Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:57:51

Description: Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Search

Read the Text Version

ÖTÜKEN

Cengiz AytmatovBEYAZ GEMİRomanÇeviren:Refik Özdek

YAYIN NU: 225EDEBÎ ESERLER: 1141. Basım: 1991T.C.KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞISERTİFİKA NUMARASI1206-34-003178ISBN 978-975-437-043-0ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.®İstiklâl Cad. Ankara Han 65/3 80060 Beyoğlu-İstanbulTel: (0212) 251 03 50 Faks: (0212) 251 00 12

Ankara irtibat bürosu:Yüksel Caddesi: 33/5 Kızılay - AnkaraTel: (0312) 431 96 49İnternet: www.otuken.com.trE-posta: [email protected]/otukennesriyathttp://twitter.com/otukennesriyatKapak Tasarımı: GNG TanıtımDizgi - Tertip: Ötüken

O-I-NUNiki masalı vardı. Biri kendisinindive başka kimse bilmezdi. Ötekini isededesi anlatmıştı ona. Sonra ikisi de yokolup gitti. Şimdi biz bunlardan söz edeceğiz.O yıl yedi yaşını doldurmuş, sekizinebasıyordu.Ona önce bir çanta aldılar. Kulpunun altındaparlak madenden yaylı bir kilidi bulunan, siyahderi taklidi bir çanta. Ivır-zıvır şeyleri koymakiçin güzel bir üst cebi de vardı. Ahım şahım birşey değildi ama yine de güzel bir okul çantasıydıişte. Aslında herşey bu çantanın alınmasıylabaşladı.Bu çantayı ona dedesi bir gezgin satıcıdanalmıştı. Gezgin satıcı ‘maşin-mağaza’ denilenotomobiliyle, dağlarda sürü besleyenlere öteberi

satmak için dolaşır ve bazen San-Taş vadisinekadar gelirdi. Orman korucularının oturduğuSan-Taş vadisi, boğazların, yamaçların arasındanormana doğru uzanan bir bölgeydi.San-Taş’ta sadece üç aile otururdu, amamaşin-mağaza bu ormancı ailelere de bir şeylersatmak için ara sıra buralara kadar tırmanırdı.Üç ailenin tek oğlan çocuğu olduğu içinsatıcının geldiğini ilk gören her zaman o olurdu.Ve, kapıdan kapıya, pencereden pencereyekoşarak avaz avaz bağırırdı:- Geliyoor! Maşin-mağaza geliyor!Isık-Göl’ün kıyısından başlayan, taşlarlaçukurlarla dolu bir yol, boğazın içinden ve selyatağından geçip, San-Taş’a kadar çıkardı.Böyle bir yolda araba sürmek hiç de kolaydeğildi. Yol, Karavul dağının eteğine gelince dargeçitten ayrılır, dağın bir memesine tırmanır, onuda aşar, sonra, sarp ve çıplak olan öbüryamaçtan usul usul inerek ormancıların evlerine

ulaşırdı. Karavul dağı çok yakındaydı. Küçükçocuk, yaz mevsiminde hemen hemen hergün,dürbününü kaptığı gibi gölü seyretmeye gelirdiburalara. Tepeden bakınca her şeyi görürdü.Yaya da, atlı da ve tabiî araba da çok iyigörünürdü.Sıcak bir yaz günüydü. Çocuk, kendisine aitbir gölcükte yüzüyordu. Bu defa, maşin-mağazanın bir toz bulutu kaldırarak geldiğiniişte o zaman gördü. Bu gölcüğü ona, çayın sığbir yerini taşlarla çevirerek dedesi yapmıştı.Taşlarla çevrili bu gölcük olmasa belki şimdiyekadar çoktan ölmüş olurdu. Ya da, ninesininsöylediği gibi, akıntıya kapılıp Isık-Göl’e doğrusürüklenirken, balıklara ve öbür tatlı suhayvanlarına yem olur, yalnız kemikleri kalırdı.Ve bir arayan soran da olmazdı. Onunlailgilenecek kimseler olmadığına göre, ikide birçayda çimmesine ne gerek vardı? Neyse kiböyle bir şey olmamıştı. Ama ya olsaydı! Belki

ninesi gerçekten kendini suya atmazdı onukurtarmak için. Ninenin gerçek torunu, kendikanından torunu olsaydı, belki... Ama ninesionun bir yabancı, bir hiç olduğunu söylüyordu.Bir yabancıyı ne kadar yedirip içirsen, ne kadarbaksan, yine yabancı kalırdı.. bir yabancı!Peki, ya o başkasının çocuğu olmakistemiyorsa? Hem niçin o yabancı oluyormuş.Belki de asıl yabancı ninesiydi.Neyse, bu konu da, dedesinin yaptığı gölcükde sonraya kalsın...Evet, o gün çocuk, maşin-mağazanın(gezgin satıcıya ait otomobilin), gerisinde tozbulutu bırakarak yamaçtan inmekte olduğunugördü. Sanki kendisine bir çanta alınacağınıbilmiş gibi büyük bir sevince kapıldı. Hemensudan çıkarak, pantalonunu alelacele sıskabacaklarına geçirdi. Vücudu ıpıslak vemosmordu. -Çünkü sel suları soğuk olur-.Maşin-mağazanın geldiğini herkesten önce

haber vermek için evlerine doğru koşmayabaşladı.Olanca hızıyla koşuyor, çalıların üzerindenatlıyor, atlayamayacağı kadar büyük olankayaların yanından dolanıyordu. O büyükkayaların, o iri otların yanından, bir saniye biledurup vakit kaybetmeden koşuyordu. Oysa buiri otların başka otlara, bu büyük kayaların başkakayalara hiç benzemediğini çok iyi bilirdi.Bunlar ona darılabilir, hatta isteseler ayaklarınatakılıp düşmesine de sebep olabilirlerdi. IhlamışDeve’nin yanından geçerken “Maşin-mağazageliyor, seninle sonra konuşuruz” dedi. ‘YatanDeve’ dediği, yarı beline kadar toprağagömülmüş, kızılımsı, kambur bir deve idi.Normal zamanlarda onun yanından hörgücünüsıvazlamadan geçmezdi. Dedesinin güdükkuyruklu atını okşaması gibi okşardı onu. Şimdiise sadece elini değdirmiş, “çok işim var, seninlesonra görüşürüz” demek istemişti. ‘Eyer’ adını

verdiği, yarısı ak, yarısı kara bir başka kayasıdaha vardı. Onun bir eyeri andıran tepesine çıkıpata biner gibi otururdu. ‘Kurt’ adını verdiği kayaise boz renkli, yer yer kararmış, güçlü boynu vekocaman kafası olan bir kurdu andırıyordu. Onasürüne sürüne yaklaşır, vuracakmış gibi nişanalırdı. Ama en çok ‘Tank’ adını verdiği,heybetli, güçlü kayayı severdi. Çayın kıyısında,suların durmadan yıkadığı, aşındırdığı bu kayasuya dalacakmış gibi dururdu. Dalacak, sularıyararak, beyaz köpükler saçarak geçecektisanki. Sinemada gördüğü tanklar da öyle giderdiçünkü: Kıyıdan suya dalar ve hop! suları yararakgeçerdi. Çok az film seyrettiği için gördüklerinihiç unutmuyordu. Dedesi onu bazen, dağın öbüryakasındaki sovhozun sinemasına götürürdü.İşte o filmleri gördükten sonra, çay kenarındasuya dalacakmış gibi duran kaya da bir tankoluverdi. Daha başka kayaları da vardı: ‘kötü’kayalar, ‘iyi’ kayalar, hatta ‘kurnaz’ kayalar,

‘aptal’ kayalar...Bitkiler de çeşit çeşittiler: ‘Sevimli’leri,‘cesurları’, ‘korkakları’, ‘zararlıları’ ve dahabirçokları. Devedikenleri baş düşmanıydımeselâ. Çocuk onunla günde en az on defadüello yapar, saplarını koparırdı. Ama busavaşın sonu gelmezdi. Çünkü devedikenleribudanmış olur, daha da büyürlerdi. Oysa kırsarmaşıkları, zararlı olsalar da, çok akıllı, çokneşeliydiler. Sabah güneşini en iyi karşılayanonlardı. Öteki bitkiler ne sabahı bilirlerdi neakşamı. Hepsi birdi onlar için. Ama sarmaşıklar,güneşin sıcak ışınları yüzlerine vurur vurmazgözlerini açarlardı. Önce bir gözlerini, sonraötekini, derken bütün çiçeklerini açar,gülümserlerdi. Beyaz, açık-mavi, mor.. herrenkte çiçekleri vardı bu sarmaşıkların. Eğeryanlarına gidip kımıldamadan ve ses çıkarmadandurursan, uyanırken birbirleriyle fısıldaştıklarınıduyar gibi olursun. Karıncalar dahi bilirlerdi

bunu. Sabahleyin sarmaşıkların kollarınatırmanır, güneşten gözlerini kısarakfısıldaşmaları dinlerlerdi. Kimbilir, belki çiçeklergördükleri düşleri anlatırlardı birbirlerine.Gündüzleri, genellikle öğleyin, çocuk, uzunsaplı şıralcın kümelerinin arasına dalar vebundan çok hoşlanırdı. Şıralcınlar iri boylu,çiçeksiz idiler. Ama çok güzel kokarlardı. Kümeküme, sık sık biter, adacıklar oluşturur ve başkaotları yanlarına sokmazlardı. Hem onun yakındostuydular. Bir şeylere canı sıkıldığı, çoküzüldüğü ve kimselere görünmeden ağlamakistediği zaman, gelir onların arasına gizlenirdi.Şıralcınlar çam gibi kokar ve insan kendisini birçam ormanında sanırdı. Orası sessizdi, sıcaktı veen önemlisi dallarıyla gökyüzünü örtmezlerdi.Sırtüstü uzanıp yatar, göğü seyrederdi onlarınarasında. Önce, gözünü perdeleyengözyaşlarından pek bir şey göremezdi. Sonragözyaşları diner ve bulutları seyre dalardı. Neyi

görmek istese gösterirdi bulutlar. Onun mutsuzolduğunu, ah! etseler, vah! deseler de, kimseninbulamayacağı bir yerlere kaçıp gitmek, uçupgitmek istediğini bilirlerdi. Kaçıp gitse, “çocukkayboldu, nerelerde bulacağız onu?”diyeceklerdi. Kaçıp gitmesin, orada durupkendilerini seyretsin diye de, onun istediği herbiçime girerlerdi. Sayısız biçimlere girebilirdibulutlar. Yalnız, o biçimlerin neye benzediğinianlaması, görmek istediğini seçip bulmasıgerekirdi.Şıralcınlar göğü örtmezler, onların arasındainsan huzura kavuşur, çam kokuları içini ısıtır.Onlar böyle bitkilerdir işte...Otlar hakkında daha pek çok şey biliyordu.Alçaklarda biten gümüş renkli çayırları da çokseverdi. Acırdı da onlara. Pek tuhaftı bu gümüşeçalan ak otlar. Başları hep havadaydı. İpek gibiyumuşak püskülleri rüzgârsız edemezdi. Beklerdururlardı rüzgârı. Rüzgâr ne yöne eserse onlar

da o yöne eğilirlerdi. Sanki komut almış ve tekkişiymiş gibi bütün çayır o yöne yatardı. Heleyağmur yağacak, fırtına çıkacak olsa, başlarınısokacak yer bulamazlardı. Tiril tiril titrer, yerlerekapanırlardı. Eğer ayakları olsaydı çok uzaklarakaçıp giderlerdi. Ama bu halleri yapmacıktı, biroyundu. Fırtına diner dinmez yine başlarınıkaldırır, kendilerini yele verir, oynaşırlardı.Rüzgâr nereye, onlar oraya...Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatanbu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu.Zaman zaman bütün bunları ona unutturan tekşey, gezgin satıcı, onun mağaza-arabası idi. Onugörür görmez olanca hızıyla koşmaya başlardı.Söylemeye gerek yok, otlardan ve kayalardanbaşka bir şeydi bu maşin-mağaza. Neler neleryoktu içinde!Çocuk eve geldiğinde, araba da evlerinarkasındaki avluya girmek üzere idi. Evlerinyüzü çaya bakıyordu. Bu taraf hafif bir eğimle

suya kadar inerdi. Suyun öbür tarafında ise,birden dikleşiyor ve dağlara doğru yükselenorman da buradan başlıyordu. Bu yüzden girişyolu evlerin arka tarafındaydı. Çocuk vaktindeyetişip haber vermese, satıcının geldiğini kimsebilemezdi.O saatte evlerde tek erkek yoktu, sabaherkenden çıkıp gitmişlerdi. Kadınlar ise evişleriyle meşgul idiler. Çocuk açık durankapılara koşup bağırmaya başladı:- Geldi! Geldi! Maşin-mağaza geldi!Kadınlar telaşlandılar. Önce, herbiriparalarını gizledikleri yere gitti, sonra da dışarıfırlayıp birbirleriyle yarışırcasına arabaya doğrukoştular. İşe bakın siz! Nine bile övdü çocuğu:- Bakın, görün işte, bizim oğlanın gözündenhiçbir şey kaçmaz!Çocuğun koltukları kabardı. Sanki maşin-mağazayı oraya kendisi getirmişti. Satıcınıngeldiğini haber verdiği için mutluydu. Arka

avluda kadınlarla birlikte koşmaktan, arabanınaçık kapısı önünde onlarla itişip kakışmaktanbüyük bir zevk alıyordu. Ama kadınlar onuçoktan unutmuştu. Başka işleri vardı şimdionların. Ne de çok mal vardı arabada! Gözlerifaltaşı gibi açılmıştı. Ama topu topu üç kadınvardı: Çocuğun ninesi, annesinin kardeşi ve üçevin en önde gelen kişisi olan korucubaşıOrozkul’un karısı olan Bekey Teyze, bir dekucağında kızcağızı ile gelen Gülcemal.Gülcemal, basit bir işçi olan Seydahmet’in karısıidi. Hepsi bu kadardı işte. Ama mallara bir andaöyle saldırdılar, karıştırıp öyle alt-üst ettiler ki,satıcı onları uyarmak, her şeyi karıştırmamalarınıve hep birden konuşmamalarını söylemekzorunda kaldı.Ama satıcıyı dinleyen kim! Kadınlar bütünmalları savurmaya, havadan kapmaya, sonra birbir seçmeye, daha sonra da seçtiklerini gerivermeye başladılar. Almak istediklerini bir

kenara ayırıyor, giyip bakıyor, tereddüt ediyor,ayni soruları defalarca soruyorlardı. Bu hoşlarınagitmiyor, öteki çok pahalı, berikinin rengi iyideğil... Ve yine bırakıyorlardı seçtiklerini. Çocukbiraz uzakta durup bekliyordu. İşin onuilgilendiren hiçbir yanı kalmamıştı artık. Canısıkılmıştı. Olağanüstü beklentisi ve dağdanmaşin-mağazayı gördüğü zamanki sevinci yokolmuştu. Şimdi o maşin-mağaza, ıvır zıvır doluâdi bir arabadan başka bir şey değildi gözünde.Satıcının suratı asıldı. Bir şey alacağabenzemiyordu bu kadınlar. Dağ taş demedenuzak yollardan niçin gelmişti buralara kadar?Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar arabanınbaşından çekildiler. Heyecanları geçmiş, hattabiraz da yorulmuşlardı. Birbirlerine karşı ya dasatıcıya karşı kendilerini haklı çıkarmaya çalışansözler ettiler. Önce nine parası olmadığındanyakındı. Para olmayınca da bir şey alamazdı.Bekey Teyze kocasından habersiz pahalı bir şey

almaya cesaret edemedi. Dünyanın en mutsuzkadınıydı Bekey Teyze, çünkü çocuğuolmuyordu. Bunun için de Orozkulher sarhoşoluşunda dövüyordu onu. Bu da dedesini çoküzerdi. Çünkü Bekey Teyze dedesinin kızıydı.Yine de Bekey Teyze bir-iki ufak şey ve iki şişevotka aldı. Hiç almaması gerekirdi bu içkiyi,çünkü cezasını kendisi çekecekti. Nine kendinitutamadı ve satıcının duymayacağı kadar alçaksesle çıkıştı:- Durduğun yerde başına belâ alıyorsun sen!- Ne yaptığımı biliyorum ben! diye sözünükesti Bekey Teyze.Nine daha da alçak ama hiddetli bir sesle:- Aptalın birisin sen! dedi.Satıcı olmasaydı Bekey Teyzenin dersiniverirdi. Öyle bir kapışırlardı ki!...Genç gelin Gülcemal kendini kurtaracakmazereti buldu. Satıcıya, kocası Seydahmet’inyakında şehre gideceğini, orada paraya ihtiyacı

olacağını, onun için de kesenin ağzınıaçmayacağını söyledi.Kadınlar arabanın önünde biraz dahaoyalanıp, satıcının deyimi ile ‘üç kuruşluk malaldılar’. Tabiî buna alış-veriş denirse! Sonrahepsi evlerine döndü. Onlar arkalarını dönerdönmez satıcı yere tükürmüş, dağıtılan mallarıtoplayıp bir an önce buradan uzaklaşmayahazırlanıyordu. İşte o sırada çocuğu farketti:- Ne o yaba kulak? Bir şey mi almakistiyorsun? Alacaksan acele et, kapatıyorum.Paran var mı?Çocuğun kulakları yaba gibiydi, boynu ince,başı kocaman ve tostoparlaktı. Satıcı ona lâfolsun diye sormuştu bir şey alıp almayacağını.Ama çocuk başını sallayarak saygılı bir seslecevap verdi:- Hayır amca, param yok.- Ben de sanıyorum ki vardır...Satıcı bilmezlikten gelerek sözü uzattı:

- Buradakilerin hepsi varlıklıdır amakendinizi yoksul gösterirsiniz. Cebindeki paradeğil mi yani?Çocuk yine ciddi ve samimi cevap verdi:- Param yok, amca.Böyle derken delik cebinin içini dışınaçıkararak gösterdi (öteki cebinin ağzı dikiliydi).- Demek ki paraların delik cepten düşmüş,git de koştuğun yerlerde ara, belki bulursun.Bir süre sustular. Sonra satıcı yine sordu:- Hangi ailedensin sen? İhtiyar Mümin’inmi?Çocuk ‘evet’ anlamında başını salladı:- Onun torunu musun?- Evet, diye yine başını salladı.- Annen nerede?Çocuk bu defa hiçbir şey demedi. Bukonuda konuşmak istemiyordu.- Annen nerede olduğunu bildirmedi mi?Tanıyor musun onu?

- Bilmiyorum.- Babanı da mı bilmiyorsun? Babandan dahaber yok mu?Çocuk yine bir şey söylemedi. Satıcı işişakaya getirerek sormaya devam etti:- Sen de hiç bir şey bilmiyorsun be arkadaş.Öyle olsun, canın da sağ olsun. Al bakalımşunu. (Avucuna şeker doldurarak çocuğa uzattı.)Çocuk utanmıştı, almak istemiyordu.- Al, al hadi. Bekletme beni, gideceğim.Çocuk şekerleri alıp cebine koydu.Satıcıyı uğurlamak için bir süre peşindenkoşmayı düşünüyordu. O arada tembel, kıllıköpeği Baltek’i çağırmıştı yanına. Orozkul hepöldürmek isterdi o köpeği. Ne gereği vardı buişe yaramaz köpeği beslemenin? Dedesi iseyalvar-yakar, şimdilik ona dokunmamasınıisterdi: “Bir çoban köpeği bulur bulmaz Baltek’ibir yere götürüp bırakırız.” derdi. Baltek’inhiçbir şey umurunda değildi. Karnı doymuşsa

yatar uyurdu. Karnı aç ise, dost olsun, yabancıolsun, herkese sokulup kuyruk sallar, kendisinekemirecek bir kemik atmalarını beklerdi. Böylebir köpekti Baltek. Bazen canı sıkıldığındaarabaların ardından koşardı, ama pek uzaklaragitmezdi. Biraz koştuktan sonra döner, evegelirdi. Kısacası güvenilecek bir köpek değildio. Yine de, çocuk için bir köpekle koşmak tekbaşına koşmaktan yüz kere daha iyiydi. Öyle deolsa köpek, köpekti işte...Çocuk, satıcıya göstermeden Baltek’e birşeker attı. “Bak, çok koşacağız ha!” dedi. Baltekhafif bir ses çıkararak kuyruğunu salladı. Yineşeker istiyordu. Ama çocuk bir tane dahavermeye cesaret edemedi. Satıcı gücenebilirdi.Adam, köpeğe yedirsin diye vermemişti ona biravuç şekeri.İşte tam bu sırada dedesi çıkageldi. İhtiyar,kovanların olduğu yere gitmişti. Oradan, evlerinardında olup bitenler görülmezdi. Maşin-mağaza

gitmeden gelmesi ne kadar iyi bir raslantıydı!Yoksa o güzel çanta alınmayacaktı. Doğrusu ogün çok şanslı bir gündü çocuk için.Köydeki aksakalların ‘Kıvrak Mümin’ diyeadlandırdıkları ihtiyarı çevrede herkes tanırdı veonun da tanımadığı yoktu. Bu lâkabı ona, uzakyakın herkesle çok iyi geçindiği, herkesegüleryüz gösterip yardıma koştuğu içintakmışlardı. Bununla birlikte, onun bu çabasına,bu iyiliğine kimse önem vermezdi. Eğer herkesekarşılıksız dağıtacak olsalar altının da değeriolmazdı zaten. Onun yaştakilere gösterilmesigereken saygıyı da çok görürlerdi ona. Onunlaherkes pek rahat, kendi yaşıtıymış gibikonuşurdu. Buğu aşiretinin anlı-şanlı bir yaşlısıöldüğü zaman verilen yas şöleni için kurbanı okeser, ileri gelen konukları o karşılar, onlarınattan inmelerine o yardım eder, çayları o ikrameder, hatta bazen odun kırar, su taşırdı.(Mümin’in kendisi de Buğu aşiretinden idi,

bununla övünür ve aşiretinden biri ölecek olsa oaileyi hiç yalnız bırakmazdı.) Her yandankonukların gelip doluştuğu böyle şölenlerdeyapılacak çok iş olurdu. İşte o zaman her işekoşar, hiçbir işten kaçmaz, her şeyin üstesindengelirdi. Avıla (köye) doluşan konuklarıağırlamakla görevli taze gelinler Mümin’inyaptığı işleri görünce:- Kıvrak Mümin olmasaydı hâlimiz niceolurdu! derlerdi.Kısacası, uzaktan torunu ile birlikte yasşölenine gelen bu ihtiyar adam, çay taşır, ayakişlerini yapardı. Onun yerine kim olsa çatlardıkahrından. Ama o hiç aldırmıyordu bunlara.Kıvrak Mümin’in davetlilere hizmetetmesine kimse şaşmazdı. Hayatı boyuncataşıyacağı ‘Kıvrak’ lâkabını onun içinvermişlerdi ona. Böyle kıvrak, böyle hamaratolmasının suçu kendisindeydi. Konuklardan biri,ölen kişinin evindeki konuklara hep onun

yardım ettiğini görerek “Avılda yardım edecekgençler yok mu?” dediği zaman, Mümin onlara,“Merhum benim kardeşimdi” derdi. (OBuğu’ların hepsini kardeş sayardı. Oysa,merhum öteki Buğu’ların da kardeşiydi.) “Onunyas şöleninde ben çalışmayayım da kim çalışsın?Biz bunun için Buğu yaratıldık. Boynuzlu MaralAna soyundanız biz. O kutsal Maral Ana,yaşayanlarımıza da ölenlerimize de dostolmamızı istedi bizden...”Kıvrak Mümin işte böyle mümin idi.Yaşlılar da gençler de ona ‘sen’ diye hitapederlerdi. Hatta sataşırlardı ona. O aldırmazdı.Sözünü dinlemezlerdi ama buna da bir şeydemezdi. Doğru demişler: “Kendisinisaydırmasını bilmeyeni saymazlar”. O kendinisaydırmasını bilmiyordu.Hayatta bilmediği şey yoktu onun:Dülgerlik, saraçlık yapar, samanları çok güzelyığardı. Gençliğinde kolhozda öyle tayalar

(saman yığınları) yapardı ki kış gelince onuaçmaya kıyamazlardı. Yağmur yağınca sularyığının üzerinden kaz sırtından kayıp süzülürgibi akardı. Kar ise sanki evlerin damını örtergibi örterdi yığınları. Savaşta ‘Emek Taburu’ndagörev almış, Magnitogorsk fabrikasınınduvarlarını örmüş, Stakhanov gibi adınıduyurmuştu. Askerliğini bitirip gelince ormanbölgesinde ev yaptı, ormancılık yapmayabaşladı. Her ne kadar yardımcı işçi ise de,tomrukların taşınması işiyle o uğraşır, damadıolacak Orozkul ise kendisini sık sık davetettirerek ziyafetlerde gönül eğlendirirdi. Amaüstleri denetim için gelince, onları Orozkulgezdirir, ormanı o gösterir, av partileridüzenlerdi onlara. O zaman patron o olurdu.Hayvanlara da, arılara da Mümin bakardı. Bütünhayatı sabahtan akşama kadar çalışmakla, türlüsıkıntılar içinde geçmişti ama kendinisaydırmasını öğrenememişti bir türlü.

Üstelik Mümin’in dış görünüşü saygıdeğerbir aksakala da hiç benzemiyordu. Ne saygınlığı,ne ağırbaşlılığı, ne de sertliği vardı. İyi yüreklibir insandı ve böyle olduğunu, ama değerininbilinmediğini yüzüne bakar bakmaz anlardınız.Ta eski çağlardan beri böylelerine şu öğüdüverirler: “İyi olma, kötü ol! Dişlerini göster! Baksana bu da azdır! Kötü ol, kötü!” Ama onuntalihsizliği idi bu. Hep iyi olarak kalırdı. Buruşukyüzünde gülümseme hiç eksik olmaz ve bakışıile sanki “Ne istiyorsun? Ne istiyorsan söyle,senin için her şeyi yaparım, canın ne istiyorsasöyle bana…” derdi.Burnu ördek burnu gibi basık, hiç kıkırdakyokmuş gibi yumuşaktı. Boyu da uzun değildibu ihtiyarın. Ama bir delikanlı gibi çevikti.Sakaldan yana da bahtsızdı. Çenesindeki iki-üçkıldan ibaretti sakalı.İnsan bazen yolda boylu-boslu bir ihtiyarlakarşılaşır: Gür sakallı, kuzu derisinden katlama

yakası bulunan kürkünü giymiş, başında değerlibir papak, altında şahbaz at, eyeri gümüşbezeklidir. Görkemli bir ihtiyardır. Peygambergörünüşlüdür. Böyle birine insan baş eğer, heryerde saygı gösterirler öylesine. Ama Müminsadece kıvraktı, becerikliydi, başka bir şey değil.Onun tek üstünlüğü bundan ibaretti.Başkalarının gözünde küçük düşmektenkorkmamasıydı. (Ne oturmasını bilirdi, nekonuşmasını, ne cevap vermesini ve gülmesini...Yoo, yoo, yapamazdı bunları.) Bu bakımdan,gözden düşmekten korkmaması bakımından,kendisi bilmese de, çok şanslı sayılırdı. Oysabirçokları hastalıktan değil de, kendini dahabüyük gösterme ihtirasından ölürlerdi. (Akıllı,yetenekli, güzel olmayı, üstelik görkemli,haksever, dürüst ve kararlı olarak tanınmayı kimistemez?)Mümin öyle değildi. Tuhaf bir adamdı veherkes de ona tuhaf davranırdı.

Onu üzen, gücendiren tek şey vardı. O da,anma şöleni için yapılan hısım-akrabatoplantısına çağrılmamasıydı. Buna gerçektençok üzülür, kalbi kırılırdı. Ama gücenmesininasıl sebebi unutulmuş olması değildi. O butoplantılarda hiçbir karara katılmaz, konuşmazdızaten. Onu üzen, çok eskiden beri uygulanan birgeleneğe göre, ölen büyüğe karşı borcunuödeyememek idi.Mümin’in kendi dertleri de yok değildi. Bazıgeceler bunları düşünür, ağlardı. Ona gözyaşıdöktüren, büyük acılar veren bu dertleri ailedışında olanlar pek bilmezdi.Mümin torununu maşin-mağazanın önündegörür görmez onun bir şeylere üzüldüğünüanladı. Ama satıcı gelip geçen bir konuk olduğuiçin önce ona hitap etti. Atından usulca inerekiki elini birden uzattı:- Selamünaleyküm büyük tüccar! dedi yarışaka yarı ciddi. Kazasız belasız getirdin mi

kervanı? Alış-veriş iyi geçti mi? -Gülümseyereksatıcının elini sıkıyor, sallıyordu.- Görüşmeyeliçok oldu, hoş geldin!Satıcı Mümin’in konuşmalarına, perişanhâline, sahte deriden çizmelerine, karısınındiktiği keten pantalona, iyice eskimiş ceketine,yağmurdan ve güneşten rengi solmuş keçetakkesine bakarak ve hoşgörü ile gülümseyerekcevap verdi:- Kervan iyi, sapasağlam, ama kötü olan şuki, tüccar ayağınıza kadar geliyor, siz isebaşınızı alıp ormanlara, derelere gidiyorsunuz.Karılarınıza da azraile can verir gibi paralarınısıkı sıkı tutmalarını tenbih ediyorsunuz. Nekadar mal getirirsem getireyim, elini kesesineatan çıkmıyor.Mümin mahcup olmuştu. Özür diledi:- Bağışla dostum, geleceğini bilseydik biryere gitmezdik. Ama paramız da yok. Yok’unyüzü kararsın! Bak, sonbaharda patatesleri

satarız, o zaman…Satıcı sözünü kesti:- Konuş, konuş sen! Çok iyi bilirim ben sizingibi kokmuş zenginleri. Çakılmışsınız dağlara,toprak bol, ot bol, her taraf orman.. üç gündedolaşamazsın ormanın çevresini. Hayvanlarınvar mı? Var! Kovanlarınız var mı? Var! Amapara harcamaya gelince pintilik eder, kapikvermezsiniz! Hadi, al bakalım şu ipek örtüyü.Bir tane de dikiş makinem kaldı...Mümin kendini haklı çıkarmaya çalıştı:- Vallahi yok o kadar param!- İnanacağımı mı sanıyorsun? Cimrilikediyorsun babalık? Ne yapacaksın o kadarparayı, turşusunu mu kuracaksın?- Boynuzlu Maral Ana adına yemin ederimki param yok.- Şu kadife parçayı al, kendine pantalondiktirirsin.- Alırdım ama, Maral Ana’ya and olsun ki...

Satıcı omuz silkti:- Ee, seninle boşuna çene çalıyorum, boşyere gelmişim buraya. Peki Orozkul nerde?- Sabah erkenden Aksay’a gitti, çobanlarlabir işi var…- Ziyafete, eğlenceye gitti desene şuna!Can sıkıcı bir sessizlik oldu. Sonra Müminyine konuştu:- Kusura bakma dostum, güzün Allah kısmeteder de patatesleri satarsak...- Oo, güze daha çok var.- Madem ki öyle, bizi kınama, gel birçayımızı iç.- Çay içmeye gelmedim ben buraya...Satıcı böyle derken arabanın kapısınıkapatmaya başladı. Tam bu sırada köpeğinkulağından tutup arabanın ardından koşmak içinbekleyen çocuğa ilişti gözü. Yine konuştu:- Bari şu çocuğa bir çanta al. Yakında okulagidecek değil mi? Kaç yaşında şimdi?

Mümin işte bu fikri beğendi. Nihayet bir şeyalacaktı bu inatçı satıcıdan. Torununa dagerçekten bir çanta gerekecekti, bu güz okulabaşlayacaktı çünkü.- Bak işte bu doğru, nasıl da unuttum.Yedisini bitirdi, sekizine giriyor... Gel bakalımburaya.Torununu yanına çağıran dede, ceplerinikarıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı.Herhalde çoktan beri orada idi bu para.Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi:- Al bakalım yaba kulak, dedi. Ama iyi okuha! Yoksa dedenle birlikte bu dağlara çakılıpkalırsın!- Okur o, akıllı çocuktur benim oğlum, dediMümin artan parayı sayarken.Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutantorununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçaksesle:- Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin.

İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğunbaşına koymuştu.Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerintıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadarzayıfladığını anladı, elbisesinden gelen herzamanki kokuyu da almıştı. Çalışan insanınüzerine sinen kuru ot ve ter kokusuydu bu.Hayatta ona en büyük sadakat, en büyük ilgigösteren ve kendisini canı kadar sevdiğindenemin olduğu tek kişi varsa o da dedesiydi. Birazşaşkın olduğu için bazı kişiler ona KıvrakMümin adını takmışlardı... Ne olmuş yani? Nederlerse desinler, insanın öyle bir dedesi, özdedesi olması çok iyi bir şeydi.Çocuk bu kadar çok sevinebileceğini hiçdüşünmemişti. O güne kadar bir gün okulagideceği de hiç aklına gelmemişti. O güne kadaro yalnız, dağın ardında, Isık-Göl köylerinededesiyle yas şölenlerine gittiği zamanlardagörmüştü okula giden çocukları.

Artık çantasını elinden bırakmayacaktı. Onubüyük bir sevinçle herkese gösterdi. Önceninesine uğradı. “Bak dedem ne aldı bana!”diyordu övüngeç duruşuyla. Sonra BekeyTeyzeye gösterdi. Bekey Teyze de çok sevindiçantayı görünce. Çocuğa bazı övücü sözler desöyledi.Bekey Teyzenin neşeli olduğu günler pekazdı. Çok defa suratı asık, kaşları çatık ve sinirliolur, öz bacısının oğlunu farketmezdi bile. Aklıpek başında olmazdı. Onun derdi ona yetiyorduzaten. Nine onun için: “Çocukları olsaydı Bekeybambaşka bir kadın, Orozkul da bambaşka biradam olurdu” diyor. Hatta o zaman dedesiMümin de şimdi olduğundan çok başka biriolurdu. İki kızı vardı onun: Bekey Teyze ileonun küçüğü ve çocuğun annesi olan kızı. Yinede memnun değildi. İnsanın çocuğu olmamasıkötü bir şeydi, ama çocuklarının çocuklarıolmaması daha da kötüydü. Nine böyle diyordu.

Varın siz anlayın ne demek istediğini...Çocuk, Bekey Teyzesinden sonra çantasınıGülcemal’e ve onun kızına göstermek içinonların evine doğru koştu. Oradan da olancahızıyla ot biçen Seydahmet’in yanına gitti.Koşup ‘Ihlamış Deve’nin yanından geçerkenhörgücünü okşayacak vakti olmamıştı. Sonra‘Eyer’in, ‘Kurt’ un, ‘Tank’ın yanından ve çayınkıyısından gitti. Daha sonra çaydikenlerininarasındaki cılgadan (patikadan) geçti. Ensonunda, biçildiği için çıplak kalan çayırınşeridinden koşup Seydahmet’in yanına geldi.O gün Seydahmet yalnızdı. Dede kendipayına düşen, sonra Orozkul’un payına düşenotları çoktan biçip bitirmişti. Nine ile BekeyTeyze otları tırmıkla toplamış, dede bunlarıarabaya taşırken çocuk da ona yardım etmişti.Ahırın yanında iki büyük taya (yığın)yapmışlardı. Dede onları öyle güzel istiflemiş,üstlerini öyle güzel düzlemişti ki, ince tarakla

taranmış gibiydiler. Ne kadar yağmur yağarsayağsın içine su geçmezdi. Her yıl böyle olurdu.Orozkul ot biçme işine elini bile sürmez, her işikaynatasının üstüne yıkardı. Ee, kumandan odeğil mi? “İstesem en az iki kişiyi birden iştençıkarır, kovarım” diyordu. Bu iki kişi Dede ileSeydahmet idi. Ama yalnız sarhoş olduğuzamanlar söylerdi bunu. Yoksa, Mümin’ikovamazdı. O zaman bütün işleri kim yapacaktı?Hele bir denesindi. Onsuz yapabilir miydibakalım? Ormanda, özellikle sonbahardayapılacak çok iş vardı. Dede: “Orman koyunsürüsü değil, dağılıp gitmez,” derdi, “ama yinede bakım ister, güzel olması gerekir. Yangınçıksa ya da dağdan büyük seller aksa, ağaçlarbir kenara çekilemez, yerlerindenkımıldayamazlar, durdukları yerde mahvolupgiderler. Orman korucusunun görevi de onlarımahvolmaktan kurtarmaktır işte...”Orozkul Seydahmet’i de işten atamazdı.

Çünkü o söz dinlerdi. Hiçbir şeye karışmaz,kimseyle tartışmazdı. Ama, güçlü-kuvvetli birdelikanlı olsa da, tembelin tekiydi. Uyuşuk veuykucu idi. Zaten orman işçiliğini de bunun içinseçmişti. Dede “onun gibi bir delikanlı sovhozdakamyon şoförlüğü yapar, traktörle tarla sürer”diyordu. Oysa Seydahmet’in bahçesindepatatesleri yabani otlar basar, bağ-bostan işleride kucağı bebekli Gül​ce​mal’e kalır.Seydahmet ot biçme işinde pek geridekalıyordu. Önceki gün dede bile kendinitutamamış, onu azarlamıştı: “Geçen kış acıdımsana. Aslında sana değil hayvanlarına acıdım.Onun için kendi otumdan birazını sana verdim.Yine bana güveniyorsan bari şimdiden söyle desenin otları da biçivereyim!” demişti. Bu sözlerona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadantırpan sallıyordu.Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunuayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp

baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildive:- Ne istiyorsun? dedi. Beni mi çağırıyorlar?- Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedemaldı, okula gideceğim.- Yaa, bunun için mi koşa koşa geldinburaya? Bir kahkaha attıktan sonra devam ettikonuşmaya: Mümin dede böyledir zaten (böylederken parmağını şakağının üzerinde döndürdü.)Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver debir bakalım şu çantaya!Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, eviripçevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylıalaylı başını salladı:- Peki, hangi okula gideceksin bakalım?Neredeymiş okulun?- Hangi okula olacak? Fermadaki (çiftlikteki)okula elbet.- Celesay’a mı gideceksin yani? dedişaşırarak Seydahmet. Dağın ötesinde, en az beş

kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?- Olsun, dedem atla götürüp getireceğinisöyledi.- Hergün götürüp getirecek ha! Delirmişsenin ihtiyar. Seninle beraber o da okula başlasaiyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biterbitmez de dönersiniz...Seydahmet katıla katıla gülüyordu.Mümin’in torunuyla aynı sırada oturmasıdüşüncesi pek komik gelmişti ona.Çocuk suratını asıp sustu.- Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek içinöyle konuştum.Seydahmet böyle derken çocuğun burnunaacıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperinialnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket,dedesinin resmî korucu kasketiydi. Ama Müminutandığı için onu giymiyordu. “Ne olacak yani,âmir-memur muyum ben? Şu Kırgız papağımıhiçbir şeye değişmem” derdi. Yazın Nuh

Nebî’den kalma bir ak-kalpak (eskidenöyleymiş) geçirirdi başına. Bu sözde ak kalpağınkenarlarındaki siyah saten şeridi iyice solmuştu.Kışta ise koyun derisinden yine Nuh Nebî’denkalma takkesini giyerdi. Yeşil ormancı kasketinitorununa vermişti, o giyiyordu.Seydahmet’in dedesini aşağılaması çokağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketidüzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmakisteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:- Çek elini!- Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer!dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok.Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunusıvazladı.) Ama şimdi uç bakalım, benim dahaçok işim var...Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpanayapıştı.Çocuk geldiği patikadan yine koşarak veaynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu.

Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu.Şimdi çantasıydı önemli olan.Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Amaşimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu:“Ona inanma sen, dedem hiç de onun söylediğigibi değil. Hiçbir kötülük, hiçbir kurnazlıkdüşünmez o, bu yüzden alay ediyorlar onunla.Hiç kurnaz değildir. İkimizi de okula götürecek.Sen daha okulun nerede olduğunu bilmiyorsundeğil mi? Çok uzak değil, sana gösteririm.Karavul dağından dürbünle bakarız. Hem sana“Beyaz Gemi”mi de göstereceğim. Ama öncedama uğrayalım. Dürbünümü orada bir yeresakladım. Buzağıya da bakmam gerek. Herdefasında kaçıp “Ak Gemi”yi seyrederim.Buzağımız da iyice büyüdü ha! Kuvvetli birdana oldu. İpini çektiği zaman tutmak çok zoroluyor. İneğin bütün sütünü emmeyi âdet edindi.İnek onun anasıdır ve sütünü hiç esirgemiyorondan. Anlıyorsun değil mi? Anneler hiçbir şeyi

esirgemez. Bunu Gülcemal söyledi. Onun da birkızı var... Az sonra ineği sağacaklar. Sonrabuzağıyı çayıra götüreceğim. O zaman tepeyeçıkar ve oradan beyaz gemiyi görürüz. Biliyormusun, ben dürbünle de konuşurum. Şimdi üçkişi olduk: Ben, sen ve dürbün...”Böyle konuşa konuşa evine dönüyordu. Çokhoş bir şeydi çantayla konuşmak. Bu konuşmayıuzatmak, kendisi hakkında çantanın bilmediğibirçok şeyi anlatmak istiyordu. Ama engeloldular. Yan tarafında bir atın ayak sesleriniduydu. Az sonra ağaçların arasından boz atınabinmiş biri çıktı. Bu gelen Orozkul idi. O daevine dönüyordu. Ondan başkasını sırtınaalmayan boz atı Alabaş’a gümüş kayışlı eyerini,şıngır şıngır öten bakır üzengilerini vurmuştu.Orozkul’un şapkası ensesine kaymış, kızarıkve basık alnı meydana çıkmıştı. Sıcağın daetkisiyle atın üzerinde uyuklayarak gidiyordu.Bölge başkanlarının kıyafetine benzeyen ama

acemice dikildiği anlaşılan kadife ceketininbütün düğmeleri çözülmüştü. Karnı şişmiş,beyaz gömleği kemerinden çıkmış sarkıyordu.İyice tıkınmıştı ve sarhoştu. Ziyafettendönüyordu ve orada bol bol et yemiş, bol bolkımız içmişti.Yaylaya çıkmış koyun ve yılkılarınçobanları sık sık ziyafet verirlerdi ona. Böylecebirçok dostu, birçok tanışı olmuştu. Ama çıkaradayanan dostluklardı bunlar. Orozkul çok yararlıbir kişiydi onlar için. Özellikle, ovada bir evkurmak isteyen ama yazın dağlarda sürününbaşından ayrılamayanlar için çok yararlıydı.Orozkul olmasa, ev yaptırırken, başta keresteolmak üzere gerekli malzemeyi neredenbulacaklardı? Ama Orozkul’u gördüler mi, onunşerefine bir ziyafet verdiler mi, işleri hemenolurdu. Kesimi yasak ormandan iki-üç ağaçseçer, kesip ovaya taşırlardı. Ona ziyafet

vermeyenler ise, dağdan dağa dolaşıp durur veyarım kalan evleri bir türlü tamamlanmazdı...Orozkul, parlak meşin çizmelerinin burnunuüzengiye dayamış, eyerinin üzerineyığılmışçasına, ağır ağır ilerliyordu.Çocuk çantasını kaldırıp ona doğru koşunca,az daha yuvarlanıp düşecekti atın üzerinden.- Orozkul enişte, bak bir çantam var benim!Dedem aldı, okula gideceğim..- Ay senin...Korkusu geçmemiş olan Orozkul güçlükledizgine asılarak çocuğa bir küfür savurdu.Sonra, sarhoşluktan ve uykusuzluktankanlanmış gözlerini çocuğa çevirerek:- Sen de nereden çıktın? Neredengeliyorsun? dedi.Çocuğun coşkusu, neşesi kaçmıştı. Birdenkısılan sesiyle cevap verdi:- Eve dönüyorum… Şey.. çantam var, onuSeydah​met’e gösterdim de...

- Peki, peki… Hadi git oyna.Eyerin üzerinde güçlükle durarak sallanasallana yoluna devam etti.Başkalarına düzine düzine çocuk verenAllah, bu talih küskününe kendi kanını taşıyanbir yavrucak vermemişti. Yüreğinde böylebüyük bir acı varken, anası-babası tarafındanterkedilen, karısının yeğeni olan bu çocuğunçantasından ona neydi?Orozkul derin bir iç çekti, sonra hıçkırahıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan, budünyadan hiçbir iz bırakmadan ayrılacağı içinkendine acıyor, bir yandan da öfkedenkuduruyordu. Öfkesi kısır karısına idi. O lânetkarı, yıllardan beri ona bir çocukdoğurmuyordu...“Bak seni ne yapacağım!” diye geçirdiaklından. Etli yumruklarını sıktı. İnim iniminledi, hüngür hüngür ağlamamak için dekendini zor tuttu. Eve varır varmaz iyi bir sopa

çekecekti karısına. Ne zaman sarhoş olsadöverdi onu. Öküz yapılı bu adam, öfke vekederinden delirecek gibi olurdu.Çocuk aynı cılgadan yürüyerek onunardından gidiyordu. Birdenbire Orozkul’ugöremeyince şaşıp kaldı. Orozkul atından inmiş,hayvanı serbest bırakarak iri otların arasındangeçip çaya doğru ilerliyordu. Elleri yüzünde,başı omuzlarına düşmüş olarak, yalpalayayalpalaya gidiyordu. Suyun kıyısına gelinceçömeldi, avuç avuç su alarak yüzüne çarptı.Orozkul’un hareketlerini gören çocuk,“Güneş başına vurmuş, hastalanmış galiba” diyedüşündü. Onun artık hıçkırıklarını da tutamadanağladığını anlayamamıştı. Koşup önüne çıkankendi çocuğu olmadığı için, çantasını gösterenbu çocuğa bir çift güzel söz söyleyemediği içinağlıyordu Orozkul.

K-II-ARAVULdağının tepesinden, dörtyönde ta ufuklara kadar uzanan enginbir manzara görünüyordu. Yüzükoyunyere yatan çocuk, dürbünü gözlerine ayarlamayabaşladı. Çok uzakları gösteren güzel bir sahradürbünü idi bu. Onu dedesine, uzun yıllarormanda görev yaptığı için armağan olarakvermişlerdi. Ama bizim ihtiyar “Gözlerimin nesivar?” diye onu yanında taşımak istememiş,torununa vermişti. Çocuğun en sevdiğioyuncaktı bu.O gün dağın tepesine dürbünle birlikteçantasını da götürdü.Dürbünün yuvarlak, küçük penceresinde,önce her şey oynaştı, birbirine karıştı, sonra herşey yerli yerine oturdu ve netleşti. Bunu yapmak

çok hoşuna gidiyordu çocuğun. Görüntünetleşince ayarı bozmamak için bir süresoluğunu tutup seyretti. Sonra başka yere çevirdidürbünü. Her şey yeniden birbirine karıştı veçocuk bir daha ayarladı dürbünü.Her yeri, her şeyi görüyordu buradan.Üzerlerine ancak göğün çıkabildiği yüksekdağların karlı dorukları bile görünüyordu.Bunlar, dünyayı kaplayan yüksek dağlarınardında ve onlardan daha yüksekteydiler.Onlardan daha alçak olan dağların tepeleri çamormanlarıyla kaplıydı. Eteklerdeki gür orman isegeniş yapraklı ağaçlardan oluşuyordu. Sonra,Kungey dağlarının güneşe dönük yamaçlarınıgörürdü. Ottan başka bir şey bitmiyordu buyamaçlarda. Daha aşağıda, göl tarafında dahaalçak kaya tepeler vardı. Göle doğru uzananvadi kayalıktı. Yine o tarafta tarlalar, bahçeler,köyler vardı... Yeşil ekin alanları yer yersararmaya başlamıştı: Hasat zamanı


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook