Ama dedesini rahatsız etmek istemedi. Onunmasal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.“Başka bir zaman dinleriz” dedi çantasına.“Şimdi onu sana ben anlatayım. Dedeminanlattıklarını kelimesi kelimesine söylerim sana.Öyle yavaş anlatacağım ki başka kimseduymayacak. Ama sen iyi dinle. Ben,sinemadaki gibi her şeyi gözümde canlandırarakanlatmayı severim. Dedem, bu masalda anlatılanher şeyin gerçek olduğunu söylüyor. Hepsiolmuş bunların...”.
Ç-IV-OKeskiden olmuş bu olay. Çok, çokeski zamanlarda, yeryüzünde ormanlarınotlardan ve bizim ülkemizde de sularınkaralardan çok olduğu çağlarda, derin ve serinsuyu olan bir nehir kıyısında, bir Kırgız kabilesiyaşarmış. Bu nehrin adı Enesay imiş. Buradançok uzaklarda, Sibirya denilen yerde akarmış bunehir. Atla, üç yıl üç ayda gidilirmiş oraya.Bugün bu nehrin adı Yenisey’dir. O zamanEnesay derlermiş. Türküsü de şöyleymiş:Senden geniş nehir var mı Enesay?Senden aziz bir yurt var mı Enesay?Senden derin bir dert var mı Enesay?Senden özgür olan var mı Enesay?
Senden geniş bir nehir yok Enesay,Senden aziz bir vatan yok Enesay,Senden derin bir dert de yok Enesay,Senden özgür özgürlük yok Enesay...İşte böyleymiş Enesay.O zaman Enesay boylarında her çeşit milletyaşarmış. Hayatları zormuş, çünkü birbirleriylesürekli savaş hâlindeymişler. Kırgız kabilesininçevresi de düşmanlarla doluymuş. Bir gün birisaldırırmış, bir gün öteki. Bazen de Kırgızlaronlara baskın yaparmış. Malları yağmalar, evleriyakar, insanları kovarlarmış. Önlerine kim çıksaöldürür, kimseye aman vermezlermiş. O zamanböyle bir zamanmış. Kimse kimseye acımaz,insan insanı öldürürmüş. Bir gün gelmiş ki ekinekecek, hayvan yetiştirecek, ava çıkacak adam
kalmamış. Soygunculukla, çapulculuklageçinmek kolaylarına geliyormuş. Basıyorlar,öldürüyorlar, yağmalıyorlarmış. Ölüme ölümle,kana kanla cevap vermek gerekiyormuş. Öcalma hırsları arttıkça artmış. Su gibi kanakıyormuş. Düşmanları barıştıracak kimse dekalmamış. En akıllı, en aklı başında olanınyaptığı iş, düşmanı gafil avlamak, bir tekini sağbırakmadan bütün kabileyi yok etmek ve onunmalını, servetini alıp götürmekmiş.O sırada taygada tuhaf bir kuş çıkmış ortaya.Bu kuş, geceleri sabaha kadar insan sesiyle şarkısöyler, acı acı ağlar, daldan dala sekerekseslenirmiş: “Bir felâket geliyor, korkunç birfelâket geliyor!” dermiş.Ve bir gün korkunç felâket gelip çatmış.O gün, Enesay kıyısında, Kırgızlar, ölenyaşlı başbuğlarını gömüyorlarmış. Uzun yıllarKırgızları yöneten batır Kulçe, nice nice seferler
düzenlemiş ve her savaştan sağ çıkmış, zaferkazanmış. Ama sonunda ecele yenilmiş.Kırgızlar, başbuğları için iki gün yas tutupağladıktan sonra üçüncü gün onu gömmeyekarar vermişler. Eski bir geleneğe göre,başbuğlarını bu son yolculuğunda, Enesayboyunca, yarlardan, uçurumlardan, yüksekyamaçlardan geçiriyorlarmış. Böylece öleninruhu, ana nehir Enesay ile vedalaşırmış. ‘Ene’ana demektir. ‘Say’ ise su, nehir anlamına gelir.Enesay da ‘Ana Nehir’ anlamına gelir. Buyolculukta, ölenin ruhu Enesay türküsünü sonbir defa daha söylermiş:Senden geniş nehir var mı Enesay?Senden aziz vatan var mı Enesay?Senden derin bir dert var mı Enesay?Senden özgür olan var mı Enesay?Senden geniş bir nehir yok Enesay,
Senden aziz bir vatan yok Enesay,Senden derin bir dert de yok Enesay,Senden özgür özgürlük yok Enesay.Yine geleneğe göre, mezar olarak seçilentepede, açık çukurun başında, batırın cesedinibaşları üzerine kaldırır ve ona dünyanın dörtyanını gösterirlermiş: “Bak, bu senin nehrin!Bak, bu senin göğün! Bak, bu senin toprağın!Bak, bu da biziz, seninle aynı kökten gelmişolan biz Kırgızlar. Hepimiz seni uğurlamayageldik. Huzur içinde yat!” Ve, gelecek nesilleryerini bilsin diye, mezarın başına büyük bir anıt-kaya dikerlermiş.Ölüyü gömme günü, Kırgızların bütünçadırları nehir boyuna dizilirmiş. Böylece heraile, cenaze geçerken onu çadırının eşiğindengörür, saygı ile eğilerek selamlar, hıçkıra hıçkıraağlayarak beyaz yas bayrağını yere indirirmiş.Sonra o da cenaze alayına katılır, sonraki çadıra
gelince orda da aynı şey olur, ağlardövünürlermiş. Böylece, mezara kadar bütünçadırların önünden geçirirlermiş cenazeyi...O sabah bütün hazırlıklar bitmiş, güneş herzamanki yolculuğuna çıkmıştı. At kuyruğundanyapılmış tuğlar dalgalanıyor, batırın kalkanı,zırhı, mızrağı da taşınıyordu. Atının üzerinde biryas örtüsü vardı. Kerneyciler savaş borularını,davulcular davullarını çalmaya hazırdılar. Öyleçalacaklardı ki tayga yerinden oynayacak, yer-gök sarsılacak, kuşlar cıyak cıyak bağırarakhavalanıp bulut gibi gökyüzüne çıkacak, vahşihayvanlar böğüre böğüre sık ağaçlıklarakaçacak, otlar yerlere yapışacak, dağlar yankıyankı uğuldayacaktı. Ağıtçı kadınlar başlarınıaçıp saçlarını dağıtmışlardı ve onlar da KulçeBatır için ağıt okumaya hazırdılar. Yiğitler dizçökmüş, tabutu kaldırmak için bekliyorlardı.Herkes, herkes hazırdı ve cenazeninkaldırılmasını bekliyorlardı. Orman kenarına
bağlanmış kurbanlık dokuz kısrak, dokuz boğave dokuz kere dokuz koyun kesilmek üzerebekletiliyordu.Hiç beklenmedik olay işte o zaman oldu.Enesaylılar birbirleriyle ne kadar kanlı bıçaklıolurlarsa olsunlar, bir başbuğun cenazetöreninde komşularına saldırmazlardı.Ama o gün, düşman komşulardan biri, hiçgörünmeden Kırgız ordugâhını kuşatmıştı.Birden ve her yandan hücuma geçtiler. HiçbirKırgız atına binecek, kılıç kuşanacak vakitbulamadı. Görülmemiş derecede korkunç birsoykırım başladı. Düşman cesur, savaşçıKırgızları yok etmek için böyle bir günü fırsatbilmiş, böyle bir kalleşlik etmişti. Hepsini,hepsini öldürdüler Kırgızların. Hiçbiri sağ kalıpbu olayı hatırlatmasın, kalleşliklerini duyurmasınve öç almaya kalkışmasın, törelere aykırı buolay unutulup gitsin, bütün izler savrulan kumlararasında yok olup silinsin istiyorlardı. İşte böyle
yaptılar.. yaptılar ama...Bir adam dünyaya getirmek ve onuyetiştirmek çok uzun zaman ister. Ama onuöldürmek çok kolaydır. Bir anda öldürürsün.Kırgızların birçoğu kılıçtan geçirilmiş kanlariçinde yatıyordu. Birçoğu da kılıç ve mızraktankaçıp kendilerini Enesay’a atmış, boğulmuşlardı.Bu arada, Enesay boyunca yamaçların veuçurumların kenarlarına kurulmuş pek çokKırgız çadırı alev alev yanıyordu. Kırgızlarınhiçbiri kaçıp kurtulamamış, hiçbiri sağkalmamıştı. Her şey yerle bir edilmiş, yakılıpyıkılmıştı. Yaralanıp düşenleri de uçurumlardanaşağıya, Enesay’a atmışlardı. Düşman zaferçığlıkları atıyordu: “Artık bütün bu topraklarbizim! Bu ormanlar ve bütün bu sürüler bizim!”diyorlardı.Zengin ganimetlerle çekilen düşmanaskerleri ormandan çıkıp gelen biri kız, öteki
erkek iki çocuğu fark etmemişlerdi. Bu ikiafacan, büyüklerini dinlemeyip, sabahın erkensaatinde ağaç kabuğu toplamak ve sepet örmekiçin gizlice ormana gitmişlerdi. Güle oynaya, hiçfarkına varmadan ormanın ta içlerinedalmışlardı. Bir süre sonra, dövüş, hayhuysesleri ve çığlıklar duyunca, koşa koşa geridöndüler, ama hiçbir canlıyla karşılaşmadılar.Ne babalarını sağ buldular ne analarını, neağabeylerini, ne de ablalarını. Soyları sopları,kimseleri yoktu artık. Ağlaya ağlaya ata-babayurduna döndüler. Bir kül yığınından öbür külyığınına koştular ve tek canlıya rastlamadılar.Bir saat içinde öksüz kalıvermişlerdi. Şimdidünyada yapayalnızdılar. Ta uzaklarda bir tozbulutu yükseliyordu. Kanlı baskından sonraonların hayvanlarını sürüp götüren düşmanlardıbu toz bulutunu kaldıranlar.Çocuklar hemen o toz bulutunun ardınadüştüler. Ağlaya ağlaya acımasız düşmanlarına
bağırıyor, onlara yetişmeye çalışıyorlardı. Ancakçocukların yapacağı bir şeydi bu: Katillerdenkaçıp saklanacakları yerde onlara yetişmeye,onlarla birlikte gitmeye çalışıyorlardı. Yeter kiyalnız kalmasınlar, bu lânetlenmiş yerdenuzaklaşsınlardı. İki çocuk el ele tutuşaraksoyguncuların ardından kendilerini degötürmeleri için yalvarıp yakarıyorlardı. Ama okargaşada, atların kişnemeleri ve toynakgürültüleri arasında onların cılız seslerini kimduyabilirdi?Yavrucaklar umutsuzca koşmaya devamettiler ve sonunda yorgunluktan oldukları yereyığılıp kaldılar. Öyle büyük korku içindeydilerki, çevrelerine bakmaya, kımıldamaya bilecesaret edemiyorlardı. Sonra birbirlerine sıkı sıkısarılarak derin bir uykuya daldılar.Boşuna dememişler “öksüzün talihi açıkolur” diye! Geceyi sağ salim geçirdiler. Vahşihayvanlar onlara dokunmadı, orman ejderhası
onları kaçırmadı. Gözlerini açtıkları zamansabah olmuş, güneş parlıyor, kuşlar şakıyordu.Kalkıp yine soyguncuların izine düştüler. Yolboyunca çeşitli meyve ve bitki kökü toplayarakyediler. Az gittiler, uz gittiler ve üçüncü gün birdağın tepesine ulaştılar. Oradan bakınca aşağıda,yemyeşil bir çayırda büyük bir şölen verildiğinigördüler. Ne kadar çadır vardı orada? Sayısız.Ne kadar ateş yanıyordu? Sayısız. Ne kadaradam vardı? Sayısız. Kızlar türkü söyleyereksalıncakta sallanıyor, pehlivanlar seyircilerieğlendirmek için kartal gibi dalış yaparakbirbirlerini yere çarpıyorlardı. Bunlar, zaferlerinikutlayan düşmanlardan başkası değildi.Tepenin başında ayakta duran oğlan ve kız,bu insanların yanına gitmeye cesaretedemiyorlardı. Ama açtılar. Burunlarına gelenkızarmış et, taze et ve yabani soğan kokusudayanılacak gibi değildi.Sonunda dayanamayıp dağdan aşağı indiler.
Şölendekiler onları görünce pek şaştılar vehemen başlarına toplanıp sorular sormayabaşladılar.- Kimsiniz siz? Nereden geliyorsunuz?- Karnımız çok aç, bize yiyecek verin, dediçocuklar.Konuşmalarından çocukların kim olduklarınıhemen anlamışlardı. Kendi aralarında birağızdan konuşmaya, bağırışıp çağrışmayabaşladılar. Anlayamıyorlardı: Düşman soyununbu kılıç artıklarını hemen orada öldürsünler mi,yoksa Han’larına mı teslim etsinler?Anlaşamadıkları nokta bu idi. Onlar tartışadursun, iyi yürekli, merhametli bir kadın,çocukların eline birer parça haşlanmış at etitutuşturdu. Çocukları yaka paça, ite-kaka hanınhuzuruna götürürlerken, onlar ellerindekiyiyeceği bırakamıyorlardı. Önünde gümüşbaltalı muhafızların beklediği büyük, kırmızı birotağa doğru götürdüler onları.
İki Kırgız çocuğunun çıkageldiği haberikarargâhta büyük bir endişe ve heyecanuyandırdı. Nerden çıkmış, nasıl gelmişlerdi? Nedemek oluyordu bu? Oyunlarını, şölenlerinibırakanlar, koşup Han otağının önündetoplandılar. Han, en büyük, en ünlükumandanlarıyla, kar gibi beyaz keçelerinüzerinde oturmuş, bal karıştırılmış kımızınıiçiyor, bir yandan da kendisini öven şarkılarıdinliyordu. Kalabalığın geliş sebebini öğrenincehiddetle köpürdü: “Ne cesaretle rahatsızediyorsunuz beni? Son ferdine kadar bütünKırgızları öldürmemiş miydik? Ben sizi Enesayülkesinin ebedî sahibi yapmadım mı? Sizikorkaklar sizi! Şu korktuklarınıza da bakın hele!Hey Çopur Topal Nine, buraya gel!”Topal ve çopur ihtiyar kadın kalabalığınarasında kendine yol açıp önüne gelince onaemretti:- “Al bunları, taygaya götür, öyle bir şey yap
ki onlarla birlikte Kırgız soyu da yok olup gitsin!Adları, sanları, izleri bile kalmasın! Haydi ihtiyarTopal Çopur, buyruğumu yerine getir...”Topal Çopur Nine sessizce boyun eğdi vesonra küçük kızla küçük oğlanı ellerinden tutuporadan çıkardı. Orman içinde az gittiler uzgittiler ve sonunda, Enesay’ın kıyısında, çokderin bir uçurumun başına gelip durdular. TopalÇopur Kadın, çocukları uçurumun kenarınagetirip yan yana durdurdu. Onları o uçurumdanaşağı itmeden önce şöyle konuştu:- Ey büyük Enesay, ey ulu nehir! Eğer seninderinliklerine bir dağ atsalar, o dağ orada bir taş,gibi kaybolup gider. Eğer yüz yıllık bir çamağacını atsalar, onu bir çöp gibi aparırsın! Seniniçin iki kum tanesi gibi olan şu iki insanyavrusunu kucağına kabul et. Bu yavrulara budünyada yer yok artık. Bunu ben mi sanasöyleyeyim Enesay? Eğer yıldızlar insan olsa,gökyüzü onlara dar gelir, sığmazlardı. Eğer
balıklar insan olsa, nehirler ve denizler onlarayetmezdi. Bunu ben mi sana söyleyeyimEnesay! Al onları, apar onları! Varsın onlarkörpecik iken, temiz yürekli, kötü emeller vekötü niyetlerle lekelenmemiş iken, temizvicdanları insanların çektiği azablarla dolmadan,kendileri de başkalarına acı çektirmeden, bizimiğrenç dünyamızı terketsinler! Al bunları, aparbunları ey ulu Enesay!...Oğlanla kız hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.Uçurumdan aşağı bakınca gözleri kararıyor,korkudan irkiliyorlardı. Bu durumda ihtiyarkadının söyledikleri kulaklarına girer miydi hiç!Nehrin dalgaları çağıl çağıl, uğul uğul akıyordu.Çopur Topal Nine çocuklara:- Haydi yavrularım, son bir defa kucaklaşıpvedalaşın, dedi. Böyle derken, ikisini birdenkolayca itebilsin diye kollarını sıvıyordu.Konuşmaya devam etti: Beni bağışlayın sevgiliyavrularım... Ee, ne yapalım, kaderiniz
böyleymiş. Bilesiniz ki asla isteyerekyapmıyorum bu işi.. ama sizin iyiliğiniz içinböylesi...İhtiyar kadın cümlesini bitirmedenyanıbaşlarında bir ses duyuldu:- Bekle ey ulu bilge kadın! Bu günahsızyavruların canına kıyma!Topal Çopur Nine ardına dönüp baktı vegözlerine inanamadı: Şaşakalmıştı. Çünkü oradadurup konuşan bir ana buğu (maral) idi. Hüzündolu kocaman gözleriyle sitemli sitemlibakıyordu ona... Süt gibi beyazdı. Karnının altıise yavru deveninki gibi saçak saçak bozyünlerle kaplıydı. Boynuzları güzel,görkemliydi: Sonbahar ağaçlarının dalları kadarçok ve büyüktü boynuzunun çatalları. Memeleri,bebekli kadının memesi gibi temiz, dolgun vekaygan idi...- Sen de kimsin? Niçin insanların diliylekonuşuyorsun? dedi Topal Çopur Nine.
- Ben Ana Maral’ım. Maralların Anası.İnsanların diliyle konuşmasam ne dediğimianlamaz, beni dinlemezsin.- Peki ne istiyorsun Ana Maral?- Serbest bırak bu çocukları ey ulu bilgekadın. Onları bana ver.- Ne yapacaksın onları?- İnsanlar ikizimi, iki küçük yavrumuöldürdü. Bu çocukları evlat edineceğim.- Onları emzirmek, sütünle beslemek miistiyorsun?- Evet, ulu bilge yaratık.Çopur Topal Nine katıla katıla gülerek yinesordu:- İyice düşündün mü Maral Ana? İnsanyavruları bunlar, insan! Büyüdükleri zamansenin yavrularını öldürürler!- Hayır, büyüyünce benim maral yavrularımıöldürmezler. Ben onların anaları olacağım, onlarda benim çocuklarım. İnsan öz kardeşlerini
öldürür mü?Çopur Topal Nine acı acı başını salladı:- Öyle deme Maral Ana, insanlarıtanımazsın, orman hayvanları şöyle dursun,birbirlerini öldürmekten bile çekinmez onlar.Sözlerimin doğruluğunu anlayasın diye buçocukları sana verirdim, verirdim ama insanlarbu çocukları da öldürürler. Ne diye çekeceksinböyle büyük bir acıyı?- Onları hiç kimsenin bulamayacağı uzak birülkeye götüreceğim. Acı bu yavrulara ulu bilgekadın. Serbest bırak onları. Memelerim dopdolu.Sütüm, yitik yavrularım için ağlıyor! Sütüm,yavru! yavruu! diye hasretle gözyaşı döküyor!Topal Çopur Nine biraz düşündü ve:- Pekâlâ, dedi, senin dediğin olsun. Al vehemen götür bu yetimleri, bir an önce senin ouzak ülkene ulaştır. Ama, bu uzun yolculuğadayanamaz, ölürlerse, ya da karşılaşacağınızhaydutlar onları öldürürse, evlad edindiğin bu
insancıklar sana nankörlük ederlerse, suçsenindir, bilesin!Maral Ana, Topal Çopur Nine’ye teşekküretti ve çocuklara şöyle dedi:- Bundan böyle ben sizin ananızım, siz debenim çocuklarımsınız. Sizi uzak bir ülkeyegötüreceğim. Orada, ormanla örtülü karlıdağların koynunda, ılık, ıssı bir deniz var: Isık-Göl denilen bir deniz.Çocuklar çok sevindiler ve Boynuzlu MaralAna’nın yanına koştular, güle oynaya onunpeşine düştüler. Ama çok geçmeden yoruldular,adım atacak halleri kalmadı. Oysa yol daha çokuzundu, dünyanın bir ucundan öbür ucunakadar...Boynuzlu Maral Ana onları sütü ilebeslemeseydi, geceleri vücudu ile ısıtmasaydı, okadar uzun bir yolculuğa dayanamazlardı.Gittiler, gittiler ve gittikçe eski vatan Enesay’danuzaklaştılar. Ama yeni vatan olacak Isık-Göl’e
de daha çok yol vardı. Az gittiler, uz gittiler, biryaz, kış, bahar ve sonbahar, yine bir yaz, kış,bahar ve sonbahar, sonra yine bir kış, yaz, baharve sonbahar.. insan ayağı değmemişormanlardan, kızgın çöllerden, ayak batankumlardan, yüksek dağlardan, çağıl çağılırmaklardan geçtiler. Kurt sürüleri peşlerinedüştü. Ama, Boynuzlu Maral Ana, çocuklarısırtına bindirip yel gibi koştu ve onları kurtardı.Avcılar da peşlerine düşmüş ve “Bakın, bakın!Bir geyik çocukları kaçırıyor! Yakalayın!Vurun!” diye bağırıyor ve ok yağdırıyorlardı.Ama, Maral Ana evlatlarını, o davetsizkurtarıcılardan da kurtardı. O, atılan oklardan dahızlı koşuyor ve alçak sesle onlara: “Sıkı durun,iyi tutunun yavrularım, bizi kovalıyorlar!”diyordu.Sonunda bir gün Boynuzlu Maral Anaçocukları Isık-Göl’e ulaştırdı. Bir tepenin üzerineçıkıp hayran hayran baktılar: Her taraf karlı
sıradağlarla, yeşil ormanlarla kaplıydı. Yeşilormanla kaplı dağların arasındangözalabildiğine bir deniz uzanıyordu. Bu denizinkoyu mavi yüzeyinde beyaz dalgalarkoşuşuyordu. Rüzgâr bu dalgaları çokuzaklardan getiriyor, çok uzaklara götürüyordu.Isık-Göl’dü bu. Nereden başlıyordu? Neredebitiyordu? Kimse bilemez. Bir ucunda güneşdoğarken öbür ucu hâlâ karanlıktı. Kaç tane dağvardı bu gölün çevresinde? Sayısız. Bu dağlarınardında karlı dorukları göklere çıkan daha kaçtane dağ vardı? O da sayısız, hesapsız.- İşte yeni yurdunuz burasıdır, dediBoynuzlu Maral Ana. Artık burada yaşayacak,ekin ekecek, balık avlayacak, hayvanyetiştireceksiniz. Orada, barış ve huzur içinde,binlerce yıl yaşayın. Soyunuz, nesliniz çoğalsın,her tarafa yayılsın. Sizden gelenler sizin dilinizihiç unutmasınlar. Analarının, babalarının diliylekonuşmaktan, şarkı söylemekten zevk alsınlar.
İnsan gibi yaşayın. Ben her zaman sizinle, sizinçocuklarınızla, sizin torunlarınızla beraberolacağım. Gelecek zamanlarda hep sizinleolacağım.İşte böylece, bir kız ve bir erkek çocuktanibaret olan son Kırgızlar, ebedî ve kutsal Isık-Göl’ün kıyısında kendilerine yeni bir vatanbuldular.Zaman çok çabuk geçti. Erkek çocuk güçlübir delikanlı oldu, kız çocuk ise ergin bir kadın.O zaman evlenip karı-koca oldular. BoynuzluMaral Ana da Isık-Göl’ den ayrılmadı, hep Isık-Göl’ün ormanlarında yaşadı.Bir gün, tan ağarırken, Isık-Göl iyicekabardı, dalgalar uğul uğul coştu. Genç kadınında doğum sancıları tuttu ve acılarla kıvranmayabaşladı. Genç adam ise korkuya kapıldı. Koşupyüksek bir kayalığın tepesine çıkarak olanca
gücüyle bağırmaya başladı:- Maral Anaa! Maral Anaaa! Nerdesin? Isık-Göl’ün coştuğunu, taştığını duymuyor musun?Kızın doğuruyor, kızın! Çabuk gel, bize yardımet!...İşte o zaman uzaklardan, kervançıngıraklarını hatırlatan şıngır şıngır bir sesduyuldu. Bu ses yaklaştı, yaklaştı ve birdenBoynuzlu Maral Ana göründü. Koşa koşageliyordu. Boynuzuna bir beşik takmıştı. Akkayından yapılmış bir bebek beşiğiydi bu.Beşiğin kemerine asılmış gümüş bir çıngırakşıngırdıyordu. Bugün de, Isık-Göl beşiklerindeaynı çıngıraklar vardır. Anneler beşiğisallayınca, Maral Ana’yı, akkayından yapılmışçıngıraklı beşiği görür gibi olurlar.Boynuzlu Maral Ana, şıngır şıngır çıngıraksesiyle gelir gelmez genç kadın çocuğunudoğurdu.
- Bu beşik ilk çocuğunuz için, dedi MaralAna. Çok çocuğunuz olacak: Yedi kız, yedierkek.Anne ve baba çok sevindiler. BoynuzluBuğu (Maral) Ana’nın şerefine ilk doğançocuklarına Buğubay adını verdiler. Buğubaybüyüdü. Kıpçak kabilesinden güzel bir kızlaevlendi. Buğu soyu, Boynuzlu Maral Ana soyu,türeyip çoğalmaya başladı. Buğular Isık-Gölçevresinde büyük ve güçlü bir toplum oldular veBoynuzlu Maral Ana’yı kutsal bir varlıksaydılar. Hangi soydan, hangi boydan olduklarıanlaşılsın diye, çadırlarının girişine maralboynuzu işareti koyuyorlardı. Düşmanbaskınlarını püskürttükleri zaman ve atyarışlarında “Buğu! Buğu!” diye bağırıyor veher defasında onlar kazanıyordu. O zamanlarIsık-Göl ormanları ak marallarla doluydu.Gökteki yıldızlar bile kıskanırdı onlarıngüzelliğini. Bunların hepsi Boynuzlu Maral
Ana’nın çocuklarıydı. Onlara kimse dokunmaz,kimsenin onları rahatsız etmesine izinverilmezdi. Buğular bir maralla karşılaşacakolsalar, hemen atlarından iner, ona yol verirlerdi.Delikanlı erkekler sevdiklerinin güzelliğini akmaralın güzelliğine benzetirlerdi.Çok zengin, anlı-şanlı bir Buğu’nunölümüne kadar bu böylece sürüp gitti. ÖlenBuğu’nun bin kere bin koyunu, bin kere bin atıvardı. Çevredeki bütün insanlar ona çobanlıkederdi. Bu adamın çocukları büyük bir yastöreni, büyük bir yas şöleni düzenlediler.Dünyanın dört bucağından anlı-şanlı insanlarıtörene davet ettiler. Davetliler için Isık-Göl’ünkıyısına bin yüz çadır kurdular. Kesilenkoyunların, içilen kımızların, yenilen nefisKaşgar yemeklerinin haddi hesabı yoktu. Ölenzenginin çocukları kendi aralarında şöylekonuşuyorlardı: Ölen babamızın ne kadar
zenginlik ve cömert evlatlar bıraktığını herkesgörüp anlasın, babalarının hatırasına nasıl saygılıdavranıyorlar, desin. (Ee oğlum, insanlar akıllarıile değil de zenginlikleriyle tanınmaya,büyüklenmeye kalkışırsa, bunun sonu kötüolur.)Şarkıcılar, altlarında ölenin çocuklarıtarafından armağan edilen safkan atlar,başlarında samur papak, sırtlarında ipek kaftan,kapı kapı dolaşarak ve birbirleriyle yarışırcasına,ölene ve onun çocuklarına övgü şarkılarıokuyorlardı:- Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadarnerede böyle mutlu bir hayat, böyle görkemli birtören görülmüştür? diyordu biri.- Dünya dünya olalı böyle bir törengörülmüş müdür? diyordu ikincisi.- Bizden başka hiçbir yerde ölen büyüklereböyle görkemli bir tören yapılmaz, onun şanışerefi böyle yüceltilmez, kutsal anısı böyle
saygıyla anılmaz! diyordu üçüncüsü.- Hey geveze ozanlar, nelersaçmalıyorsunuz? Yeryüzünde rahmetlinincömertliğini, şanını-şöhretini anlatabilecek lâfbulunabilir mi hiç? diyordu dördüncüsü.İşte böyle, ozanların övgü yarışı gecegündüz devam ediyordu. (Ee, oğlum, ozanlarböyle övgü, böyle dalkavukluk yarışındabulunurlarsa, ozan, ozan olmaktan çıkar,şarkının, şiirin düşmanı hâline gelir.)Rahmetlinin yas töreni, günler boyu, gecelerboyu, bir bayram havası içinde sürüp gitti. Ölenzenginin övüngeç çocukları, bu gösterişteherkesi geçmek, başkalarını gölgede bırakmak,kendi ünlerini bütün dünyaya yaymakistiyorlardı. Sonunda, babalarının mezarına birmaral boynuzu dikmek istediler. Ta ki bütündünya bunu görüp, ölenin kutsal BoynuzluMaral Ana soyundan olduğunu anlasın. (Ee,oğlum, eski zamanda atalarımız, zenginlik
gururlanmayı, böbürlenmeyi, gururlanma-böbürlenme ise baştan çıkmayı, çılgınlığı getirir,derlermiş.)Zenginin çocukları babalarının anısınagörülmemiş, duyulmamış şeyler yapmaya kararvermişlerdi bir kere. Onlara kimse engelolamazdı. Ne derlerse olurdu. Avcıları ormanasaldılar. Avcılar da büyük bir maralı öldürdülerve boynuzunu alıp getirdiler. Ama ne boynuz!Gerilmiş kartal kanadı kadar geniş. Çocuklaronu çok beğendiler: Boynuzun tam onsekizçatalı vardı. Demek ki o maral onsekizyaşındaydı. Şaşılacak kadar büyük.Ustalara emir verip bu boynuzu babalarınınmezarına dikmelerini istediler.Buğuların yaşlıları homurdanmaya başladı:- Bu maralı ne hakla öldürürsünüz?Boynuzlu Maral Ana’nın soyuna el kaldırmayakim cüret etti?Ölen zenginin çocukları da şu cevabı verdi:
- Bu maral bizim topraklarımızda vuruldu.Topraklarımızda yürüyen, sürünen, uçan, kaçanne varsa, uçan sinekten koşan deveye kadarhepsi bizimdir. Bize ait bir marala neyapacağımızı ancak biz biliriz. Haydi defolun!Uşaklar, yaşlı adamları itip kakarak,kırbaçlayarak ve atlarına ters bindirerek, onlarıbüyük bir utanç içinde bırakarak, sürüpkovdular.İşte her şey asıl bundan sonra başladı...Boynuzlu Maral Ana’nın soyuna büyük felâketbundan sonra geldi. Hemen hemen herkesormanda ak maral avına koştu. Her Buğulu,atasının mezarına bir ak maral boynuzu dikmeyikendine borç bildi. Artık bu işi atalarına birsaygı olarak görmeye başladılar. Maral boynuzubulamayanlara önemsiz, beceriksiz kişiler olarakbakıyorlardı. Artık Buğu soyundan, yaniBoynuzlu Maral Ana soyundan olanlar bile, bu
işin ticaretini yapmaya, maral boynuzu alıpsatmaya, boynuz biriktirmeye başladılar. Bunubir meslek hâline getirdiler. (Ee, oğlum, paranınhüküm sürdüğü yerde, güzel söze ve güzelliğeyer kalmaz.)Isık-Göl ormanlarında maral kırımı başladı.Hiç acımadan öldürüyorlardı onları. Ulaşılmasızor kayalıklara kaçıyorlardı ama insanlar oradada avlıyorlardı onları. Üzerlerine köpeksürülerini salıyorlardı. Köpekler onları insanlarınpusu kurduğu yere doğru sürüyor ve oradaavcıların oklarına hedef oluyorlardı. Sürü sürüöldürüldüler. Avcılar, boynuzunda en çok çatalıbulunan maralı vurmak için birbirleriyleyarışıyorlardı.Ve böylece marallar tükendi. Dağlarmaralsız kaldı. Artık gece yarılarında da, sabahınerken saatlerinde de maralların bağrışmalarıduyulmaz olmuştu. Ne düzlükte otlayanmarallar, ne boynuzlarını arkaya yatırarak
hendeklerden atlayan ve kuş gibi uçan marallargöze çarpıyordu. Öyle zamanlar geldi ki insanlardoğdukları günden öldükleri güne kadar bir tekmaral göremez oldular. Artık maral adını yalnızmasallarda dinliyor, boynuzlarını da yalnızmezarlarda görüyorlardı.Peki, Boynuzlu Maral Ana’ya ne olmuştu?O, insanlara küsmüştü. Çok gücenmiştionlara. Anlatılanlara göre, marallar köpeklerdenve avcılardan kurtulamadıkları için sayılarıparmakla sayılacak kadar azalınca, BoynuzluMaral Ana, en ulu dağın doruğuna çıkarak Isık-Göl’e veda etmiş, son kalan yavrularını toplayıp,büyük geçidi aşarak başka bir ülkeye, başkadağlara gitmiş...Yaa, bak neler oluyor şu dünyada. Benimmasalım da burda bitiyor, ister inan, isterinanma.
Boynuzlu Maral Ana giderken, bir daha buyerlere asla dönmeyeceğini söylemiş...
D-V-AĞLARAyine sonbahar geldi.Gürültülü yazdan sonra her taraf yinesonbahar sessizliğine daldı. Yaylayaçıkanların kaldırdığı toz duman çöktü, yaktıklarıateşler söndü. Hayvanlar kışlaklarına çekildiler.Onlarla beraber insanlar da gitti. Dağlar bomboşkaldı.Artık kartallar tek tek uçuyor, çok seyrekbağırıyorlardı. Çayın uğultusu da dinmişti. Yazboyunca alıştığı geniş yatağında büzülmüş, iyiceincelmişti. Otlar artık büyümüyordu, kurumayabaşlamışlardı. Dallarda asılı durmaktan yorulanyapraklar da düşüyordu yerlere.Kararan yüce dağ başlarını, yeni kar, gümüşyansılarıyla kaplamaya başlamıştı. Sabahları,karanlık sırtlar, tilkilerin boyunları gibi boz bir
renge bürünmüş görünüyordu.Vadilerde serin, soğuk rüzgârlar esmeyebaşlamıştı. Ama şimdilik gündüzleri gökyüzühâlâ açık ve kuru geçiyordu.Evlerin önünden akan çayın karşıyakasındaki ormanlar daha çabuk giymişlerdisonbahar giyimlerini. Çaydan yukarıya doğrukaraçam ormanına kadar uzanan bodur ağaçlar,dumansız bir yangın görünümünde idiler:Kızarmışlardı. Dağ yamacındaki akçakavak vekayın ağaçları daha parlak bir renge, al veerguvan rengine bürünmüşlerdi. Bunlar, çam veköknardan oluşan sık ormanın, ebedî karlarlaörtülü tepelerin sınırına kadar uzanıyorlardı.Çam ormanı her zamanki gibi, bir mâbedkadar sâde ve temizdi. Orada yalnız kabuklu irigövdeler, yalnız kuru reçine kokusu, ağaçlarındibini halı gibi kaplamış iğne yapraklar gözeçarpıyordu.
Ama bugün orada sabahtan beri alakargalarbağrışıyordu. Büyük bir alakarga sürüsüormanın üzerinde çığlıklar ata ata dairelerçiziyordu. Balta sesini duyar duymazbaşlamışlardı acı acı gaglamaya. Şimdi onlar,koca bir çam tomruğunu yamaçtan aşağısürükleyen iki kişinin ardından uçuşarak çığlıkatıyor, durup dururken rahatsız edildikleri,ürkütüldükleri için hiç susmadan bağırıyorlardı.Koca ağaca bir at koşulmuştu. Atın yularınıtutan Orozkul önden gidiyor, pulluk çeken biröküz gibi derin derin soluyor, üzerindeki kolsuzpaltosu ikide bir çalılara takılıyordu. Mümindede ise geriden, ağaç gövdesinin ardındangüçlükle ilerliyordu. Bu yaşta bir adamın bukadar yüksek bir yerde yürümesi hiç de kolaydeğildi. Nefesi kesiliyordu ihtiyarın. Elindekayın ağacından bir sırık vardı. Bununlatomruğun düz gitmesini sağlamaya çalışıyordu.
Çünkü tomruk sık sık başka ağaçlara ve taşlaraçarpıyordu. O zaman Mümin elindeki sırığıkullanarak kurtarıyordu onu. Ama bu defa datomruk enlemesine düşüyor ve bayır aşağıyuvarlanmaya başlıyordu. Böyle durumlardaönündeki adamı ezip öldürebilirdi.Sırıkla tomruğu itip yönlendiren için durumdaha da tehlikeliydi. Orozkul birkaç defa atınyularını bırakıp yana çekilmek zorunda kaldı veher defasında kaynatasının canını dişine takarakhayatı pahasına, koca gövdeyi dimdik yamaçtadurdurup, onu atın yularını çeksin diye beklergörünce büyük bir utanç duymuştu. Ama boşyere dememişler: “Kendi ayıbını örtmek isteyenbaşkalarının yüzüne kara çalar” diye. Orozkulda öyle davranarak kaynatasına çıkışıyordu:- Hey, ne oluyor sana, beni öbür dünyayayollamak mı istiyorsun yoksa!Orozkul’un bu davranışını görüpsöylediklerini duyacak, bir ihtiyara böyle
davrandığı için onu kınayacak kimse yoktuorada. Mümin dede alttan alarak, böylebağırmamasını, kasten yapmadığını, kendisininde o koca tomruğun altında kalma tehlikesigeçirdiğini söyleyince, Orozkul daha dahiddetlendi:- Şunun dediğine bak hele! Seni ezersen’olacak değil mi? Yaşayacağın kadaryaşamışsın nasıl olsa. Peki, ben ölürsem seninkızına kim bakacak? Şeytan kamçısı gibi kısırbir kadını kim alır?- Zor adamsın be oğlum, dedi Mümin, sendeinsanlara karşı hiç saygı yok!Orozkul olduğu yerde durarak ihtiyarı birazsüzdü ve sonra çıkıştı:- Senin gibi kocamışlar çoktan ocak başınaçökmüş, kıçlarını ısıtmaya çalışıyorlar. Ama senhâlâ maaş alıyorsun. Kim veriyor bu maaşı? Benveriyorum, ben! Daha ne saygısı istiyorsunbenden?
Mümin onu sakinleştirmek gereğini duydu:- Pekâlâ, yetişir artık, sözgelişi söyledim işte.Yine yollarına devam ettiler. Bir yokuşuaştıktan sonra biraz dinlenmek için durdular. Atter ve köpük içinde kalmıştı.Alakargalar susmak bilmiyor, hâlâcıyaklıyorlardı tepelerinde. Sanki işleri güçlerigün boyu çığlık çığlık bağırmaktı.Mümin, konuyu değiştirmek ve Orozkul’usakinleştirmek için:- Kışın geldiğini anladılar da, dedi, gitmeyehazırlanıyorlar...Sonra onlara da hak verir gibi ilâve etti:- Rahatsız edilmekten pek hoşlanmazlar.Orozkul hızla dönüp ona baktı. Yüzükıpkırmızı olmuştu hırsından:- Kim engel oluyor gitmelerine? Sen de iyicebunadın ihtiyar!Sözün sonunu söylerken sesini alçaltmıştı,ama öfkeliydi. Susup aklından şunları geçirdi:
“Dediğine bak hele! Ne demek istiyor yani?Onun alakargaları rahatsız olmasın diye bir çamkesemeyeceğiz, dalına bile dokunamayacağız!Onların sahibi benim, buraların efendisi benim!Ona ne oluyor!”Kuşlara hınç dolu gözlerle bakarak söylendi:- Ah elimde bir makineli tüfek olsaydı,gösterirdim onlara ben!Sonra başını öbür tarafa çevirip sunturlu birküfür savurdu.Mümin sesini çıkarmadı. Damadınınküfürlerine bir türlü alışamamıştı: “Yine başladı”diye geçirdi aklından. “İçince vahşileşiyor.Çakırkeyif olunca da bir çift lâf edemezsin.Neden böyle olur bu insanlar?” Kendi kendinekızıyordu: “Sen ona iyilik edersin, o sanakötülük. Utanmak, arlanmak da bilmiyorlar.Sanki kural bu imiş. Hep kendilerini haklıgörürler. Herkes onlara kul-köle olsun. Kul-köleolmazsan zorla yaptırırlar bunu. İyi ki böyle bir
adam ormanda yaşıyor. Elinin altında her işinigören bir-iki kişi var. Biraz daha büyük birgörevi olsa, kimbilir neler yapardı? Allahgöstermesin... Böyleleri de hiç tükenmiyor. Herzaman istediklerini elde ederler. Kurtulmakmümkün değil onlardan. Her yerde izini bulur,her yerde karşına çıkarlar. Keyifleri içinbaşkasının canını çıkarırlar da sonra yine onlarhaklı olurlar.. Ah, hiç tükenmiyor böyleleri,hiç...”Orozkul ihtiyarı daldığı düşünceden ayıranemri verdi:- Haydi, uyuşup kalmayalım burada,gidelim!Ve yollarına devam ettiler.O gün sabahtan beri Orozkul’un huysuzluğuüzerinde idi. Önce, bütün âletleri alıp tam çayınöbür yakasına geçecekleri zaman, Mümintorununu alıp okula götürmüştü. İyice delirmiştibu ihtiyar! Her sabah erkenden atını eyerler,
çocuğu okula götürür, sonra yine koşturup onualmaya giderdi. İşi-gücü bu bacaksıza bakmak,onunla uğraşmaktı. Onun okula geç kalmasınıhiç istemiyordu. Amma da iş ha! Sonu neolacaktı bunun? Demek bacaksız okula geçkalamaz, ama onun işi bekleyebilirdi? Ne imiş?“Ben çabucak gider gelirim, çocuk okula geçgiderse öğretmene karşı ayıp olur” diyor. Ammada utanılacak insanı bulmuş ha! Koca budala!Bu bayan öğretmen de kim oluyor? Tam beşyıldan beri hep aynı mantoyu giyiyor.Koltuğunun altında her zaman bazı defterler vebir çanta bulunur. Yine her zaman yol kenarındadurup geçen arabalara el kaldırır. Sık sıkkasabaya gider. Her zaman bir eksiği vardırokulun. Ya kömürü kalmamıştır, ya camıkırılmıştır, tebeşiri hatta silgisi bile yoktur... İyibir öğretmen olsaydı böyle bir okulda görevkabul eder miydi? Düşünmüş taşınmışlar da‘Cüce Okul’ adını vermişler ona. Amma da isim
ha! Aslında ismine lâyık bir mektep! Cücelermektebi. Ne gereği varmış böyle bir okulun?Öğretmen dediğin şehirde olur. Şehir okullarıbaştan başa cam. Orda öğretmenler kıravattakarlar. Ee, tabiî, şehir orası. Sokaklarındakodaman kodaman adamlar araba sürer. Ama nearabalar! Gelip geçerlerken durup hayran hayranseyretmek istersin, hatta saygı ile eğilmekistersin önlerinde. Siyah, pırıl pırıl, güzel migüzel arabalar! Ama şehir adamları bunlara hiçaldırmıyorlar. Zaten durup bakmaya vakitleri deyoktur, hep acele işleri vardır onların. Hayatdediğin şehir hayatı gibi olmalı işte. Ah orada biriş kapsa, şehire yerleşse! Orada görevi olanlarasaygıda kusur etmezler. Görevi büyük olana,gösterilen saygı da büyük olur. Mecburdurlarsaygı göstermeye. Ee, medenî insanlar ne deolsa. Ve, birine konuk gittin, ufak bir bahşişaldın diye, benden tomruk ya da başka bir şeyistemeye kalkmazlar orada. Ama burda, insana
elli ya da yüz ruble verirler, karşılığındaodunlarını alırlar ve ne yaparlar sana? Hemen birşikâyet mektubu yazarlar üst makamlara:“Orozkul rüşvetçinin tekidir, şöyledir,böyledir...” derler. Nankörler!“Hımm.. ah bir yerleşseydim şehire!Cehennem olsun bu dağlar, bu ormanlar, butomruklar... Bin kere lânet olsun o kısır avrada,o beyinsiz moruğa, görmemiş gibi yanındanayırmadığı o bacaksıza! Yulaf yemiş tok at gibiçalımlı çalımlı dolaşırdım şehirde. Herkesesaydırırdım kendimi. Beni görmek isteyenler“Sayın Orozkul Balacanoviç, makamınızagirebilir miyim?” diye izin alırlardı. Bir de şehirliavrad alırdım. Niye olmasın? Güzel bir artistleevlenirdim mesela. Elinde mikrofon, hemokuyor, hem oynuyor. Onlar için önemli olan,kocasının iyi bir işi olmasıdır. Böyle diyorlar.Boynuma kıravatımı takar, böyle bir güzelinkoluna girerdim işte.. Sinemaya giderdik birlikte.
Tabiî o topuklu ayakkabı giyerdi. Mis kokularsürünürdü. Yanımızdan geçenler bu kokuyualsınlar diye derin derin nefes çekerlerdiburunlarından. Bir de bakmışsın çocuklarımızolmuş. Oğlumu bir hukukçu yapardım, kızım isepiyano çalardı. Şehir çocukları zeki olurlar. Herşeyi hemen öğrenirler. Evde yalnız Rusçakonuşulurdu. Köyde konuşulan kaba kelimelerlebeyinlerini doldurmak ne işe yarar? İşte böyleyetiştirirdi çocuklarını. “Papıçka, mamıçka,haçu, to, hauç eto...”*derdi çocuklar. Neisterlerse alırdı. İnsan kendi belinden, kendidölünden olanlardan bir şey esirger mi? Başkaçocukların babalarını kıskandırırdı. Gösterirdionlara kim olduğunu. Başkalarından nesieksikti? Üst makamlarda olanların neüstünlükleri vardı ondan? Onlar da onun gibiinsanlardı işte. Yalnız, şans onlara gülmüştü.Kendisi ise şanssızdı. Aslında kendinin de suçu
yok değildi. Orman koruculuğu kursundan sonraşehre gidip teknik okula ya da enstitüye girmesigerekirdi. Ama o acele etmiş, bir an önce bir iştutmak istemişti. Küçük de olsa iş, işti. Şimdi desürün dur bu dağlarda, eşek gibi tomruk taşı...Yetmiyormuş gibi bir de şu kargalar! Ne diyebağrışıp kafa şişirirler! Ah bir makineli tüfeğiolsaydı...* Babacığım, anneciğim, şunu istiyorum, bunuistiyorum (Rusça).(Ç.N.)Orozkul’un öfkelenmesine sebep çoktu. Yazgelip geçmiş, sonbahar geliyordu. Yazla birlikteılkı ve koyun çobanları da çekip gitmişlerdi. Nedavet vardı artık ne ziyafet. Türküde söylendiğigibi idi:Dağlar marala kaldıOtu sarala kaldı.**** Otu sarardı kaldı.(Ç.N.)
Sonbahar geldi, Orozkul’un vaadleriniyerine getirme zamanı da geldi. Gösterilensaygının, zengin ziyafetlerin, bol ikramın, alınanborçların karşılığını vermeliydi artık. Yüksektenatıp tutmanın, övüngeçliğin cezasını daçekecekti şimdi. Ne diyordu: “Ne istiyorsun? İkitavan kirişi mi? Çam mı olsun? Lâfını etmeyebile değmez, istediğin zaman gel, al”.Dilini tutamamış, votkasını içmiş,armağanları almıştı. Şimdi de kan-ter içinde,dünyada ne varsa hepsine kargışlar okuyarak,koca bir tomruğu sürüklüyordu dağdan aşağıya.Kendi suçunun cezasını çekiyordu. Hayatıboyunca kendi suçunun cezasını çekmişti zaten.Birden aklına çarpıcı bir fikir geldi: “Her şeyibırakır, başımı alıp giderim!” diye düşündü.Ama hemen anladı hiçbir yere gidemeyeceğini.Hiçbir yerde hiç kimsenin ihtiyacı yoktu ona.Hayal ettiği hayatı da hiçbir yerde
bulamayacağını anlamıştı.Hele bir buradan gitmeye, hele bir verdiğisözden dönmeye kalkışsın! En yakın dostlarıhemen ihanet ederdi, hemen ele verirlerdi onu.İnsanlar değersiz varlıklardı işte. İki yıl önce birBuğuluya, kendi soyundan olan o adama, birkuzu karşılığında bir çam tomruğu vermeyivaadetmişti. Fakat sonbahar gelince o çamıkesmek için dağa tırmanmaya üşenmişti. Kolayiş değildi çünkü. O koca dağa tırmanacaksın, okoca çamı keseceksin, sonra da sürükleyesürükleye indireceksin! Hele ağaç çok büyükse,git de devir, git de getir bakalım! Dünyanınaltınını verseler yapılacak iş değil. Üstelik tam ogünlerde ihtiyar Mümin de hastalanıp yatağadüşmüştü ve o işi tek başına asla yapamazdı. Oağacı tek başına kimse dağdan indiremezdi. İşçamı kesmekten ibaret olsa, bunu yapardı. Amaonu aşağıya indirmesi... Sonradan başınagelecekleri bilse, Seydahmet’i çağırırdı yanına.
Dağa tırmanmaya üşenmişti ama akrabasını daşöyle ya da böyle susturmak istemişti. Onun içinyukarılara tırmanmadı. Karşısına çıkan ilk ağacavurdu baltayı. Ne var ki akrabası bunu kabuletmedi: “Çam tomruğu verecektin, başkasınıkabul etmem! Kuzuyu almayı biliyorsun amasözünde durmasını bilmiyorsun!” demişti.Orozkul çok kızmış ve onu kovmuştu:“Verdiğim ağacı kabul etmiyorsan def ol git,canın cehenneme!” demişti. Ama öteki de bununaltında kalmak istememişti: San-Taş OrmanMüdürlüğüne bir şikâyet dilekçesi yazmış,aklına geleni söylemişti. Olan olmayan her şeyianlatmıştı. Ona kalsa, “Sosyalist Sovyet’inormanına zarar verdiği için” kurşunadizilmeliydi.Bundan sonra Orozkul, Su ve Orman İşleriBakanlığı’nın müfettişlerine günlerce hesapverdi. Bir komisyondan öteki komisyona gittigeldi. Sonunda güçlükle yakasını kurtarabildi.
Yaa, bu da akrabasıydı işte. Bir de ne diyorlar:“Hepimiz Boynuzlu Maral Ana’nın soyundanız,birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” Saçmalıkbu! İnsanlar üç kuruş için birbirini boğazlar yada seni hapse tıkmaya çalışırken, bir dişi geyiğinlâfı mı olur! Eskiden inanırlarmış Maral Ana’ya.O zamanın insanları ne kadar da aptalmış, nekadar da cahilmiş! Gülünç bir şey maralainanmak. Şimdi herkes bilgiliydi, okur-yazardı.Bu çocuk masalına kim inanır?O olaydan sonra Orozkul, eşe dosta,akrabaya bir dal bile vermemeye yemin etmişti.İsterse o akraba Maral Ana’nın öz çocuğuolsundu.Ama yaz yine geldi. Yeşil yaylalarda akçadırlar yine kuruldu. Sürüler melemeye, çayboyunda dumanlar tütmeye başladı. Güneşparlıyor, mestedici kımız kokusu ve çiçekkokuları etrafa yayılıyordu. Bir çadırıngölgesinde, yeşil otlar üzerinde dost-tanışlarla
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345