yaklaşıyordu. Yollarda sıçan kadar küçükgörünen arabalar arkalarında bir toz bulutubırakarak gelip gidiyorlardı. Yeryüzünün ta öbürucunda, görülebilen yerin en uzağında, kumlusahilin ötesinde, ortası kabarık gibi duran bir gölgörünüyordu. Isık-Göl idi bu. Yer ve gök oradabirleşiyordu. Ondan ötede hiçbir şey yoktu. Göl,pırıl pırıl parlıyordu. Kımıltısız ve ıssızdı. Yalnızsahilde, dalgaların ak köpükleri güçlüklefarkediliyordu.Çocuk o yöne uzun uzun baktı. Sonra,“Beyaz Gemi daha görünmüyor” dedi çantasına.“Hadi okulumuza bir defa daha bakalım.”Buradan, dağın ardındaki komşu dere çokgüzel görünüyordu. Hatta, evinin önündepencerenin dibine oturmuş ihtiyar bir kadınınelindeki iplik bile farkediliyordu dürbünle.Celesay vadisinde orman yoktu. Yalnız,şurada burada, kesimden arta kalan birkaçbüyük çam ağacı göze çarpıyordu. Bir zamanlar
burası da ormanlıkmış. O eski ormanın yerindeşimdi damları kayınağaçlarıyla örtülü sıra sıraahırlar vardı, aralarında da öbek öbek saman vegübre yığınları görünüyordu. Süt üretenmandıralar için cins düveler yetiştirilirdi burada.Ahırların yakınında, kısacık bir sokak boyuncadizilen evlerde hayvan yetiştiricileri otururdu.Onların köyü idi burası. Sokak, bir tepenin hafifeğimli yamacına doğru uzanıyordu. Sokağın enucunda evlerden farklı görünen ve oturma eviolmadığı anlaşılan ufacık bir bina vardı ki işteokul o idi. Bu, küçüklerin gittiği dört yıllık birilkokul idi. Bundan sonra çocuklar sovhozunyatılı okuluna giderlerdi.Çocuğun boğazı ağrıdığı için dedesi bir günonu burada yardımcı hekime götürmüştü. Şimdidürbünü ile, kiremitleri kararmış, bacası eğilmişve önündeki bir levhaya el yazısıyla ‘Mektep’yazılmış o binaya dikkatle bakıyordu. Gerçiokumasını bilmiyordu ama o yazının ‘Mektep’
olduğunu çok iyi tahmin ediyordu. Her şeyi, enküçük ayrıntıları bile gösteriyordu dürbün:Duvara çiziştirilmiş yazıları, kırık camlarınakâğıt yapıştırılmış pencereleri, verandanın kırıkçarpık tahtalarını.. her şeyi. Elinde çantasıylaoraya nasıl gideceğini, şimdi üzerinde kocamanbir kilit bulunan kapıdan içeri nasıl gireceğinidüşündü. Ama o kapının ardında neler vardı? Neolacaktı?Okula uzun uzun baktıktan sonra dürbünüyine göle çevirdi. Değişen bir şey yoktu orada.Beyaz Gemi hâlâ görünmüyordu. Göle sırtınıdöndü, dürbünü bir kenara koydu ve bu defaçıplak gözle yamacın aşağılarını seyre daldı.Dağın hemen dibinde, gümüş dere vadi boyuncagürül gürül akıyordu. Onun yanında ve onungibi kıvrıla kıvrıla bir yol uzanıyor, bir dağınarkasında çayla birlikte bu yol da kayboluyordu.Karşı kıyı dik ve ormanlıktı. San-Taş ormanlarıhemen oradan başlıyor ve dağların karlı
tepelerine kadar uzanıyordu. En yüksek yerlerekadar çıkan ağaçlar çam ağaçlarıydı. Karların vekayaların arasından yükselen uçları küçük karafırçalar gibi duruyordu tepelerin doruğunda.Çocuk, bölgenin tek yerleşim yerindekievlere, kulübelere ve ahırlara alaylı alaylı baktı.Yukarıdan bakınca ne kadar küçük, ne kadar daeften-püften görünüyorlardı! Çayın daha aşağıkıyısında dost kayalarını gördü: ‘Deve’yi,‘Kurt’u, ‘Eyer’i, ‘Tank’ı.. hepsini. Onları ilk defaburadan, Karavul dağının başından, dürbünleseyretmiş ve bu adları da o zaman vermişti.Afacan afacan gülümseyerek kalktı veyerden bir taş alıp evlere doğru attı. Ama taşoraya ulaşmadı, biraz aşağıya, yamacın üzerinedüştü. Sonra yine olduğu yerde oturdu vedürbünü yine dayadı gözlerine. Bu defa öncetersinden baktı. Evler birden uzaklara kaçıpküçücük, oyuncak kutular gibi göründü. Kocakayalar birer çakıltaşı oldular. Dedesinin yaptığı
havuz gülünç derecede küçüldü: Orada ancakserçeler yüzebilirdi. Çocuk alaylı alaylı gülerekbaşını salladı. Dürbünü düz tutup ayarladı,görüntüyü büyüttü. Sevgili kayaları da büyüyüpdevleştiler ve sanki gelip dürbünün camınadayandılar. ‘Deve’, ‘Eyer’, ‘Kurt’, ‘Tank’ çokheybetli idiler şimdi. Üzerlerindeki çatlaklar,çukurlar ve kızıla çalan yosunlar da olduklarıgibi görünüyorlardı. Gerçekten de adlarınauygundular. Çocuğun onlara benzettiği şeylerinaynısı idiler işte! “Bakın, bakın şu kurda! Tankda tam tank ha!” diye mırıldandı.Dedesinin yaptığı gölcük kayaların ardında,sığlıkta idi ve dürbünle çok güzel görünüyordu.Çay yukarıdan hızla iniyor, dibine kaypak taşlardöşenmiş gölcükte hızını kesip durgunlaşıyor,sonra, kayaları atlayıp köpürerek, daha aşağıdayine hızlanıyordu. Sığlıkta suyun derinliği ancakdiz boyu idi ama akıntı hızlı olduğu için onungibi küçük, zayıf bir çocuğu alıp götürebilirdi.
Onun için o, eskiden suya girince, akıntıyakapılmamak için hemen kıyıda bitmiş söğüdüneğilip suya giren dallarına tutunurdu. Amayüzmek mi denirdi buna? Kazığa bağlanmış yada ayağı köstekli atın koşması gibi bir şeydi bu.Üstelik bir sürü de azar işitirdi. Ninesi dedesine:“Su aparıp götürse dönüp bakmam bile, baksınbaşının çaresine, parmağımı bile kımıldatmamonu kurtarmak için! Sanki bana çok lâzımdı!Anası babası bırakıp gittiler. Benim derdim banayeter zaten, sabrım gücüm kalmadı artık!”diyordu.Doğru söze ne denir? Nine haklıydı çünkü.Ama yine de acıyorlardı çocuğa. Hemenkapılarının önünden akan suya girmesin de neyapsın! Ninesinin çıkışlarına aldırmadan her güngiriyordu çaya. Bunun üzerine dedesi çocuğunkorkmadan yüzebileceği bir gölcük yapmayakarar vermişti.İhtiyar Mümin, akıntının deviremeyeceği,
alıp götüremeyeceği iri taşları seçmiş, onlarıkarnına dayayarak iki eliyle oraya güçlükletaşımıştı. Sonra da suyun içinde ayakta duraraktaşları örmüştü. Suyun kolayca girebileceği,sonra öbür taraftan yine kolayca çıkabileceğidelikleri de çok iyi hesaplamıştı. Pantalonununsırıl sıklam olarak vücuduna yapışması, sıskagövdesi ve köse sakalıyla pek gülünç görünenihtiyar, bir gün sabahtan akşama kadaruğraşmıştı bu gölcüğü yapmak için. Akşam evedöndüğü zaman yorgunluktan kımıldayacak hâlikalmamıştı. Üşütmüş, öksürüyor, belinidoğrultamıyordu. Nine onun bu hâlini görünceküplere bindi, söylenmedik lâf bırakmadı:- Haydi küçüğü ahmağın teki, çocuk olduğuiçin aklı da ermiyor, ya bu koca ahmağa nedemeli! Elden ayaktan düşecek kadarçırpınmasına gerek neydi! Yedirdiğin içirdiğinyetmiyor mu? Bak sana söylüyorum, bununsonu hiç de iyi olmayacak bilesin!...
Doğrusu, çayın düz ve sığ yerindeki bugölcük çok güzel olmuştu. Artık çocukkorkmadan yüzebilirdi. Söğüt dallarınatutunarak kıyıya iniyor, kendini suya atıyordu.Gözlerini hiç kapamıyordu yüzerken. Balıklar dagözleri açık yüzerdi çünkü. Onlara imreniyor,bir balık olup akıntı boyunca ta uzaklara kadaryüzmeyi hayal ediyordu.Tepeden dürbünü ile gölcüğü seyrederken,gömleğini, pantalonunu çıkarıp çırılçıplak vebiraz da titreyerek, suya girdiğini hayal ediyorduşimdi. Çayın suyu her zaman serindi, ilk giriştenefesi kesilir gibi olurdu, sonra alışırdı. Söğütdallarından birine tutunur, başını suya daldırırdı.Su, başının üzerinde hışırdayarak kapanır,dalgalar sırtını, bacaklarını ısırırdı. İnsan suyagirince dışarının sesi duyulmazdı. Yalnız sularınhışırtısı gelirdi kulağına. Gözlerini iyice açıpsuyun dibinde ne varsa görmek isterdi. Gözleride acırdı biraz ama buna aldırmazdı. Gururla
gülümserdi. Hatta alay ederek dilini bileçıkarırdı. Ninesi için yapardı bunu. Boğulacakdeğildi, hiçbir şeyden korktuğu yoktu. Bunuiyice kafasına koysundu ninesi. Sonra tutunduğudalı bırakır, akıntı onu setin taşlarına değinceyekadar sürüklerdi. Zaten soluğunu da ancak orayakadar tutabilirdi. Burada sıçrayıp suyun yüzüneçıkar, dallara tutuna tutuna yine kıyıya gelirdi.Bıkıp usanmadan aynı şeyi tekrarlar, günde yüzdefa yapabilirdi bunu. Yeter ki bir balık gibiyüzebilsin... Neler vermezdi suda balık olmakiçin!...Böyle düşüncelerle gölcüğü seyrederkendürbünü yavaşça evlerin avlusuna doğrukaydırdı. Tavukları, hindileri, kütüğe saplanmışbaltayı, buharı tüten semaveri, avludaki her şeyigördü. Bunlar büyüyüp o kadar yaklaşıyorlardıki, tutacakmış gibi elini uzattı. Dürbününcamında fil kadar büyüyen boz buzağıyı işte ozaman gördü ve çok korktu. Çünkü buzağı, ipe
asılı çamaşırlardan birini, rahat rahat çiğniyorduağzında. Hayvan, aldığı lezzetten gözlerinikısıyor, dudaklarından salyalar akıyordu.Ninenin entarisini ağzını doldura dolduraçiğnemek pek hoşuna gidiyor olmalıydı.Çocuk, bir eliyle dürbünü gözündenayırmadan öbür elini sallayarak bağırmayabaşladı:- Hey budala hayvan! Bırak onu! Haydidefol! Hey Baltek, ne duruyorsun, kov onu!(Köpek evin önünde kımıldamadan yatıyordu.)Isır, kovala!Baltek kulağını bile oynatmıyor, hiçbir şeyolmamış gibi öylece yatıyordu.Tam bu sırada nine de çıktı kapıdan.Olanları görünce kolunu havaya kaldırıpbağırmaya, eline geçirdiği süpürge ile buzağınınüzerine doğru koşmaya başladı. Buzağı kaçıyor,nine kovalıyordu. Çocuk dürbünü elindenbırakmadan, ninesine görünmemek için olduğu
yere çöktü. Kadın buzağıyı kovduktan sonrasöve-saya eve doğru yürüdü. Çocuk onuyakınında, hemen yanıbaşında, hatta dahayakından görüyordu. Sinemada insanın yüzünüdaha iyi göstermek için görüntüyü nasılbüyütüyorlarsa, o da öyle ön plandaseyrediyordu ninesini. Sarıya çalan gözlerihiddetten kocaman açılmışlardı. Dilim dilimburuşuk yüzü kıpkırmızı olmuştu. Yinesinemada bazen sözlerin birden kesilmesi gibibir şey işitilmiyor, ama hızlı hızlı açılıp kapanandudaklarını, çentikli seyrek dişlerini görüyordu.Uzaktan ne dediği anlaşılmıyordu ama çocukkulağına söylenmiş gibi duyuyordu. Ezberebilirdi onun söyleyeceklerini: “Hele bir eve gelde görürsün sen!” diyordu. “Dedeni medenidinlemem hiç! Kaç defa söyledim şu bakılanşeyi kaldırıp at diye! O lânet gemiyebakıyordun. Yanıp kül olsa, dalgalara gömülüpgitse de kurtulsam ondan!”
Çocuk derin derin içini çekti. Çantanınalındığı, okula gitme özlemiyle yaşadığı böylebir günde, buzağının entari yemesi olacak şeymiydi!...İhtiyar ninesi susmak bilmiyor, küfürlersavurarak çiğnenmiş entarisine bakıyordu. Osırada kucağında kızı ile Gülcemal de onunyanına geldi. Onu gören nine öfkesini göstermekiçin, yana yakıla daha yüksek sesle bağırmayabaşladı. Yumruklarını sıkıp kaldırarak dağadoğru tehditler savurdu. Dürbünün camında,ninenin esmer, kemikli yumruğu çok iyigörünüyordu: “Eğlence buldu kendine! Yerindibine batsın o şeytan gemi! Yansın, kül olsun!Sulara gömülsün de bir daha çıkamasın!...”Avludaki semaver kaynamağa başlamıştı.Kapağının altından fışkıran buhar çok iyigörünüyordu dürbünde. Bekey Teyze nineninyanına geldi ve nine buzağının çiğnediği entariyionun gözüne tuttu. Besbelli ona “Bak şu
yeğeninin yaptığına!” diyordu.Bekey Teyze onu teselli edip yatıştırmayaçalıştı. Çocuk onun neler söylediğini de tahminediyor, biliyordu: “Sakin ol eneke (ana) sakin ol.Daha küçücük bir çocuk o, nerden akıl edecek?Burada yapayalnız, hiç arkadaşı yok. Bağırmanneye yarar?” Nine de herhalde ona şöyle cevapveriyordu: “Öğütlerini kendine sakla sen! Heleçocukların olsun da bunun ne demek olduğunuo zaman anlarsın! Saatlerce ne haltlar ediyor otepede? Boynuna ip geçirip bir kazığa bilebağlamıyor hayvanı. Ne görür, ne seyrederorada bilmem ki! Beş para etmez anasınıbabasını mı? Bu çocuğu yaptıktan sonra herbiribir yana çekip gitmedi mi? Sen konuş bakalımkısır karı!...”Mesafe uzak olsa da, çocuk, BekeyTeyzenin esmer, çekik yanaklarının kızgınlıktansapsarı olduğunu, tiril tiril titrediğini gördü: “Yasen nesin cadı karı? Kaç kız, kaç erkek
büyüttün? Nesin sen? Söyle, nesin?...”Bundan sonra da olanlar oldu. Bu defaGülcemal gelip girdi aralarına onları yatıştırmakiçin. Bir şeyler söyledi, nineyi kucaklayıp evesokmak istedi. Ama ihtiyar kadın hırslandıkçahırslandı ve avlunun içinde o yana, bu yana deligibi koşmaya başladı. Sonra, halsiz düşüporadaki bir kütüğün üzerine oturdu. Hüngürhüngür ağlayarak, kara talihine, feleğe kargışlaryağdırıyor, dövünüyordu. Bekey Teyzesemaverin kaynar suyunu döke döke içeri kaçtı.Artık çocuğu unutmuşlardı. “Ben kimmişim ha!”diyordu nine. “Bir de sorarsın ha! Allah benicezalandırmasaydı, eğer beş körpe yavrumuelimden almasaydı, hayatta kalan tek oğlumonsekiz yaşında düşman güllesine kurbanolmasaydı, eşsiz kocam Taygara bir karfırtınasında sürüsüyle birlikte mahvolupgitmeseydi, sizin gibi oduncuların arasında neişim vardı benim? Senin gibi bir kısır mıyım
ben? Bu durumlara düşmemiş olsaydımömrümün son yıllarını senin beş para etmezbaban Mümin’le mi geçirirdim ben? Günahımneydi beni bu hallere düşürdün Allahım!...”Çocuk dürbünü gözünden çekti. Büyük birhüzünle başını öne eğdi. Çantasına dönerek:- Peki, şimdi eve nasıl gideceğiz? dedi alçaksesle. “Bütün bu olanlar benim yüzümden, aptalbuzağı yüzünden.. bir de senin yüzünden eydürbün. Hep o beyaz gemiye bakmamı istersinbenden. Senin de suçun var...”Çocuk çevresine baktı. Çevresi dağ, taş,kaya, orman idi. Yüksek buzullardan dökülensular sessizce aşağıya iniyor, buraya kadargeldikten sonra şarıl şarıl ses çıkararak çayakarışıyordu. Dağlar ulu, heybetliydi.Gözalabildiğine yükseliyor, uzanıyordu. Çocukkendini korkunç derecede küçük, korkunçderecede yalnız ve yitik hissetti. Burada bir ovardı, bir de dağlar, her tarafta dağlar, ulu
dağlar...Güneş, göl tarafında ufka yaklaşıyordu.Şimdi hava daha az sıcaktı. Batıdaki dağlarındoğuya bakan yamaçlarında hafif gölgelerbelirmeye başlamıştı. Güneş uzaklaştıkçagölgeler de dağların eteklerine doğru uzanacaktı.Isık-Göl’deki beyaz gemi normal olarak gününişte bu saatlerinde görünürdü.Dürbünü ufka çevirdi ve birden nefesinituttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmezher şeyi unuttu: Taa orada, Isık-Göl’ün mavi,masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüpgeliyordu.. hey güzel gemi, hey! Sıra sırabacaları olan, uzun, güçlü, güzel gemi! Sankiiple çekiliyormuş gibi dümdüz ilerliyordu.Çocuk alelacele gömleğinin ucuyla dürbününcamını sildi, güzelce ayarladı. Şimdi gemininhatları daha net idi. Dalgaların etkisiyle hafifçesallandığını, gerisinde bıraktığı beyaz ve saydamköpüklü izini de farkediyordu artık. Gözünü
ayırmadan hayran hayran bakıyordu gemiye.Elinde olsa, gücü yetse, gemiye rica edecek, çokdaha yakından geçmesini isteyecekti. Böyleceiçindeki insanları da görebilirdi. Ama gemininondan haberi bile yoktu. Ağır ağır, heybetle,yoluna devam ediyordu. Nerden gelip nereyegittiği de belli değildi.Uzun uzun baktı gemiye. Ne zaman birbalığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüzeona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağınıdüşünüyordu hep...Günlerden bir gün, Karavul dağınıntepesinden bakarken Isık-Göl’ün masmavisularında o bembeyaz gemiyi ilk defa gördüğüzaman, o güzellik karşısında büyük bir heyecanduymuş, yüreği kafesinden çıkacakmış gibiçarpmıştı. Ve o gün, Isık-Göl’de gemicilik yapanbabasının da bu beyaz gemide olabileceğini,orada çalıştığını düşünmüştü. Sonra bu
düşünceye tamamiyle inandırdı kendisini.Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunundoğruluğuna ihtiyacı vardı.Aslında ne babasını hatırlıyordu ne deannesini. Kendini bileli onları hiç görmemişti.Onlar da bir defacık olsun onu görmeyegelmemişlerdi. Ama babasının Isık-Göl’degemicilik yaptığını, anasının da babasındanayrıldıktan sonra onu dedesinin yanına bırakıpşehre gittiğini biliyordu. İşte o zamandan beri birhaber alamamışlardı annesinden. Dağlarınardındaki gölün, gölün de ötesindeki dağlarıngerisinde, uzak bir şehire yerleştiğinisöylüyorlardı.Dedesi Mümin o uzak şehre bir defa patatessatmaya gitmiş, tam bir hafta kalmıştı orada.Dönüşünde çayını içerken, Bekey Teyzesine veninesine, o şehirde kızını, yani çocuğun annesinigördüğünü söylemişti. Büyük bir dokumafabrikasında çalışıyormuş. Orada tekrar
evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş, iki kızı olmuş.Çalıştığı için çocuklarını bir yuvaya vermiş veonları ancak haftada bir defa görebiliyormuş.Büyük bir binanın küçücük bir odasındaoturuyormuş. O kadar küçük bir oda imiş kiinsan orada kımıldayamıyormuş bile. O binanınavlusu da bir pazar yeri gibi kalabalıkmış vekimse kimseyi tanımıyormuş. Ama, yine dedevam ediyormuş hayat. İnsanlar işten dönüpevlerine girer girmez kapılarını sımsıkı kapar,kilitlerlermiş. Bir hapishane hücresi gibi o dörtduvarın içinde kalırlarmış hep. İkinci kocasıgaliba şoförlük yapıyor, şehrin caddelerindeinsanları taşıyormuş. İşe, sabahın saat dördündekalkıp gider ve gecenin geç saatlerine kadarçalışırmış. Çok ağır bir işmiş yani. Dedesininanlattığına göre, kızı onu görünce durmadanağlamış, kendisini bağışlamasını istemiş ondan.Yeni bir daireye taşınmak için listeye alınmışlarama, sıranın ne zaman geleceği, ne zaman
taşınacakları hiç belli değilmiş. O yeni daireyetaşınır taşınmaz, kocası da razı olursa, oğlunuyanına alacakmış. Dedesinden bir süre dahasabredip beklemesini, dedesi de ona bunun içinhiç üzülmemesini, asıl meselenin kocasıyla iyigeçinmeleri olduğunu, gerisinin halledileceğinisöylemiş. “Oğlun için kaygılanma,” demişdedesi, “ben hayatta oldukça kimseye vermemonu, kimse de kılına dokunamaz. Ben öldüktensonra ise Allah’a emanet. İnsanın kaderinde nevarsa o olur...” Bekey Teyze ve nine, dedesininanlattıklarını dinlerken derin derin iç çekmiş,sonra da kendilerini tutamayıp ağlamışlardı.İşte, yine o gün, o çay saatinde, çocuğunbabasından da söz etmişlerdi. Dedesininduyduklarına göre, eski damadı, yani çocuğunbabası, yine bir gemide çalışıyormuş, o da yenibir yuva kurmuş, iki ya da üç çocuğu olmuş.İskelenin yakınında oturuyormuş. Dediklerine
göre içkiyi de bırakmış artık. Seferden herdönüşünde karısı onu çocuklarıyla birlikteiskelede karşılıyormuş... Bu olayı hatırlayançocuk “Onlar Beyaz Gemi’yi, benim gördüğümgemiyi karşılıyorlardır herhalde” diye geçirdiaklından.Bu sırada gemi yoluna devam ederekuzaklaşıyordu. Gölün mavi, durgun sularında,bacaları tüten, uzun, beyaz gemi. Onun birbalık-çocuk olup bir gün kendisine doğruyüzeceğinden haberi yoktu bu geminin.Tam bir balığa dönüşmek, balık olmakistiyordu çocuk. Vücudu da, kuyruğu da,yüzgeçleri de, pulları da olsundu. Yalnız inceboynunun üzerindeki kafası, sarkık kulakları,sıyrıklarla dolu burnu değişmesindi. Gözleri dedeğişmesindi ama pek de oldukları gibikalmasındı, biraz balık gözünü andırsınlardı.Buzağının kirpikleri gibi uzun kirpiklerivardı çocuğun ve onun gibi durmadan kırpardı
gözlerini. Gülcemal kızının da öyle kirpikleriolsun isterdi. Güzel gösterirmiş! Neye yarardı kigüzellik? Güzel olmaya ihtiyacı mı var insanın!Güzel gözler değildi onun istediği, suyundibinde de çok iyi gören gözler gerekiyorduona.Balığa dönüşmesi, dedesinin yaptığıgölcükte birdenbire olmalıydı. Hop! deyincebalık oluvermeliydi. Hemen gölcükten çayasıçrar, kendini şarıl şarıl akan suya bırakır,yüzüp giderdi göle doğru. Hep suyun altındanyüzmek can-sıkıcı olurdu biraz. Ara sıra başınıçıkarıp çevreye bakardı. Sonra, kırmızı killiderin yardan, kayaların altından, burunlardangeçip dağları, ormanları geride bırakır,çavlanları, burgaçları aşıp giderdi. Sevgilikayalarının yanından geçerken onlara vedaederdi: “Elveda Ihlamış Deve”, “Elveda Kurt”,“Elveda Eyer”, “Elveda Tank”. Evlerin önündengeçerken yüzeye sıçrar, kuyruğu ile dedesini
selamlardı: “Allah’a ısmarladık ata, yakındadönerim”. Dedesi onu böyle görünce şaşıp kalır,ne diyeceğini bilemezdi. Nine, Bekey Teyze vekucağında kızı ile Gülcemal de ağızları açıkkalakalırlardı öylece. Nerde görülmüştü vücudubalık, başı insan olan bir yaratık! O isekuyruğunu kaldırıp onları da selamlardı:“Allah’a ısmarladık, ben Isık-Göl’e, beyazgemiye gidiyorum”. Baltek de herhalde kıyıboyunca koşardı. Köpek de böyle bir şeygörmüş olamazdı çünkü. Eğer Baltek suyaatlayıp yanına gelmek istese, ona bağıracaktı:“Olmaz Baltek, olmaz! Batar boğulursun!” O iseyüzmeye devam edecekti. Asma köprününkabloları altından geçmek için suya dalacak,sonra kıyıdaki bitkileri takip edecekti. Dahaaşağıda, gürleyen dar bir boğazı geçip Isık-Göl’eulaşacaktı.Isık-Göl kocaman bir denizdir. Burada, budalga benim, o dalga senin derken, yüze yüze
beyaz gemiye kavuşurdu: “Merhaba beyazgemi, ben geldim, ben!” derdi. “Her zamanyolunu gözleyen, sana dürbünle bakan benidim!” O zaman gemideki insanlar da şaşırarak,o harikayı görmek için koşup geleceklerdi. Veyine o zaman gemici babasına seslenecekti:“Selam baba! Ben senin oğlunum, seni görmeyegeldim!” -”Sen nasıl benim oğlum olursun, yarıinsan, yan balıksın! -”Sen beni gemiye çıkar,senin oğlun oluveririm!” -”Çok tuhaf! Pekâlâ,gel de görelim!” Babası ağ atıp onu sudançıkarır, güverteye alırdı. Orada o, yine insan-çocuk oluverirdi. Sonra.. ya sonra?...Sonra beyaz gemi yoluna devam ederdi. Obabasına başından geçenleri, bütün bildiklerinianlatırdı. Yaşadığı dağları, o sevgili kayalarını,akan çayı, ormanı, dedesinin yaptığı gölcüğü veorada balık gibi gözleri açık yüzmeyiöğrendiğini...Elbette Mümin dedesinin yanında günlerini
nasıl geçirdiğini de anlatırdı. Ona “KıvrakMümin” demeleri yüzünden kötü bir kişiolduğunu zannetmesindi babası. Dedelerin eniyisiydi o. Onun gibisi hiçbir yerde yoktur. Birazsaf olduğu için gülüyorlardı ona. Orozkul ise buyaşlı-başlı adama bağırırdı. Hatta ona bağırırkenyanlarında başka insanların bulunmasına daaldırmazdı. Ama dedesi kendini savunacağıyerde onu hoş görür, hakkını aramaz, hattaormanda onun işlerini de görürdü. Onun işlerinigörmekle kalsa neyse! Orozkul enişte eve zil-zurna sarhoş geldiği zaman o vicdansızınyüzüne tükürmez de, koşup attan inmesineyardım eder, koluna girip içeri sokar, yatağınayatırır, üşümesin, hastalanmasın diye kendipaltosuyla üzerini örter. Atının eyerini alır, tımareder, yemini verir. Bütün bunları kızı kısırolduğu için yapıyor. Niçin baba? Niçin? “Çocukmu istiyorsun? Yap! İstemiyor musun? Yapma!”demek daha iyi olmaz mı? Orozkul enişte Bekey
Teyzeyi döverken dedemin yüreği yanıyor. Öyleüzülüyor ki, onun yerine kendini dövmesine razıolacağını söylüyor. Hem başka ne yapabilir ki?Bazen koşup kızının yardımına koşmak istiyorama bu sefer de nine karşı geliyor: “Senkarışma, ne halleri varsa görsünler, yine barışıronlar... Senin gibi koca bir adamı neilgilendirirmiş onların işi? Senin karın değil kikarışasın, otur oturduğun yerde!” diyor. Dedem“Ama o benim kızım” diye itiraz edince de,nine: “Evleri evimizin hemen yanıbaşındaolmasaydı ne yapacaktın peki? Her seferindeatına atlayıp onları ayırmaya gidecek miydin?Bundan sonra senin kızını karı olarak kim alır?”diye cevap veriyor.Sana sözünü ettiğim nine, senin bildiğin ninedeğil baba. Sen onu tanımazsın. Başka bir ninebu. Öz ninem ben küçükken ölmüş. Sonra bunine gelmiş eve... Bizim orda havanın nasılolacağı hiç bilinmez. Bazen gök masmavi, bazen
de karadır, bazen yağmur yağar, bazen dolu.İşte, bu nine de öyle, nasıl olacağını hiçanlayamazsın. Bir bakarsın neşeli, bir debakarsın kudurmuş. Öfkelendiği zaman insanıdiri diri yutacakmış gibi olur. Böyle zamanlardadedem ve ben hiç sesimizi çıkarmayız. Ninembenim bir yabancı olduğumu söylüyor. Boşunayedirip içirirlermiş beni, onlara hiçbir hayrımdokunmazmış. Ama baba, ben yabancı değilimki! Her zaman dedemle beraberdim ben. Asılyabancı olan kendisi çünkü sonradan gelen o.Kalkmış bir de bana yabancı diyor!...Bizim orda kışın öyle çok kar yağar ki tabenim boynuma kadar çıkar. Her tarafı örter.Eğer ormana gitmek istesek, ancak boz atAlabaş’a binerek gidebiliriz. O, karları yara yarageçer. Rüzgâr da öyle şiddetli eser ki ayaktaduramazsın. Gölde koca koca dalgalar olunca,senin gemin bir o yana, bir bu yana sallanınca,bilesin ki o dalgaları çıkaran, gemiyi sallayan,
bizim San-Taş’ın rüzgârıdır. Dedemin anlattığınagöre, çok çok eskiden, düşmanlar topraklarımızıele geçirmek için atlarını koşturup gelmişler.Ama San-Taş rüzgârı öyle bir esmiş, öyle biresmiş ki, eyerlerin üzerinde bile duramamışlar.Atlarından inip yaya yürümek zorundakalmışlar. Ama yürümek ne mümkün, yüzlerineyüzlerine vuruyor rüzgâr. Bu defa rüzgârasırtlarını dönmüşler. Rüzgâr da onları öylekuvvetle itmiş ki, durup arkalarına bilebakamamışlar. Ve rüzgâr, bir tekini bilebırakmadan sürüp Isık-Göl’e dökmüş onları. İştebiz böyle bir yerde yaşıyoruz! O rüzgâr bizimtaraftan başlar. Çayın ötesindeki orman kışboyunca çatırdar, uğuldar, inilder durur. Böylekorkunç rüzgâr olur işte.Kışın ormanda pek iş yoktur. Kışın ıp-ıssızolur orman. Ama yazın hayvan sürüleri gelirbizim oralara. İnsanların yılkı ya da koyunsürüleriyle geceyi geçirmek için büyük çayıra
geldikleri günü çok severim. Gerçi ertesi günormana giderler ama, olsun, çok iyi olur onlarıngelişi. Kadınlar ve çocuklar kamyonlarla gelirler.Kamyonlarda çeşitli eşya ve yurt(çadır)lar davardır. Yerleşmeleri için biraz zaman bırakırızonlara. Sonra dedemle birlikte “hoşgeldin”egideriz. Hepsinin elini sıkarız. Ben de sıkarımellerini. Dedem önce küçüklerin el uzatmaları veel sıkmaya en büyükten başlamaları gerektiğinisöylüyor. El uzatmamak karşısındaki insanlarasaygısızlık etmek olurmuş. Yine dedemindediğine göre, her yedi kişiden biri peygamberolabilirmiş. Peygamber çok iyi, çok akıllı birinsandır. Onun elini sıkan ömür boyu mutluolurmuş. Ben de şöyle derim: “Öyleysepeygamber peygamber olduğunu niçinsöylemez? O zaman hepimiz gidip elinisıkardık.” Dedem bu soruma gülüyor, “Asılmesele bu işte”, diyor, “peygamberin kendi debilmez peygamber olduğunu, o da ötekiler gibi
bir insandır. Yalnız haydutlar haydut olduklarınıbilirler.” Bunlardan pek bir şey anlamıyorum.Bazen sıkılıyor, utanıyorum ama yine de eluzatıp hepsini selamlıyorum.Ama dedemle büyük çayıra gittiğimiz zamanhiç sıkılmıyorum.Dedem onlara: “Ata-baba yaylasınahoşgeldiniz. Hayvanlarınız iyi, canlarınız esenmi? Çoluk çocuğunuz rahat mı?” diyor. Benkonuşmuyor, el sıkmakla yetiniyorum. Onlarınhepsi dedemi, dedem de onların hepsini tanıyor.Şansı var dedemin, sohbet etmesini biliyor.Onlara sorular da soruyor. Ben ise ötekiçocuklarla ne konuşacağımı bilemiyorum. Amaaz sonra başlıyoruz saklambaç, savaş oyunuoynamaya. Öyle eğleniyoruz ki, oyunu bırakıpdağılmak istemiyoruz hiç. Ah hep yaz olsaydı!Ah her zaman başka çocuklarla çayırdaoynayabilseydim!Biz oynarken ateşler yakılır. Bu ateşler
yakılınca bütün çayırın aydınlandığını sanma.Hiç öyle değil. Yalnız ateşin çevresiaydınlanıyor, ama uzağı eskisinden de dahakaranlık oluyor. İşte biz o karanlıkta oynarızsavaş oyununu. Orada gizlenir ve sonra birdenhücuma geçeriz. Tıpkı sinemadaki gibi! Eğerkumandan isen herkes sana itaat eder.Kumandan, kumandan olduğu için mutluolmalı...Sonra, dağların arkasında ay doğar, yükselir.Ay ışığında oynamanın tadına doyum olmaz.Ama dedem beni eve götürür. Çayırdan,fundalıktan geçerek eve döneriz. Koyunlar rahatrahat yatarlar, atlar ise çevrede otlar. O sıradakulağımıza bir ses gelir, bir türküsöylenmektedir. Ya genç ya da yaşlı birçobandır bu türküyü söyleyen. Dedem benihemen durdurur: “Bak dinle”, der, “böyletürküyü her zaman duyamazsın.” Orada durupdinleriz. Dedem içini çekerek sesin geldiği tarafa
bakar ve başını sallar.Dedem diyor ki, geçmiş zamanların birinde,bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu hantutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarakyanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin.İstemezsen, en büyük arzunu yerine getirir,sonra da seni öldürürüm”, demiş. Tutsak handüşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamakistemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancaköldürmeden önce, benim vatanımdan herhangibir çobanı buraya getirtmeni istiyorum.” -”Neyapacaksın o çobanı?”-”Ölmeden önce ondanbir türkü dinlemek istiyorum.” Dedem diyor ki,işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarınıfeda eden insanlar varmış. Böyle insanlarıgörmeyi ne kadar isterdim! Herhalde onlarbüyük şehirlerde yaşıyorlar.Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar:“İlâhî! Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Netürküler yakmışlar ya Rabbim!”
Bilmem neden, o anda dedeme çok acıyor,onu öyle seviyorum ki ağlamak geliyor içimden.Ertesi gün, daha güneş kalkmadan, kocaçayır bomboş kalır. Koyun sürülerini ve yılkılarısürüp bütün yazı geçirecekleri dağlara çıkarırlar.Onlar gittikten sonra başka kolhozlardan başkagöçebeler gelir. Eğer gündüz gelmişlerse,durmadan gelip giderler. Gece gelmişlerse,büyük çayırda konaklarlar. O zaman dedem veben o insanlara “hoşgeldin” demeye, el sıkmayagideriz. Dedem onların elini sıkmayı, onlarlagörüşüp konuşmayı çok sever. Bana da öğretti elsıkmayı. Belki bir gün o çayırda gerçek birpeygambere de rastlar, onu görürüm...Kışta, Orozkul enişte ile Bekey Teyze şehire,doktora görünmeye giderler. Dediklerine göredoktor onlara yardım edebilirmiş, çocuklarıolması için bir ilaç verebilirmiş. Ama nine herzaman ayni şeyi, onların doktor yerine pîre,
yatıra gitmelerinin daha iyi olacağını söyler. Pîr,dağların öbür yakasında, pamuk tarlalarınınolduğu yerde imiş. Orası dümdüz bir ova imiş,dağlar pek yokmuş, ama Süleyman Tepesidenilen bir kutsal tepe varmış. Onun eteğindekara bir koyun kesip sonra tepeye tırmanırkenher adımda inançla Allah’a dua etsen, Allahdileğini kabul eder, acır ve bir bebek verirmiş.Bekey Teyze oraya gitmeyi çok istiyor, Orozkulenişte ise pek gitmek istemiyor. Çok uzakmış,çok para gerekirmiş. O dağların ötesine ancakuçakla geçilebilirmiş. Sonra, uçağın kalkacağıyere gitmek de uzun bir yolculuğu ve yine çokpara harcamayı gerektirirmiş...Onlar şehre gidince, biz yapayalnız kalırız.Bir biz varız, bir de komşumuz Seydahmet,onun karısı Gülcemal ve küçük kızları. İşte,hepimiz bu kadarız.Akşamları işi bittikten sonra eve dönendedem bana masal anlatır. Bilirim, dışarısı çok,
çok karanlık, çok, çok soğuk olur. Rüzgâr acıacı eser. Böyle gecelerde, en büyük dağlar bile,evet onlar bile, birbirine sığınırlar. Evlerimizintam yakınına, pencerelerimizin ışığınasokulurlar. Ben bundan hem korku duyarım,hem de sevinirim. Eğer bir dev olsaydım, devkürkümü giyer, dışarı çıkar, yüzümü onlaradönüp dev sesimle seslenirdim: “Sakınkorkmayın ey dağlar, ben buradayım! Nefırtınadan, ne karanlıktan, ne de kardankorkarım ben! Siz de korkmayın. Olduğunuzyerde durun, birbirinize girmeyin.” Bundansonra dev adımlarımla karların üzerinden yürürgiderdim. Bir adımda çayı geçer, hop! ormanadalardım. Çünkü geceleri ormandaki ağaçlar daçok korkarlar. Kimi kimseleri yoktur.Çıplaktırlar. Soğuktan tiril tiril titrerler,sığınacakları bir yer de yoktur. Ormanda gezer,korkmasınlar diye herbirini okşardım. Yazıntekrar yeşermeyen ağaçlar, kesinlikle kışın
korkudan donup kalanlardır. Ölen ağaçları kesipodun yapar, ısınmak için yakarız.Ben bütün bunları dedem masal anlatırkendüşünürüm. Uzun uzun masallar anlatır dedem.Türlü türlü masallar... Gülünç olanları da çok.Hele obur kurdun yediği, yeyip de belasınıbulduğu Parmak Çocuk! ‘Cırtdan Çıpalak’masalı pek gülünç. Yoo, Çıpalak’ı önce deveyemiş. Bir yaprağın altında yatmış uyuyormuşÇıpalak. Oralarda dolaşan bir deve, yapraklaberaber onu da yutuvermiş. İşte bunun için“Deve ne yuttuğunu hiç bilmez” derlermiş.Çıpalak bağırıp çağırmaya, yardım istemeyebaşlamış. Dedesiyle ninesi de sevgili Çıpalak’ıkurtarmak için deveyi kesmek zorundakalmışlar. Aç kurdun başına gelenler daha dakötü. Açgözlülüğünden, aptallığından Çıpalak’ıyutmuş ama sonra da acı acı gözyaşı dökmüş.Bir gün Çıpalak’la karşılaşınca ona: “Hey,
ayağıma dolaşma, böcek misin, nesin sen! Birlokmada hop! der yutarım ha!” Çıpalak cevapvermiş: “Bana dokunma aç kurt, yoksa seniköpek yaparım!” -”Kah kah kah!” diye kahkahaile gülmüş kurt. “Bir kurdun köpek olduğununerde gördün sen? Bu küstahlığın içinyiyeceğim seni!” Ve onu yutuvermiş. Yutmuş vesonra da unutmuş. Ama o günden itibaren dekurt gibi yaşamaktan çıkmış. Ne zaman birkoyun sürüsüne sokulmak istese, karnındakiCıpalak bağırıyormuş: “Ey çobanlar, uyumayın,ben geldim, ben kara kurt! Koyunlarınızı alıpkaçacağım!” Kurt ne yapacağını bilemez, orasınıburasını ısırır, kendini yerden yere atar,yuvarlanırmış, Çıpalak ise durmadan bağırırmış:“Hey çobanlar, gelin, kalın sopalarınızla benidövün, derimi yüzün!” Çobanlar da sopalarınıkaptıkları gibi kurdun üzerine yürürlermiş. Kurtkaçıyormuş tabiî. Onu kovalayan çobanlar daşaşıp kalıyorlarmış bu işe. Kurt deli gibi hem
kaçıyor, hem bağırıyormuş: “Yakalayın benidostlarım, cezamı verin, dövün beni!” Çobanlarda gülmekten yerlere yatarlarmış. Bu sırada dakurt kaçıp kurtulurmuş. Ama iş bununlabitmiyormuş. Nereye gitse, Çıpalak hemen eleveriyormuş onu. Her yerde kovmuşlar, her yerdealay etmişler onunla. Kurt açlıktan bir deri birkemik kalmış. Dişlerini şakır şakır birbirinevurur, titrermiş: “Nedir bu başıma gelen, nedirbu çektiklerim? Kendi kendime düşmanlıkediyorum. İyice kocadım, bunadım artık!” AmaÇıpalak durmaz, kulağına fısıldarmış:“Taşmatgile git, onun koyunları pek yağlıdır!Baymatgile git, onun köpekleri sağır! Ermatgilegit, çobanları uykuda!” Koşacak hâli kalmayankurt oturup ağlıyor, sızlanıyormuş: “Hiçbir yeregitmem artık. En iyisi gideyim birinin köpeğiolayım...”Baba, nasıl masal, gülünç değil mi? Dahanice nice masalları var dedemin. Kimisi acıklı,
kimisi korkulu, kimisi hüzünlü. Ama ben en çokBoynuzlu Maral Ana masalını severim. Dedem,Isık-Göl’de yaşayan herkesin bu masalı bilmesigerektiğini söylüyor. Onu bilmemek günah imiş.O masalı sen de biliyor musun baba? Dedem omasalda anlatılan her şeyin gerçek olduğunusöylüyor. Çok eskiden olmuş bu olaylar. Bizhepimiz, ben, sen ve başkaları, Boynuzlu MaralAna’nın soyundan gelmişiz...İşte, kışın biz böyle yaşarız. Ve kış uzunsürer. Dedemin masalları olmasa çok sıkılırdım.Ama ilkbahar öyle güzeldir ki bizimoralarda! Havalar ılıyınca çobanlar yine gelirlerve dağlarda yalnız kalmayız. Fakat çayın öbüryakasında kimse olmaz. Orada yalnız orman veorman canlıları vardır. Zaten biz orada ormanakimseyi sokmamak için yerleşmişiz. Ormanabizden başka kimse adımını atamaz, hiçbir şeye,en ufak bir dala dokunamaz. Bir defasındabilginler bile geldi bizim oraya. İkisi kadındı,
pantalon giymişlerdi. Biri genç, biri yaşlı iki deerkek vardı. Genç olan onların öğrencisi imiş.Tam bir ay kaldılar. Yaprakları, otları, dallarıtopladılar. Dediklerine göre, bizim San-Taşormanları gibi orman pek az kalmış dünyada.Hatta, böylesi hemen hemen hiç yokmuş. Onuniçin de ormanın her ağacını çok iyi korumamızgerekiyor.Oysa ben dedemin, bütün ağaçları çoksevdiği, acıdığı için koruduğunu sanırdım.Orozkul eniştem, kerestesi için birisine çamverdiği zaman dedem çok kızar...
B-III-EYAZ GEMIuzaklaşıyordu.Dürbünde bacaları bile görünmüyorduartık. Az sonra tamamen gözdenkaybolacaktı. Şimdi çocuk, babasının gemisiyleyapacağı yolculuğun sonunu düşünmeli, bir sonuydurmalıydı. O âna kadar her şey çok iyigitmişti ama işin sonunu getiremiyordu bir türlü.Balığa dönüşmesini, çaya atlayıp göle kadargelmesini, gemiye ulaşmasını, babasınakavuşmasını kolayca canlandırıyordu gözünde.Babasına anlattıklarını da çok iyi hatırlıyordu.Ama bundan sonrasını bilemiyor,düşünemiyordu. Az sonra sahil görünecektimeselâ. Daha sonra da gemi iskeleyeyanaşacaktı. Denizciler gemiden çıkacak, herbirikendi evine gidecekti. Babası da gidecekti tabiî.
Karısı ve iki kızı rıhtımda onu bekliyorlardı.Şimdi ne yapacaktı peki? Ya babası onualmazsa? Haydi aldı diyelim, karısı ne der ozaman? “Bu çocuk da nerden çıktı? Burda ne işivar?” demez mi? Hayır, hayır, en iyisi babasıylagitmemekti.Bu arada beyaz gemi gittikçe uzaklaşıyor,güçlükle görünen bir nokta hâline gelmişbulunuyordu. Güneş de suyun üzerine iyiceçökmüştü. Dürbünle bakınca, ateş kırmızısı veleylak rengindeki parıltılar göz kamaştırıyordu.Ve işte gemi artık görünmez oldu. Beyazgemi masalı böylece son buldu. Şimdi evedönmesi gerekiyordu.Çocuk yerden çantasını aldı, dürbünükoltuğunun altına sıkıştırdı. Dağın yamacından,yılan gibi kıvrıla kıvrıla ve hızla inmeye başladı.Buzağının çiğnediği entari için nineye hesapvermesi gerekiyordu şimdi. Göreceği cezadanbaşka bir şey düşünmüyordu artık. Büsbütün
korkuya kapılmamak, kendini yüreklendirmekiçin çantasıyla konuşmaya başladı: “Biziazarlayacaklar, sen sakın korkma! Ben isteyerekyapmadım ki onu! Buzağının kaçtığını neredenbileyim! Herhalde bana bir şamar vuracaklar.Olsun, buna katlanırım. Seni kaldırıp yereatarlarsa sakın korkma. Bir yerin kırılmaz, birçantasın sen. Ama nine tutar dürbünü fırlatırsa,vay hâline! İyisi mi önce onu dama götürüpsaklayalım, ondan sonra gireriz eve...”Öyle yaptı. Evin eşiğinden adımını atarkenyüreği küt küt atıyordu.Ama evde tuhaf bir sessizlik vardı, avludada kimseler yoktu, sanki ev terkedilmişti. Sonraanladı. Mümin dedesi bir kere daha çılgınadönen damadını yatıştırmak istemiş, yalvarıpyakararak Orozkul’un bileğini tutmayaçalışmıştı. Ama yine de kızının dövülmesiutancına, yara bere içinde kalmasına, acıdaninlemesine engel olamamıştı. Babasının yanında
en ağır küfürleri savuruyordu Orozkul. “Kısırkancık, dölsüz katır, lânet karı!” diyebağırıyordu. Ve kızı da kaderine lânet okuyarakçığlıklar atıyor, bas bas bağırıyordu: “Allahçocuk vermiyorsa suçum ne benim! Yeryüzündekoyun gibi doğuran ne çok kadın var, ben iselânetlenmişim! Niçin, niçin? Neydi benimgünahım da böyle kısır bırakıldım! Öldür benicanavar adam, öldür! Vur, vur. Gebereyim dahaiyi”.İhtiyar Mümin bir köşeye büzülmüşgüçlükle soluyordu. Gözkapakları kısılmıştı.Dizlerinin üstüne koyduğu elleri tiril tiriltitriyordu. Yüzü de sapsarıydı.Başını usulca kaldırıp torununa baktı, tekkelime söylemedi ve gözlerini kapadı. Yorgun,bıkkın idi. Nine evde değildi. Bekey Teyze ilekocasını barıştırmak, kırılan dökülen eşyayıtoplamak, ortalığa bir çeki-düzen vermek içinonların evine gitmişti. Böyleydi ninesi. Orozkul
karısını döverken hiç karışmaz, dedeyi dekarıştırmak istemezdi. Ama kavga bittikten sonraonları barıştırmaya, yatıştırmaya çalışırdı. Eh, hiçolmazsa bu kadarını yaptığı için canı sağ olsun...Çocuk dedesine herkesten çok acıyordu. Buolayın her tekrarlanışında zavallı adamölecekmiş gibi olurdu. Bir köşeye büzülür, içinekapanır, yüreğindeki acılardan kimseye sözetmezdi. Böyle zamanlarda o, artık iyicekocadığını, savaşta ölen tek erkek evladınıdüşünürdü. Oğlunu da herkes unutmuş,hatırlayıp sözünü eden kalmamıştı. Oğlu sağolsaydı belki kötü talihi de değişirdi. Bazen birömür geçirdiği ölen karısını da hatırlayıp ağlardı.Ama en çok üzüldüğü, kızlarının pek kötütalihli, pek mutsuz oluşlarıydı. Küçük kızı,torununu onun eline bırakıp şehre gitmiş, orada,kalabalık ailesiyle küçücük bir odada, büyüksıkıntılar içinde yaşıyordu. İkinci kızı ise buradaOrozkul’un işkencelerine katlanıyordu. Yaşlı
adam bu kızının yanında olsa da, onun için herfedakârlığa hazır bulunsa da, zavallı kızı anaolma mutluluğuna erişemiyordu bir türlü. Niceyıldan beri katlanıyordu Orozkul’a. Artık hayatıcehenneme dönmüştü. Ama ne yapsın? Başınıalıp nereye gitsin?... Sonra hâli nice olurdu!Kendisi iyice kocamıştı artık, bir ayağıçukurdaydı. Kendisinden sonra ne olurdu ozavallının kaderi?Çocuk, bir parça ekmekle çanağındakiyoğurdu çabuk çabuk yedi, hiç ses çıkarmamayaçalışarak pencerenin dibine oturdu, lâmbayıyakmamış, dedesini rahatsız etmek istememişti.Düşünceleriyle başbaşa kalsındı dedesi.Çocuk da düşünüyordu. Bekey Teyzeninkocasına votka vererek onu şımartmasına akılerdiremiyordu bir türlü. Adam onu pestiliniçıkarıncaya kadar dövüyordu. Dayağı yediktensonra o, yarım litrelik bir şişeyi daha sürüyorduönüne...
Ah Bekey Teyze, ah! Kocası onuöldürürcesine dövüyordu da o yine affediyordu!Niçin affediyordu? Hiç affetmemek gerekirdiböylelerini. Beş para etmez kötü adamın biriydio. Kimseye gereği yoktu. Onsuz da pekâlâgeçinirlerdi.Çocuk hayalinde, gittikçe artan hiddetiyleona verilmesi gereken cezayı da düşünüyordu:Hepsi bir olup Orozkul’un üzerine çullanacak,bu iri, bu şişko, bu pis herifi çaya kadarsürükleyecekler, orada kaldırıp akıntının ortasınaatacaklardı. Adam, Bekey Teyzeden, Mümindededen, yalvaryakar af dileyecekti. Çünkü birbalık olamazdı o...Çocuk bu cezayı düşünüp biraz rahatladı.Hatta Orozkul’u suda çırpınırken, kadife şeritlişapkasını da sulara kapılıp yüzerken hayaledince gülmek bile geldi içinden.Ama ne yazık ki büyükler hiç de çocuğundüşündüğü gibi âdil davranmıyor, tam tersini
yapıyorlardı. Orozkul yine eve sarhoş geliyor veonu hiçbir şey olmamış gibi karşılıyorlardı. Dedeatının başını tutuyor, karısı Bekey Teyze koşupçayı ateşe koyuyordu. Sanki hepsi onu bekliyor,hasretle yolunu gözlüyorlarmış gibi! O isebaşlıyordu nazlanmaya, sızlanmaya. Önceüzüntüsünden ağlıyordu. Nasıl olurdu?Herkesin, hatta eli sıkılmayacak, yüzünebakılmayacak adamların bile istedikleri kadarçocukları olabilirdi! Onların beş hatta onçocukları olurdu da onun hiç çocuğu olmazdı!Orozkul’un nesi eksikti onlardan? İşinde birbaşarısızlığı mı görülmüştü? Allah’a şükürorman korucularının başıydı o! Kim ona işsiz-güçsüz diyebilirdi? Bakın, çingenelerin bilekucak dolusu çocukları oluyor, istemediklerikadar çok çocukları oluyor! O, adı sanı olmayanbiri miydi? Her işte başarılıydı, her şeyi de vardı.Altında eyerli atı, elinde kırbacı vardı ve heryerde şeref konuğu yaparlardı onu. Yaşıtları
çocuklarına toy, düğün yapsınlar da onun nedenbir çocuğu olmasındı? Niçin oğulsuz, evlatsız biradamdı o?Bekey Teyze da ağlıyor, içi içini yiyor,oraya buraya koşarak kocasının gönlünü almayaçalışıyordu. Sonra bir kenara sakladığı yarımlitrelik votkayı çıkarıp kocasına getiriyordu.Kederinden o da biraz içerdi. Bundan sonraiyice azan Orozkul bütün suçu karısına atar,öfkesini ondan çıkarırdı. Bekey Teyze her şeyinibağışlardı onun. Dedesi de bağışlardı. Orozkul’akimse karşı çıkmazdı. Ertesi sabah ayıldığında,gözlerinin altı mosmor olan karısı onun için çaydemlerdi. Dede ise atına yulaf yedirir, sonraeyerlerdi. Orozkul da çayını içer, atınakurulurdu. Şimdi yine âmir odur, San-Taşormanlarının efendisi odur... Böyle bir adamınçaya atılması gerektiğini kimse aklına getirmez.Hava kararmış, gece olmuştu.Çocuğa ilkokul çantasının alındığı gün işte
böyle geçti.Yatacağı zaman bir süre çantayıkoyabileceği bir yer aradı. Nereye koyacağınıbilemiyordu. Sonunda onu başucuna, yastığınhemen yanına koydu. Daha sonra, okulabaşladığında, sınıfın yarısından fazlasında aynıcins çantanın olduğunu görecekti. Ama şimdilikbunu bilmiyordu, bilse bile önemi olmazdı.Çantası onun için çok güzel, çok özel bir şeyolarak kalacaktı. Kısa hayatında onu yeni yeniolayların beklediğini, bir gün bu dünyadayapayalnız kalacağını, çantasından başka birşeyi olmayacağını da bilmiyordu çocuk. Bütünbunlara sebep, çok sevdiği “Boynuzlu MaralAna” masalı olacaktı.O akşam bu masalı bir defa daha dinlemeyiöyle istiyordu ki! İhtiyar Mümin de çok severdibu masalı ve onu sanki görmüş gibi, yaşamışgibi, göğüs geçire geçire, gözyaşını tutamadan,ara sıra derin düşüncelere dalarak anlatırdı.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345