içindeyiz ve ihtiyacımızı elde etmek üzereyiz.Bir zamanlar “Yüksek zatınızın başımız üstündesaygı ile yer alan muhabbet mektubu…” falandenilirken, sadelik tarafını tutanlar bu kelimelerigereksiz görerek ve samimiyetle doğallığı çıplakifadede arayarak: “Kardeşim, mektubunu aldım”tarzında yazmışlardı. Fakat sadelikçiler de dikiştutturamadılar. Çünkü: “Kardeşim, mektubunualdım” pek bayağı oluyor. Anlatıldığına göre, bucümlenin sadeliğine dokunulmamakla birlikte,kelimelerden birinin atılıp silinmesi ile şöyle,yani “Kardeşim, beyaz veya mavi renkli kâğıtüzerine yazdığın satırları içine alan zarfı kabulettim” tarzında yazılacakmış.Kısacası, renklerin dilinden anlamak herkesiçin geçerlidir. Renklerden anlamak dedim de,geçen sabah Şirket-i Hayriye vapurlarındanbirinde yaptığım “renk”109 hatırıma geldi. İlkvapur. Daha kimse yok, Varsa da birkaç Frenk.Sigarayı yaptım. Kibriti unutmuşum. Aşağıya,büfeye gittim. Kahveci, kurulmuş oturuyor.Alçak gönüllülükle:
– Bir kibrit var mı, dedim.– Yok, dedi.Düşündüm. O masa gibi yerde bir ispirtotakımı duruyor. Kahveciye hiç renk vermeden,dedim ki:– Ben kahve içecek olursam, bunu ne ileyakacaksın? Bu söz, elektrik düğmesine basmışgibi, herifi yerinden oynattı. Hemen:– Buluruz, efendim. Arayayım. Müsaade edin,demeye başladı.Gerçekten de buldu. Çaktı, yaktım. Yüzüneşöylece bir bakış attıktan sonra:– Kahve içmeyeceğim, dedim. Öyle bozulduki yüzünün rengi bile değişti.Otuzuncu MektupPabuç arbedesine110 dair...Mahkemeye gidecek misiniz? Öncelikledikkatlerinizi bir ‘on paralık’ın cebinizdebulunup bulunmadığına toplamalısınız! Yoksa
giremezsiniz. Zira pabuççu denilenedepsizlikleriyle meşhur olan bazı adamlar siziyoldan men eder. Ama siz fakirmişsiniz, o günşahadete, davaya gelmişsiniz, yarım saatgecikirseniz kaybedecekmişsiniz, kiminumurunda? Pabuççu bu! İnsanın sade pabucunudeğil kendisini bile ters yüzüne döndürür.Herifler gürültüye pabuç kaldırmazlar. Ağacaçıksalar pabuçları yerde kalmaz. Bir kere onlar“Al abdestini, ver pabucumu” demeyiöğrenmişler. Merdiven başlarını kesip almışlar.Biz küçükken:‘Halayık! Halayık! Pabucuma lâyık’ kılıklı şiirparçalarıyla eğlenirdik ama bunlar ciddî şeyler!Bunlar çıkalı eski, terbiyeli odabaşıların,hademenin, kapı uşaklarının pabuçları damaatıldı. Pabucu büyüğün bedduası bile onlara kâretmez. Mübareklerdeki dil, dil değil pabuç!Şaka değil. Evvelki pazartesi günü saat altısularında birinci ceza mahkemesinde meydanagelen kargaşayı görenler hayret içindekalmışlardır. Fakir, adeta geçimini sağlayacakkadar parayı bulabilmekten aciz bir adam,
şahitlik yapmak üzere mahkemeye çağırılır.Bîçare, köhne pabuçlarını birer birer koltukaltınayerleştirir. O, zaruret hali ve fakirliğiyle bir resmîdaireye girildiği zaman, ona lâyık olan hürmetinsokakta gezdiği pabuçlarla girmemek olduğunudüşünen garibanın yoluna dikilir pabuççu:– On para!– Niçin?– Pabuç parası!– Pabuçlarım koltuğumda!– Nerede olursa olsun! On para!– Yok.– Yok mu? Öyleyse giremezsin...– Ne demek? Beni mahkeme çağırmış...– Ben bilmem, on para!– Vallahi yok.– Burası mahkeme değil. Yemin dinlemem...On para yahut dışarıya.– Çıkmam!– Çıkacaksın...– Çıkmam! İşim var mahkemeye gideceğim.
– Çıkmaz mısın? Yapış Mehmet.İki herif zavallıya abanıyorlar. Çek bre çek.Bu aralık adamın biri yetişiyor. Kalabalığıyararak:– Nedir o?– Onluğu vermiyor usta.– Vermiyor mu? Dur! Öyleyse! Polis al şunu.O ana kadar bîçareye inen sille, tokada karşıkayıtsız duran polis kımıldıyor. Üç kişi, bir debekçi dört. Fakiri yakalayınca kulübeyetıkıyorlar. Mahkeme mübaşiri, beyhude yere:– Şahit. Falan yerli falan geldi mi? diye kocamahkeme koridorlarını öttürüyor. Haberi yok kibekçiyle çırakları şahidi dövüp hapsetmişler dezavallı habire inliyor.Adliye gibi önemli ve devlet büyüklerindenfakir fukaraya kadar herkese açık olan bir yerdebunun gibi karışıklıkların meydana çıkması veorayı korumakla görevli olup huzuru sarsacaken ufak bir hadiseyi ortadan kaldırmakla görevliolan polisin, vazifesinin aleyhine bir bîçareninhor görülmesine meydan vermesi, gerçekten
üzücü hallerdendir. Öyle ümit ederim ki bukendimce yakınışım insafla ve dikkatle incelenirde pabuççular yerli yerinde bırakılıp işlerinedevam ettirilse bile, ‘Verenden al!’ adilprensibiyle garip, fakir fukaranın iki ayağı birpabuca konulur.Otuz Birinci MektupEvde eğitime dair...Evlerde çocukları küçük yaştan öğretim veeğitime başlatmaktaki yöntemin bizde daha eskiolduğunu göstermek amacıyla eski kadınöğretmenlerimizden biri aşağıdaki bir perdelikkomediyi ben kullarına göndermiştir.I. Perdeİki çocuk. Sofada.İkisi birden:– Birim birim, bir iki, varın sayın kaç ki? (Elçırparak) On ikidir, on iki.– Birim birim bir altı. Deniz dibi kum altı.Sayalım: On altıdır, on altı. (Ebe hanım giriyor.
Çatık kaş. Torunlarını çağırıyor. Koşuyorlar.)Ebe Hanım:– Dün öğrettiklerimi ezberlediniz mi?İkisi birden:– Uç uç kırlangıç. Kırlangıcın saçağı,eskicinin bıçağı, elimi kestim neyleyim, yağlıkgetir sileyim. Yağlığımı yoğurdum, gelinciğidoğurdum. Balcı kızı bıçakta, kahve dövenocakta. Atlara bindireyim. Köylere göndereyim.Ebe Hanım:– Geçen gün öğrettiğimi de okuyun bakayım?İkisi birden:– Ambarlar hep açıldı, alaca boncuk saçıldı.Alaca has boncuk. İlik düğme kaytancık. Ustaterzi diktiği, yengem hanım giydiği, giyip Şam’avarasın, Şam’dan üzüm alasın. Üzümü kızlaraveresin, kızlara helâl edesin. Ey kız taşı, kız taşı,yüzüğün elmas taşı, senin baban bey ise, benimbabam subaşı. Subaşının gelinciği, Ayvalık’ınbürümcüğü. Salınasın göreyim, sırma saçınöreyim. Getir kahve içeyim. Aksaray’a göçeyim.Aksaray’ın kilidi. İlim ilim ilidi. Akşam gelen
kim idi? Dayım oğlu Musacık, kolu budukısacık, yumurtadan büyücek.Ebe Hanım:– Aferin! Hani bunun aşağısı?İkisi birden:– Kızlar gider Halep’e. Anne ben de gideyim.Elli deve güdeyim. Ellisi katar katar. Al gömleksuya batar. Al gömlek benim olsun, içinde tenimolsun. Ali kardeşim olsun, Veli yoldaşım olsun,on parmağım gümüşten. Uzun yol bucak bucak,içinde demir ocak, demir ocak yıkılsın, mallarbize dökülsün.Ebe Hanım:– İşte bugünkü dersleri de veriyorum.Dinleyin:Beyim Urumeli’nde. Urumeli taşlıca 1 hanımsamur kaşlıca, 2 yengem çocuk doğurmuş,dıngala kabak başlıca, 3 elif pat pat, 4 mühür çatçat, 5 ebâ bülbül, 6 saçı sümbül, 7 leblebihanım! Lebbeyk. Bir elmayı nakışladım, 8Edirne’de gümüşledim, 9 Edirne’nin yiğitleri, 10belindedir divitleri, 11 kalem tutar, yazı yazar,
kâğıtçısı işler, bozar.(Çocuklar dikkatlice dinledikten sonra birerbirer çekiliyorlar. Ebe Hanım yalnız.)– Oof! Tatlı belâlar! Ne yapalım? Küçüktenöğrensinler. Sonra cahil kalırlar.(Perde iner)Bakın ramazana dair ne türlü telgrafnameleralıyorum:Beyazıt:Önceki gün öğle vakti minimini bir ayakkabıhırsızı yakalanmışsa da inlemelerine, çığlıklarınave tekrar tekrar gösterdiği pişmanlığa bakılarakserbest bırakılmıştır. (Ayakkabılarınızı gözönünden ayırmayın.)Beyazıt:Bazı muzipler ellerindeki ince, uzunmakaslarla tespihlerin sağlam ipliklerini keserekorucun keyfini bozmaya devam ediyorlar.Beyazıt:Emile Faguet’den111 aşırdığına asla şek veşüphe kalmayan o bildiğimiz (Trajedi izlemekten
ne zevk alınır?) makalenin savunmasında ŞehirMektupçusu’nun adının anılması herkesihayrette bırakmıştır.Sirkeci:Emile Faguet’nin Fransızca makalesi ile çalıntıolan bir çeviri, bilirkişi tarafından incelenmeküzere Paris’e gönderilmiştir.Otuz İkinci MektupBenim uzaktan bir bacım vardı. Bacı, diyeçağırmazdım da “Kara Anne” derdim.Aramızdaki muhabbeti sormayın. Ağzımdan bir“Kara Anne” çıkar çıkmaz onun ağzından da:– Yavrum, diye âşıkça bir sesleniş fırlardı.Zavallı kara anneciğim! Şimdi kara topraklaraltında, her neyse! Gelelim maksada. Karaannemin hotoza112 pek fazla merakı vardı.Hotoz dediler mi kara annem tencereyi, kepçeyi,kaşığı, tabağı, maşayı, ocağı terk eder odasınakoşar, o zamanın en moda renklerinden olan albir gaz boyaması çıkarır, aynanın karşısına
geçerdi. Gelsin artık tuvalet! Fakat o vakittuvalet kelimesi nerede? Şık, şıklık bile meşhurdeğil. Hem bu kelimeler nereden gelecek?Birbirine ekli trenler yok, Mesajeri Maritime,Frasine vapurları istedikleri zaman uğrar, eskiEdebiyat-ı Cedide şöyle böyle meydanda.Sembolün adı değil hayali bile edebiyatçılarınhatırlarında yer etmemiş. Hey gidi vakitler hey!Kara annem bir, bir buçuk saatte ancakaynanın önünden ayrılır, aşağıda et tencereyeyapışmış, pilâvın altı tutmuş, çorba taşmış, kedikilere girmiş, kuru köfteleri devirmiş, reçelkavanozunu çevirmiş, muhallebi tabaklarıüzerinden yürümüş, hamur tahtasının altındakemikleri kemirmiş kimin umurunda? Karaannem, al hotozu kıvırcık saçları üzerinekondurmuş ya. İşin güzelliği burada.İnsan çocukluk hatıralarını unutamıyor. Geçengün Kâğıthane’de hotoz görür görmez karaannem aklıma geldi. Ah! Sağ olaydı da şimdikihotozları göreydi? Ah! Ne çok sevinirdi ah! Beno özlemle o kadar dalmışım ki kadının biribaşında bir şey var zannıyla el aynasını çıkarıp
bakındı. Ben bu hali görür görmez kara annemibütün bütün hatırladım. Ayna, hotoz benim karaannem demektir. Şimdi bu iki kıyafeti, bu ikituvaleti kritik edeceğim!Kara annemin hotozu yüksek, iki üç bükümlü,tepesinin ortası huni bir çıkıntıyla süslü, başıngenişliğinden biraz ufak, sağa daha çokmeyilliydi. Güya hotozun hal dili; “Mutfaktaateşin karşısında al al oldum, aynaya bakıyorum,kendim de söyleyecek bir şey görmüyorum,gerçi saçlarım kıvırcık sonbülî (sümbüllü değil)biçimde, kıvır kıvır. Gözlerim kara, rengimsiyah, fakat al ki al hafifleştirilmiştir. Soğan,sebzevat ayıklamaktan dilim dilim. Sade ellerimmi? Gönlüm de öyle. Onun için bana bakma şual hotozuma bak” derdi.Gördüğüm hotoz böyle değil. Kestane karasısaçlar bağa, demir, kemik, fildişi, toplu, iri toplu,menekşe gülü iğnelerle, tokayla üç dişlitaraklarla toplanmış, uygun bir nezaketledüzenlenerek ensenin yuvarlaklığıkaybedilmemek şartıyla bir yarım küreyeçevrilerek uçları birbirine eş değerde her tarafa
dağıtılmış, yalnız kâkül olarak ön parçalardanbir parça ayrılarak alna doğru sarkıtıldığı haldeyine kıvrılarak bükülmüş. Artık bu güzel baş netürlü bir hotoz ister? Kadın bunu pek güzelbulmuş. Fakat kara annemin hotozu gibi al değil,kırmızı da değil, koyu ateş rengi diyeceğimgeliyor. İşte böyle ipekli bir şey. Onu İngilizlerinbasık, yansız, tepesiz şapkaları gibi dilim dilimbirleştirmiş. Öyle bir güzel karışım meydanagetirmiş ki baş bu hoş başlığı yüzdeki pudralıgüzelliği bozmadan kabul ederek, çehreninaçıklığı üzerinde beliren kaş, göz, kirpik, burun,ağız gibi güzelliği tamamlayan unsurlarını orenge, o biçime has bir uyum içine sokmuş. Haldili de diyordu ki: “Ben öyle içerisi boş, pufböreği gibi değilim. Bütün sırlı iplikler benimalnımda toplanmıştır. Eğer bu başa ben baskıolmasam o saçlar perişan olur. Dağılır, dökülür,sıkı fıkı durmaz, benim olmadığım zamanlardaonun ne hale girdiğini görmelisiniz. Bakyanındaki hanıma, bahar gibi, sarı güllü,fiyonklu, sağdan sola doğru kabara kabaradüşen yan saçları arasında gizli krizantem
taklitleri, orasını bahçeye döndürmüş, baktıkçagönül açılır. Öteki arabadaki hafif havaî,beraberindeki açık kır, feraneli ceplere bakın.Başlarındaki hotoz değil, birer üst üste binmişkatlar. Zarif, eflâtun renkli, neşeli birer balon…Sahibem hissimce onlara benzemez. Bir keresevmesin hemen yanar mahvolur. Aşk vesevdadan pek korkar. Gösterişlerden bile titrer,onun için bekleyişindeki küçümseme parıltılarısizi incitir. Naziktir, dikkatli bakmayın,şüphelenir. Zor beğenir, mutlaka kendi gibi azrastlanır bir güzellik arar. Hiçbir kıyafet, tuvaletalaycı dilinden kurtulamaz. Vefalıdır, herbaharda buralara gelir. Sitemkârdır; tebessümlerealnını buruşturarak karşılık verir, dolaşır daherkese kendisini sevdirir. Şairedir, gönüladamının dilinden anlar. İyilikseverdir; fakatrahmetinden ve şefkatinden haberdar etmez.”İşte kara annemin modasıyla şimdiki modaarasında fark, bir hotoz ama söyledikleri insanıgünlerce düşündürür.
Otuz Üçüncü MektupSular’a gideceğim diye gece erken yattım.Evin sokağa bakan odaları biraz havaaldığından, şu insanı buram buram terletenbunaltıcı mevsim çekiliyor. Zaten, kendikendime uyandığımı bilmem. Ya simitçi, yabörekçi, ya sebzeci beni erkenden uyandırır. Ogece de fena halde dalmışım. Odanın içinde:– Kuruuu, diye bir nara çınlayınca uykudansıçradım. Şaşırmışım. Neuzibillâh! Ben “kuru”yuişittim ya. Alt tarafını da uydurdum.Kuruçeşme’de yangın var zannettim. Saatebaktım beş. Yangına üzülüyor, “İnşallah çabuksöner!” diyorum. Bir de, o ses biraz ötedenyankılanmasın mı? Kimmiş biliyor musunuz?Dondurmacı. Herif, gece yarısı:“Kuru kaymaklı!” diye bangır bangırbağırıyor. O ne dehşet efendim! Sabaha kadaruyuyamadım. Zaten amacım, bizim kararsızBoğaziçi yazarını bulmak için verdiğim kararıerkence yerine getirmek, evde bulup sıkboğazederek bir güveç âlemi yaptırmak idi. Güneş
çıkar çıkmaz, ilk trene bindim. Soluğu Köprü’dealdım. Meğer pazar günüymüş! Benden öncegelenler de varmış. Yukarı salona çıktım.Mahaşerallah! Madam, matmazel, dam, mis,leydi, hepsi tamam. Fakat ne garip manzara!İnsan, çiçeklikte oturuyorum zannediyor.Şapkalardaki çiçeğin haddi, hesabı yok. Bazısı,menekşe sepetini ters giymiş gibi, içi çiçekli dışısade. Bazısı koca ortanca, gül, yaseminvazosunu -bizim dolmacı zenciler gibi- başlarınabulunmaz süs diye kondurmuş, kabarık, dallıbudaklı görünüyor. Kısacası rengârenk, hoş birmanzara.Bir yer bulup oturdum. Hava sıcak.Kısmetinde olanın kaşığında çıkar, derler. Bizede daima kısmet olan hava, bu sefer yelpazedençıktı. Meğer iki şişman madamın arasınaoturmuşum. O terliyor, beriki terliyor. Oyelpazeyi sallıyor, beriki sallıyor. İki taraftankurtulan esaslı hava yalnız benim yüzümeçarpıyor.Karşımda bıyığı, sakalı tıraşlı, kalın gözlüklü,ihtiyarlığına göre yadırgatacak derecede şık,
vakarlı bir İngiliz ile inadına hoppa, züppe,kalkık ucu sivri, sertleştirilmiş bıyıklı, yanağıkızarıncaya kadar tıraş edilmiş, hafif mavigözlüklü, cingöz, son modaya göre giyinmiş,dik bükme yakalı, parmağında üzerinde“souvenir” (hatıra) falan yazılı üç dört yüzükbulunan, yarım fırak mı, jaket fransez mi nedir,haniya insanın ne önüne, ne ardına hayrıolmayan şeyden giymiş, pike yelekli,görülmeyecek derecede ince kordonlu, paçası azbol pantolonlu, kırmızı beneği olan çoraplı birBüyükdere mösyösü oturuyor. Paris’ten atlayıp,Viyana’dan geçip, Berlin’e şöyle bir göz atıp,İtalya’nın Milano, Roma, Napoli şehirleriniharitada gördükten sonra Londra’ya bir hasret“ah”ı yollayan, Amerika’nın Washington, NewYork, Philadelphia gibi beldelerini sergizamanlarında kılavuzlarda okuyan, seyahatiyalnız bizim İzmir’i görerek Kordon’da aşağı,yukarı gezinmekten öteye gitmeyen bu şıkmösyö, galiba o İngiliz ile tanışık olmalı ki, banadoğru gözlüğünün yanından baktıktan sonra, pisbir Fransızca ile dedi ki:
– Karşıdaki mösyö bu sıkışıklıkta nasıl havaalacak?Bu cümle ağzından çıkar çıkmaz İngiliz,gözlerini gözlüğünün üzerine çıkararak banabaktı. Rengi uçmuş tatlı dudağını büzdü. Fakatsağ tarafımızdaki madam, dilbilir takımındanimiş. Birden bire dillenerek, sağlam bir Fransızcaile:– Yelpazelerimiz emirlerindedir, dedi ve banadönerek:– Mösyö, sizi rahatsız etmiyorum değil mi,gibilerden iltifat etti.Ne dersiniz? Mösyö, o sıcak havada, bu zarifazarlama üzerine ne terledi, ne kızardı. Adam,bildiğimiz biracı Bomonti’nin buz takımı gibi.Madama iltifatından dolayı orta bir Fransızcaile teşekkürler ettim. Madam bilgili. O Frenktaklitçisini bile bozdu. Sözleri güzel. Fakatdurmadan terliyor. Ben de, terlesin deyelpazeden faydalanayım diye, dua ediyorum.Arnavutköy’e gelinceye kadar, zevkli sohbetiyleşereflendim. Orada bendenize veda ederek
ayrıldı.Madam ayrılır ayrılmaz, garip bir hava olayıoluverdi. Solumdaki madam yelpazeyisalladıkça sol tarafım serinliyordu. İngiliz, sırtınıgüneşe vermiş, madamın kalktığını görünce boşkalan o yerin önüne geldi dikildi. Yerin ateşigeçsin, diye bekledi. Vapur Bebek’e doğrugelirken oturdu. Şık mösyö, İngiliz’e o pisFransızca ile cinaslar113 söylüyordu. Nedersiniz? İngiliz bana da sulanmasın mı? Odediğim dil ile:– Mösyö! Yaptığım iyiliği unutmazsınızzannederim, demesin mi? Patlayacağım. ŞıkFrenkçik karşımda korlu mangal gibi duruyor.Ona da:– Teşekkürler ederim, dedik.İngiliz, Bebek’e çıktı. Kısacası şık mösyöSemer Palas mı derler, ne derler, orayagidecekmiş. O da Tarabya’da indi! Biz de,Büyükdere Gazinosu’nda oturanlara gülücüklersaçarak, Mesar Burnu’na vardık. Çıkar çıkmaz,bizim yazarın nasılsa seçtiği, Hidayet’in Bağı’na
düştük. Eteğine sıkı sıkı sarıldım.Beni görünce güldü:– İsabet! Ben de güveci hazırlamıştım, diyerekcebinden koca bir kâğıt çıkardı. Meğerhazırladığı güveç değil, Sarıyer güveçlerinintarifiymiş! O okudu, ben acıktım. Tuzunu,biberini, baharını anlatırken susadım. Ensonunda vakit, saat gelmiş olmalı ki Hidayet’in oşakırtılı bağından kalkarak eve gittik. Hakikatengüzel bir güveç yiyerek, Çırçır’a yollandık.Çırçır’da, kendi kendime:– Ah direktör! Gel de bizim şu rahat, sakinhalimizi gör. Biri seyyar, biri kararsız. Fakatburada şimdi oturuyorlar, derken yazar:– Canım sıkıldı. Hünkâr Suyu’na gidelim,demesin mi? Yallah! Kalktık. Yokuşun başındaeşeklere binerek, çıkmaya başladık.Ben, nasıl bir tehlike üzerinde olduğumubiliyordum ya. Ne yapayım ki, bir kere uyduk.Tam yolun ortasında, bizim dermansız binekyuvarlanmasın mı? “Attan düşen ölmez, eşektendüşen ölür!” derler ama bu atasözü her zaman
doğru çıkmıyor. Hayvanı oraya bıraktık.Hünkâr Suyu tıklım tıklım. Güçlükle, birersandalye bulduk. Oturur oturmaz, elinde tepsitutan seyyar garsonlardan biri buz gibi bir kahveverdi. Dumanı üstünde bir şişe su getirip fırladı.Otuz Dördüncü MektupAda vapurunun saat onu on veya bir çeyrekgeçe kalkmasına dair...Akşam saat dokuz buçukta İdare-i Mahsusavapurlarının yandan, baştan halatla bağlandığıtek yer olan köprü dili veya tahta mendireğinüzerinde kakma, itme, dayanma, nasıra basma,şemsiyeyle göze, fese, enseye sürtme ameliyatınıgeçirdikten ve herkesle omuz omuza öpüşüpnefes nefese geldikten sonra Adalar hattına biletalmak için gişeye varılır. Bozuk parabulunmayıp da biletçiye mecidiye verilecekolursa özel olarak toplanıp devredilen, her ikitarafı silik, ya kenarlarından bir kısmıaçgözlülük ve hırs ile dişlenmiş, koparılmış ya
da darbe sonucu hepsi yumru yumru olmuş üççeyrekle uçuk çividî mor renkli dikdörtgen birbilet alınır. Gürültü, kıyamet, izdiham,mahaşerallah! O köhne köprü parçası dubalarınesneme kuvvetiyle denizin derinliklerine doğrualçalır! Canhıraş bir seda:– Varda, diye akseder.İsterseniz çekilmeyin. Heybeli’ye bir konsoltakımı gidiyor. Hamal ter içinde, adımlarahenkli, çarpınca yarar, ezer, çürütür, düşürür,devirir.– Destur!İsterseniz kaçmayın. Büyükada’ya karyolagidiyor. Kurulmuş gibi enine tutulmuş. Beşadımlık yer açarak, uyuyanları ikaz edecekdehşetle ilerliyor. Uç demirlerinden biri takılacakolursa elbiselerde, şemsiyede bir cayırtı, el, suratve diğer yerlerde cızırtı, çocuklara dokunursazırıltı, kendine güvenenlere dokunursa sızıltı,yemiş sepetlerine rastlarsa döküntü, madamınceketine asılırsa kocasında mırıltı meydana gelir.Fakat kim aldırır? Hem işitmiyor musunuz
memur bağırıyor:– Vapur kalkıyor! Beyler, efendiler, ağalar!Kalkıyor! Bununla birlikte ağır dönen çarkın,pes sesli şarıltısı uzaktan uzağa, buhar tutmayankazanın ufak, ince düdük borusundan kulakyırtan, baş ağrıtan bir patırtı yakından yakınakulağa erişir. Sizde bir acele, kalkıyor!‘Kalkacak ama yetişmezsem… Ahyetişebilseydim! Acaba kalktı mı?’ gibi birpanik! Fakat boşuna bir acele! Malum ya. Aceleişe şeytan karışır! Ayakkabınızın sivri ucuköprünün deliğine girmiş, bir hamlede dikişlerisökülüyor, şemsiye burunsuz kalmış, varsınkalsın ne zararı var? Derken iki kapılı birparmaklıktan biletin bir tarafını keserekgeçiyorsunuz. Dik, korkuluksuz (bereket versin,hiç çıkamazdık) bir merdivenden cambaz gibiterazileyerek güverteye tırmanma hareketinebaşlıyorsunuz. Vapur da ikinci düdüğü çalıyor.Bir duman, bir duman! Bir telâş bir gürültü!Gönüller hah kalkıyoruz haykırışıyla sevinçdolu, gözler vapurun arkasından açılacakköpüklü yüzeye çevrilmiş, kulaklar langır langır
jangırlop ahengine uymuş makinenin sesinedönmüş, ağızlar adada ucuz barbunyabulacağım arzusuyla sulanmış; fakat vapuryürümüyor. Saat on, tam vakit! Bir fısıltı:– Niye kalkmıyor?– Bilmem?– Acaba bizim saat...– Hayır efendim, benimki Yeni Cami...– Benimki de. Fakat niye kalkmıyor?– Mösyö. Quel heure estil?– Dix heurse.– Juste?– Etcinq.– Oidiable!Zaman bu! Durur mu? Geçer. İşte saat onu ongeçiyor! Fısıltı makinenin gürültüsüyle yarışıyor.Acaba niye bekliyoruz? Kimi? Kimi mi? Bakın,köprü memurları, biletçiler vaziyetlerinideğiştirdiler. Selâm duruşu! Önler ilikleniyor.Aha, puhu! Bıyık, sakal düzeliyor. Şist! Geliyorsesleri işitiliyor, yer açılıyor: Kırmızı fesi oturma
kalıp, püskülü sağ tarafa eğik; bol, kara, bükükkaşlı; sağı biraz kayık siyah gözlü; buğdayrenkli; kıranta bıyıklı; elde kavuniçi şemsiye,devetüyünün koyusu ganet, beyaz gömlek,yuvarlak düğme, fiyonga kravat, yandan cepliceket, pike yelek, çizgili pantolon, kırmızı potin,dik yürüyüşlü, hiddet ve neşeyle karışık, vakarve gururla donanmış biri görünüyor. İşte ‘E’l-intizâru eşeddü mine’n-nâr’114 manası hakikatrengiyle boyanıyor. Derinden çıkan bir ses:– Tomhayt! diye makineleri çeviriyor onu on,on beş geçe yola koyuluyoruz. Şimdi bugösterişe, bu hale kızıp da İkdam’ın fıkra fıkraİdare-i Mahsusa vapurlarına karşı konuşmasıhak mı, değil mi? Söyleyiniz bakayım.Otuz Beşinci MektupHoca merhum, bir gün ceviz almış. Eve gelirgelmez, ceviz kırıcısını yakalamış. Cevizlerikabuğu ile döverek yemeye başlamış. Karısı buhali görünce:
– Aman efendi, ne yapıyorsun? Ceviz kabuğuile yenmez, demiş.Hoca, karısının tembihini saflığına vererek:– Sen gerçekten budalaymışsın! Eğer cevizkabuğu ile yenmeseydi, kabuğu ile birliktetartılır, satılır mıydı? diye karşılık vermiş. Şimdi,benim halim de Hoca’nın haline benzedi.Sokakta gezmek mümkün değil. Hacı Reşidyakalar:– Seni küçük yaştan beri tanırım. BeniDekadan olmuşum, diye yazmışsın. Benimyaşım buna elvermez. Yapma, günahtır, der.Hayalî Kâtip Salih,115 gücenmiş gocunur.Hasan, “İlânlarıma bakma, seni de yazarlar”yolunda imalı sözler söyler. Küçük İsmail116görünce, yan yan bakar. Ses ve saz sanatçıları,“Ne istedin de çalmadık? Bizi niçin sergiledin?”diye şikâyet ederler. Bakkal önlüğünü atmış,dükkândan fırlar: “Benim pastırmalarım,sucuklarım hilesiz inek etindendir.Kayseri’nindir. Mübarek günde alışverişimidurdurdun. Yazıktır oğlum, etme!” diye ter ter
tepinir. Belediye memurları peşimde: “Ne zamantemizliğe dikkat ettin? Bizi ekmeğimizden miedeceksin?” diye darılırlar. Köprü memurları:“Örtülü İslâm hanımlarına ağır lâf etmiyoruz.Sövüp sayarsak ağzımız kurusun!” diye garantiverirler. Arabacılar: “Ne yapalım? Yollar yokuş.Araba kendini alıp gidiyor. Para cezasıvermekten imanımız gevredi!” diye söylenirler.Tramvaycılar: “Atlarımız cılız. Suç idarenindir.Sen yazdıkça bizden kesiyorlar!” şeklindesızlanırlar. Dekadanlar, taraf taraf olmuş: Kimisiboşboğaz; kimisi saçma sapan şeyler yazdığımıotelde, kulüpte, dans odalarında, resepsiyonsalonunda, madamlar yanında, şekerlemecidükkânlarında, ramazandan önce birahanelerde,ramazanda suarelerde, “Tarik”e ilân ederler.Baba Yaver, küplere binmiş: “Nazarı değdi. Birşey yiyemiyorum. Mübarek günde iftaraçağırmıyorlar!” diye bağırıp durur. Yeni Nailî-iCedid: “Beni dünyaya maskara ettin. Plânlarımımahvettin, şairliğimi halka bildirdin. Benimlekonuşma!” tarzında sitemlerde bulunur.Kadıköy’üne geçecek olursam, Tünel’in
kayışı kopar. Eczacılar şişe, imbik, sargı, pomat,pudra elde: “Bayat ilâç satmıyoruz, yalansöyleme, ucuz peçete yapıyoruz!” avukatlığı ilebeni inandırmaya çalışırlar. Artık, daha başkaesnaf ve memurları da siz zihninizde bulun!Zavallı ben, zavallı ben! Ağzımı bıçak açmıyor.Sessiz sedasız, bin lirayı bekliyorum. O Şehzade,Haliç, Beyoğlu, Galata, Eski Alipaşa,Okmeydanı, Üsküdar, Toptaşı ramazan yazarlarıyazıyorlar. Beni elebaşı olmak üzere gösterip,incitici saldırılardan kurtuluyorlar. Bakın ben deyazarım. Yazarım ama haklı yazarım. Meselâ:Tramvay arabalarına yedekçi, tontonlarımarömorkör, Tünel’e yeni kayış, Haliç vapurlarınatehlikelerden kurtuluş, Rumeli şimendiferimemurlarına dayanıklılık, eczacılara insaniyet,doktorlara ustalık, gazete habercilerine iyi niyet,direktörlerine cömertlik, idare memurlarınakuvvet, yazıcılarına servet, İkdam’a takat,Tarik’e genişlik, Tercüman’a maksadınıanlatabilmek için kudret, Sabah’a117 güzellik,tiyatro tenkitçisine bir gece sehere kadar hizmet,belediye memurlarına temizlik, köprücülere
dikkat, arabacılara uzak görürlük, ezilip vefatedenlere rahmet, yaralanıp bir tarafı kırılanlaraafiyet duasıyla işe girişerek... “Tefecilerde insaf,peşin yüzde on faiz alan sarraflarda kuru lâf,tramvay ahırlarında arpa, saman, yulaf, “çalma”hakkında iki taraf için ahlâk, Dekadanlar ileTopatanlar arasında anlaşma çaresi, ekmekçiesnafı gibi esnaf, lokantacıların yemeklere türlütürlü yağ ve salça karıştırdıkları davasında yalanyoktur” der. Konuyu zaman zaman değiştirerek,başında sarık ile dilenciliğe kalkan edepsizleriZaptiye Nazırlığı’na göndermek,Zincirlikuyu’dan ta Edirnekapı’ya kadar gidencaddenin tamirini İkinci Belediye Dairesi’nebırakmak için elimden geleni yaparım. Sanırımbu yazdıklarım, hiçbir zaman suçlu görülmemesebep olamaz. Özellikle kimseye fark ettirmedenoruç yiyenleri ortaya koymak için bütünmemurlara gösterdiğim ayırt etme ölçüsü, beniminsanları suratlarından anlamakta ne kadaryaman olduğumu bildirdiğinden, yüzüme dikdik bakanların fikrini anlamakta zorlukçekmeyeceğim doğaldır.
Otuz Altıncı MektupÖncelikle görevimi yerine getireyim.Ey yüce okuyucular,Bayramınız mübarek olsun. Cenab-ı Hakİslâm ümmetini daima bir bayram saadeti içindebulundursun, âmin.Gelelim şimdi konuya:Bayramda herkesin cebinde bulunur ya;benim inadına bulunmaz. Dün direktöre yazdım,aldırmadı. Akşama doğru kapıdan dokunaklı birçehreyle girdim, çakmadı. Yavaş yavaş yanınasokuldum. Hemen bir iş buldu, yarım saat kadarbaşından savdı. Sonunda iş amana bindi.Konuşmaya giriştik.– Aman Müdür Bey, yarın bayram!– Ya!– Evet.– Öyleyse erken gel.– Peki efendim, fakat...– Fakatı falan yok. Sen yaşlı başlı adamsın.Namazı kılar, kurbanı keser, bir parça kavurma
çiğner, trene biner gelirsin.– Peki, ama ben daha kurban almadım.– Allah! Allah! Al efendim.– Param yok.Müdür suratını astı, fena halde içini çekerek:– Benim de.– O zaman ben de kurban kesemem.– Daha iyi ya! Öyleyse erken gelirsin.– Evet, erken geleyim. Şu parayı verseniz deben gece de burada kalsam olmaz mı?– Param yok, demedim mi?Döndüm “Cepte bir mecidiye, üç çeyrek, yüzon para var” mısraını okuya okuya eve geldim.Şairlerden biri kurban bayramı yaklaşıncazenginlerden birine bir kasidecik yazarak:Sana kurban olayım nerde benim kurbanımdemiş de evinin avlusu mandıraya118dönmüş. Ben o kadar yalvardım da bir uyuz keçibile alamadım.Acaba bayramda Kâğıthane’ye gidenler
bulunur mu? Dördüncü günü de hıdrellez.Seyredin kuzu dolmalarını! Aman hıdrellez!Bizim cüce Hayati bile yeşilleniyor. Bu bahardabir parmak daha büyüdü. Başına bir kırmızı feskondurmuş. Bakla tarlasındaki gelinciğiandırıyor.Dün ikindi vakti fena halde korktum. İspanya-Amerika savaşını okuyordum. Bir de bum!demesin mi? Kendimi Havana’da falanzannettim, fırladım, bu düşünceyi def ettiktensonra bizim Sabah yazarları aklıma geldi.Zavallı meslektaşlarım Matanzasbombardımanında ne yaptılar diye düşünürkenAjans Enternasyonalden telgrafnameleri aldım:Matanzas, 19 NisanSabah habercileri şehrin topa tutulduğumüddetçe uyumuşlardır.Havana, 19 NisanHalk savaş haberlerini almak için sabahpostasını şiddetle beklemektedir.Givest, 18 Nisan
(Bu telgrafname biraz gecikmiştir.) Bu sabahbir dalgıç bölüğü denizaltısı buradan Küba’yagitmiştir.New York, 19 NisanDenizden kolayca kaçmak için Edison’unkeşfettiği ayakkabılar Garibaldi ve Yunangönüllüleriyle diğerleri taraflarından müthiş birövgüye lâyık görülmüştür.Otuz Yedinci MektupÇocukluk hatıralarına dair...“Yeraltında babam bıyığı! Nedir o, bil?” diyeküçükken dadınız veya komşu Habibe Molla’nınsöylediği bilmeceyi halletmek için ne kadarzahmet çektiğinizi hatırlıyor musunuz? Eskikadınlar, çocukların zihinlerini bilemek için, bugibi karışık şeylere başvururlardı. Ah! Şimdi, okadınlar nerede? Hele, o zeki çocuklar neoldular? O çocuklar ki bilmece söylenirsöylenmez kaşını çatarak, parmaklarına bakarak,birdenbire:
– Pırasa! derler ve orada bulunanlarımükemmel dehalarına hayran ederlerdi. Şimdionların hepsi büyüdüler, bıyıklı, sakallı oldular,başka bilmecelerle uğraşıyorlar. Ah! Ah! İnsan,buna nasıl üzülmez? O zekâlar, söndü de fitilikalmamış lâmbaya döndü. Hele “Yeraltındakınalı”nın havuç, “Yer üstünde babam başı”nınlâhana, “Kapısını örttüm güm dedi, içeriyegirdim bum dedi”nin hamam, “Masal masalmatitas, kaynanamın başı tas, çukura düştüçıkamaz, pır pır eder uçamaz”ın pire, “Gidigidiver, şu gidiyi tutuver, ne tatlıca eti var,tutulmaya niyeti var”ın balık, “Ben giderim ogider, önümde tın tın eder”in sakal, “Yeraltındakazan kaynar”ın karınca, “Çat burada, çat kapıarkasında”nın süpürge, “Ne yerdedir ne gökte,cümle âlem içinde”nin ayna, “Sürdüm kustu,çektim küstü”nün kahve, “Bir küçücük fıçıcık,içindedir turşucuk”un limon olduğunu bilenleryaşça hayli ilerlediler. Haniya, yolda bir kadınile bir erkek giderken, şehrin zabıtası çevirmişde kadına sormuş ki:– Bu yanındaki erkek kim?
Kadın almış:– Canımın canı, canımın canparesi, yiğidinanası, kocamın kaynanası! demiş. Acaba o erkekkim imiş, gibi mutlaka bir sorulan soruya birçırpıda:– Kardeşidir! diyen, Keloğlan, Dev Anası,“Fesleğenci kızı, fesleğenci kızı! Fesleğenekersin, fesleğen biçersin, fesleğenin yaprağıkaçtır?”, “Bey oğlu, bey oğlu! Yazı yazarsın,kitap okursun, bizde Dekadan kaçtır?”, “Anne,bulgur sıktı beni”, “Kızdım anne, geleyim mi?”,“Ayşe kız, balıkları n’ettin?” masallarınıdinleyenler bile ihtiyarladılar.Şimdiler Karagöz’de Bekrî Mustafa’dan119korkanlar, Büyük Müslim’de nara atıp YalovaSafası’ndan memnun olanlar, piyasada lâfatanlar, Kanlı Kavak’ta ağlayanlar romancı;Hamam Oyunu’nda terleyenler nezleli; Ferhat ileŞirin’i dinleyenler dağdeviren; Karagöz’ünBeyliği’nde tuvalet yapanlar şık; BahçeDaveti’ne120gidenler Dekadan; TavukPazarı’nda şair seyredenler Topatan olup Zuhurî
Kolu’nda121tekerleme, Balık Pazarı’ndagözleme bekler haldeler. Hey gidi zaman, hey!Ne de çabuk geçti! Daha dün ceviz oynuyorduk:Var bir zaman ki nâza peşîmân eder seniBen şimdi söylemem o zaman söylerim sanaAjans Enternasyonal Tavuk Pazarı,122 13OcakMeşhur Askılı Kahve’ye, aşağıdaki asılmışbulunmaktadır:Bu havadis neredendir acaba?Dekadanlar top atmışlar mı?Pembe rüyaları seyretmek içinKırmızı uykuya yatmışlar mı?SirkeciÇalma meselesinden bıkıp usanan kalemsahipleri Naci’nin123 ruhuna sığınarak:Benimsemiş bizim üç beyti bir neşide-fürûş124Onun cihana tebessüm gelir bu halinden
Benim mi yoksa değil mi tereddüdünde henüzDemek ki yok haberi kendi intihalinden125demektedirler.Otuz Sekizinci MektupSöz kıtlığında asmalar budayayım. Şu haberkıtlığında Şirket-i Hayriye idaresinin artıkherkesçe bilinen yolsuzlukları devam etmemişolsaydı zavallı haberciler ne yapacaklardı?Acaba İdare-i Mahsusa vapurlarına girip çıkarakhaber anlayıp anlatmaya mı çalışacaklardı?Söylentilere bakılırsa yazı işleri bölümü bir kıt’ateşekkürname hazırlayıp şirket idaresine sunmuşve kendileri için bir büyük sermaye olan vearalıksız devam eden şu münasebetsizliğin sürüpgitmesini rica etmişler. Fakat idare üyeleriarasında kendini sözü dinlenen biri olarak görenkişi, meclis arkadaşlarını önemli bir girişimesevk etmekte olduğundan, ricaları kabuledilmeyecekmiş. Bu girişim, gazetede şirketaleyhine ne yazılırsa ve ne türlü yenilik istenirse
aksinin gerekliliğine razı etmekten ibaretmiş.Hatta adı geçen üye bir yerde:– Şirket inadından dönerse istifa ederim, diyeyemin ederek vicdanının sesinden eminolduğunu beyan etmiştir. O halde emin olmalıdırki şirket kendilerinin varlığından söz ettikleriyanlış düşüncede emin bir tavırla ısrar edemez.Hayırlı işlerde bile inat etmek kabul edilirdeğildir. Nerde kaldı ki Şirket-i Hayriye’de!Pancar turşusuna dair…Çarıkçı’da ters ayakkabı giymek suretiylesoluğu Mısırlıoğlu bağında alan ve orada pabucueline verilen kişi meğer âşıkmış. Hem de karasevdalıymış. Yanıyor, bayılıyor, onun için -ah ovefasız için- ölüyor, onun için çıldırıyormuş.Sıkıntılı halini anlatan fıkrayı gazetede görürgörmez çakmış çakıştırmış, takmış takıştırmış.Göz bir yana, ağız bir yana pancar turşusunadalmış… Mübarek de boyalı mıdır boyalı...Rekabet hissi de belâlı mıdır belâlı...Düşünmüş… O vefasızı hatırladıkça gönlünüağlar zannetmiş… Yürümüş... Yürüdükçeyürümüş. Ama kendi de bitmiş… Kafa dönmüş,
bu dönüş sinirlerine dokunmuş… Midesidönmeye başlamış… Bulanmış… Dertli başınıbir duvara dayayarak kendini bırakmış. Ah! Negüzel mehtap! Ne güzel aylı gece! Ayın hafifışığı ortalığı parlak gölgelerle örtmüş… O hâlâçıkarmakla meşgul... Bir de baksın ne?Ağzından kan boşanıyor. Ortalık kıpkırmızı...Derhal ölümün yaklaştığını işaret eden dizbağıçözülmesi, göz süzülmesi, el ayak büzülmesi,yürek üzülmesi gibi haller görünmüş. Bununüzerine şiddetli bir korkuyla bağırarak:– Adamlar! Bana yazık oldu... Gençliğimemerhamet etmedi... Vefasız… İşte senin içinhayatımı feda ediyorum. Ne olurdu ha, neolurdu? Allah’ın kulu… Bak şu halime… Kankusuyorum, kan! diyerek pancarın iri saplarınıpıhtı, suyunu kan olarak görmüş ve orayayığılıvermiş...Taze HavadisBüyükada’da kaldırım yapılmıyor diyeİkdam’ın ve ondan naklen şehir mektubununortaya attığı şikâyetleri enine boyuna araştırarak,
belirtilen adada bilmem ne senesinden nesenesine kadar elli bin arşın kaldırımyapıldığının defterler üzerinde kayıtlı olduğu vebununla birlikte, İkdam gazetesi ve şehirmektubu fıkrasının yalanlanması için, birininSabah’ın Heybeliada’da bulunan habercisineişten atılma mektubu gönderdiği bildiriliyor.Adada dil denilen yerde uzaktan uzağa el veayak vasıtasıyla haberleşen iki zattan biri:“Daha sana söyleyeceklerim çok!” manasınagelen ve şahadet parmağının dudak önündenfırlama suretiyle beş on adet titremesinden sonradüz durmasından ibaret bulunan, ciğeridikiliyormuş ıstırabını verirken yan taraftanbirinin görünmüş ve zavallının şu tatlısohbetinden dolayı parmağı ağzında büyük,gölgeli bir levha şeklinde kalmış olduğu, dünakşam işitilip bu sabah yayılan yerelhaberlerdendir.Otuz Dokuzuncu Mektup
Dert dinler misiniz? Dinlerseniz anlatayım:Meğer ben alâkalıymışım. Türkçesi, birine abayıyakmışım. Ama nasıl yakış? Fena; içim dışımcayır cayır yanıyor, gönlümde acı bir emel var,kalbim çarpıyor, beynim dönüyor, gözlerimağlıyor. Bütün hayatım onun olsun, seviyorumvesselâm. Boşuna Âşık Garip sazını alıpfırlamamış. Kerem’in Aslı uğrunda kül olduğunugörüp ibret alın.Yanıyorum efendim. Âşıklık arabacılık değil.Bunda dizgin, gem, çul, yular falan yok.Alabildiğine gidiyor. Gece rüyada, gündüzhülyada! Onun darmadağın saçlarının rengiyleperişan oldum.Belâya bakın ki son derece de kıskancım.İnsan sevdiğini mutlaka kıskanıyor. Fakatbenimki de benden kurnaz. Aman! Of! Ah!Feryat! Figan! Ölüyorum. Aşkıyla ciğerim kebapoldu. Ben daha yanıyorum. Kâh bir şiir yazayımdiyorum, durgun aklım mani oluyor; kâhmektup yazayım diye hevesleniyorum, kusurluemelim bırakmıyor. Şimdi ben ne yapayım?Gizli dertlerimi cânânıma nasıl anlatayım?
Çünkü işin farklı bir tarafı var. Dilberim benimalâkamdan haberdar değil. Acaba ne yapsam?Herkesin bir yolu, her yolun bir yolcusu var;Kâğıthane’de arabasına mektup mu atsam? Hayhay! Pekiyi ama o mektubu nasıl yazayım?“Ey Sevgili,Ey her hareketi övülmeye değer olan dilber,ey cilvesiyle eşi benzeri olmayan! Nazlıbakışlarınız bu bahtsız, bu perişan âşığınızı deliediyor. Yemin ederim ki sizi seviyorum. Sizdenmerhamet dileyen bir kulunuzum. Yüzünüzüngüzelliğini seyredebilmek şerefine nail olduğumzaman kalbim ölüm derecesinde çarpıyor.Kapınızda köle, kul olayım. İltifatınız hayatverecektir. Cevabınızı bekliyorum, ruhum,meleğim.”Mektup şık, değil mi? Hele zarfı pek şık! Birkuş ağzında bir mektup olduğu halde uçuyor.Cânânım bunu görür görmez:Ey name sen ol mâhlikâdan mı gelirsinEy hüdhüd ümmid-i sabâdan mı gelirsindiyerek açacak. Artık fırsat beklemeli. Hele
arabası geçsin. Fakat bugün Kâğıthane’yegelmemiş mi dersiniz? Gelmezse halim harap.Mektubu mutlaka vermeliyim. Aman! Durun!O... Evet... Ta kendisi. Allah! Titriyorum,gözlerim dönüyor, mektup nerede? Yancebimde değil mi? Yok... Pardösüde de yok.Aman! Hele bulabildim. O da şimdi döner.Beyaz beygirli araba, ha geliyor. Lâkin piyasada kalabalık. Nasıl atayım? Nasıl olacak? Hızlasalıveririm. Of! Yüreğim çarpıyor! O siyahgözler de ne? Aman!Ay! Ay! Bana bakıyor. Şimdi sırası geldi!Gerilip atayım. Yallah! Eyvah! Bizim mektupuçuyor. Havada uçurtma oldu. Rezalet! Bütünfaytondakiler gördü! Bittim. O sebilci hafıztutmaya çalışıyor. Lânet olası kâğıt! Terliyorum,galiba kızarmışım. Hafız kâğıdı nereyegötürüyor? Aksakallı bir efendiye. Arabacı,durma çek, artık gidelim.Ne enayi, ne hımbılmışım! Kâğıt bu! Elbetteuçar, içine bir çakıl taşı koymak hatırımagelmedi, tu bana! Kadının yanında rezil oldum.Şimdi kim bilir ne derler? Ne diyecekler?
Dekadan zampara.Geçen gün bizim 5 numarada bu halidüşünürken birdenbire şaşırdım. Yukarıdamakinelerin yanında oturmuştum. Aşağıdan birses. Kaptan çabuk ol. Aman! Makineler lâfsöylüyor. Kulak verdim, böyle değilmiş. Kaptançare bul, meğer buhar çoğalmış. Deliklerdenfırlayacakmış. Bir de efendim, fıss! şır! diye birses çıkartmasın mı? İnsan yanılıp da biraz dahadursa buğu kebabı olacak.Kırkıncı MektupAşçıbaşı, memleketten henüz gelmiş olanamcasının oğlunu alarak, civardaki kıragüneşlenmeye çıkmış. Şöyle böylegezinirlerken, çocuk tepeli birkaç kuş görmüş.Sevmiş, şaşalamış, sormuş:– Bunlar nedir?Aşçı dikkat etmiş. Fakat dikkatten ne çıkar? Oda, ömrü boyunca böyle bir kuş görmemiş.Düşünmüş, düşünmüş, demiş ki:
– Bunlar onlardır!Çocuk aldığı cevaptan hoşlanarak işi uzatmış.Yine sormuş:– Ya başlarındaki ibibikler ne olacak?Aşçıbaşı hazır cevaplığa alıştığı için birdenbiredemiş ki:– Bunlar onsuz olmaz!İşte, ortada dönen lisan meselesinin bugünküşekli. Arapça, Farsça bilmeyince Osmanlı lisanıyazılamazmış. Dahası varmış:Yazı âlemi geniştir. At oynatabilmek için,ortak medenî dil olan Fransızca da öğrenilmeliimiş. Oldu dört. İki üç seneden beri bağırabağıra sesi kısılanlarda anlatmaya hal kalmadıartık. Bir kere, anlamayanlar ortadan çekilseler,uzlaşmak mümkün olabilir. Bizim için örnektutulacak formül şundan ibarettir:“Beşeriyetin engin bilgilerini içine alabilmekiçin, zihin ve ömür dardır, kısadır. İnsanlarıkendi dillerinden başka bir dile muhtaçolmaksızın bilgi edinmeye götürebilecek bir yolbulalım.”
Görüyorsunuz ya, musiki bahsi dinlenecekhale giriyor. Lâkin taraflar, her nedenseyazdıklarıma itibar göstermediler. Gayda126meselesini anlayamadılarsa, o başka. Fizikbilgilerinin de tasdik eylediği üzere, herhangi birses çıkaran düdükler iki türlüdür. Bunların birtürlüsü dilli, öbür türlüsü dilsizdir. Dillidüdüklerin esası buğday sapından, çocuklarınsöğüt dalından yaptıkları zırıltıdan tabaka tabakayükselerek klârnetten zurnaya kadar erişip kalır.Dilsiz düdükler Uzun Çarşı oymalarından,oyuncakçı şişirmelerinden başlayarak çığırtma,kaval, nısfiye, beğenilen giriftten tutturarak neyekadar varır. Fakat bunlarda boğuma değerverilmez. Parmak hesabıyla ahenk tutulur. Tabiatbu ya! Dilli düdüklerden klârnette “Mandırahavası”nı, zurnada “Yandan gel”i; dilsizdüdüklerden de çığırtmada “Semaî koşması”nı,kavalda “Bahçelerde kızılcık”ı, nısfiye’de, tamperde üzerinden “Nar ağacı narsız olmaz / Gülağacı gülsüz olmaz / Benim yârim bensiz olmaz/ Şali şalvarı giy”i, müstahsende “Nazlı nazlıseker, seker of!”u, giriftte “Sendedir bîçare
gönlüm, sendedir”i, neyde “Kaba rast”ı severim.Bin kere yazıklar olsun! Çaycı Hacı Reşid ileBüyük İsmail’in Dekadan olduklarına yanıpyakılarak, sinem ahlarla, vahlarla dolupboşalmakta iken, bir de şirin edalı şairKebapçızade Nida Bey’in bu meşhur mesleğegirdiğini duydum.Bakın Terci-i Hayal-i Zümrüdîn-Fâm (ZümrütRenkli Hayal Üzerine Terci)127 adıyla yazmışolduğu şiir, bu söylentileri tasdik etmiyor mu?Elinde pembe kalem zümrüdîn hayal ederimGözümde mâî siye bir lüne ve arjanteYanımda bir küme evraat fıkri ogmanteEder ve tab’-ı şegafdâra imtisal ederimYeşil hayal ederim pembe iktidarımlaZemini, bahrı, semayı, mükevvenatı bütünVe diz növiyem epokta teferrüd etmek içinNikât-ı bukalemun reng-i iştiharımlaElimde pembe pülüm zümrüdîn hayal ederimGözümde ince yeşil tek lünetle sertaserYanımda bir yığın evrak-ı intihalâtı
Karıştırır dururum pembe iştigalâtıNiçin, neden edelim terk söyle ey YaverDevam ederse bu hal Üsküdar’a dekgiderim128Kırk Birinci MektupBelediyeye dair...Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı.Çenesine güvenen, sırtına küfesini takansokakta:– Kemer patlıcanlarım, diye bağırıyor...Doğrusu güzel sebzedir. Misafir ağırlar. Birazhazmı zordur ama doyurur, bıktırmaz. Her şeyekarışır, türlüye girer, dolma olur, şişe dizilir.Ezim ezim ezilir. İmambayıldı suretindegörünür. Fakat tavası dehşetlidir. Nerdeyseçıkar. Gündoğdusu onun ev yıkan rüzgârıdır. Nede kolay yemektir. Biraz çalı çırpı, talaş,yonga129 bakkaldan yüz dirhem yağ, sütçüdenbir kâse yoğurt alındı mı, misk! Evde bir
meşguliyet peyda olur. İki diş sarımsağa havanişlemeye başlar. Delikli kap sahanlıktan iner.Birer birer alaca biçim kesilip dilim dilimdoğranır. Zehiri çıksın diye tuzlanır, bir kenaraçekilir. Odunun kurusu ortaya konur, yanınaateş yerleştirilir. Gelsin yelpaze, kürek puf puf.Alev aldı mı tava üstüne boca zeytinyağı. Oh!Ne cızırtı! Yağ fıkırdar, daha yanmadı. Çıtırdar,biraz daha, hışırdar. Ha ha ha! Fakat odadakitoramandan vakit mi var? Yine ağlıyor.– Hu! Sen ocağına bak. Ben oğlana mamavereyim. Derken bir feryat!– A dostlar! Yetişin.– Ne oldu?– Yanıyoruz, tutuştuk.– (Şangır) Komşular yanıyoruz.– (Paldır) Dostlar tutuşuyoruz.– (Küldür) Eyvahlar olsun!– Su!Yağma mı var? Kuyu tam on sekiz kulaç.Hem de mutfakta. Hangi kabadayı çekecek? Tageçen seneden beri kurumundan durulmayan
bacanın gözü dumanlanmış. Ateş püskürüyor, ofdedikçe deliklerinden alev fırlıyor.– Mahalleli!– Komşular!Kim kime? Yandakiler Sarıyer’e gitmiş! Üstbaştakiler düğünde. Al perdeliler denizkenarında. Kantarcınınkiler Çengelköy’de,köşedekiler hava değişikliğinde.Vay vay! Kule görecek, işaret çekecek, köşklügidecek, tulumbalar kalkacak, gelecek, subulacak, hortumu takacak, basmaya başlayacakda yangın sönecek! Ha babam ha! Tehlikenin enbüyüğü var. Hacı nine, o tınazlar gibi kadın şapdiye sofanın ortasına yığılmış. Eyvahlar olsun!Diri diri yanacak. Hizmetçi samuru kucaklamışkaçıyor. Anası şaşırmış; oğlanın kundağınıçözemiyor. Ortalığı duman bürüyor.Çare yok, yanacak. Alev yandaki evinkaplamalarını yakıyor. Ha aldı! Bak bak!Kiremitlerin arasından duman çıkıyor. Sardı!Camların rengi bile döndü. Haydi!Koşuşuyorlar. Yarım saat sonra ortalık dümdüz.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311