksiniz?Çünkü kendisinin faydalı çaylarının gazete

sütunlarında yer edinememesinden üzülerekşikâyete başladığı sırada, çay bütün tadınıkaybediyor.”Baba Yaver’e gelince: O da, Malûmat’ın ŞehirMektupçusu henüz benim geçmişteki olaylarımıyazıyor. O adamların yirmi dört saattehazmedebileceği yiyecekler; dört kıyye142 kuzuetiyle, birer düzine midye, uskumru, enginar,patlıcan dolmaları, birer tepsi baklava, su böreği,muhallebi ve dokuz on tabak kadar da sebzedenibaretti. Şimdi ise öyle değildir, diyormuş.– Bu kimdir, dedim. Fakat ne telâş! Çeyrekbaşına yirmi dükkânın kapısını açıp kapıyor.Kalıp kıyafet yerinde. Gömlek falan kolalı.Bildiğimiz lâstikler parıl parıl parlıyor. Sağkulağın arkasına kırmızı bir kurşun kalemsıkıştırmış, koşturup duruyor. Dediler ki:– Biz de bilmiyoruz, yeni çıktı.– Acaba ramazanlık mı?– Öyle olacak.– Davranışlarından bir şey anlamadınız mı?– Hayır.

Merak bu ya. Yerimden fırladım. Ardı sırayürümeye başladım. İkimiz de soluğu Beyazıtsergisinde aldık. Anladım, kulakları kirişte,dinliyor. Bazen tebessüm ediyor, fesini birazdaha kaşları üzerine eğerek arkada vaziyetiyleyürüyor. Arada siyah bir ipe bağlı gözlüğünütakıp bir burun kırmasıyla düşürüyor. Almamakşartıyla sergideki malların fiyatını soruyor.Herkese dikkatli dikkatli bakıyor. Beni görüncekandilli selâm verdikten sonra dedi ki:– Siz de mi dolaşıyorsunuz?– Evet.– Yazılacak öteberi buldunuz mu?– Ne türlü öteberi...– Canım gazete için...Geniş bir nefes aldım, artık anladım, gazetemuhabiriymiş!Dedim ki:– Henüz bir şeye rastlamadım. Galiba sizyüklüsünüz.Ciddî bir şekilde kaşlarını çatarak:

– Epeyce var. Bu gibi Direklerarası’ndaki yenimanzaraları anlatacağım.– Fena değil. Fakat konu herkese hitap edecekmi?– Tabiî! (Bir kuşbakışı.)– Hayli zamandır mı yazı âlemindesiniz?– Hayır, fakat o âleme dâhil olmak için şöylebir iki mektup yetmez mi?– Çok bile.– Anlamadım.– Bunun anlaşılmayacak yanı yok... Birkartvizit yaptırın. Üzerine, … yazarlarından diyeyazın. Olur gider.– Ya hangi gazetedensiniz diye sorarlarsa?– Hangisi hatıra gelecek olursa... Yalnızdikkat edilecek bir şey var: Meşhur gazetelerinyazarları bellidirler.– Tarik’denim143 derim.– Hah! Oldu gitti.Yeni tanıştığım bu arkadaştan ayrıldım. Gerçidaha sonra, geceleri tiyatro kapılarında, karagöz

bönlerinde, fotoğraf dükkânlarının vitrinlerinde,çaycı Reşid’de gördüm.Bizde gazete muhabirlerini tanımak kolaydır.Ramazanın yedisi veya sekizine kadar hepsininfoyası meydana çıkar. Tiyatro locaları onlarındevamlı görüldükleri yerlerdir. Nasılsa çalgılıkahvelerde giriş için para alıyorlar. Kartvizitleriçarçabuk elden ele gezer, iftardan sonra dahaziyade belli olurlar. Sıkça tenkit edenşarlatanlardan biri hakkında yazdığımız şu fıkraonlar hakkında da söylenebilir:“Seni dün öğleden sonra görenler acelendekihikmeti anlayamazlar. Ben bile gördüm deanlayamadım. Tenha sokaklara saptıkçacebinden çıkardığın bazı kâğıtların üzerinealelacele bir şeyler kaydediyordun. Artık seniterk etmek olur mu? Sen o halinde en komik birkonusun. Çünkü o kâğıtlar üzerinde şöhretinidaha da kolaylaştıracak bir şey bulduğunanlaşılıyordu. Fesin bile şeklini değiştirdi.Kenarının bir tarafı siyah ince kaşlarının üzerineyığılarak bakışlarından bir endişe uçuşur oldu.Hem neden uçuşmasın?

Fikir ve hayal kuşları daima vahşidir. Ufak biritiraz taşı onu bir hayli zaman yuvasındanmahrum bırakır. Sen bile yolunu şaşırmıştın.Seni bu sabah gördüğümde ben de şaşırdım.Telâşlı, sıkılgan, titrek yürüyordun. Galibacebine yerleştirdiğin makaleni binde bir kişininbaşına konan ve edebiyatta Hüma kuşu olarakanlatılan dehalardan birine rastlayarak okumakteşebbüsünde bulunuyordun. Öyle değil mi?Ben bu hislerin ifade ettiği anlamı çok sonraanladım. Zira fikir ve hislerinizin belirlenmesiiçin hareketlerinizi kâh gizli kâh anlamsız olaraknitelendiremediğimiz müddetçe söylediklerinizeakıl erdirmek mümkün olamıyor.Ben bilmem ya! Arkadaşlarına söylemişsin.Hanede her sabah en erken uyanan senmişsin,pencereye dayanır, postacıyı beklermişsin.Köşeyi döner dönmez yerinden fırlar, seherinesmer ışıkları arasında, merdivenlerde oda kapısıönünde, odalarda, bir aşağı bir yukarı gezinerekyazdığın mektupları süzermişsin, sonra yolununüzerinde bulunan ilk kıraathaneye dalarak birköşeye otururmuşsun. Fakat görenler

söylüyorlar. Ne oturuş! Şayet biri gelip de aboneolduğun gazetenin bir nüshasınıdeğerlendirmeye başladı mı sende bir yeniedebiyat hareketi ve bir sinir bozukluğudurgörülürmüş.Zavallı okur! Yanıltmadan nefret edipyalandan üzüntü duyduğu için, zamanın yalnızhaber ve önemli olaylarını okuyarak üçüncüsayfadaki ramazan mektubuna dikkatlebakmazsa, sinirle dudakları titreyerek:– Beyinsiz! Okunacak şeyi okumadı deyip,küfrü patlatırmış. Olur ya. Bir kısım okuyucu da,güzel fikir serpintileriyle eğlenmek için osütunlara bakarmış. Yine birinden rivayetedildiğine göre, o zaman okurun gözü seninnaklettiğin hikâyenin satırlarına ilişir ilişmez,okur bacaklarını, dizkapaklarını ve topuklarınıbirbirine şiddetle çarpar ve sol elininparmaklarını çat! çut! sedasıyla çatlatırmış.”İşte fark edilen bu özellikleri göz önündebulunduran kişiler ramazan muhabirlerinitanımakta zorluk çekmezler.

Elli Dördüncü MektupYaz geceleri, sıcağın hücumundan bezip deBeyoğlu’nun geniş caddelerinden süzülerek Şişlitaraflarında ufak ufak esen poyraza göğüsvermekte de bir lezzet varmış. Evvelki geceçokça yemekten hâsıl olan şişkinliği gidermek,oturup terlemekten vücuda gelen yorgunluk veuyuşukluğu def etmek için böyle bir gezintiyelüzum görmüştüm. Bizim Tokatlıyan’da, eşdosttan bir ikisine cam arkasından selâmverdikten sonra, yürürken ortalığı bir çıngıraksedası tuttu. Bu ses çoktan beri işitilmemişolduğu için, beni hayret içinde bıraktı. Dikkatettim. Tramvay beygirlerinin boynunda bir diziçıngırak var. Hayvanlar bu türlü musikiyealışmadıklarından, hem arabayı çekiyorlar, hemde korku içinde olarak bir çeşit huylanmatarzında rakslar yapıyorlardı.Gece yolculuğu hakikaten hoştur. Hele kırdapek lâtiftir. Şişli’nin Kâğıthane üzerine bakantepelerinin o saatlerde aldığı manzaralar korkuverici olduğu kadar da hisse, vicdana ayrı bir

temaşa arzusu getirir. Burada karanlık ve uzaktepelerin üzerinde otlayan koyunların dikkatlikulaklara kadar gelip sönen melemeleri, kılavuztekenin bildiğimiz çıngırak sedası, bir garibinkavalı, Kâğıthane Köyü’ne inen gecikmiş birköylünün türküsü gibi sesler vardır.Tuhaftır! Dilimizde öyle kelimeler vardır ki,sırf Türkçe’ye çevrilecek olursa tadı kaçıyor.Meselâ “leb-i davet”. Bu tamlama şu haliylegayet manalı, hatta hayali canlandırmaya dayarıyor. Lâkin bunu sırf Türkçe yapınca:“Buyurun dudağı, gelsenize haydi gidelimdudağı” şekline giriyor.Şişli’de bununla hayli uğraştım. Evedöndüğümde uykum kaçmış olduğundan, bubahsi daha da derinleştirdim. Meselâ Fransızlar“Quatre fois heureux” derler. “Dört defa mesut”demektir. Bu tamlamayı Arapça ve Farsça’nınyardımı ile tercüme edecek olursak “mes’ûd-ımurabbâ”, “mes’ûd-ı çârümîn” demekgerekecek. Zaten, “mes’ûd-ı muzâaf”144tamlamasını önceden kabul etmiştik. Böyle yeni

kelimelere “lisan garabeti” diye bakanlargariptirler. Dil, gökten mi inmiştir ki daimagördüğümüz, bildiğimiz tamlama ve kelimelerikullanalım?Biliyoruz ki her dil kendine mahsus birtakımtamlamalar ve ibareler meydana getirerek tarihî,millî bazı kinayeler ile ifade güzelliğinekavuşmaktadır. Bizde de, bu çeşit söztakımlarının biçim ve şekillerinin yapılmasıgerektir. Meselâ “leb-i davet, leb-i istiskal, leb-iziyaret, leb-i mevecât, şuh dehân, bî-vefâ kulak,oynak el, kahraman pazu, tayyâr bacak, ser-iseyyâr, çeşm-i hunrîz, sirişk-i siyah lû’b-ı asfer,dendân-ı istihkar, şikem-i muzâaf”145 gibiterkiplerin her birine birer kullanılacak yerbulmak kolaydır.Rüzgârlı bir havada Sirkeci İstasyonu’ndaoturursanız, “sirişk-i siyâh”ı görürsünüz. Rüzgârmaden kömürlerine vurunca havaya kalkan incetoz bir kere gözlerinizi doldurdu mu, elinizdeolmadan ağlarsınız. Bu akan yaşlar, o bitiptükenmez maden zerreleri ile karışarak akıyor.

Biraz ileriye gidecek olursanız, “dendân-ıistihkar”ını göstererek oynak el ve kahramanpazusunu kullanacak gibi görünüyor. İnsanböyle yerlerde, alafrangada âdet olduğu üzere,“dehân-ı şûh u şen” ile o “şikem-i muzâaf”sahibini azarlayacak olursa, dört ayaklı birkelime gibi çekilip gidiyor. Gördünüz mü? Şuibarelerin neresinde dilimizin şivesine aykırılıkvar?Bazan dikkat ederim; hiç ufak parambulunmaz. Rumeli şimendiferi, halkın tamrahatını arzu ettiğinden dolayı, bilet parasınıntamamı tamamına hazırlanmasını ve gişelerdepara bozulmamasını âdet edinmiştir. Neyapayım? Suratımı asar, biletçiye bir “Bonjur!”der, ondan sonrasını da Fransızca söylerim.Biletçi derhal mecidiyeyi bozar, şapkasınıçıkarır, selâmlar. Trende de öyle. Fransızca,Almanca bilirseniz kondüktörler sizi tıkız yeregötürmezler, ayrı bir yer bulurlar.Göksu, hele o güzel derecik bir iki sene sonraen düzenli, en güzel bir giriş yeri ile bezenmişolacaktır. Zaten dere, Boğaziçi’nin Sadabat’ı

olduğu için, bahar mevsimi gelir gelmez, yaz vesonbahar günlerini orada geçirmek isteyenlerhemen her vakit orada bir neşe sermayesibulmaktadırlar. Meselâ çarşamba, cuma, pazargünleri tiyatro var. Pazartesi, perşembe ZuhurîKolu oynuyor. Arada bir cumartesi ile salı mı?Ona da dinlenmek, evde oturmak gibi bir lezzetyetişir. Fakat Göksu’ya bir başka letafetvereceğini söylediğim şey pek mühimdir. Dahaşimdiden Anadolu kıyısına bir bayındırlık kapısıaçılıyor.Dereye girerken sağ taraftaki beyaz duvarlarıgördünüz mü? Bunlar, dört bina içinhazırlanmıştır. Bu dört binadan biri enmuntazam bir gazino, ikincisi gözler görmemişbir tiyatrohane, üçüncüsü son derece zarif birBelediye Dairesi, dördüncüsü de en rahat, endinlendirici bir kayıkhane olacaktır.Bu yerlerin sahibi olan zat, hususî birmukavele yapılmak şartıyla, binaları inşa etmekiçin başvuracaklar ile anlaşmaya, belli birmüddet içinde kira hakkından vazgeçmeye dehazır ve razı olacakmış. Ne kadar âlâ! Ne kadar

güzel! Göksu’muz bu binalar ile de süslenirse,Boğaz’ımız için gönül alıcı bir mesire halinegirer. Nasıl, müjdem daha ziyade değil mi?Elli Beşinci MektupÇok şükür eriştirene? Günleri sıralayan Allah,oruçlu olan ümmetin hepsini yardımıyla affetsin!Ramazan denildi mi, iftarın, teravihin, sahurunhatıra gelmemesi mümkün mü? Fakat aradamahya, davul meraklılarını da unutmak olmaz.Onların da kendilerine göre eğlenceleri vardır.Hatta büyük camilerde kurulan mahyaları busene gecesi gecesine kaydederek uğraşacakolanlar da nadir değildir. Davula gelince ipi isteral olsun, ister mor, ondan amaç “düm tek dümtek” tarzında bir ses çıkarmak olduğundanbekçilerin zekâ derecelerine göre bu ahenkte birritim bulunabilir. Yalnız mahalle beylerinin elinegeçmemeli, geçerse aşçıya, ayvaza, mamadadıya, ihtiyar sütnineye, pehlivanlıkkurallarına, yazın Büyükdere, Bentler sefasınadoyamayan hovarda kırıntılarına, Bulgurlu,

Dudullu, Kartal… köy düğünlerine alışık zevkdüşkünü insanlara, Ortaoyunu seyircisine, KelHasan’a, Kambur Mehmed’e, Komik Arife,İbiş’e, Tuhaf Atıf’a göbek attırmak işten bilesayılmaz.Ramazan denildi mi sade şu saydıklarımhatırlanmaz. Sessiz Hacı Reşid, boğazına düşkünBaba Yaver, garip hareketli Nailî gibi bilinenkişiler dahi birer birer hatırlanır. HeleÇakmakçılar’ın çöreğini, Beyazıt sergisini, HacıBaba’nın hardalya ile Hindistan turşusunu,Mıgır’ın uskumru dolmasını, Aşçı Dede’nin unçorbasını, Hacı Bekir’in reçelini, FevziyeKıraathanesi’ni, Unkapanı ve Çukurçeşme’nindavullu zurnalı kahvelerini, kısacası iftar topunavarıncaya kadar ne varsa hepsini hatırlamamakmümkün değildir.Oruç! Vay! Oruçlunun arasında katmerliolanlar da vardır. Özellikle bıçak silimindenbugüne alâkalarını devredenlerin yanına bilevarılmaz, hepsinin sinirleri tutar. Göz şaşı, ağızekşi, tütünsüz kalış yok mu, insana iftar topunumaşallahlarla getirir.

Havalar böyle nemli kalıp da kaldırımlar daböyle bozuk, yağlı gibi vıcık kayacak olursasormayın. Araba zifosu, aman düşmeyeyim diyeduvara tutunurken sol bacağın burkulmasıyla kıçüstüne oturuş, olur ya onlardan birinin degöreceği tutar, dalya bir diye naralar patlatmasıkıyak manzaralardandır.Bana kalırsa hava yağmurlu, karlı oldukça,çarşı içi piyasası ilerler. Direklerarası çayhaneleridolar, boşalmaz. Beyazıt Meydanı’ndangeçilmez. Aksaray’a doğru yayan inilmez.Şehzadebaşı’nda baştan başa gezilmez.“Ramazan’dır, biraz sokaklar temizlensin” diyebelediyeye söz söylenmez. Bahçekapısı’nagiden caddenin yerinden çıkarılıp bir aydan beriyığın yığın duran taşlar düzülmez. Büyük şairHacı Reşid’e toptan önce, Baba Yaver’e toptansonra harf atılmaz.Elli Altıncı MektupSergiyi ziyaret edenler hakkında:

“Şuraya geldik. Bari boş dönmeyelim”diyenler az değildir. Fakat dönmeden dönmeyefark olduğunu söyleyenler de az değil. Meselâbir yasemin sigara ağızlığı alacaksanız, normalgünlerde ikiliğe veyahut yüzlüğe verilen ogüdük sigaralıklar şu zamanda çeyreğedir.Özenerek, dikkatlice inceleyerek, Ortaköy’ünson fidanından yapılma olduğuna dair kuvvetlibir güvence alarak bir tane beğenip de tamçeyreği vereceğiniz zaman kulağınızın dibindenbir ses:– Yo...k...Biz de isteriz.Manasını çıkarıverir. Döndünüz mü? İkitanıdık yüz; tebessüm eden, iltifata karşılıkvermeye hazırlanan. Doğaldır ki insan nezaketeyenilerek:– Aman efendim, ne değeri var? İstediğinizkadar, der.– Değeri olmayan, şey istenilir mi? Özellikleefendimizin ihsanı olan şey kıyametçe düşükolsa bile iltifat göstergesi olması yönüyle…– Aman efendim... İnayet buyurun, deyip

kendi elinizle birer tane daha seçip birer birersunarsınız. Olur ya. Sizi ve iki arkadaşınızıbilenlerden biri daha o sırada yaklaşır. Derhalpaso parola ağızlıkçı emretmiş... Halince güzelsöz söyleyen olmak istercesine... Fakat üçüncüde işten haberi olduğu için söze karışarak:– Vallahi kıskanırım. Hem de fena gücenirim.– Ne emrettiniz de yapmadım, efendim?– Estağfurullah... Emir değil, bendenizdenacıma istenildiğini görmek elbette ağır gelir...– İnayet buyurun... Alçak gönüllülüklehangisinden emredersiniz..– Teşekkür ederim efendim...Malûm ya. Bir tane daha seçilir. Mecidiyeelden düşer, yola düzülür... Artık dinleyin...Öksürük için, göğüs için, mide için, kana kuvvetiçin Hindistan’ın, İran’ın, Turan’ın, Arabistan’ınbaharatıyla yapılmış macunları geçin...Turşucuları atlayın… Bir basamak inin...Karşınıza Reji şubesi gelir. Gelir ama ne gelir?Kulağa bir ikinci fısıltı daha:– Canım ayıp olur...

– Neden olsun? El-İhsan bi’t-tamam. Bu söz,bu yarım yalvarma hali yavaş yavaş sizi de etkisialtına alır. Doğrudur ya. Sigaralığı al, tütünüverme, ters! Hem de küçüklük. Aldırmamakdaha ters. Aldırıp savmak, bir mecidiyeden dahakaçmak gibi ufak bir alçaklık... Bunun iyisikatlanmak. Fakat bir kere de utandırmak lâzımya. Derhal sağ elinizi portmone’ye atıpyürümeli. İtişe kakışa, hücum sırasını yırta deşeReji’nin kulübesine varmalı. Bir yarım lira atarak“Dört paket kesilmemiş, deliksiz” demeli,almalı... Cami kapısından fırlar fırlamaz birerbirer dağıtmalı. Öyle ya! Dünya bu! Özelliklehem ziyaret hem ticaret diye asıl bu gibidoğruluğuna inanılır olan şeylere denir...Lup meselesi öteden beri meşhurdur. Hattahakkında birçok hikâye bile vardır. Hele şutürlüsü pek hoşuma gider: Efendinin biri iftaradavet edilir, yolda yürürken sağına bakar ki biride kendisiyle beraber geliyor. Merak eder sonra:– Siz kimsiniz?– Dalkavuğum, efendim.

Aldırmaz; fakat solunda bir tane daha peydaolur, zavallı efendi şaşırır. Ona da sorar:– Siz kimsiniz?– Bendeniz de dalkavuğum, efendim.Zavallı bütün bütün şaşırır. O sırada birüçüncü daha görünür, ona da sorar. Herif der ki:– Beni ev sahibi tanır.Sonunda davetin olduğu yere gelirler. Evsahibi birin yerine dört geldiğini görüncehazırlıksızlığından dolayı hem utanır hemkızarır. Oruç haliyle der ki:– Bu efendi kimdir?– Dalkavuk.– Pekâlâ. Bu efendi?– O da…Artık hiddeti coşar. Mübarek günde,akşamüzeri kendisiyle eğlenir gibi bilmediğibirtakım adamlar gelsin. Bu olamaz. Müthiş biröfkeyle üçüncü için:– Ya bu edepsiz, denilince üçüncü, davetliyehitaben:

– Size ev sahibi benim kim olduğumu bilir,demedim mi, der.Elli Yedinci MektupEkmek fiyatı sade şehrimizde yükselmemiştir.Paris’te ve başka yerlerde de artış vardır. Fakatiyice düşünülecek olursa, insan kanaat ilezamanına göre geçinecektir. Bence de etpahalanınca bol sebze ile “idare-i maslahat”edivermelidir. Bu sözü, Fransa’da devletçiliktaraftarı olan biri söylemiş. Matbaada okumuşlar.Fiyat artışından en fazla zarar görenlerkimlerdir, diye araştırma ve incelemeyapanlardan biri, bunların lokantacılar olduğunahüküm veriyor. Bilindiği gibi, lokantalarımızdabir okkalık ekmek oldum olası yüz paraya, üçkuruşa kadar satılmaktadır. On paralıktan birazufak bir parça için, fark gözetmeksizin herkestenyirmi para alınır. Küçük, biraz uzun francalanınyarısı yine yirmi paraya verilir. Bu halde otuz,otuz beş paraya aldığı ekmeği yüz paraya satanbir dükkâncı, şimdi elli beş para üzerinden

yürütecek olursa, hayli ziyan etmiş olur.Lokantacılardan sonra, bakkallar geliyormuş.Ekmeğin ucuz vaktinde verdiği on paralıkparçanın bir kenarından kesim hakkı çıkaran buesnaf, herkesin ekmek alırken çok dikkatlibakmaya başlaması yüzünden, kesim parçasınıbiraz daha ufaltıyormuş.Ekmeğin pişkini hamurun iyisinden olur,derler. Hakikaten de öyle. Payitahtın değişikyerlerinde bulunan halk çeşit çeşit olduğu gibi,Galata ve Beyoğlu’nda çıkarılan ekmekler de,İstanbul’un birkaç fırını müstesna, hep pişkin velezzetlidir. Yalnız ekmek değil, Reji bile tütününen iyisini ora tütüncülerine vermektedir.Bundaki sebep bir türlü anlaşılamıyor.Bakırköy’ün gittikçe şöhret alan BelediyeBahçesi, yavaş yavaş boşaltılmaya başlamış.Kiracı ile kiralayan arasında çıkan geçimsizlik,bu sene de bahçenin düzenlenmesini geciktirmişbulunuyor.Köydeki (Bakırköy’deki) av hazırlığınabakılırsa, bu sene bıldırcınlar pek çabuk

dönecekler. Daha şimdiden av koşumlarıısmarlanıyor. Bıldırcınlar için fişekler doluyor,tüfekler siliniyor. Galatarya gibi köylerdeyatılacak yerler hazırlanıyor. “Bıldırcın ile şöyletürlü olur, böyle kebap yapılır” sözleri dolaşıpduruyor. Bir manzara ki, tarif edilmez. Av veavcılık âlemindeki komedyaların haddi hesabıolmayacağından, birkaç güne kadar işiteceğimvakaları yazarım.Elli Sekizinci MektupDün... Ah! Dünkü cuma. Onun gelişini kaçgünden beridir bekliyorduk. Hava bu bekleyişeuygun bir gelişle açık sümbül rengine benzeyenbir bahar gösterişinde bulundu. Sevinmemekmümkün değil. İnsan böyle cezbedicizamanlarda biraz aceleci olur. Saat ilerledikçekımıl kımıl kımıldanmaya başladım. Fakat editöryerinden bile kımıldamıyordu. Nasıl kımıldasın?Meşguliyetinin yükü ağır, bitmez tükenmezmektup, sonu gelmez lâf. Gözümle işaret ettim.Anlamadı, herhalde dalmış dedim. Başımla:

– Kalk gidelim, parolasını yuvarladım.O da:– Ne var, mealinde başını salladı.En sonunda:– Saat kaç, dedim.Hatırına geldi. Fakat yine ümidim boşa çıktı.– Perukâr gelsin, kumandasını verdi. Anladım,üç çeyrek saat daha var. Çaresiz bekledim çünküher ramazan birinci piyasayı direktörle beraberortaya koymak, benim için bir kuralhükmündedir. Sağlı sollu faytona kurulur, obildik bakış, o hal, o kıyafet ve o üslûplagörünürüz. Her ne halse! Üzerlerimizi giyinerekyola düzüldük. Çemberlitaş’ı, Makasçılar’ı,Okçularbaşı’nı geçtik. Beyazıt Meydanı’nageldik. Kargaşa, araba yığını, hele yapıla yapılabitmek bilmeyen kaldırım molozu küme küme.Rüzgâr gayet güzel! Güneş şöyle böyleaksediyor. Biz gidiyoruz. Araba SabuncuHanı’nı döner dönmez yavaşladı. Piyasanınzabıtaları göründü. Araba! Tabir caizse yayakaldırımları hıncahınç. Kürklü, paltolu, saltalı,

ceketli, morlu, allı, sarılı, benekli, kumlu,çarşaflı, hırkalı, haydarili, cübbeliler arasındapardösülü birtakım halk. Ellerde tespih, baston,şemsiye yürür gibi duruyorlar. Öfkelisi, güleryüzlüsü, alaycısı, sulusu, iyi söz atanı, gözsüzeni, kırmızı mendilini yan cebinden çıkaranıhepsi meşgul. Ne kadar hoş! Ne kadar eğlencelibir geziniş! Direklerarası146 dopdolu.Bilseniz neler gördük, neler! Ne şıklar, nepantomim147 kopukları! Hatta direktör bilehallendi, neşelendi. “Sen olmasaydın bençıkamazdım” diye söylendi.Her ramazan başka bir çeşit giyim kuşam âdetedinilir. Bu seneninkini öğrenmek isteyenler şulisteye müracaat edebilirler.1– Sıfır numara kalıp fes: Siyah. Püskülü iri,duble olacak ve festen yarım santimetre kadarkısa duracak.2– Saçlar: Brezilya kahvesinin koyu kavrulupsulu pişmiş rengine boyanacak ve yan filizlerikulak kemiğinin sonuna kadar uzanacak. Arkabiraz top, biraz da anderya salata tarzında

kıvırcık duracak.3– Alın: Fesin sol kaş üzerine eğimi sebebiyleen sonunda köşesi on bir derecelik bir küreyebenzer üçgen şeklinde görünecek.4– Kaşlar: Yukarı yukarı fırçalanmış duracak.5– Gözler: Gayet sulu sürmeli, fakat birazsüzük.6– Yanaklar: İki tersine cila, üstüne hafifsurette pembe pudra ile yumuşatılacak.7– Bıyıklar: Ne küt, ne de sivri. Üst dudaküzerinde birer düz bir çizgi gibi dümdüz duracakve burun hizasındaki ayırıcı çizgi belli olacak.8– Dudaklar: Her zamanki renkte.9– Dişler: Gülerken değil, esnerken bilegörünmeyecek.10– Yaka: Dik ve düz.11– Kravat: Şerbet renginde vişneçürüğü.12– Pardösü: Düz siyah üstüne mavi kum.Omuzlar çekik gibi kabarık.13– Yelek: Açık, çift düğmeli.14– Pantolon: Koyu siyah mavi üzerine

dalgalı. Paçalar daha dar.15– İskarpin: Lustrin, bağlama.16– Çorap: Hafif kavuniçi üstüne eski birparalık.Elli Dokuzuncu MektupPazar, hava ne kadar güzel, güneş bütünşaşaasıyla parlıyor. Yürümeli, gezmeli. Yarınhaziranın, temmuzun sıcak günleri geldi mi negezilir, ne de yürünür. Daha şimdiden teriçindeyim. Acaba nereye gitsem? Adaya mı?Yo...k. Vapurların yürüyüp hareket etmesindengözüm yıldı. Nereye gitsem? Haydi, bugün deBeykoz’a gideyim. Belki yüzüm gözüm açılır.Bu düşüncelerle köprüye kadar geldim. Herşey hazır! Şirketin üçe çeyrek kala Anadolupostasını icra eden 32 numarası da benibekliyormuş. Yeni çıkma biletlerden bir tanealdım, güvertede şöylece bir yer bulupkuruldum. Oh! Rüzgâr esiyor veya esecek,boyacılar buraya kadar da giriyorlar. Bunlar ne

garip mahlûklar! Önce elleriyle omuzadokunuyorlar, daha sonra kendilerine mahsusbir işaretle:– Cila da var! diye söyleniyorlar. İstersenizaldırmayın. Onlar devamlı meşgul:– Boya, beyefendi... Boya... Cila da var.– İstemez, dediniz mi gitmiyorlar da...– Ayaklarınız tozlanmış...Bunun en kolayı derhal kovmaktır... Fakat ovakit de içinden söylenir. Boyacı yanınızdanaçılır açılmaz bir gazeteci yanaşır:– Petit Journal, Les Sourires, JournalAmusant!.. Sabah… İkdam, dünkü Servet...Buna da aldırmadınız mı? O da gidiyor,kahveci geliyor:– Limonata, çikolata!..Fakat bunların bakışı daha keskin, bunlar dahaatik. Elinizdeki sigarayı görür görmez yansınyanmasın sokulup bir kibrit çakıyor! Öyle ya.İnsan bu türlü ikramdan da mahcup olmazsahiçbir şeyden utanmaz. En aşağı, kuruşa birkahve ısmarlar. Artık çeşit! Caneriği satandan

tutun da simitçiye varıncaya kadar vapurdasakin ne kadar satıcı varsa alayı birer birerbaşvurur. Şirket şu halinde bile yine mükemmelbir idaredir, temizdir, vapurları seridir.Memurları daha terbiyelidir, kaptanları dahadüzenlidir.Son düdük öter ötmez birinci çarktan hemensonra ilerleyiverdik. Boğaziçi’ni çoktan berigörmediğim için seviniyordum. DoğrucaÜsküdar’ı boyladık. Yine o bildik iskele; yanaşıryanaşmaz gürültü başladı:– Hanımlar! Yürüyün, sonra çıkamazsınız.– Dadı abla! Dikkat et!– Sarıyer’e bir çuval var... Bileti sende mi?– Yok ki! Sahibindedir.– Savulun varda!– İskeleyi çek. Halatı bırak. Mola et.– Ay, hanımın çocuğu içeride kalmış.Telâş! Kıyamet! Öyle ya, vapurda daçivilenmiş gibi oturulmaz ya, insan hiç olmazsamakineleri seyreder. Ederken dalar, vapur

açılmış… Annesi gel der, çocuk ağlamış suratlatepinir durur. Haydi! Tornistan. Bir vaveylâ!...Öyle ya! Kadının da hakkı var. Şimdi nasılensesine bir tokat indirmesin? Ona bin kere“Yanımdan ayrılma” demiş.Her ne halse! Biraz jimnastik adımlarlaKuzguncuk’a kadar vardık. Doğrusu kibarmahalle! Bütün genç kızlar pencerelerde. İskeleüstündeki kahveler dopdolu. Yine giren çıkanlarvar. Bu sefer de vapurun istimi!148 İnsanda nekafa bırakıyor, ne zihin! Yazık, eksersahilhaneler harap! Rıhtımlar çökük. Beylerbeyi!Biraz daha iç açıcı! Fakat her nedense bende buyerler için bir gezme isteği olmuyor. HeleÇengelköy, bütün Boğaziçi’ne dargın gibi.Çekik göründüğü için hiç sevmem. Vaniköyücra, Kandilli güzeldir! Bütün bütüne boğazanazır olduğu için sevimlidir. Daha güzelyapılandırılmıştır. Göksu’ya yakın,Anadoluhisarı gözümde derin yüksek bir koridorgibi belirir. Kanlıca Alaangle’nin alaturkasuretinde pişmesi... Çubuklu tenha...Paşabahçesi şöyle böyle... İşte efendim Beykoz!

Fırladım. Dostlarımdan iki kişiyle buluşup,çarşı içinden yürüdük. Kaldırımlar ya bozukveyahut yapılmaya hazır bir halde. Çeşmebaşıserin... Su bol, içinde yıkanan yıkanana! Sütgüğümlerini suyun arzına vermişlerserinletiyorlar.Çık bre çık! Çıktıkça insan hazzediyor. Ağaçlıbir yol, meşhur koruluğun başı görünüyor.Yemekten sonra bir arabaya binerek kaymaksoğutan mıdır nedir, oraya doğru yollandık.Güzergâh o kadar serin, o kadar gölgelik kiinsan bu güzellikler arasında her şeyi unutuyor.Çayır biçilmiş! Bahardaki güzelliği kalmamış...Bir aralık arkadaşıma sordum:– Nereye gidiyoruz?– Karakulak’a.– Ne âlâ! Burada hilelisini içiyoruz. Hiçolmazsa ömrümde bir kere de hilesiziylehararetimi gidereyim, diyerek beygirlerisürdürdüm. Fakat neye yarar? Toz ayaklarımızakadar. Kaldırımlar sökük... Bir sarsılma, birhoplama bütün yemekler yer değiştirtiyor,

midem alt üst oluyor. Bir geçtik, bir atladık, birdöndük, bir çıktık, köyümsü bir yerden geçtik...Sonunda Karakulak’a vardık...Burası bir yardan ayrılmış, adeta oyuk,ağaçlıklı bir yer. Suyun geldiği borular geçensene bozulduğu için bu sene demir borulardöşemişler. Su değil ab-ı hayat!149 Şişeye girergirmez terliyor. Ufacık bir kahvesi de var. Birkahve ısmarladık. Serin de. İç bre iç! Bize su kâreder mi?Dönüşte yine aynı hal. Yalnız fazla olarakİngiliz gemicileri çayırda çelik çomak mı nederler, ondan oynuyorlardı. Vapur âlemi, yine o.Yalnız zamanın geçişindeki ağırlık ve gözünseyrettiği güzellikler arasında pek deduyulmuyor.Altmışıncı MektupAteş gecesi. Bu yüzden insanlar köyühıncahınç doldurdu. Trenler ziyaretçilerledopdolu olarak geldi. Kumpanya yine düdüğünü

öttürdü.Güzel Zeytinlik sahilinde şarkıcı olan meşhurUdî İbrahim’in birbirinden güzel ezgileriyleduyuş tarzı bir kat daha ruha dokunan Arapçalgısı Yaleller, Maveller, Şifoniler insanınoynayacağını getiriyor. Bu musiki makamlarınınha bire değişmesi bile kulaklarımıza yabancıgelmiyor. Usulde darbukanın icat ettiği hoşdarbeler, dansın hareketini daha ziyadedüzenlemek için ortaya çıkarılmış olsa gerek.Arap ezgileri o girintili, biter gibi görünürken birdaha uyanan nağmelerle âdeta insanıdoyurmaktan ziyade daha fazla arzulu halegetirmeye, açgözlülüğe hizmet ediyor.Dün hava biraz rüzgârlı olduğu için terlemekgibi insanı rahatsız eden sıkıntılar yoktu. Hava,hoş bir ferahlık içinde olduğundan, insanlar onikiye doğru birer birer dökülmeye başladılar.Fakat ne seyir! Bakmakla doyulmaz. İskemleüzerinde uyuyanlar, istisna olmak üzere içkuşağını üste bağlayanlar, omuz kaldıranlar,bıyık buranlar, etrafı göreyim diye gayret ettikçegözkapağına tahammül eden etki ve kuvvetin

yıldırımıyla göz yuvarlaklarının yalnız beyazınıgösterenler, saatlerce saate baktığı halde trenvaktini bir türlü hesap edemeyenler, kazaylabacağı takılıp masayı devirenler, kim bilir netürlü bir sevgili hayaliyle ağlayanlar vekoşma,150 semai,151 divan152 isteyenlergüzelce eğlendiler. Vasil; kemençe denilincesazıyla namı hatırlarda, gönüllerde ayrı ayrı şevkve sevinç uyandıran bu üstat; yanında arkadaşıHristo, usta Lavtacı Ovrik vesaire olduğu haldeSakızağacı’nda Spiro’nun dükkânında, civarınen rahat eğlence yerinde ahenkle döktürüyor.Vasil kendine has musiki zevkini; OsmanlıMusikisinde sahip olduğu kuvveti, kudreti,musikimize hediye ettiği hoş tavrı, bize yadigârbıraktığı şairane ifadesi ve en güzide, en yüksekduygularla dolu olan peşreviyle153 burada,tabiatın şu kıyısında keşfettiği panoramahuzurunda icra ederek taksimleriyle dinleyenlerineşelendiriyor. Vasil, bence bir musiki şairidir.Sazının hareket eden her telinden ve verdiğiheyecandan aheste aheste doğan istekle çaldığı

ezgiler onun sahip olduğu güzelliklerdendir.Vasil’i dinlemeli, anlamalı. Ruh bu müziğintesirinden çıkan nağmelerle kuşatıldıkça muhtaçolduğu rahatlık içinde kalıyor. Dün gece kenditeslim olmuş yaratılışının, yani üstadı olduğumusikinin ruh ve kalbi üzerinde uyandırdığıhissiyata mağlup olarak geceyarısına kadaryayını elden bırakmadı. Kendisini seven, takdireden birkaç musiki âşığıyla adeta özel denecekderecede coşkun bir edebiyat meclisi oluşturdu.Piyasa benim Anastaş’la ahenkli, KanunîMihal’le istekli, Lavtacı Lambo ile şen, Ulahçalgılarıyla alafrangadan ayrı. Tam saat dörtbuçukta meydana kurulan sandalla içindeki fişekkaptan alevler, patırtılar içinde kaldı. Güzel birmanzara meydana geldi. Çoluk, çocuk, aileler,ihtiyar, genç, köylü, yabancı orasınıdoldurmuştu. Zabıtaya, polise teşekkür olunur.Herkes emniyet ve itimatla gezip gülüp eğlendi,hoşça bir âlem edildi.Galiba bu sene Marmara’nın sularında büyükbir eksilme meydana gelmiş olmalı ki denizhamamlarının fiyatı iki kat fırlamış. Yeni kiracı

adam başına iki kuruş almaya isyan etmiş. Tuhafşey! Garip hal! Belediyece dikkate değer birmadde! Adî, sıcak hamam altmış paraya olurkendeniz hamamı neden iki kuruşa oluyor?Peştamallarının pisliği, hamamın hali de cabası!Belediyeye, o yerin idare kuruluna müracaatedenlere “Siz de iki kuruş vermeyin” diye sudanbir cevap veriliyor. Denize girmek için birhamamcıyla ağız kavgası çıkarmayı sağduyusahipleri kabullenmez. Daha var. Hamamıniçinde içilen kahve de kırk paraya! Bu hamamcıdeğil, soyguncu! Köyün şu zamanda bir şerefivarsa o da hamamlarıdır. Zannederim kibelediye bu şerefi körletmek için şu yolabaşvuruyor; yani bahçeyi bahşişlere terk etmek,hamam fiyatları hususunda hoşgörülü olmak,Zeytinlik tarafını kokutan süprüntülerikaldırtmamak, yalnız temizlik parasını istemeklevakit geçiriyor. Yazık! Teessüf olunur.Altmış Birinci MektupYağmurlara bereket versin! Sağanak sağanak,

şiddetli şiddetli dökülen yağmur damlaları yokuşolan yerlerde iki taraflı birer sel meydana getirdide köşede bucakta, ortada top top veyaperakende duran çer çöp ve pisliği silip süpürdü.Bu semavî bağış hem temizlik memurlarının vehem de terkos kumpanyasının yüzünü güldürdü.Biri arabalarla taşımakla bitmeyen birikmişsüprüntüden kurtuldu. Diğeri güya tükenmesinebirkaç gün kalmış gibi alışveriş yerlerinisulamakta kullanacağı suları kazandı. Oldukçada alışveriş kaynadı. Havanın gözü yaşarınca,çeneleri açılan şemsiye tüccarları ortalığayayılarak kimi şemsiyesiz görürlerse onunkulağı dibinde bağırmak suretiyle iş gördüler.Ya arabacılar! Hiç onlar unutulur mu? Böylehavalarda gün onlarındır. Hem çalakırbaç, hemde iki kat ücret! Öyle ya! Araba geliyor. Senkendini gözet! Bir yana çekil! Elbette çamuratlar.Canın isterse bin! Yağmur fırlarken, fiyatneden fırlamasın? Yağmur bereketlidir, derler.Sebze cinsinden şeyler koparılmaz. Kabak yok,fasulye pahalı, çileğe uğurlar olsun, kiraz

kurtlandı, vişneler çatladı, armutlar beneklendi,enginarlar kartlaştı, baklalar çürüdü. Hep buyağmur esnafa bir taze gurur verdi. Ha hava, hapiyasa! İkisi de bir. Hata bizde, borsa oyunlarınahava demezler mi? İşte tıpkısı!Sucular da kâr edelim derken rüya görmüşedöndüler. Hem suları bulandı, hem de birdenbiresıcak bastığı için limonatayı, portakalatayı, adîsuları buz ve karla soğutmaya tekrar mecburoldular. Ne olduysa:– Haniya buzdan içen, diye bağıranlara oldu.Boyacılara yeni bir faaliyet geldi. Cümlesialesta! Elbette nezle olanlar çoğaldı. Hekimler veeczacılara da kâr göründü. Evlerde sarnıcıolanlarla yağmur suyu küpü bulunanlar mutlakaçamaşıra hazırlanmışlardır. Tatlı su bedava, oh!Gıcır da gıcır! Tahta sileceklere ne mutlu! Hiçolmazsa insan tahtakurusuyla pireden bir gecelikolsun azade kalır. Çayırlara, çimenlere tazelikgelir. Akan evlerde aktarma lüzumunuhissedenler gerçi biraz surat ekşitirler fakatbirkaç lehimci fukarasıyla kiremitçilerin yüzügüler.

Kasaplar da şu serinlikten hazzetmişlerdir.Benim gibi seyyar olan muhabirlerin halinisormayın. Masraf yerinde, bütçe aştı taştı bile!Bir yerlerde dur otur yok. Sürt bre sürt.Altmış İkinci MektupYine zifos154 modası türedi. Fakat bu defadonmuş çamur darbeleri müthiş! Adeta kamçıucu gibi acıtıyor. Bahçekapısı önünde, süratli birarabanın arka tekerleklerinden ayrılıp merkezkaçkuvvetiyle önümde giden siyah muşambalı birzatın sol gözüne isabet eden parlak ve katı bircismin şaklaması ve zavallının:– Vay gözüm, diyerek derhal iki elini haylimeşakkat çekmiş gözlerinin üzerinekoyuvermesi üzerine epey şaşırdım. Fakatdurmadan devreden bu parçacıklardan ben denasibimi alarak sağ omzumdan tutun da, tatopuklarıma kadar ufak ufak karlı çamurlekeleriyle donandım. Ben kendi halimebakmayarak, zavallının bir taraftan mendil

çıkararak yüzünü gözünü sildiğini, diğer taraftanda gideceği yolu bilmeyerek tereddütlü bir haldeadım atmakla meşgul olduğunu seyrederken,yanı başımda:– Zırt!.. diye bir ses peyda oldu. Feci biruğursuzluk eseri, iri bir sırık hamalı kayaraksırığın topuzlu ucunu tam nasırlı serçeparmağımın üstüne isabet ettirdi. Bir “Aman!”da benim ağzımdan çıkarak, “Seke seke bengeldim” oyununda olduğu gibi yürüye yürüyeönümdeki duvara yaslandım. Artık yürümekmümkün değil, gözümden gayet şiddetli yaşlarboşanıyor, ayağımı yere basamıyorum.Belâ gelirse, sırt sırta gelir: O aralık oralardaduran beyaz bir sürücü beygiri, bir Kürtyavrusunun elindeki değnekle karnınadokunmasıyla ürkerek, şahlanmak için arkaayaklarına yüklenip de tutturamayınca kayıp, birkürek miktarı çamurlu karı suratıma serpmesinmi? Artık rezalet ayyuka çıktı. Kürt oğlanınaçıkışmaya başladım. Çipil155 gözlü ustasıatılarak; “Orada durmayaydın” dedi. İş biraz

daha kızışsa herif beni dövecek. “Benim nemelâzım? Böyle günlerde düşene, zifos yiyeneacınır mı?”Havaların lodos rüzgârına kavuşmasıylasoğukluğun artması; sokakları alt üst ettiği, sellerçamurlar içinde bıraktığı halde, belediyememurları henüz yerlerinden kımıldamıyorlar.Güya temizliği tamamlamışlar da şehri şiddetlibir yağmura terk etmişler gibi, ortalarda yığınyığın duran karları kaldırtmıyorlar.Müjde! Bizim kömürcünün çenesi ağrıyor.Boynunu sarmış, yarı meşgul, yarı endişe içindeoturuyor. Sebebini sordum. Ağdalı kadayıfyerken şeker, kerpeten hizmetini görerek azıdişlerinden birini köküyle beraber çekivermiş.Sonra kötü bir koku peyda olmuş, şimdi karhelvasıyla tedavi ediyormuş. Acaba aslındaböyle olmayıp da lodos vurmuş olmasın?Bir rivayete göre kömürcüler gündüzüngeceleyin su taşıyıp da âleme karşı rezilolmamak maksadıyla, dükkânlarının üzerindeayrıca birer pencere daha oluşturarak, burayı dageceleyin açmaya karar vermişlermiş. Buna

sebep, belediyece yetmişten otuz beşeindirilmesi kararlaştırılan kömür fiyatına su vehavayla mukabele etmekmiş! Bravo.Davulu sırtlayan meydana çıkıyor, galibadavulcuların söylediği iki yüz lira, gecebekçisinin ihtirasını fena halde karıştırmışolmalı. Fakat yağma yok! O eski zamanmış.Şimdi eşek sürerek şiirler düzenler bile birçeyrek alamıyorlar.Kadıköy’e işleyen 4 ve 5 numaralı vapurlarınlodos estiği esnalarda deniz ortasında, durmadaniki tarafa kuyruk sallamalarının oruçlukimselerin çoğunun midelerini bozduğu vezihinlerine uyuşukluk getirdiği özelhabercilerimizden alınan istihbaratlaanlaşılmıştır.Altmış Üçüncü MektupSivrisinekten, tahtakurusundan, bildiğimizpireden, tatarcıktan, trenin düdüklerinden,dondurmacı avazından, hayli zamandan beri

sürüp giden taş meselesinden huzuru kaçanBakırköy ve civarı ahalisi, sekizinci bir patırtıyüzünden sabah uykusunu kestirememektedir.Bu patırtı; av mevsiminin gelmiş olmasısebebiyle, avlanmak için silâhını omzuna alanmeraklıların şaşalayıp, daha köy sınırını aşaraşmaz horozu, namluyu, nişangâhı, tetiği,dipçiği önüne gelen, havada uçan, ağaca konan,yerde gezinen, bağ duvarları üzerine serilen,kütükler arasından kaçan, kümeslerden çıkan,yuvalarından uçan horoz, tavuk, piliç, kaz,ördek, hindi, (tavşan sanarak) kedi, üveyik,bıldırcın, sarıasma, serçe, filurya, saka, iskete,ispinoz, karakarga, tahtalı, arı kuşu, tarla kuşu,kuyruksallayan, yaban güvercini, kumru,alacakarga, sığırcık, yusufçuk ve benzeri avhayvanları ile evcil hayvanlara karşı saçmaatmalarından ileri gelmektedir.“Dan” veya “bum!” der demez ileriye doğruuzanan mavimsi, dumanımsı, zayıf, hafif birmaddeden sonra, avcısına göre, iri, şişman,zayıf, şapkalı, fesli, keçe külâhlı, siperli, çantalı,torbalı, poturlu, çarıklı, yemenili, eski potinli,


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook