Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-19 00:21:12

Description: Şehir Mektupları-Ahmet RASİM

Search

Read the Text Version

ŞEHİR MEKTUPLARIAHMET RASİM

LACİVERT YAYINCILIK SAN. VE TİC. LTD.ŞTİ.Antik Dünya Klasikleri: 04Türk Klasikleri Dizisi: 02ISBN978-975-6107-23-2E-ISBN978-605-5656-59-1İrtibat için:Cağaloğlu Alemdar Mah. Alayköşkü Cad. No: 5Fatih / İstanbulYazışma: P.K. 50 Sirkeci / İstanbulTelefon: (0212) 511 24 24Faks: (0212) 512 40 00antikkitap.comfacebook.com/AntikDunyaKlasikleriKültür Bakanlığı YayıncılıkSertifika No: 12364YAYIN HAKLARI

© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak TimaşBasım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir.İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntıyapılabilir.

AHMET RASİMAhmet Rasim, (1864 – 21 Eylül 1932)İstanbul’da doğmuştur. Kıbrıslı BahaeddinEfendi’nin oğludur. Ahmet Rasim, henüz anakarnında iken babası annesinden ayrıldığı için,annesi tarafından yetiştirilmiştir. Çeşitli mahallemekteplerinde ve ilkokullarda okuduktan sonraDarüşşafaka’ya kaydolmuş (1876), orada basınve edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır.Darüşşafaka’yı birincilikle bitirince (1883) PostaTelgraf Nazırlığı Fen Kalemi’ne memur olarakgirmiş, telgrafhanede çalışırken bir yandan daAhmet Mithat’ın çıkardığı Tercüman-ı Hakikatgazetesinde ilk yazılarını yayınlamıştır. ÖnceCeride-i Havadisve Tercüman-ı Hakikat’teçalışan (1885-1888) Ahmet Rasim, daha sonramemurluktan ayrılmış ve İkdam(1894),Malûmat (1895), Sabah adlı gazetelerle çeşitlidergilerde; Meşrutiyet’ten sonra ise Tasvir-iEfkâr, Yenigün, Akşam, Zaman, Vakit,Cumhuriyet vb. gazetelerde ve birçok dergidefıkra, makale, gezi mektubu, anı gibi çeşitli

türlerde yazılar kaleme almıştır. 1927 yılındamilletvekili seçilmiş, 1927-1932 yılları arasındaparlamentoda bulunmuştur.Bazı Eserleri:Şehir MektuplarıRomanya MektuplarıGeceleriÖmr-i EdebîEşkâl-i ZamanGülüp AğladıklarımFalakaRamazan SohbetleriMuharrir Bu YaAsker OğluOsmanlı’da Batışın Üç EvresiResimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi

İÇİNDEKİLERAHMET RASİMŞehir Mektupları HakkındaBirinci Mektupİkinci MektupÜçüncü MektupDördüncü MektupBeşinci MektupAltıncı MektupYedinci MektupSekizinci MektupDokuzuncu MektupOnuncu MektupOn Birinci MektupOn İkinci MektupOn Üçüncü MektupOn Dördüncü MektupOn Beşinci MektupOn Altıncı MektupOn Yedinci Mektup

On Sekizinci MektupOn Dokuzuncu MektupYirminci MektupYirmi Birinci MektupYirmi İkinci MektupYirmi Üçüncü MektupYirmi Dördüncü MektupYirmi Beşinci MektupYirmi Altıncı MektupYirmi Yedinci MektupYirmi Sekizinci MektupYirmi Dokuzuncu MektupOtuzuncu MektupOtuz Birinci MektupOtuz İkinci MektupOtuz Üçüncü MektupOtuz Dördüncü MektupOtuz Beşinci MektupOtuz Altıncı MektupOtuz Yedinci Mektup

Otuz Sekizinci MektupOtuz Dokuzuncu MektupKırkıncı MektupKırk Birinci MektupKırk İkinci MektupKırk Üçüncü MektupKırk Dördüncü MektupKırk Beşinci MektupKırk Altıncı MektupKırk Yedinci MektupKırk Sekizinci MektupKırk Dokuzuncu MektupEllinci MektupElli Birinci MektupElli İkinci MektupElli Üçüncü MektupElli Dördüncü MektupElli Beşinci MektupElli Altıncı MektupElli Yedinci Mektup

Elli Sekizinci MektupElli Dokuzuncu MektupAltmışıncı MektupAltmış Birinci MektupAltmış İkinci MektupAltmış Üçüncü MektupAltmış Dördüncü Mektup

Şehir Mektupları HakkındaÇeşitli konularda, küçüklü büyüklü, yüzünüzerinde esere sahip olan Ahmet Rasim,edebiyatımızda “şehir yazıları”nın ilk örneğini1897-1899 yılları arasında kaleme aldığı “ŞehirMektupları”yla vermiştir. Ahmet Rasim, buyazılarında II. Abdülhamit dönemininİstanbul’unu mekân, kültürel yapı, gelenekler,alışkanlıklar, insan ilişkileri gibi pek çok unsurlaele alarak bütün zenginliğiyle yansıtır. Buyazılardan birçoğu Malûmatgazetesindeyayınlanmış daha sonra dört cilt olarak kitaphaline getirilmiştir.Anı, fıkra ve makale yazarı olarak, yaşadığıdevirde her sınıftan insanın yaşayış tarzını,inançlarını, gelenek ve göreneklerini bütünincelikleriyle yansıtan Ahmet Rasim, özellikleüçer beşer kelimelik kısa, hareketli, canlıcümleleriyle devrinin yazı yöntemindenbüsbütün ayrılmış, konuşma dilini ve İstanbulağzını bütün incelikleriyle ustaca kullanmıştır.Eserlerinde hayatı hep iyimser bir bakışla

yorumlamış, en acı olayları dahi gülümseyerek,tatlı bir mizah çeşnisiyle anlatmıştır.Ahmet Rasim, “Şehir Mektupları”nı büyük birgözlem yeteneği, sade-kıvrak bir üslup vekendine özgü bir dille kaleme almış ve buyazılarda genellikle mizah unsurunu ön plânaçıkarmıştır. Yazarın en büyük özelliği, yazılarınıbir sohbet havası içinde yazması ve okurunudaha ilk cümleden kucaklamasıdır. Çeşitliyazınsal akımların dışında kalarak kendine özgübir üslup ve ironiyle ortaya koyduğu eserlergeniş bir okur kitlesi tarafından zevkleokunmuştur.İşte sizlere sunulan bu eser, Ahmet Rasim’inçoğunluğunu fıkra-sohbet-deneme havasıylakaleme aldığı “Şehir Mektupları”nın bir haritasıkonumundadır. Sadeleştirilmiş bir seçmelerkitabının sunduğu bütün imkânlarıdeğerlendirmeye çalışarak oluşturduğumuz bueserde, Ahmet Rasim’in mektuplara verdiğinumaraları kullanmak estetik açıdan pek uygunolmayacağından, kendimize göre birnumaralandırma yapmayı tercih ettik. Ayrıca

bazı mektupların içinde yer alan ‘AjansEnternasyonal’ ve ‘Taze Havadis’ bölümlerinide metinlerden ayırmadan ayrı bir alt başlıkolarak vermeyi yeğledik. Sadeleştirmede dehitap ettiğimiz genel okur kesiminin bugünküdilini esas aldık. Her ne kadar seviyeli ve köklübir edebiyatın temelleri üzerine bina edilmiş birüslubun tadını tam manasıyla yansıtamasak dasiz okurlarımızı mektupların verdiği mizah, dilve edebiyat zevkinden mahrum bırakmamayagayret ettik. Ama siz de takdir edersiniz kiyüzyılların birikimiyle oluşmuş bir kelimehazinesini bugünkü sığ sözcük hazinemizesığdırmak pek de kolay olmadı. Dünkü hakikîyazarların ağ gerip avlandıkları sahillerde biz neyazık ki tek kancalı bir oltayla yetinmek zorundakaldık. Haliyle bu da, mana denizindendevşirebileceğimiz söz hazinelerini kısıtladı.Küçük ve fakat şirin pırlantalarla iktifa ettik.Son olarak, hazırladığımız seçkinin hatasız veeksiksiz olduğunu söyleyemesek de, samimî biremeğin ürünü olduğunu rahatlıkla ifadeedebiliriz. Ve yine pek mümkün görünmemekle

birlikte, bu çalışmanın da yıllar sonra başka birsadeleştirmeye kılavuzluk yapmamasını vebunca enformasyon patlamasının yaşandığıgünümüzde dilimizin hakikî eserler vasıtasıylayeniden keşfedilip hakkıyla kullanılmasınıdileriz.Hasan Ahmet GÖKÇEBirinci MektupYeni gördüm ama ne garip şey, meğerkömürcüler karda, donda buram buram terler;tatlı, sıcak, güneşli havalarda da tiril tiriltitrerlermiş. Geçenki soğuklarda bizimmahalledeki kömürcüyü görseydiniz şimdikihaline bakıp acır ve:– Zavallı adam! Kim bilir kaç aydan beri sıtmahastalığı çekiyor, derdiniz. Zavallı! ‘Bereket’dediği kömür tozlu kürkünü renkçe pek de farkıolmayan kulaklarına kadar çekmiş, iskemlesindeoturmuş, arpacık kumrusu gibi düşünüpduruyor. Birine bu halini sordum:

– Fukaralık halidir ne yapsın, dedi.Diğerine sordum:– Hele bir kar yağsın da gör. Ne kabadayıolduğunu o zaman gösterir, dedi.Birine daha sordum:– Gelen geçeni üşümeye özendiriyor. Bunlarhem esnaftan hem de soğuk taklitçilerindendir,dedi.Evde mangalbaşı âlemi henüz kısmet olmadı.Ben soğuğu görür görmez kömürcüye yanaşarakbir miktar kömür almıştım. Fakat o kadar pişmanoldum ki bir daha prova etmeden kömüralmamaya yemin ettim.Efendim! Mangala yanaşmak mümkün değil.Sanki kendisine doğru bir adamın geldiğinihissediyormuş gibi bir çatırtıdır gidiyor. Çıt! Çat!Pat! Derken ufak bir kıvılcım gözümünkenarcığına kadar sokuluyor. Haniya şairin; “Kibir acıklı acıklı aman sedası gelir” dizesi yokmu? O adamların feryatlı soyundan. El gözde,göz de kan yaş içinde. Ben böyle ısınmakgörmemiştim.

Suda pişmiş kestaneyi pek sevmem. Mutlakakebap kestane yemeliyim. Evde boğaz masrafınatamamen dahil olan bu meyve kış günlerimangal âleminin en eğlenceli sohbetlerinderahatlama vesilesi olur. Hatta meşhurdur:“Eski ihtiyarlardan birkaçı közde kestanepişirmeyi akıl ederek evlerden birindetoplanırlar. Kestaneler gelir. Birer birer mangaladizerler. -Ah, beklemek! Sen ne kadar tatlı, nekadar güzelmişsin- O güzelim kestanelerbizimkilerin gözlerinin önünde pişmekteolduğundan, artık yenilebilecek kıvama gelenekadar sürecek bir sohbet başlar. İçlerinden birieski savaşlardan birinde bulunmuştur. Artıkmuhabbeti açar: “Bizim tabur şöyleydi, ben ozaman teğmendim, kılıcı çektim, düştümönlerine, her biri aslan gibi askerler. Ha babamha! Yağmur gibi kurşun, fakat kim aldırıyor ki!Gözümüzü kan bürümüş bir kere. Karşımızdaçok kuvvetli bir siper var. Ona doğru hücumediyoruz. Duman o biçim, gır gır kurşunlardanbiri sağımdan, biri solumdan geçiyor. Derkenyanaştık. Düşman kaçıyor. Biz yuha diye

bağırıyoruz. Fakat yuha ne kadar tesir ediyor?Biz bağırdıkça onlar tabanlarını kaldırıyor. Ah!Bir kere görseniz, o ne tatlı şeydir. Bayraktarolan askerimiz düşman siperlerine girer girmezoraya bayrağı diker. Fakat dikkat etmeli. Bintürlü düşmanlık olur. Hatta bizde de oldu ya!Tam düşman siperine girdik, efendim, birdengümbür gümbür diye cephaneler ardı ardınapatlamasın mı? Derken mangaldaki kestanelerde fırlamasın mı? Artık kimde yüz, kimde suratkalır? Ortalık ateş içinde!”Doğrusu, bizim kömür bu kadar dehşetlideğilse de tutacağı tuttu mu ondan da aşağıkalmıyor. Ha kömür, ha kış! Kış deyince deBeyoğlu! Geçen gün yazdığım mektuptasöylediğim gibi oralarda çok tedbirligeziniyorum. Mesela Komers’e girsem, cebime1bir mandalina, bir elma sıkıştırıp giriyorum.Geçen akşam yine öyle girdim. Bir miktarneşelendikten sonra garsonu çağırdım. Malûmya, sorulacak:– Garson!

– Buyurun efendim.– Kaç kuruş?– Triya, pende, deka, dü deka…Görüyorsunuz ya. Herif aralıksız sayı saymaimtihanına girmiş gibi ilerliyor.– Neden?– Bir buçuk sise, altı. Bir portakal iki.– Portakal benim.Azıcık gülümseyerek;– Hayır efendim, ben getirdim.– Aa! Ben getirdim. Şu karşıdaki manavdanaldım. İşte bir tanesi de cebimde.– Evet efendim. Ben de iki tane getirmiştim.Derhal anladım, herif beni soyacak. Neyapayım? Kavga çıkarmaktansa parayı veripadamı def etmek daha akıllıcadır diyerek, onikiyi suladım.Hazır Beyoğlu’ndayız. Biraz daBonmarşe’ye girelim. Sakın birinci veznedarın2önüne gitmeyin. Bu topal, adamı derhal dışarıyagönderiyor. Efendiden hatta büyük adamlardan

biri geçen gün bunun huzuruna gitmiş, üçkuruşluk bir şey almış. Fakat olacak ya, bir parabozukluk bulamamış. Demiş ki; “Bozuk paramyok. Liram var. Bir Fransız parasıyla iki çeyrek,yahut yarım İngiliz parasıyla kırk beş kuruşverirseniz anlaşırız.” Şimdi bunu veznedar dinlermi! Derhal:– Olmaz, aman mösyö olmaz, olmaz!– Benim gösterdiğim yol sizin akçe farkındandolayı hayırlıdır.Herif yine olmazda ısrar ediyor.– Efendi, öyleyse siz ticaret adamı değilsiniz.Vay efendim vay! O iki tarafına seke sekegiden herifi görmeli. O efendiyi Bonmarşe’dendışarıya attıracak. Ancak öyle yağma var mı?Onun hiddetini kim dinler? O bu haliyle hiçkimseye yetişemez. Bu meselede bir iş varsa, oda Bonmarşe gibi bir ticarî yerde görülen terbiyeeksikliğidir. İnsan oraya gitmekten nefret ediyor.Bazar Alman’da görülen nezakete ise hayranoluyorum. Her şey yerli yerinde...

İkinci MektupSabah uykuları tatlılaşıyor… İftarı eder etmezkapağı Hacı Reşid’e attıktan, Baba Yaver’le3biraz sohbet ettikten, tiyatro kapıları önündebiraz gezindikten, bilinen fonograflardan birine4uğradıktan sonra kıraathane kıraathane gezereksahura ermek insanı epeyce yoruyor. Fakatnereye gidilse bir gazete yazarı veya muhabirigörmemek mümkün değil.Şaka değil ya, uykular tatlılaşıyor yahut banaöyle geliyor. Sahurda eve gelip de bu söğüş, buyaprak dolması, bu makarna, bu üzüm hoşafıdiye birkaç kaşık yedim mi ciğerlerimbirbirinden ayrılmaya başlıyor. Esne bre esne!Geril bre geril! Uyku hali başkadır vesselâm!İyice bastırırsa insan giysisini bile çıkarmakistemez. Hele o tatlı uyuşukluk; ogözkapaklarının kendiliğinden düşüdüşüvermesi; başın hafif hafif dönerken, “Ay!Hay!” diye çatlak, gürültülü bir sesle esneme;ufacıcık üşümenin ardından “Bu...v” sesiyle

titreye titreye mangal kapağı konulmuş sıcacıkyatağa seriliverme; üzeri fanilâlı çift yorgandudaklara kadar çekilerek, arka üstü gerilmesuretiyle dizkapaklarını çıtlatma; ondan sonrayavaş yavaş kendinden geçerek son biresnemeyle sağa dönerek kendini boş bırakma;bir iki defa, sol ayağı sağ ayağı üzerine koyupçekerek baldırlara tesadüf eden bir yerdekikaşıntıyı geçiştirme yok mu, milyon değer. Artıkhiç durma, ver kendini uykuya. Mışıl mışıldanfosur fosura, fosur fosurdan horul horula kadarçek dur, anam uyku!Heyhat, ben ve bizim evin hizasındaki iki üçevle bütün sokak halkı bu nimetten mahrumuz.İmsak topu var kuvvetiyle Beyazıt Meydanı’ndabir kere ‘Bum!’ dedi mi sağdaki komşunun -Allah cümleninkini bağışlasın- dört aylıkufaklığı feryada başlıyor. Başlar başlamazevlerin bitişik olması sebebiyle uykudan uyanananasının ince, titrek, uyku sersemliğiyle ağırdanbaşlayıp tize kadar yükselen:“Dandini dandini das danaDanalar girmiş bostana”

sesi rüyalarımın içine karışıyor. Bu fena değil!Fakat soldaki komşunun beş altı yaşındakioğlunun sesi kötü! Çocukcağız her seher kıçınabirkaç şamar yiyor.– Anneciğim, anneciğim! Aman anneciğimyapma. Bir daha sesimi çıkarmam!Çocuğun birilerinden merhametbeklermişçesine bağırması kırk yılda birbulduğumuz neşe verici uykumuzu dağıtıyor.Artık uykuya veda! Bu gürültüye güç müyetiyor? Karşıdaki hanımın on aylık kızı dasıçrıyor; bir beşik gürültüsü, bir ninniyarışmasıdır gidiyor. Alt taraftaki Hafız Efendikıraate girişiyor, iş tamam oluyor. Ta ortalıkağarıncaya kadar ben uyku ile uyanıklık arası birhalde bulunuyorum. Bir aralık yine mahalleninderinlerine sakinlik ve huzur çöküyor. Hepbirlikte dalıyoruz. Tam uykuya dalar dalmaz iri,kalın bir ses:– Yımurrrta!Ardı sıra pes, sürekli, alevli bir ses:– Cell!

– Ha babam ha!– Kereviz, lahana, pırasa…Vay canına yandığım adam, o nasıl bağırma!– Süpürgeler!Dik, inadına iğrenç bir feryat:– Eskiler alayim!Çat! Çat! Kapı!– Ekmekçi!Langır lungur bir araba gürültüsü:– Süprüntü!Gümbür gümbür! diye bir patırtı:Komşunun oğlu! Gaz tenekesini yuvarlıyor!Yanındaki kapıdan korkunç bir kütürtü:Komşunun efendisi işe gidiyor.Sokakta çıngır çıngır bir şeyler:Uncu beygirleri geçiyor!Evin içinde mırıltılı bir geziniş:Valide uyanmış, komşulara kızıyor!Kesik, kesik, düdük gibi sesler:Kuyudan su çekiyorlar!

– Şangır… Şıngıırr.Eyvah! Hizmetçi sahanlığa asılmış, raflardanbiri düşmüş.Çare yok, kalkmalı, işi azdırmadan giyinipdışarıya çıkmalı. Fakat hal mi var? Başkalkmıyor ki. Saat daha üç buçuk . Beşe kadar5uyusam! Kestiririm ama rahat yok. Aman durun,biraz daha dalayım! Oh! Af! Tabanlarım! Vay!Vay! Yanlarım! Üşümüşüm be! Akşamki ayazneydi ya? Hele cami içinin sağanağı yeniryutulur şey değil! Haddin varsa uyu! Şimdi debizim küçükler! Valide kızıyor:– Mazhar, etme diyorum. Şimdi cinlerimbaşıma üşecek.– Mazlum! Mazlum! Herif, mektep vakti geldi.Gel sütünü iç!Kim aldırır? Onlar aldırıyor mu? Haydi,babasının odasına:– Hu! Uyuma! Bunlara bir söz anlat!Artık kalkmalı! Bütün bütün yataktanfırlamalı! Hiddetle aşağıya inip ikisine de birkaçtane yapıştırmalı değil mi ya? O da mümkün

değil. Valide derhal meraklanıyor:– Oğlum! Sakın vurayım deme! Onlarçocuktur, bilmezler. Ben korksunlar diye seniuyandırdım!Buyurun. Kan başımda! Uyku beynimevurmuş! Tiril tiril titriyorum. Şimdi matbaada neyazabilirim? Çare yok! Hele yazma! Hele birazuyukla! Direktör dimdik dikilir.Üçüncü MektupNe dersiniz? Baharın uğurlu günleri, birbirinikovalayan yağmurlarla doğa, canlılığını vegüzelliğini kaybederek, sümbülleri perişan,yanakları solgun ve ağlamış bir genç kızgüzelliğini andırmadı mı? Her sabah, gül dalındaçiğ tanesi araştırarak mazmun yenileme hasreti6çeken şairlerimiz, galiba her seher sicim gibidüşen yağmura tutularak bu ilham gidericikırbacın tesiriyle bütün bütün dilsiz oldular. “Busene zavallı bülbülü dinleyemedim, taze bir gülkoklayamadım” diye üzüntü gösteren şairin

birine sonbahar mevsimini tavsiye ettim.Bahar, fâni ömrünün kalanını Adalar’da7geçirmek üzere o gönül açıcı yerlere çekilmişgibi, oralarda taze ve canlı duruyor. Çimenleryeniden bitiyor zannedilecek derecede yeşermiş,çamlar yeni yapraklanmış gibi görünüyor. Bumevsimin gereği midir nedir, ne kadar bulutlu,yağmurlu olursa olsun yine de seviliyor.Denizdeki dalgalar, en şiddetli sağanaklarahedef olduğu halde, büyüyemiyor. O sertrüzgârlar üşütemiyor. Güneş gittikçe ısıtıyor.Akşamları gün batışı, sabahları gün doğuşumanzaralarında yine tertemiz bir boşluk var.Eğer baharın bir kısmını yaza devredenyağmurlar dinip de bir ikinci bahara erişecekolursak, size bir ikinci bahar makalesi yazar,zavallı şairleri teselli edecek bazı dostçahatırlatmalarda bulunurum.Boğaziçi’nde oturanlar Şirket-i Hayriye’nin8seferleri arttıracağı yerde, fazla gelir sağlamakiçin bilet fiyatlarını arttırmaya kalkışacağıhaberinden pek endişe etmekteler. Bu sene pek

çok ev kiraya verilemediği gibi, eğer bu türlü birgirişim de olursa, gelecek sene için daha kötü birdüşüş olacağı meydanda.Bakırköy Belediye Bahçesi, gösterilenfevkalâde yardımlardan olacak, epeycedonanmış. Meselâ kırmızı kına çiçekleriyle,şebboylarla türlü türlü otlarla süslemeleryapılmış. İnsanın gözüne en ziyade çarpan birşey varsa o da, akasya ve ona benzer ağaçlarınsarışın yaprak açmalarıdır. Bir söylentiye göre,arazi tamamıyla kireçli olduğu için, ağaçlarserpilme gücünden mahrum kalıyormuş. Birsöylentiye göre de, dikilen ağaçlar başka cinstenimiş. İnsan, bahçeye girdi mi, yerden aksedenkırmızı renk ile yukarıdan vuran sarı renginkarışımı içinde kalarak, kavuniçine benzer birgelgeç manzaraya dönüyor. Gökkuşağınıincelemeye meraklı bulunanlar, burayı ziyaretederlerse faydalanmış olurlar.Yenibahçe’yi unutmayalım. Bu sene, o9taraflar da oldukça şen. O civarın bütün ahalisioralara yayılarak akşamları gezinti yapmakta.

“Dalları bastı kiraz”ı şimdilik “çiğ bal”bastırdı. Evlerde başı dinç oturmak, çocukuyutmak, hasta oyalamak, biraz sohbet etmek,yürek çarpıntısına uğramadan bir saat geçirmekmümkün değil. Tablayı başına alan, sokakbaşından kendini verdi mi, çın çın öttürüyor. Birses ki, kaza eseri olarak Opera Fransez’de ötse,binanın akustik10 ilmine uygunluğu dolayısıyla,oradakilerin kulak zarları patlar ve bütünAvrupa’yı, sağır yetiştirmek için bir alet icatedildiğine inandırır. Herifler direniyor, inatediyorlar; rica bile edilse, kulaklarına girmiyor.Biz göçmen arabalarına “görünür kaza” derkenbir de başımıza “görünmez kaza” çıktı. Bakalım,vişne biraz ucuzlasın, ondan neler çekeceğiz?Dördüncü MektupHer gece Beyoğlu’nda gezdiğim haldeTokatlıyan’a11 -yazın Kalender’e gider gibi-haftada bir, iki haftada bir gidiyorum. Kiracısı,garson seçiminde gereğinden fazla usta; bunlar

kapıdan girenin bir kere yüzüne bakınca içerigiren müşterinin ne içeceğini, ne yiyeceğiniderhal anlıyorlar. Eğer sadece kahve içmeküzere geldiyseniz kimse aldırmıyor; yemekdenildi mi garsonda bir harekettir, bir telâştırgörülüyor. Servis hazırlanıyor. Menü takdimediliyor. Fakat bazı otellerde görüldüğü gibi,burada yemek yiyenler de garsonun istediğiniyiyorlar. Meselâ garson, müşterinin karşısınadikildi mi müşteri:– Antuan ne yiyeyim? Ne var?Antuan biraz düşündükten sonra:– Keklik, bakaca, yaban ördeği, levrek,mayonezli... Şey...– Keklik mi? Taze mi ama?– Daha bu sabah vurmuşlar. (Yalan)– Getir.Garson arkasına döner dönmez mutfağınköşesinde soluğu alıyor.– Yarım tavuk, ala perdri. (keklik usulü)Oradan kapınca yallah müşteriye! Bir lokma:

– Hayır. Bu keklik değil. (Bununla birlikte benfarkına varmadım da keklik diye yedim. Farkedebilene aşk olsun.)– Tın, tın, çat, çat!– Mösyö!– Ayol! Bu keklik değil.– Nasıl efendim! Değil mi?– Değil!Nasıl? Tokatlıyan’ın garsonlarının vurduğukeklik şık değil mi? Artık varın gerisini sizdüşünün. Bununla birlikte oturulacak yer, helecuma, pazar günleri ön pencerelerden birinikapıp da bir sade kahve içip öğleden akşamakadar piyasayı seyrettiniz mi, ömür! FakatTokatlıyan hayatı gözlemleyebileceğiniz bu yeripek sevmez zannederim.Santral, Tokatlıyan’ın gürültüsüz bir parçası.Burada müşteriye lâf söylenmiyor, insan dilsizmektebinde oturuyorum sanıyor. Yemekler aynıbiçimde; o da pilici, keklik diye yutturuyor.“Alafranga12 sofrada yemek kaç türlü

yenebilir?” sorusunu halletmek isteyenlerSponik’e13 buyursunlar. Frenk olmayıp daFrenklik hevesinde bulunan, alaturkadanusanan, fakat biraz züğürtçe olanların hepsiburadadır. Zira tabldot altı kuruşa. İçeriye giripde fesi veya şapkayı çıkarıp yarım saat evvelbilhassa taradığınız saçlarınızı gösterdiniz mi,derhal sizi Frenk zannediyorlar. Balık, et, hamur,birer birer geliyor. Artık o çatal bıçaklarınşakşakasını, o türlü Frenklerin lâklâkasını,tabakların taktakasını sormayın. Eğer sürahidekisular bir hafta daha duracak olursa, Terkos’a hasufak, sarı, minik kurbağaların da vakvakasıişitilecek. O kadar temiz!Geçen akşam bizim kemençeci Vasil’in şubildiğimiz Kuron’da çalmakta olduğu fikriyleiçeriye daldım. Neuzibillâh! Ömrümde böylevelveleye tesadüf etmedim. Alafranga çalgı.Hem nasıl alafranga? Bizim mandarin gitara,bilmemneli çalgı. Kulaklarım birdenbire “zonk,zonk” edince kendimi dışarıya zor attım.Gece uykusuna meraklı olanlar bizim

Pasko’nun oteline gitmeliler. Zira ne vakituyansalar otelin karanlığı sebebiyle sabaholmadı fikrine düşerek gözlerini kaparlar. Geçengün nasılsa yattım. Uyu ha uyu, uyanırım gece!Yahut şafak söküyor. Ha bre ha! Horul, horul!Artık bir hale geldim ki mankafa oldum. Sersemsersem kalktım, yıkandım, giyindim. Bir desokağa çıktım, baktım ki saat dokuz! Aşağımahalleden yoğurtçular geçiyor.Kışın gelişi bazılarını epeyce ürkütmüş olmalıki geceleri Beyoğlu’ndaki karışıklık geçmişyılların kargaşasını andırmayacak derecede az.Hele Konkordiya ile Kristal14 tıngır tıngırötüyor. Konkordiya’daki şarkıcılar arasında birFransız şarkıcı, okuduğu şarkıları çok güzel birşekilde sunuyor. Fakat iki kişi olarak çıktıklarızaman yanındaki erkeğin soğuk tavırları insanıdonduruyor. Güya komik olacak!Kristal’de bu özellik bile yok. Fakat nedendirbilmem, ben bazen yalnız veya bir arkadaşımlaberaber buralardan birine girdiğimde, oradabulunan garsonlardan birinin diğerine bir nevi

işaret vermekte olduğunu hissediyorum. Acabakumar mı var dersiniz?Zira bir gece alâkası olmayan bir yere üç şişekonulmuştu. Güya orası kilerimsi bir şeymiş,oradan içeriye girilmezmiş süsü verilmişti. Herneyse, bu bize ait değil. Elbette zabıta bendendaha iyi bilir, anlar.Beşinci MektupAğlayın çocuklar! Hem de var kuvvetinizleağlayın. Bayram geliyor. Fakat sade ağlamayın,tepinin.– Cici giysi isterim, diye ağzınızı yayarak,gözlerinizden yaş akıtarak, yerlere serilerek,çırpınarak, merdivenlere sarılarak, dayakyiyerek, giysiden başka bir şeyle susmamaküzere ağlayın. Öyle bir ağlayın ki evin içizırıltıyla dolsun, o derece dolsun ki babanızında, annenizin de kendilerine gelecek güçlerikalmasın… diye düşünürken çarşı kapısında birtanesine rastladım.

Henüz altı yedi yaşlarında, başında püskülsüzve ipeğinin yukarı kalkık durmasından dolayıpara kumbaralarının yarısını andıran dilim dilimbir fes var. Saçlar kıvırcık, biraz tombul, kirlibeyaz çehreli, kulakları kalkık, gözleri cin gibifırlak, evde ağladığını ispat eden sağlı sollu yaşyollarıyla yüzü çift çizgili, dudakları kızarmış,feryat etmeye hazır, hırkalı, askılı pantolonlu,kunduraları birer tarafa son derecede basık birufaklık anasının eline yapışmış; babasınınarkasından yürüyordu. Fakat ne yürüyüş, kavgaedercesine! Gözleri fırıldak gibi dönüyor.Muhallebicinin önüne gelince ufacıcık gerildi.Giysi hevesini anında unutarak, zıplaya zıplaya,ağzını yaya yaya yürümeye başladı. Eliyle,parmağıyla her dükkânı gösteriyor, simitçiyegülüyor, poğaçacıya imreniyor, önündekiçocuğun püskülünü çekiyor, ayağı sürçüpkayıyor, anasının eteğine asılıyor, Japon malışişirme düdüklerden istiyor, yeşilli, allı, morlubalonlara saldıracak gibi bakıyor.Bu küçük, gözümün önünden kaybolurkaybolmaz, sümbüle benzeyen yüzüyle bir

tanesi daha göründü. Sarışın, fesi bir buçuk aylıkkalıbın dayanıklılık veren etkisinden mahrum,fakat püsküllü. Hurma kabuğundan terlik,gümüş güğüm, şap, sarımsak, yirmi bir çörekotusaklı nüshalı, gözler ağlamış, dudaklarbükülmüş, surat asık, galiba birkaç tokat yemiş,yarı resmî ceketli, pantolonlu, çıkıtık çıkıtık ötenlâstik ayakkabılı… Sürekli önüne bakıyor.Büyükannesi nohut renkli elbise giymiş,önünde; anası siyah çarşaflı, yanında; hizmetçimavi çarşaflı, arkada gidiyorlar. Bakılsa,ezberlenmiş gibi giyim dükkânına gittiklerizannedilecek.Alın bir daha! Fakat bu fena. Kıvırcık,gözlerinin içi gülüyor; sevimli, hüngür hüngürağlıyor. Dönüp dönüp iskete kuşu gibi ötendüdükleri satan Yahudi’ye bakıyor.Alın bir daha! Pembe şapkalı, önü dantelâlı.Kırmalı kanarya sarısı elbiseli, elinde morşemsiye; zayıfça, biraz ağlamış. O da halinerağmen direniyor.Bunların sonu gelir mi? Fakat bu gelendehşetli! Elbiseli, kılıç belde, apolet omuzda,

asker püskülü anasının hızla çekipgötürmesinden fırıl fırıl dönüyor, o da tin tingidiyor, elinde bir simit kemiriyor.O! Bu daha yaman! Aman Allah! Çarşıbirbirine karışacak. Babası elinden tutmuş, oyerlere yatıyor, fes elinde, hıçkıra hıçkıraağlıyor, lâstiğin biri fırlamış, pantolonununarkası çamur içinde. Bağırmaktan kısılmışsesiyle:– Gitmem, gitmem! diye haykırıyor. Babasıhem çekiyor hem:– Yürü hınzır! Bak eve gidelim de, seni nasılgebertiyorum! diye tehdit ediyor. Fakat kimdinler, haydi!– Ne âlâ makaralarım var, dikiş iğnelerim!diyen Yahudi’ye tutunuyor. Babası ikisini birdençekip götürüyor; Yahudi hayrette! Kendini zorkurtarıyor. Aman! Aman! Dokunmasın. Eyvah!İhtiyar kadının değneğine çarptı. Varda! Destur!Ben demedim mi? Poğaçacının sehpasınaayağını taktı.Oh! Bu ne kadar nazik, ne kadar terbiyeli…

Mavi püsküllü al fesi, sarı güzelce kesilmişsaçlarına, kaşlarına kadar oturtulmuş; lâcivert, içikırmızıya çalan gözleri huzurlu; bakışlarısevinçli, ağırbaşlı fakat azıcık endişeli.Pantolonu kısa, siyah çorapları meydanda.Bağlama ayakkabı üzerine temiz lâstiklerçekilmiş, eller serbest, ta önde kibarca yürüyor,arada balona bakıyorsa da hırslı değil, tokgözlü.Bayram geliyor. Düşünün babalar! Telâşınlüzumu yok! Masraf kapıları açılıyor! Fakatbunlar güzel günlere özel masraflardandır,kıskanılmaz. Sevine sevine alınır, giydirilir.Herkes herkesin gülüp sevinmesini ister. Oağlayan çocukları, bayram günü davulun arkasısıra gezerken; arabalarda, beygirler, eşeklerüzerinde giderken görseniz tanıyamazsınız.Bizimkiler de şimdiden ağlama-darılma yok,ama böyle giderse, gözyaşlarını anlatmaya bizde matbaada başlayacağız. Acaba ötekiarkadaşlar ne haldedirler? Herkesin bayramdacebinde harçlığı olur, gazete yazarlarının birparası bulunmaz. Sebebini soracak olursanız,onu da söyleyeyim. Sebebi; idarecilerin, bayram

günü elemanlar matbaaya gelsinler de işgörülsün, diye para vermemeleridir.Altıncı MektupBoğaziçi, yer yer mesirelerini açıyor. Sefagünleri yine geldi. Baharın kalan kısmı yazbaşlangıcı ile birleşerek, ne pek terletici, ne deüşütücü esen yellerle o zarif girintinin kıyılarınıve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan, derhal birkayığa veya sandala atlayarak gün batarkentepeden tepeye akseden renk oyunlarını,sahilden sahile vuran renkli dalgaları seyretmeyehevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça,o daracık yerde toplanan benzersiz tabiîgüzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğinburaları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsaHaliç, yalnız bir Sadabat’ıyla15 buralara karşıövünemez. Göksu,16 manzaraca ondan aşağıkalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiyesokulan sandallar, sağda solda dinlenerek günbatarken Küçüksu önüne çıkınca, suların coşkun

akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthanedönüşünde bulunur ki görülür manzaralardandeğildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahıgörmek istiyor. Gece, yıldızlı örtüsünü semayayayar yaymaz insanın içine, yorulmuş zihinlereferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissigeliyor; terlemiş alınlara rahat ve huzur verecekrüzgârlar temas ediyor.Göksu gölgeler içinde kaldığı zaman, batangüneşin son ışıkları, o hafif karanlık içinde ayrıbir güzellik aksi meydana getiriyor. Sulara doğrueğilen yaprakların uçları, toprağa doğru inendalların her yanı karararak renk zıtlıkları ortayaçıkarıyor. O zaman, ta içerilerden ağır ağırgelen, gittikçe hafifleşen uzak bir gürültü, birvakit oralarda aksedip kalan neşeli seslerin geridöndüğünü hatırlatıyor. Sanki zayıf bir seshaline gelmiş gibi boyuna tekrarlanan, gönülâlemlerine mahsus garip bir hüzün duyuluyor.İnsan, ağlamaya bahane ararken seviniyor.Sandal ilerledikçe, gölgeler koyulaşıyor. Bir yeregeliniyor ki, oradan öteye geçilmiyor. Uzun,karanlık, titreşimli, derin bir koridoru andıran bir

boşluk, iç burukluğu veren bir ıssızlık gitmenizeengel oluyor. İşte, Göksu’nun son şairanemanzarası…Geceleyin oradan çıkılmaya gelmez. Yuvadabarınan kuşlar, sanki insanların oradabulunuşundan hoşlanıyormuş gibi, ara sıra oyıldızlı semaya, sessizce akan suya baka bakaötüşürler. Uçuş yok, yalnız ilâhî, tabiî bir nağmehavalarda uçuşur, bir yerde duramayıp yineyuvaya döner. Ayın doğuşu, mehtap töreni ayrıayrı makamda ötüşlerle icra edilir. Belirenyıldızlar kesik, etkisiz ışıklarla, oralara esmergölgeler yağdırır.Ben böyle seyredeğer şeylere tesadüfedeceğimi bildiğim için, bu mevsimi oralardageçiririm. Dün, yine oradaydım. Gece, kıyısındadüşünceye dalmış olarak sona erdi.İşte, Göksu’daki duyuşlarımı size yazdım.Geceden bahsetmem dolayısıyla, bir aralıkhatırıma geldi. Bir imtihanda talebelerden birine:– Gece hayvanlarını say, derler.Bîçare öğrenci, canının pek ziyade

yangınlığından mı nedendir, derhal başlayarak:– Sivrisinek, tahta biti, tatarcık, pire! diyesöylenir.Nasıl sizde henüz bu sevimli mahlûklardanşikâyet yok mu?Ben, “dalları bastı kiraz”ı “çiğ bal” bastırdıderken, şimdi bu yadigâr17 çiftleşti. “Kurukaymaklı, vişneli dondurmam” diye gecegündüz, sokak sokak dolaşanları ne yapalım?Zavallı talebe, bunları saymayı unutmuşolmalıdır. Eğer sayaydı, belki tam numara alırdı.Allah bilir ya, artık yağmurların ardı alındıgibi. Fakat gözümüz yılmış, havada bir bulutparçası görür görmez, işkilleniyoruz.Bakırköy’den aldığım haberlere göre, yağmurBelediye Bahçesi’nde epeyce feyiz ve bereketmeydana getirmiş, bilhassa yeni yapılan havuzudoldurmuş.Yedinci MektupŞehrin hâkimi olan Voltaire’in Mikromega’sını

Fransızcasından okuyanlar veyahut Türkçe’yetercüme edilmişini gözden geçirenler, mutlakapireye, mikro; file, mega derler. Yani pirebüyümüş büyümüş fil olmuş; fil küçülmüşküçülmüş de pire olmuş gibidir. Fakat aralarındane kadar büyük fark var, değil mi? Birinde kocabir hortum, iri, sivri iki diş, incir yaprağıbiçiminde iki kulak, yerinde rahat! Kumandasınaalışmış bir çift göz, yayvan ve üstünde ahşap birköşk yapılabilecek denli büyük bir sırt, abanozdirekleri andırır dört ayak, ufak bir kuyruk;diğerinde -tutabilip de mikroskobun altında zaptedebilirsen ancak görürsün- acayip, fırıl fırıldönen, yalanan, uzanıp kısalan bir hortum, vıcırvıcır kaynayan birkaç ayak, sırt, göz vardır.Yalnız tabiatları birbirine uymaz. Birinin yanınagidilmez, diğeri insanın her tarafına sokulur. Birivahşî bir hayvan, diğeri evcil. Biri eve sığmaz,diğeri rahat durmaz; zıp zıp zıplar, minderdegezerken mama dadının ensesi budur diyeyapışır. Yatakta ayaklara sataşır, sofrada gerdanasulanır, merdivende bacağa dolaşır. Mutfaktabelkemiği üstünden hafif hafif yürüyerek

koltukaltı yoluyla sineye yanaşır. Yükte yorganarkasına sıkışır, bahçede süprüntüye karışır,askılıkta çamaşıra asılır, yaz gecesi sivrisinekledalaşır, iki parmak arasında üzülür, hilesindenbüzülür, bırakınca yavaş yavaş süzülür,aldırmazsan süratle yola düzülür, fındıkçı,hoppa, züppe, muzip, sevimli, köftehor birhayvandır.Lisanımızda her ikisi de dahil oldukları alandahayli önemli yer işgal ederler. Meselâ çokyiyenlere; “Fil misin mübarek?”, “O yalan, buyalan; fili yuttu bir yılan” falan denir.Arapça’dan alınan bu kelimeye Acemler “pil”demişlerdir. Şimdilik Türkçesi yoktur. Şiirdebenzeyen yahut kendisine benzetilen olduğuzaman, “Dünya bir pire, güneş de fildir” diyeyaygın bir söyleyiş vardır. Pire Türkçe’desezinlemek, kuşkulanmak, yani pirelenmekanlamına gelir. Atik olanlar için bizde “pire gibi”benzetmesi kullanılır. İhtiyar kadın manasındaolan “pirezen”deki pire bu manada değildir.Onun için dil bilginlerine göre, pirezen denildiğizaman pire kırıcı manasının verilmesi doğru

değildir. “Deveciyle görüşen kapısını yüksekaçmalı” denildiği gibi “Filciyle görüşen demutfağını geniş yaptırmalı” atasözününsöylendiğini Baba Yaver’in18ağzındanişitmiştim. Sahafın anlattığına göre fil, bilmekeyleminin emir kipinde olan bil ve pire dedikişte kullanılan tire veznindendir. Yabancıbirkaç dilde, fil kelimesi muhabbetanlamındadır. Filântrop, insan sevgisi, insaniyet,insaniyete âşık olan, demektir. Piro kelimesi depire kelimesi gibi gelmiştir. Pirotekni; ateş ilmidiye tercüme edilir.Sekizinci MektupGarip şey! Şu Amerikalılar ne tuhaf adamlar!İşleri güçleri yokmuş gibi ta yeni dünyadankalkarak eski dünyada bulunan şehrimize kadargelmişler ve demografi yani belediyelerin vebelediye sakinlerinin genel hallerinden bahsedenilmi, araştırmaya koyulmuşlar. Hatta Türklerlekurdukları muhabbeti meyhane âlemlerine kadar

vardıran Amerikalılardan biri New York’tayayınlanan Comic-Review adlı mizahî gazeteyeyazdığı özel makalede, memleketimizdefizyolojiyle19alâkalı birtakım yerlergöstermiştir.Bu yazarın söylediklerine göre şehrimizdegörülür görülmez hayretle gülünecek vegülündükçe kahkahaların büyüyeceği yerler;tiyatrolarla matbaaların içi.Ağlatacak ve zorla gözlerden yaş getirecekolan yerler; balık ve patlıcan satılan bakkaldükkânlarının önleri.Akşamdan uykusuz kalanlar için ‘kestirme’diye de ifade edilen ‘mızganacak’ yerler;Kadıköy’ün 4 ve 5 numaralı vapurlarıyla Haliççektirmeleri ve tramvaylar.Kavga çıkan mahaller; köprübaşlarıyla Şirket-iHayriye bilet barakaları.Mide hastalığına kuvvet veren yerler; herkeseaçık lokantalar.İshal, basur ve barsak hastalıkları için ilâçsatılan dükkânlar; Fatih kasaphaneleri.

Şehrin kuzey kutbuna tesadüf eden kısmı;şimdilik kömür depoları.Elbise mağazaları; Batpazarı (Bitpazarı).Sarhoşluktan kurtulmaya vesile olan başlıcayer; küfe.Görünür kazalar; muhacir arabaları.Kaza ve kaderin ekser gezindiği taraflar;bahçe havaleleriyle duvarları.Düşüp kafa göz yarılan, bacak kırılan, kolincitilen yerler; sokaklar.Para verilen mahaller; dükkânlar.Boş yere para alınan mahaller; köprü,Kadıköy vapurları.Geceleyin işleyen tramvay; Tünel.Gürültüsü az olan yer; kadınlar hamamı.Alafranse20 yemek yenilen yerler; Yani,Nikoli, Löbon, Isponek, Kare do Siüs,Gambrinoz, Bertoli.Alaalman21 jimnastik yerleri; Aksaray’danTopkapı’ya ve Samatya’ya giden büyük

caddeler.Alarus22 tiril tiril titrenilen yerler; Köprüüstü,başmuharrir odası, Rumeli şimendiferi23vagonları.Kulelerin göremediği duman çıkaran yerler;sigara ağızlıklarıyla pipolar.Sulak yerler; Kuruçeşme, Çukurçeşme,Aynalıçeşme, Selâmiçeşmesi, haftada iki defaTerkos boruları.24Kurak yerler; Balıkpazarı, Yemiş, Unkapanı,Cibali, Ayakapısı, Fener, Hasköy.Güzel havasıyla meşhur olan yerler;Kazlıçeşme, Kurbağadere, Balat, Kasımpaşa.Alaturka25 sohbet edilebilecek yerler; mahallekahveleri, sokak içleri, çarşı, köprüdeki beklemesalonları.Alışveriş merkezleri; Hanaki, Mezon Ruso veKafe do Komers’in gizli odaları, Konkordiya’nınrulet dairesi, Pale Kristal’in iç salası,Tokatlıyan’ın yukarısındaki bir çeşit hücre,Doğruyol’da ne olduğu pek de belli olmayan

özel yerler.Yağcı esnafı; kumarbaz yardakları.Miktarı günden güne artan nüfus; dilencilerlearabacılar.Yolda serbest yürüyenler; hamallar.Yol kesiciler; köpekler.Soyucu esnafı; düzinesini on beşe satan,indirim ilân eden şık mağazalarla, Tünelbaşındaki açık artırma dükkânları.Ot pazarı; Iştayn, Mayer, Viktor Tring,Goldenberg.Aktariye ve tuhafiye26 dükkânları; Bonmarşe.Antika; Galata Kulesi.Zeminden aşağıda bulunan bulvarlar; Eyüp,Karacaahmet, Edirne, Mevlevihane kapıları.İç deniz; Haliç, yağmurlu havalarda yolortaları.Dış deniz; Marmara ve etrafı.Kasten yangın meydana getiren; patlıcanvaktinde gündoğusu rüzgârı.

Lodosa karşı metris; Kadıköy mendireği.Poyraza karşı barınılacak yer; kömürünyokluğu nedeniyle yatak ve yorgan.Kömürcü sevindiren fırtınası; karayel.Bahar müjdecisi; leylek.Yaz habercisi; çiğ bal, dut.Sonbahar çığırtkanları; ‘âsâr-ı hazan’, ‘efkâr-ıhazan’, ‘ebkâr-ı hazan’ redif ve kafiyeli kaside-inuniye27 sahibi.Kış alâmeti; 1290’da basılan takvime göre kışrüzgârlarının esmeye başlaması.Sayılan günler; kasım, hıdrellez, ramazan,bayram, zorunlu olarak verilmiş söz, sıkıntızamanları, erbain,28 hamsin29 ve sittin.30Züğürt partisi; gazete muhabirleri.Paralı alayı; imtiyaz sahibi kimseler.Kibar takımı; Şirket-i Hayriye’nin Kuzguncukmüşterileri.Ayaktakımı; kunduracı alet ve edevatı.Tek olan insanlar; on ikilere kadar sırasıyla


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook