Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Beş Şehir-Ahmet Hamdi TANPINAR

Beş Şehir-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 12:22:27

Description: Beş Şehir-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

Ahmet Hamdi TanpınarBeş ŞehirİSTANBULDergâh Yayınları : 33Çağdaş Türk düşüncesi : 5BefŞehir'in yayın hakları Dergâh Yayınları'naaittir.Ahmet Hamdi TanpınarBEŞ ŞEHİRDERGAH YAYINLARIAnkara Cad. Nu: 60/6 34110 Sirkeci / İstanbulTel: (212) 520 46 96 - 520 46 97 Fax: 520 4695vvww.dergahyayinlari.com E-posta:[email protected]. 1946 (Ülkü Yayınları), 1960 (İş BankasıYay.), 1969(1000 Temel Eser, MEB), 1972(Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları),1976, 1979, 1987, 1992, 1994, 1995, 19%,1998, 1999, Kasım 1999, Ekim 2000, Ekim2001, Mayıs 2003, Kasım 2004, 19.b. Mayıs2005Yahya Kemal'e İthaf

\"Yahya Kemal'in derslerinden -fakültedehocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım.Galib'i, Nedim'i, Bâkî'yi, Nâilî'yi ondanöğrendim ve sevdim. Yahya Kemal'inüzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyetfikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı.(...)Millet ve tarih hakkındaki fikirlerimizde bubüyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. BeşŞehir adlı kitabım onun açtığı düşünceyolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İkidefasında da bu kitap bulunduğum yerdebasılmadı ve ben bu ithafı yapamadım.\"AHMET HAMDİ TANPINAR (Edebiyat ÜzerineMakaleler, s. 570)ISBN: 975-7462-33-0Basım Yeri : A Ajans Reklamcılık Filimcilik Matb.San. ve Tic. Ltd. Şti. Peykhane Cd. Cami Sk. No:57 Çemberlitaş / İstanbulCilt: Güven Mücellit & Matbaacılık San. ve Tic.Ltd. Şti.Küçükayasofya Cd. Akbıyık Değirmeni Sk. KapıAğası İşhanı No: 33/C

Sultanahmet / İstanbulÖNSÖZBeş Şehirdin asıl konusu hayatımızdakaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ileyeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakıştabirbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgikelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevgininkendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benimhayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onlarınarkasında kendi insanımızı ve hayatımızı,vatanın manevî çehresi olan kültürümüzügörmek daha doğru olur.Bizden evvelki nesiller gibi bizim neslimiz de,bu değerlere şimdi medeniyet değişmesidediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlıolduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiğisert dönemeçlerden baktı. Yüz elli senedir heponun uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden

arkada bıraktığımız yolu ve uzakta zahmetimizegülen vaitli manzarayı seyrettik.Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul vereddin,ümit ve hülyanın ve zaman zaman dagerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bumacera, daha uzun zaman, yani her mânasındaverimli bir çalışmanın hayatımızı yenidenşekillendireceği güne kadar Türk cemiyetininhakikî dramı olacaktır.Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yoluzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her gündenbiraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu,hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibiduyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermekiçin sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor.İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile,içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, birvicdan azabı gibi konuşuyor.Sade millet ve cemiyetlerin değil,

şahsiyetlerin de asıl mâna ve hüviyetini,çekirdeğini tarihîlik denen şeyin yaptığıdüşünülürse, bu iç didişme hiç de yadırganmaz.Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarakyaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmayave anlaşmaya mecburuz.Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacınındoğurduğu bir konuşmadır. Bu çetin konuşmayı,aslı olan meselelere, daha açıkçası, biz neydik,neyiz ve nereye gidiyoruz? suallerine indirmekve öyle cevaplandırmak, belki daha vuzuhlu,hattâ daha çok faydalı olurdu. Fakat ben bumeselelere hayatımın arasında rastladım. Onlarbana Anadolu'yu dolduran Selçuk eserlerinidolaşırken, Süleymani-ye'nin kubbesi altındaküçüldüğümü hissederken, Bursamanzaralarında yalnızlığımı avuturken,divanlarımızı dolduran kervan seslerine karışmışsu seslerinin gurbetini, Itrî'nin, Dede Efendinin

musikisini dinlerken geldiler.Hiç unutmam: Uludağ'da bir sabahsaatinde, dinlediğim çoban kavalına birbiriniçağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığınıgördüğüm anda, gözlerimden sanki bir perdesıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin birgurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bununhayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya'bağlıolduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzelve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eserigibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının histarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçekbir sorgunun süzgecinden geçirilirse, modasandığımız birçok şeylerin hayatın kendibünyesinden geldiği anlaşılır.Bir kelime ile benim için bu meselelerinkendileri kadar onların bana gelişleri, ruhhâllerimi benimseyen içimdeki yürüyüşleri demühimdi. Zaten kitap, parça parça yaşanmış

şeylerden doğdu.Kitabın ikinci baskısı için, zarurî gördüğüm,ilâve ve değişmelerde bile bu ilk rastlayışınizlerinin olduğu gibi kalmasına çalıştım.Her iki baskıyı birden okuyanlar bu ilâvelerarasında bilhassa Selçuk devrine doğru birgenişleme göreceklerdir. Tarihçilerimiz Selçukile Osmanlı arasındaki farkı, bir hanedandeğişmesinde görmekte fazla ısrar edergibidirler. Biz ise, bu farkın muaşeretten, üslûba,insan ve zevke kadar derinleştiğine inanıyoruz.Selçukla Osmanlı, biri öbüründe az çok devameden iki ayrı âlem, yahut daha iyisi, büyükmânasında iki ayrı üslûptur. Geniş Rumelicoğrafyasını ve Akdeniz terbiyesini de içine alanbir terkip olan Osmanlı'yı bizim Rönesansımızsayabiliriz. Biz bugün Selçuk'u, geçen asrınbaşlarında Avrupa'nın Gotik ve Romensanatlarını yeniden keşfetmesi gibi keşfetmiş

bulunuyoruz. Onu görebilmemiz içinOsmanlı'nın içinden çıkmamız lâzım geliyordu.Selçuk eserlerinin bugünkü harap durumunda,iktisadî buhranlar kadar bu çok mühim zevkayrılığının, içten kopmanın da bir payı olsagerektir.Okuyucu, Beş Şehir'de buna benzer birçoktekliflere veya cesaretlere rastlayacaktır.Her düşünen insanımız gibi, ben de hayatımızındeğişmesi için sabırsızım. Daima hayranıolduğum yabancı bir romancının hemen hemenaynı şartlar içinde söylediği gibi \"Eski birgarpçıyım\". Fakat canlı hayata, yaşayan veduyan insana, cansız madde karşısındaki birmühendis gibi değil, bir kalb adamı olarakyaklaşmayı istedim. Zaten başka türlüsü deelimden gelmez. Ancak sevdiğimiz şeylerbizimle beraber değişirler ve değiştikleri için dehayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber

yaşarlar.Ankara, 25 Eylül 1960 AHMET HAMDİTANPINARİçindekilerAnkara/13Erzurum/27Konya/65Bursa'da zaman/93İstanbul/117Dizin/ 20911ANKARAIBelki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı birtesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarınıgiymiş ortada dolaşan bir eski zamansilâhşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir;Ankara, bana daima dâsitanî ve muharip

göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de bunamüsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey,iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabiî biristihkâm manzarasıdır. Bu his şehrin etrafında veona hâkim tepelerinden bakarken pek küçükfarklarla ancak değişir. Çankaya sırtları, Çiftlik,Baraj yollan, Etlik, Keçiören bağları velhasılnereden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin birışık altında bu kaleyi, bütün arazi terkiplerinikendisinde topladığı ufka hep aynı sükûnetlehâkim görürsünüz. Bazen geniş sağrısını rüzgâravermiş bir harp gemisi gibi, zaman vehâdiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer,bazen bir iç kale, bütün ümitlerin kendisindetoplandığı son sığınak olur, bazen bir kartalyuvası gibi erişilmesi imkânsız yükselir.Şehrin tarihi bu çehreyi yalanlamaz. Obütün Orta Anadolu'ya bir iç kale vazifesinigörmüş eteklerinde daima tarihin büyük

düğümleri çözülüp bağlanmıştır. Etilerin,Frigyalıların, Lidyalıların, Roma ve Bizans'ın,Selçuk ve Osmanlı Türklerinin zamanlarında bu,hep böyle olmuştur. Roma kartalı şarka doğruuçuşu için bu kaleyi seçmiş, Bizans-Arapmücadelesinin en kanlı safhaları buradageçmiştir. Selçuk zamanında Bizans'ın Anadoluiçinde son savleti 1197 yılında burada kırılmıştır.Kılıç Arslan'ın ve Melik Daniş-mend'in müşterekzaferi olan bu muharebeden sonra Bizans kartalıbir daha Anadolu'da uçamaz. Yıldırım,Timurlenk'le, yani talihinin zehirden acı yüzü ileyine Ankara'da karşılaşır. Kısacası Anadolukıt'asının kaderinde az çok değişiklik yapanvak'aların çoğu onun etrafında gelişir. Buhâdiselerin en mühimi şüphesiz en sonuncusuolan İstiklâl Savaşı'dır. Bu muharebe sadeceTürk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştankazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26

Ağustos sabahı Dumlupınar'da gürleyen toplar,iktisadî ve siyasî esaret altında yaşayan bütünşark milletleri için yeni bir devrin başladığınıilân ediyordu. Onun içindir ki bundan böyle herzincir kırılışının başında Ankara'nın adı geçecekve her hürriyet mücadelesi, Sakarya'da,İnönü'nde, Afyon'da, Kütahya ve Bursayollarında ölenlerin ruhuna kendiliğinde ithafedilmiş bir dua olacaktır.Atatürk'ün hemen herkesin gördüğü,mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fotoğrafıvardır. Anafartalar ve Dumlupınar'ın kahramanı,son muharebenin sabahında tek başına, ağzındasigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceliçıkar. İşte Ankara Kalesi muhayyilemde daimaömrünün en güneşli saatine böyle yavaş yavaşçıkan büyük adamla birleşmiştir. Bu şaşırtıcıterkip nasıl oldu? Eğer böyle bir şey lazımsavatanın her tepesinde aynı şekilde tahayyül ve

tasavvur etmem icabeden bir insanla bu kalebende nasıl birleştiler? Bunu hiçbir zaman izahedemem. Bu cins yaklaştırmalar insanmuhayyilesinin en sırlı tarafıdır. Bildiğim bir şeyvarsa bir gün, bu fotoğrafa bakarken AnkaraKalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi veben bir daha bu iki hayali birbirindenayıramadım.1928 sonbaharında Ankara'ya ilk geldiğimgünlerde Ankara Kalesi benim için âdeta birfikr-i sabit olmuştu. Günün birçok saatlerindedar sokaklarında başıboş dolaşır, eski Anadoluevlerini seyrederdim. Bu evlerde yaşadığımdançok başka bir hayat tahayyül ederdim. Onuniçindir ki Yakup Kadri'nin Ankara'sının çoksevdiğim ve doğruluğuna hayran olduğum baştaraflarını okurken içim burkulmuştu. Hâlâ bilebu keskin realizmin ötesinde, bütünimkânsızlığını bilmeme rağmen bir anlaşma

noktası bulunabileceğine inanırım.Samanpazarından bugünkü eski DışişleriBakanlığı'na inen eski Ankara mahalleleri,çarşıya ve kaleye çıkan yollar, Cebeci taraflarıüzerimde hep bu tesiri yapardı. O biçare kerpiçevlerin bütün fakirliğini, iyi bilmekle beraberkendimde olmayan bir şeyi onlarla tasavvurederdim. Onların arasında, bir sıtma nöbetinebenzeyen ve durmadan bir şeylere, belki defakirliğin altında tasavvur ettiğim ruhbütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmekarzusunu veren bir ürperme ile dolaşırdım.Gerçeği budur ki, Anadolu'nun fakirliğindevaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarcatahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır.Tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ileyanşamaz.Kaç defa Cebeci'de veya kalede buevlerden birinde oturmayı düşündüm. Fakat

evvelâ Ankara Lisesi'nde, sonra Gazi TerbiyeEnstitüsü'nde o kadar cemiyetli bir hayatımızvardı ki, bir türlü bırakamadım. Zaten o senelerAnkara memurlarının çoğu resmi dairelerdehattâ vekâletlerde kalıyorlardı. Hakikatte şehirbir taraftan Millî Mücadele'deki sıkışık hayatınadevam ediyor, bir taraftan da yeni baştanyapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarasıvardı. Hiçbirini üslûbu yanı başındakinitutmayan, çoğu mimari mecmualarından olduğugibi nakledilmiş villalarıyla, küçük memur ma-halleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu.Tek bir sokakta Rivi-era, İsviçre, İsveç, Bavierave Abdülhamid devri İstanbul'u ev ve köşklerinigörmek mümkündü. Yeni yapılmış sefaretbinaları da bu çeşidi artırıyordu. Sovyet Sefaretimodern mimarînin kendisini aradığı bu 1920yıllarının en atılgan tecrübelerinden biriydi vedaha ziyade büyük bir vapura benziyordu. İran

Sefareti eski Sâsânî saraylarının hâtıralarındanbir şark üslûbu aramıştı.Biz birkaç arkadaş Belçika Sefareti'ninsakin ve gösterişsiz, klasik yapısını seviyorduk.Bu tecrübeler arasında Türk mimarîsi de kendinebir üslûp yaratmaya çalışıyordu. Türk Ocağıbinası, Etnografya Müzesi olan bina, GaziTerbiye Enstitüsü, İstanbul'da Yeni Postahane veDördüncü Vakıf Hanı ile başlayan tecrübenindevamı idiler. Sonradan Güzel SanatlarAkademisi'nde arkadaşlık ettiğimiz Prof. Egli,Cebeci'deki Musiki Muallim Mektebi ile çoğudıştan taklit eden bu tecrübeleri ilk defa modernmalzemenin imkânlarıyla birleştirmeyemuvaffak olmuştu.Şehrin aktüalitesi birazda bu yeni binalarlaMustafa Kemal'in hayatıydı. Bu nerede basıldığıbilinmeyen, hattâ hiç elinize geçmeyen, fakatsizden başka herkesin okuduğu ve her ağzın

beraberce size naklettiği bir gazeteyebenziyordu. Öyle ki aynı fıkrayı, herkesin âdetazarurî olarak günde birkaç defa birbirinerastladığı bu şehirde, bir saat içinde yirmi kişibirden size anlatabilirdi. Bir tek tefrikası vardı.Şehrin her köşesinin, rast geldiğiniz her insanınnaklettiği çetin savaş ve karar günleri... Buinsanların kendileri, yaşadıkları şeylerianlatmasalar bile siz o günlerdeki hayatlarınıyine tasavvur edebilirdiniz. Bununla beraber herşeyi o kadar büyük ve cazip gösteren büyü artıkgitmişti. Beş sene evvelinin tarihini yapanlar,onun aydınlığından çıkmışlar, günlük şeylerinışığında yaşıyorlardı. Yalnız Mustafa Kemalkendi lejander hayatına devam ediyordu.IIAnkara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyledoludur. Asırlar içinde uğradığı istilâlar, üst üsteyangınlar ve yağmalar şehirde geçmiş

zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip birkarışıklık içinde bu tarih daima insanın gözüönündedir. Türk kültürünün kendinden evvelgelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadarcanlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğupek az yer vardır. Kalede ve onun eteğineserpilmiş mahallelerde Türk velileri Roma veBizans taşlarıyla sarmaş dolaş yatarlar.Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşilliklerhangi itikatların etrafında yontuldukları belliolmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ileyumuşatırlar; burada kerpiç bir duvardan İyonyatarzında bir sütun başlığı veya ar-kitrav fırlar,ötede bir türbe merdiveninin basamağında birRoma konsülünün şehre gelişini kutlayan kadîmbir taş görünür, daha ötede bir çeşme yalağındaeski bir lahdin bakantaları gülümser. AhîŞerafeddin'in türbesini asırlarca Greko-Romenarslanlar bir nöbetçi sadakatıyla beklerler ve bu

yüzden Arslanhâne adını alan camiin hakikateneşsiz mihrabında, Etiler'in toprak ve bereketilahesinden başka bir şey olmayan bir yılan sonderece kuvvetli plaslikliğiyle meyvalar arasındadolaşır ve camiin o kadar şaşırtıcı bir safiyetleboyanmış ağaçtan sütunları Bizans ve Romabaşlıkları taşır. Hi-sar'da, mihrabı Türk tahtaişçiliğinin harikalarından biri olan Alâ-eddinCamii'nin sekisi, asırlardan beri bir şahin gibisüzdüğü ovaya, terkibi baştan aşağı tesadüfiolan bir sütun dizisinin arasından bakar;şüphesiz bu sütunlar orada bu camiden çok dahaevvel mevcuttular.Bu terkiplerin en manalısı İmparatorAugustus'ıın şerefine toprağa dikilmiş mermerbir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıylayanı başındaki Hacı Bayram-ı Veli Camiininberaberce teşkil ettiği zıtlar mecmuasıdır. Bitmişveya tam diyebileceğimiz hiçbir eser bu toprağın

macerasını bu kadar güzel hulâsa edemez. HacıBayram'ı Roma kartalının bu mermer yuvasındaçilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüfnedir? Camiinin altındaki dar çile odasındageçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanıbaşında güneş vurdukça yaldızlı akislerlepırıldayan ve üstüne diz çöktüğü toprakta birnevi iğva gibi gizlenmiş duran bu taştan dünya,kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleriterennüm eden bu iyi yontulmuş mermerler, osert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acabaonu rahatsız etmiyor muydu? Bu velininrahmanî rüyasına komşularının mağrursükûtundan sızan düşünce ve duygulan bilsekne kadar iyi olacaktı.Roma, şan ve şevketinin içinde maddîhazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı,müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale,köprü, yol, su kemeri, mabet, hamam,

hipodrom, heykel ve bin türlü âbideyle yaşadığızamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerleberaber taşa toprağa tesbi t etti. Aradan asırlargeçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirleri kanlıve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırkencihangir haritası, acemi avcı elinde kalmış birkaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankaraşehri, imparatorluğun arazisinin yansındanfazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletineline geçti. Kadîm medeniyetin eserleriyle örtülütoprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük,mütevazı mabetlerde başka bir Allah'a ibadetedilmeye, Ankara Kalesi'nin üstünde başka türlühasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Vegünün birinde bu toprağın yeni sahipleri içindenyetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma'nınzafer mabedi ve biraz sonra da Bizans bazilikasıolan bu âbidenin yanı başına muhacir bir kuşgibi yerleşti ve insanlara kadîm imparatorluğun

ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çokbaşka bir hakikatin sırrını açtı. Bu ledünnînazların, âhiret saadetlerinin, kendisini sevgidetamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın,kendi derinliklerinde Allah'ı bulan birmurakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiğibu hakikatin şevkiyle:Bilmek istersen seni Can içre ara canı Geçcanından bul anı Sen seni bil sen seni!diye haykırır. Fakat Hacı Bayram, sadeHakla Hak olan bir veli değildir. Türkcemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rolde oynar. Kurduğu Bayramiye tarikatı esnaf veçiftçinin tarikatidir. Böylece Anadolu'daHorasanlı Baba İlyas'la başlayan geniş köylühareketiyle ahîlik teşkilâtı onun etrafında birleşir.Daha sağlığında hareket o kadar genişler ki II.Murad yanı başında gelişen bu manevîsaltanattan ürkerek Şeyh'i Ankara'dan Edirne'ye

getirtir. Ve ancak niyetlerinden iyiden iyiyeemin olduktan sonra onu geriye göndermeyerazı olur. Hakikatte bu telâşa hiç lüzum yoktu.Hacı Bayram, imparatorluğun iç nizamınıyapıyordu.Çok defa Ankara ovasına bakarken HacıBayram'ın ömrünün sonuna kadar müritleriyleekip biçtiği tarlaları düşünürüm. Acaba hangitarafa düşüyordu? Belki de kendi yattığı camiinbulunduğu yerlere yakındı. Bütün ova onunzamanında imece ile işleniyordu. Anane HacıBayram'la İstanbul fethinin manevî ve nuranîyüzü olan Akşemseddin'i bu ovada karşılaştırır.Akşemseddin o zamanlar devrinin ilminiilahiyattan tıbba, nahivden musikiye kadaröğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğugideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş,kendisine mürşid arayan genç bir âlimdi.Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hâfi'nin

yanına gitmek için Osmancık medresesindekimüderrisliğini bırakıp yola çıkar; fakat Halep'tebir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş birzincirin öbür ucunu Hacı Bayram'ın elindetuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram'danolduğunu anlar; yoldan döner.Ankara'ya geldiği zaman Hacı Bayram'ımüritleriyle ovada mahsul toplarken görür.Yanına yaklaşır; fakat iltifat görmez.Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadarşeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vaktiolur. Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. FakatAkşemseddin'in çanağına ne burçak çorbası, neyoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önünedöker. Akşemseddin darılıp gideceği yerdeşeyhin kapısının köpekleriyle ve onlarınçanağından karnını doyurur. Bu alçakgönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onuyanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de

kendisine halef olur; yahut hiç olmazsa tarikatinfazlaca şeriatçı kolu onu şeyh tanır.Fatih'e İstanbul'un fethinde o kadar yardımettikten sonra çekilip köyüne gidecek kadarvakar ve haysiyet sahibi olan, mektuplarındaona sahip olduğu manevî rütbeden bir akran gibihitap eden, nasihatler veren, \"Eğer padişahahuzûr-i sûrîmiz matlup ise biz anda varırız veyapadişahla diyar-ı Arabi beraberce feth ederüz.\"diye ufuk gösteren Akşemseddin'in şeyhininköpekleriyle bir sofraya oturması ancak XV. asırTürkiye'sinde görülür.Hacı Bayram'ın kâinatı ve insanı beraberceoluş hâlinde gösteren bir manzumesi vardır ki,bilhassa bir beyti bu on XV. asır Türkiye'sininâdeta manzarasını çizer:Nâgelıan ol ş-ara vardım, ol şan yapılırgördüm, Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprakarasında.

IIISelçuk devrinden ve sanat işlerinde onundevamı olan anîlerden Ankara'da büyük eserkalmadı. Konya ve Sivas'da, Niğde veKayseri'de, Aksaray'da görüp taş işçiliğinehayran olduğumuz o büyük kapılı binalar, sırlıtuğladan, alaca kanatlı bir kuş gibi sabahışıklarında uçan minareler Ankara'da yoktur.O muhteşem minberiyle II. Kılıç Arslan'ın oğluSultan Muhiddin Mesud'a kadar çıkan ve OrhanGazi ile II. Murad zamanlarında tamir edildiğini,bulunan kitabelerden bildiğimiz üslûbu alt üstolmuş Alâeddin Camii dahi ancak yeriyle odevirdendir ve etrafında bulunması icap edentesislerden hiçbir şey kalmamıştır.Halbuki Selçuk büyük yapıcı idi. İmaret, cami,medrese, türbe bir yığın eserin bulunması icapediyordu. Vakıa asıl Selçuk macerası Konya,Kayseri ve Sivas arasında geçer. Ankara

Artukoğulları, Saltuklar, Mengüçler,Danişmendliler gibi büyük ve istilâ devirlerindenkalma feodalitenin hükmünde değildi. Asılsülâleden de orada yalnız yukarıda bahsettiğimizSultan Muhiddin Mesud meliklik yapar. Üstelikbu iç kale büyük kervan yolları üzerindedeğildir.Ankara, kısa bir müddet AlâeddinKeykubad'ın şehri oldu. Bu kabına sığmayan,fakat tahta geçer geçmez yaptığı işlerle saltanathırsına hiç olmazsa devrin örfü içinde hakverdiren padişah, babası I. GıyaseddinKeyhüsrev İznik İmparatorluğu hudutlarındayaptığı muharebede şehit olur olmaz, ağabeysive gurbet arkadaşı İz-zeddin Keykâvus'unelinden tahtı almak için harekete geçer vemuharebeyi kaybedince Ankara kalesinekapanır. Şehir uzun müddet Şehzade'nindâvasını tutar. Fakat zafer ümidi kalmayınca

konuşmalar başlar, hayatına dokunulmamakşartıyla teslim olur. Uzayan muhasara esnasındaİzzeddin'in karargâhında padişah vemaiyetindeki beyler için köşkler, evleryaptırılmıştı. Ayrıca İzzeddin Keykâ-vus şehrindışında bir de medrese yaptırmıştı.Alâeddin Keykubad, kendisi kadar büyükbir hükümdar olan kardeşinin Sivas'da veremdenölümü üzerine kapatıldığı Malatya kalesindençıkarılıp tahta geçince bu teslimin hacaletini veölüm korkusu ile geçen günleri hatırlatan bumedreseyi yıktırır. Kendi adı ile anılan camiinibu muhasara günlerinin hâtırası olarak yaptırmış,yahut da o günlerde tamir ettirmiş olması çokmümkündür.Ankara, Alâeddin Keykubad'ın ölümündensonra Selçuk tarihinin büyük facialarından birineşahit olur. Oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev'inveziri o çok zalim, alabildiğine haris Sadeddin

Köpek rakipleri olan ümerayı padişahınzaafından istifade ederek bir bir ortadankaldırırken, emirülümera Taceddin Pervane'yide, vaktiyle bir muganniye ile nikâhsız yaşadığıbahanesiyle Konya ulemasından aldığı bir fetvaile burada recm ettirir. Taceddin Pervane,Sadeddin Köpek'in emirler arasında yaptığıtemizliğin başında onunla berabermiş. Fakatharis vezirin işi azdırdığını görünce sıranınkendisine geleceğini anlayarak, hükümdartarafından idaresi ve hâsılatı kendisine verilenAnkara'ya çekilmiş. Sadeddin bu son rakibiniortadan kaldırmak için, elinden fetva iki gündeKonya'dan Ankara'ya o zamana göre yıldırımsüratiyle gelir ve şehrin ayak takımını yarı belinekadar toprağa gömülü bu kumandanı öldürmeye(İbn-i Bîbî'nin tabiriyle) mecbur eder. Gariptir kiaynı vezir baba katili Gıyaseddin'in elindensaltanatı almak için I. Gıyaseddin Keyhüsrev'in

Şehnaz adlı Konyalı güzel bir kadından doğangayri meşru çocuğu olduğunu etrafa yayıyordu.Mamafih İbn-i Bîbî bu meseleden bir hakikatgibi bahseder. Kanlı ölümün o kadar sıkgörüldüğü o devirlerde bile bu vak'a tekbasınadır. Ve haysiyet kırıcı şekliyle isteristemez çekememezliğe büyük bir hıncın dakarıştığını düşündürüyor.Selçuk camilerinin planında olan ahîeserlerine gelince onlar da ancak mihrap veminberlerindeki işçilikle ve sütunları ile güzeldir.İç kalenin eteklerinde hiç olmazsa bugünküvaziyetlerinde şehre büyük bir şey ilâveetmezler. İster Moğollara tâbi olsun, istersemüstakil olsun Ankara'da süren yarım asır birahî hakimiyeti vardır. Bu, burjuvazi değilse bileartizananın ve çarşının şehri idaresi demektir ki,şark tarihinde az tesadüf edilir.Osmanlı devri, Fatih'in veziri Büyük

Mahmud Paşa tarafından yaptırılmış bir han vebedestenle başlar. Bunlar yeni imparatorluklabaşlayan yeni nisbet fikrinin eserleridir. FakatOsmanlı hiçbir zaman Selçuk gibi yapıcı olmadı.Tamirden sonra on kubbesiyle birdenbiremeydana çok vazıh bir cümle gibi çıkan bubedestende bugün türlü kazılardan gelen Hititeserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri, bugününsanatına o kadar yakın üsluplarıyla toprakaltında asırlarca süren uykularından henüzuyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek benidaima düşündürmüştür. Yaşanmış hayatunutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, neyapıp yapıp bugünün veyahut dünün terkibinegiriyor.IVBir Türk şehrinden bahsedip de EvliyaÇelebi'yi hatırlamamak kabil değildir.Cetlerimizden iki kişi vatan haritasını

benimsemişlerdir. Bunlardan birincisi MimarSinan'dır. XVI. asır Türkiye'sini onuneserlerinden bulmak daima mümkündür.İmparatorluğun bu dehadan payını almamış pekaz büyük şehri vardır. O kadar ki Sinandenilince gözümün önünde son derece nisbetliyontulmuş bir mücevher dizisine benzeyen iriliufaklı binalar, tâ Macaristan içerisindenbaşlayarak Akdeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadariner. İkincisi başlı başına bir vatan aynası olanEvliya Çelebi'dir. Bu ayna bazen ufak ilâvelerle,fakat daima aslın büyük çizgilerine sadıkkalarak, bütün XVII.asır Türkiye'sini verir.Evliya Çelebi'nin Ankara'sı muasırı olan yahutsonradan gelen seyyahlarınkine pek benzemez.Daha ziyade fantastik bir sergüzeştin etrafındatoplanır. Ankara'ya gelen Evliya, vakıa bu şehrikalesi, hisarı, paşa sarayı, serdarı, hususî kazançkaynaklan, bahçelerinin meyvası, mektep ve

medrese, cami sayıları ve âdetleriyle tasviretmekten geri kalmaz, fakat asıl orkestrasyonunubugün, yattığı yerin adı bile unutulan bir Türkevliyasında yapar. Evliya'nın Hacı Bayram-ı Veliiçin bir hatim başladığı halde kendisiniunutmasına üzülen Erdede Sultan gece onunrüyasına girmekle kalmaz, aynı zamanda gaiptengönderdiği bir elçiyle sabahleyin ona kendimerkadini gösterir. Evliya Çelebi'nin el eleAnkara sokaklarında yürüdüğü ve sonrabirdenbire fazla tecessüsü yüzünden kaybettiğigaip âlemlerden gelen bu rehberin ellerikemikmiş ve sesi toprak altından gelir gibi derinve boğukmuş. Verdiği izahlara göre, tasavvuftarihinde mühim yeri olması lâzım gelen buErdede Sultan'ı bu sefer Ankara'da epeycearadım. Bu vesileyle bilmediğim birçok şeyiöğrendiğim hâlde, onu bir türlü bulamadım.Yalnız bu işlerle yakından ilgili bir Ankaralıdan

Kuşbaba diye anılan bir eski yatırın bu ErdedeSultan olması ihtimali bulunduğunu vemezarının da şimdiki Hal civarında yeni yapılanbir mektebin altında kaldığını öğrendim.Seyahatlerine doğruluğundan şüphe ettirecekderecede latif ve mizahî bir rüya ile başlayanEvliya Çelebi'nin rüyalarına ne kadarinanabiliriz? Bunu pek bilemem. Zaten benEvliya Çelebi'yi tenkit etmek için değil, onainanmak için okurum. Ve bu yüzden de daimakârlı çıkarım. Hikâyesini okuduktan sonra kaleve eski Ankara'da yaptığım gezintilerdendönerken çok defa bu yollarda bir sabah vakti,Evliya Çelebi'nin yanında gayp âlemindengelmiş rehberiyle konuşa konuşa yürümüşolması ihtimali benim için şehrin mazisiyleyaşadığım saati birleştiren garip bir zevk oldu.Ankara Kalesi'ne çıktım. Gözümün önündeşaşırtıcı değişiklikleriyle Ankara ovası uzanıyor.

Arkadaşımla teker teker etraftaki dağları, küçüktepeleri ve şurada burada birdenbire sıcakta birtas serin su vehmiyle bozkırın ortasındayemyeşil bir gölge yapan küçük köylerisayıyoruz. Keskin bir ışık, etrafımda bir zaferborusu gibi çınlıyor. Sert rüzgârda,bulunduğumuz tepenin yassı şekli -Evliya Çelebiolsa Peşte için yaptığı gibi bademe benzetirdi-tam bir gemi küpeştesi hâlini aldı. Zamandenizlerinde onunla beraber yüzmeyehazırlanıyordum. Bu rüzgâr, bu mucizeli gemiile insanı nerelere götürmez. Buraya çıkarkengördüklerimizle hangi medeniyetlere, hangiçağlara gitmeyiz? Fakat hayır, Ankara bu cinstentarihî bir hülyaya kolay kolay imkân vermiyor.Burada tek bir vak'a, tek bir zaman, tek bir adammuhayyileye hükmediyor. Bu şehir kendisini okadar ona vermiş ve onun olmuş. Eti arslanı.Roma sütunu, Bizans bazilikasından kalma

taş,Timurlenk ve Yıldırım muharebesi, hepsi sizidönüp dolaşıp yirmi yıl evvelin çetin günlerineve şifalı ağrılarına götürüyor, onun tabiî neticesiolan büyük meselelerle karşılaştırıyor.Bu o kadar böyle ki, Ankara, İstiklâlMücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarakçıkmış denebilir.Ovaya bakıyorum; o muharebeler buna benzerovalarda, mor gölgeli sırtlarıyla ufku plastik birmadde gibi yoğuran bu dağlara benzeyendağlarda geçti. İnönü zaferini millete ve tarihemüjdeleyen telgrafı yazarken Garp CephesiKumandanı'nın gözü önünde olan manzara, ufaktefek değişikliklerle bu gördüğüm manzaranındevamıydı; galip kumandan bu tepeye, yahutyanı başındakine, biraz ötede, sağda soldagörünen tepelere benzer bir yerden düşmanaskerinin kaçtığını, Bozüyük'ün yandığınıseyretmiş, gene böyle bir yerde asırlara verdiği

müjdeyi yanındakilere dikte ettirmişti:\"Saat 6:30'dan sonra, Metristepe'dengördüğüm vaziyet; Gün-düzbey şimalindesabahtan beri sebat eden ve dümdar olmasımuhtemel bulunan bir düşman müfrezesi sağcenah grubunun taarruzuyla gayrimuntazamçekiliyor. Yakından takip ediliyor. Hamidiyeistikametinde temas ve faaliyet yok. Bozüyükyanıyor. Düşman binlerce maktulleriyledoldurduğu muharebe meydanı silâhlarımızaterketmiştir. Garp Cephesi Kumandanı İsmet\"Sade, tok ve son derecede vazıh belâgatıylagözümüzün önünde bir harp sahasını, yangını,ölü ve yaralıları, karışıklığı, ufukta kaçan vekovalayan muharipleriyle, kendi panoramasıiçinde canlandıran bu satırlara benzer biredebiyatla ilk defa karşılaşıyorduk.İnönü'nde genç kumandan İsmet Paşa,1922 yılının 26 Ağustos gecesi Dumlupınar'da

Başkumandan Mustafa Kemal eğer -uyudularsa-nasıl bir rüya gördüler? Milletlerinehazırladıkları istikbal kendilerine açıldı mı? Bugeceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071senesi Ağustos'unun 26. gecesine götürüyor.Malazgirt'te bileğinin kuvvetiyle, dehasınınzoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açanAlparslan'ı, muharebe emri vermeden evvelhangi kuvvetler ziyaret etti ve ona nelergösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni birRoma'yı kurmak üzere olduğunu, talihini,avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih vecoğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibindoğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasınasebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiçtanımadığı dehalı çocuklar müstakbel zaferlerinkumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerinşairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapılarınmimarları, henüz duyulmamış nağmelerin

bestekârları etrafında henüz açmamış bir lecringülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? GözlerindeSultan Hanı'ndan, İnce Minare'den bir hayal yokmuydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardanhabersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadano büyük işi nasıl yaptı? Nasıl on senedeMalazgirt'ten Akdeniz kıyılarına, bu toprağıntanımadığı ve tatmadığı bir ideali taşıdı? Fatih'inİstanbul fethinden evvelki uykusuzlukları,Bâkî'nin ve Nedim'in, Neşatî ve Nâilî'ninSinan'la Hayreddin'in, Kasım'ın Itrî ile Dede'nin,Seyyit Nuh'la Tab'î Mustafa Efendinin ve dahayüzlerce onlara benzeyenlerin dehalarına yüklübir kaderi kendisine taşımasından gelen birsabırsızlıktan başka ne olabilir? Ve eğer omübarek ağrı olmasaydı bütün bu eserler nasıldoğarlar, hangi mucize ile eski hayat ağacı yenimeyvalarla donanırdı?Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Anadolu

yollarında dolaştıran, binbir güçlükle güreştirenyapıcı ve yaratıcı ağrı, Malazgirt'in ve büyükfethin başladığı işi asırlar boyunca devamettirecek ve nasıl Sinan ile Nedim'i, Yunus ileItrî'yi muzaffer rüyalara borçlu isek, gelecekçağların şerefini yapacak olan isim ve eserleri deİnönü'nde, Sakarya ve Dumlupınar'da haritabaşında geçen uykusuz gecelere ve bu gecelerinağır yükünü kemik ve kanı pahasına taşıyanisimsiz şehit ve gazilere borçlu kalacağız.Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana birmilletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun,birkaç ana vak'anın etrafında dönüp dolaştığı,birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yaratıcıhamlenin ta kendisi olan bir imanın devamınabağlı olduğunu bir kere daha öğretti.

ERZURUMIErzurum'a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardangittim. Bu yolculukların birincisinde hemenhemen çocuk denecek bir yaştaydım. BalkanHarbi'nin sonunda, iki felâketli muharebearasındaki o kısa, azaplı soluk alma yılınınbaşında, babamın memur bulunduğu bir şarksancağından dönüyorduk. On bir gün, belkidaha fazla süren, geceleri çadırda, böcekseslerinin geniş bir dut yaprağı gibi dört biryanından yiyip bitiremedikleri sonsuz tabiatiçinde, değirmen veya dere uğultularını

dinleyerek, çobanların birbirlerini çağırdıklarıseslerle karanlıkta fazla kımıldanan hayvanlarıazarlayan yahut gecenin topladığı hayaletlerdenürken bekçi köpeklerinin havlamalanylaürpererek, sabahları kırıcı bir soğukta donmuşellerimin farkında olmadığım hareketlerineşaşarak geçen bu yolculuğu hiç unutmam.Büyük anneannemin masallarıyla Kerem'den,Yu-nus'tan okuduğu beyitlerle, bana öğretmeyeçalıştığı yıldız adlarıyla muhayyilemde büyülühâtırası hâlâ pırıl pırıl tutuşur.Babamın, aşağıdaki dereyi görmek için, sarktığımazı ağaçları arasındaki bir uçurum, BotanSuyu'nun dağınık kollarının yer yer güneşeboğduğu yeşil bir ova, ancak kenarındangeçtiğimiz Bitlis şehri namına bir bakkaldükkânının camlarına dizilmiş gördüğüm küçüklamba şişeleri; Balkan Harbi'nin kim bilir hangicefasına katlandıktan sonra memleketine yorgun

dönen bir redif taburuyla üstünde karşılaştığımızeski, harap Murat Suyu köprüsü, nihayet birgece, dibinde yattığımız Yıldız Dağı ve bir günuzağından geçtiğimiz Süphan Dağı, sonra budağların benim çocuk muhayyilemde yaptığıacayip tesir...Bu dağlardan sonra Âşık Kerem benim için birhayalet yolcu gibi kervanımıza takılmıştı. Zatenninemin sık sık hatırlayışları yüzünden buyolculuk biraz da onun namına yapılıyorgibiydi. Bu Trabzonlu kadının bütün coğrafyabilgisi memleketiyle gençliğinde gittiği Yemen,Mekke, bir yana bırakılırsa, bu hikâyedengelirdi. Bu, bilgiden ziyade dine benzeyen bircoğrafya idi. Bütün akarsulara, dağlara canlı,ebedî varlıklar gibi bakardı. Sanki şiir, din,gurbet duygusu hayat tecrübesi, birbiri ardıncayaşanmış hayatların rüyalarımızda birbirinekarışmasına çok benzeyen bir yığın inanış artığı

bu dağları, dereleri onun için ilâhî varlıklaryahut veliler hâline getirmişlerdi. İkide bir benimahfesinin yanına çağırarak biraz sonrauzağından geçeceğimiz veya huzurunavaracağımız ebediyetin adını, varsa hikâyesinisöyler, Yunus'tan, Âşık Kerem'den beyitlerokurdu. Süphan Dağı'nın yolumuzun hangitarafına düşeceğini, hangi gece Yıldız Dağı'nındibinde konaklayacağımızı mekârecilerden dahayola çıkmadan sorup öğrenmişti. Onun içinikimiz de hazırdık.Bu dağlar sadece adlarıyla memleketin birköşesinde bir nevi \"semâvât\" rüyası kurmuşgibidirler. Asırlar boyunca bu yaylalarda sürüotlatan, kışın günlerce süren kurt avları yapan,masal kızları bakışlı geyiklerin peşinde yolunuşaşıran, hulâsa hemen bütün seneyi yıldızlarlasarmaş dolaş yaşayan insanların rüyası. Buyüzdendir ki bu dağlarla ilk defa karşılaşan ve

tıpkı aydınlattığı su parçası içinde çalkalanan birışık gibi, onların kudret ve nüfuzlarınınmuhayyilemizde ayrı bir şekilde canlandırdığımanzara içinde adlarını duyan yolcunun, bir anbile olsa, bir nevi ebediyet vehmiyle dolma-ması, hüviyetlerini yapan uzletin bir kaderduygusu hâlinde kendisinde yerleşmemesi kabildeğildir.Yıldız Dağı'nın dibinde, gecenin dört bir yandangetirip çadırımızın üzerine yıktığı bin türlü sesve uğultu arasında ben hep bu dağın şöyle birgördüğüm mağrur ve dumanlı başınıdüşünmüştüm. Onda bir nevi Ecdat Tanrı çehresisezer gibiydim. Bana öyle geliyordu ki kulağımıbiraz daha iyi versem, yıldızlarla nekonuştuğunu duyacaktım. Kim bilir, belki de hergece, olduğu yerden ellerini uzatarak, tıpkı üçyıl önce Sinop'ta iptidai mektebine giderken hersabah önünden geçtiğim Muvakkithanenin

penceresinden, şevkle büyük asma saatlerikurduğunu gördüğüm ihtiyar gibi, yıldızlarınsaatini kuruyor, Kervankıran'laÇobanyıldızı'nı,Büyük Ayf yi, Küçük Ayı'yi, Ağlayan Kadınları,kiminin mesafeler içindeki yalnızlığına hüzünduyduğum, kiminin kadife kadar yumuşak vekoyu karanlığa uzattığı mücevher salkımlarınaimrendiğim bütün öteki yıldızlan birbirineayarlıyor, güneşin doğacağı dakikayı, ayın sihirlisandalının geçeceği suları tayin ediyor, doğançocukları gök deflerine parlak bir noktayla işaretediyor, ölenlerin adını bir başka yıldızıngözlerini yavaşça yumarak siliyor, hulâsa kâinatve kader dediğimiz büyük gidiş gelişi oradan tekbaşına ve kendi kendine idare ediyordu. O geceYıldız Dağı'nın eteğinde yatarken benim çocukhayalim, bugün bile ne olduğunu bilmediğim,fakat hangi derin kaynaklardan geldiğini az çoktahmin edebildiğim bu tesirin altında idi. Çadırın

karanlığında, her yanın, her şeyin sihirli birkimya içinde yüzdüğünü, yıldız parıltılarıylayıkanıp temizlendiğini, içten büyüdüğünüsanıyordum. Öyle ki akşamleyin sürüleriyle dağyoluna doğru çıktığını gördüğümüz kıl abalıBingöl çobanlarına ertesi sabah gene rastgelince,bu kıl abalar üzerimde âdeta yıldız ışıklarındanörülmüş bir harmani tesiri yaptılar ve sürününkoyunları, babamın kitapları arasında seyrettiğimkâinat haritasının o muhteşem ve hoyrat bakışlıkoçu gibi içimi ürperme ve hayretle doldurdular.İşte birkaç gün sonra Erzurum'a bu duygularla,tıpkı koyunlarını bütün bir yaz boyunca menzilmenzil bu otlaklarda otlata otlata güz başındaşehre getiren Cizre ve Bingöl çobanlan gibigirdim.O zamanın Erzurum'u, on yıl sonra 1923'tegördüğüm Erzurum'dan çok başkaydı. Her türlükıyafette bir kalabalığın çarşı pazarını

doldurduğu, saraç, kuyumcu, bakırcı,dükkânlarıyla senede o kadar malın girip çıktığıhanlarıyla, ambarlarıyla, eşraf ve âyânı, esnafı,otuz sekiz medresesi, elli dört camisiyle, İrantransitin beslediği refahlı ve mâmur Erzurum'laon yıl sonra gördüğüm harap şehir arasındakolay kolay münasebet tasavvur edilemezdi.Sonradan öğrendiğime göre, muhtelifçarşılarında on binlerce zenaatçı çalışır,saraçlarının yaptığı eyerler bütün şarkvilâyetlerine hattâ Tebriz'e kadar gidermiş. Benbabamla, annemle gittiğimiz siyah kehribarcılarışimdi bir masal gibi hatırlıyorum. Küçük ve yarıaydınlık dükkânlarda ince, dikkatli, işinterbiyesini almış, âdeta iş terbiyesiyle durulmuşbirtakım adamlar, oturdukları yerdenkonuşuyorlar, pazarlıklar ediyorlar, ellerindekikehribar işlerini havı dökülmüş çuha şalvarlarınasürterek cilalıyorlardı. Sonra keskin bir meşin

kokusu, yumuşak derinin âdeta söndürüldüğü,kıvamını bozduğu tokmak sesleri ve bir yığınuğultu...IIBu sefer geldiğim Erzurum başka birErzurum'du. Ona Doğu Anadolu dağlarının eskibir şarap gibi zamanla takdis edilmiş, ruhbesleyici uzletinden değil, dört Cihan Harbiyılının ve İstiklâl Sava-şı'nın üstünden aşarakgelmiştim. Vakıa bu sefer de muhteşem birtabiatın arasından geçmiştik; fakat ona, birinciseferde olduğu gibi, her şeyini yeni veharikulade bulan bir ruhla değil sihrini bir yığınıstırap tecrübesinin soldurduğu bir gözlebakıyordum. Ne Zigana-lar'ın her dönemeçte birkere daha şaşırtıcı olan güzelliği, ne KopDağı'nın ihtişamı beni peşinden sürüklemiyordu.Dekordan ziyade bu yerlerde birkaç yıl önce


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook