Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:57:51

Description: Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Search

Read the Text Version

oturup temiz hava almak, kımız içmek,kızartılmış kuzu eti yemek, vazgeçilmez vedayanılmaz bir zevkti. Sonra, bir kadeh votkaiçersin, başın dumanlanır. Bir ağacı kökündensöküp çıkaracak, ya da karşı dağlarındoruklarına baş eğdirecek kadar güçlühissedersin kendini... İşte böyle günlerdeOrozkul yeminini unuturdu. Ona “BüyükOmanın Büyük Efendisi” dedikleri zamankoltukları kabarır, yine herkese söz vermeye,herkesten armağanlar almaya başlardı... Böylegünlerde, o ulu çamlardan hiçbirinin aklına, artıkgünlerinin sayılı olduğu, ancak sonbahara kadarömürleri kaldığı gelmiyordu.Ve bir gün, sonbahar, biçilmiş ekinlerdenyavaş yavaş dağlara tırmanmaya, etrafınıdolanmaya başlardı. Geçtiği her yerde otlarsararıp solar, yapraklar kızarırdı.Meyveler iyice olgunlaşır, kuzular büyürdü.Kuzuların dişilerini bir yana, erkeklerini bir yana

ayırırlardı. Kadınlar ise kurutulmuş peynirleritulumlara doldurmaya başlarlardı. Erkeklerarasından, yayla dönüşünde başı çekecek veyolu açacak biri aranır ve bulunurdu. Dönüştenönce Orozkul’la sözleşenler onu bulur,vaadettiği çamları almak için, kamyonla hangigün hangi saatte geleceklerini kararlaştırırlardı.İşte o gün akşam da, bir kamyon ve birrömork gelecek, iki çam tomruğunu alıpgötürecekti. Çamlardan biri indirilmiş, çayınöbür tarafına geçirilmiş, kararlaştırılan yerdebekliyordu. İkincisini de şimdi sürükleyeceklerdiaşağıya. Eğer Orozkul bu çam karşılığındayediğini, içtiğini ve aldığı armağanları geriverebilecek durumda olsaydı, bunu hemen oradayapar ve kendisini bu zorlu işten, bu işkencedenkurtarırdı.Ne yazık ki, bu dağlarda kara talihini tersçevirmesine imkân yoktu. Kamyon ve römorkbu akşam gelecek, geceleyin bu tomrukları

götüreceklerdi. Bu kesindi.Tomruğu kazasız belasız aşağıya indirsebile, iş bitmiş sayılmazdı. Derdin ancakyarısından kurtulmuş olurdu. Çünkü yolsovhozdan, tam orman idaresinin önündengeçiyordu ve başka yol yoktu. Sovhozda birmilis, bir müfettiş bulunabilirdi. Kasabadan azmı memur gelirdi buraya? Ya bunlar tomruklarıgörürse, “Bu ağaçları nereden aldınız, nereyegötürüyorsunuz?” derlerse!Bunu düşününce Orozkul’un sırtındansoğuk sular aktı. Hiddetinden herkese, her şeyelânet okumaya başladı: Tepesinde çığlık atankargalara da, zavallı ihtiyar Mümin’e de, üç günönce patates satmak için şehre gitmiş olantembel Seydahmet’e de. Oysa Seydahmetdağdan tomruk indireceklerini biliyordu. Bununiçin kaçmış olmalıydı ve ancak tomruklarindirildikten sonra gelecekti! Eğer burda olsaydı,

ağacı indirmek için onunla Mümin’i gönderir,kendisi bu sıkıntılara girmezdi.Ama Seydahmet uzaklarda idi, kargalarıvuracak, kaçıracak tüfeği de yoktu. Hıncını hiçolmazsa karısını döverek çıkarırdı ama, ev yoluda uzaktı ve dönmesine epey zaman vardı daha.Kala kala bir ihtiyar Mümin kalıyordu. Sık sıksoluyarak, o yükseklikte nefesi kesilerekgeliyordu Orozkul’un arkasından. Orozkul iseher adımda homurdanıp küfürler savuruyor, neata, ne de ardınca gelen zavallı ihtiyaraacıyordu. Ko gebersindi at! Ko gebersindiihtiyar! Ko gebersindi kendisi de yüreğiçatlayarak. Her şeyin ters gittiği, her şeyin kötüolduğu bu dünya batsındı. Gönlüne göre, yaptığıişe göre, lâyık olduğu hayata göre değildi budünya. Yok olsundu öyleyse!Kendini tutamayan, öfkesini yenemeyenOrozkul, atı dik bir inişe, fundaların arasınasürüverdi. Kıvrak Mümin de tomrukla birlikte

yuvarlansındı. Biraz tomruğun çevresindedansetsindi. Hele bir vaktinde davranıp tomruğufrenlemesin, hele bir kaçırsındı da görsündü!“Gebertirim dayaktan bu koca budalayı!” diyegeçirdi aklından. Başka zaman olsa, böyle dikbir yokuştan böyle büyük bir ağacı sürükleyerekindirmeye cesaret edemezdi. Ama bir kereşeytana uymuştu işte.Mümin tomruğu durduramadı, yalnızkorkuyla bağırdı: “Hey, nereye gidiyorsun?Dur!” Tomruk birden dönmüş, yolundaki çalılarıeze eze yuvarlanmaya başlamıştı bile. Tomrukyaştı, ağırdı. Mümin elindeki sırığı tomruğunönüne koyarak frenlemek istedi ama, şiddetlidarbe sırığı fırlatıp attı.Her şey göz açıp kapayıncaya kadar kısa birzamanda oldu. At da düşmüş ve tomruk onu dayüzükoyun sürüklemeye başlamıştı. Atyıkılırken Orozkul da düşmüştü. Korku ileçalılara, dallara tutunmaya çalışıyor, kendini

frenliyordu. İşte tam bu sırada, birtakımboynuzlu hayvanlar ürkmüş, oldukları yerdenfırlamış, birkaç sıçrayışta kayın ağaçlarınınarasına girip kaybolmuşlardı.- Marallar! Marallar! diye bağırdı Mümin.Gözlerine inanamıyordu. Hem telaştan, hemsevinçten büyülenmiş, bir an donakalmıştı.Birden dağda büyük bir sessizlik oldu.Kargalar kaçıp gitmişlerdi. Tomruk, bir haylikörpe kayını ezdikten sonra yamaçta bir yeretakılıp kalmıştı. At, düşerken koşumları ayağınadolanmış olmasına rağmen kendiliğindendoğrulup kalkmıştı.Orozkul’un üstü başı parçalanmış, sürünesürüne kenara çekiliyordu. Damadını o durumdagören Mümin, yardım etmek için ileri atılırkenbağırdı:- Hey Kutsal Ana! Boynuzlu Maral! Okurtardı bizi, o kurtardı! Gördün mü? BoynuzluMaral Ana’nın çocukları bunlar! Anamız

döndü.. gördün mü? Geri döndü!...Orozkul ise tehlikeyi bu kadar ucuzatlattığına inanamıyordu. Ayağa kalktı. Suratıasıktı. İçinden utanç da duyuyordu. Üstünübaşını silkti. Sonra ihtiyara:- Yeter! Bırak saçmalamayı da atınkayışlarını çöz!Mümin atın kayışlarını çözmek için koştu.Bir yandan da sevinç ve heyecan içindesöyleniyordu:- Hey kutsal ana, Boynuzlu Güzel Maral..Marallar yine geldi ormana. Boynuzlu Ana biziunutmamış! Günahımızı bağışlamış.. ah MaralAna! Maral Ana!Orozkul’un korkusu geçmiş, öfkesi ise gerigelerek yüreğini kemirmeye başlamıştı. Bağırdı:- Hâlâ zırvalıyor musun sen? Yine masal mıanlatıyorsun? Aklını yitirmişsin sen. Busaçmalıklara, bu zırvalara başkalarını dainandıracağını mı sanıyorsun?

Mümin dede ısrar ediyordu:- Kendi gözlerimle gördüm. Marallardıbunlar. Sen görmedin mi oğlum? Sen degözlerinle gördün işte!- Gördüm, ne olacak? Üç karaltı geldigeçti...- Tamam, üç taneydiler. Ben de öylegördüm...- Peki ne olmuş? Diyelim ki gördüklerimizmaraldı. Az daha boynum kırılacaktı benim.Buna sevinmenin âlemi ne? Eğer maral iselergeçidin öbür yanından gelmişlerdir. O yakada,Kazakistan ormanlarında maralların hâlâyaşadığını söylüyorlar. Orada da kesimiyasaklanmış bir orman var. Oradan gelmişlerdir.Bunda şaşılacak ne var? Bize ne bundan?Kazakistan bizi ilgilendirmez!Mümin dede arzusunu bildirmekten gerikalmadı:- Belki buraya da alışırlar. Keşki kalsalar

da...Orozkul onun sözünü kesti:- Ee, kes artık! Gidelim!Tomruğu aşağıya indirmek için daha epeyyol gitmeliydiler. Bundan sonra o koca ağacıçayın öbür yakasına, yine böyle çeke çekegeçirmeleri gerekecekti ve bu hiç de kolay bir işdeğildi. Kazasız belasız çayı geçerlerse, bu defada bir tepeye tırmanacaklardı. Kamyona oradanyüklenecekti.Çok zahmetli bir işti doğrusu.Orozkul kendini pek mutsuz hissediyordu.Her şey haksızlık, adaletsizlik üzerine kurulmuşgörünüyordu ona. Dağlar bunu neredenbileceklerdi? Onlar bir şey hissetmez, bir şeydenşikâyet etmez, öylece dururlardı yalnız.Sonbahar gelmiş, kış gelmiş umurlarında mı! Nesıcağı duyarlar, ne soğuğu. Kargalar isecanlarının istediği yana uçup giderler, canlarınınistediği kadar bağrışırlar. Marallar ise -eğer

gerçekten maral iseler- geçidin öbür tarafındangelmişlerdi ve ormanda istedikleri yerde zıplar,gezer, oynarlardı. Şehirlerde yaşayanlar asfaltyollarda gamsız-kedersiz dolaşıyor, taksilerebiniyor, lokantalara giriyor, keyif sürüyorlardı.Oysa kendisi çok mutsuzdu. Kader onu budağlara atıp bırakmıştı. Hatta Kıvrak Mümin, şuonun beş para etmez kaynatası bile kendisindendaha mutluydu. Çünkü marallara inanırdı o.Aptalın tekiydi. Zaten aptallar her zamankaderlerine razı olurlardı. Ama Orozkul, kendihayatından, kendi kaderinden nefret ediyordu.Ona göre değildi bu tür yaşamak. Ancak KıvrakMüminler içindi böyle hayat. Ömür boyuncadurup dinlenmeden çalışıyordu o. Bir gün olsunemrinde bir adam çalıştırmamış, her zamanherkesin kulu olmuş, yaşlı karısının emrindenbile çıkmamıştı. Zavallı! Bir maral onu mutluetmeye yetiyordu. Ormanda maralları gördüğüzaman nerdeyse ağlayacaktı sevinçten. Sanki

yüz yıldan beri bütün dünyayı dolaşıp aradığıkardeşlerine kavuşmuştu.Ah, ah! Konuşmak neye yarar! Yüz fikir birborcu ödemiyor...Nihayet son tepeye ulaştılar. Şimdi inişbaşlayacaktı ve çaya kadar uzun bir yol vardıönlerinde. Burada biraz dinlenmek için molaverdiler.Çayın öbür yakasında, avluda, Orozkul’unevinin yanında bir duman tütüyordu.Semaverden çıkan buğuya benziyordu buduman. Demek ki karısı onu bekliyor, çayhazırlıyordu. Ama bu Orozkul’un hiç de hoşunagitmedi, onu biraz olsun rahatlatmadı. Adamahava yetmiyor ve ağzından solumak zorundakalıyordu. Bir yandan göğsü de sıkışıyoryüreğinin atışları başında yankılar yaparakbeyninde zonkluyordu. Alnından süzülen ter isegözlerini yakıyordu. Oysa önlerinde dik ve uzunbir iniş vardı daha. Evde ise kısır karısı... Bakın

hele, semaveri yakacak da onun gönlünü alacak!Birden, hemen eve koşup semavere bir tekmeatmak geldi içinden. Cehennem olsundu busemaver... Sonra da çullansındı karısınınüzerine, ağzını burnunu dağıtıncaya,öldürünceye kadar dövsündü. Karısınınçığlıklarını, kara talihine kargışlar yağdırmasınıduyar gibi oldu da, “Oh olsun!” dedi içinden.“Daha bu sana az!” diye geçirdi aklından. “Benböylesine sıkıntılar içindeyken o niye rahatetsin!”Mümin büyük bir telaş ve pişmanlık içindeyanına gelerek Orozkul’u düşüncelerindenayırdı:- Oğlum, aklımdan çıkıvermiş, okula gidipçocuğu almam gerekiyor. Dersleri bitti çoktan...Orozkul pek oralı görünmedi:- Ee, ne olacak yani?- Kızmana gerek yok oğlum. Bu tomruğuburada bırakalım, inelim aşağıya. Sen evde

yemeğini yerken, ben de atı koşturur okulagiderim. Çocuğu alır gelirim. Sonra da işedevam eder, bitiririz.Orozkul alaylı bir sesle:- Düşüne düşüne bunu mu buldun ihtiyar?dedi.- Ama çocuk ağlayacak...Orozkul ihtiyara dersini vermek içinsabahtan beri aradığı fırsatı bulmuştu. Birdenpatladı:- Ne yani! Ağlayacak diye işi yarıda mıbırakacağız! Sabahleyin çocuğu okulagötüreceğim diye kafamı şişirdin ve götürdün.Şimdi de geri getireceğini söylüyorsun. Bizneyiz burada? Oyun mu oynuyoruz?Mümin yalvardı:- Yapma oğlum, yapma! Hele böyle birgünde!... Benim için değil, ama çocukbekleyecek, ağlayacak.. üstelik böyle birgünde...

- Böyle bir gün! Böyle bir gün!... Neözelliği, ne önemi varmış bu günün?- Marallar döndü.. marallar.. böyle önemlibir günde...Orozkul şaştı kaldı bu cevaba. Dili tutuldusanki. O dikenli çalılar arasında can korkusuyladebelenirken gözünün önünden gölge gibi hızlakoşup giden maralları çoktan unutmuştu.Marallar geçtiği sırada o az daha tomruğunaltında kalacaktı. Ne maralları düşünecek hâlivardı ne de ihtiyarın safsatalarını. YüzünüMümin dedenin yüzüne iyice yaklaştırarak vegözlerinin içine bakarak köpürdü:- Ne sanıyorsun sen beni? Yazık ki sakalınyok, yoksa seni sakalından tutar sürüklerdim.Başkalarını aptal yerine koymanın ne demekolduğunu gösterirdim! Bana ne seninmarallarından! Marallarını kendine sakla. Çayınötesine geçmeden çeneni de açma. Bana neokula gidenden, ağlayandan, sızlayandan! Yeter

artık, yürü bakalım!Mümin çaresizdi. Her zamanki gibi boyuneğdi. Tomruğu istenilen yere ulaştırmadanOrozkul’un elinden kurtulamayacağını çok iyianlamıştı. Susup işe koyuldu. Yüreğiparamparça olsa da ağzını açıp tek kelimesöylemedi. Biliyordu ki yetim torunu gözleriniyola dikip onu beklemektedir...İhtiyar adam çocuğun hâlini canlandırdıgözünde: Çocuklar büyük bir gürültüyleokuldan çıkıp, bağrışa çağrışa evlerinekoşuyorlardı. Acıkmış olmalıydılar. Dahadışarıdayken, kendileri için hazırlanan yemeğinkokusunu alıyor, sevinç çığlıkları, heyecanlarıartarak pencerelerin önünden koşupgeçiyorlardı. Analarının gözleri de yoldaydızaten. Anaların saçları başları karışık, yorgun-argın olsalar da, dudakları gülümsüyordu.Durumları ister iyi olsun ister kötü, ister mutluolsunlar ister mutsuz, yavruları için

gülümseyecek gücü her zaman bulurlardı.Çocuklarına “Aa ellerine bak, ne kadar kirli!Senin ellerini ben mi yıkayacağım her zaman?”diye bağırsalar da, gözlerinden ve dudaklarındangülümseme eksik olmazdı.Onun torunu okula başlayalı beri elleri hepmürekkep olurdu. Kızmak şöyle dursun,dedenin hoşuna gidiyordu onun bu hâli...“Demek ki yavrucak kendini dersine veriyor...”diye düşünürdü. Ve işte şu anda, ellerimürekkepli torunu, bu yaz ona aldığı çantasınısımsıkı tutmuş, yol kenarında kendisinibekliyordu. Bekleye bekleye yorulmuşolmalıydı. Gözlerini iyice açarak, kulakkabartarak, endişe duyarak bekliyordu. Amadedesinin tepeyi aşıp geldiğini görmüyordu.Oysa her zaman vaktinde gelirdi dedesi. Çocukokuldan çıktığı zaman dedesi gelmiş, atındaninmiş, yolun başında onu bekliyor olurdu. Ötekiçocuklar evlerine gider, o ise dedesine koşardı.

“Dedem gelmiş bile, koşalım!” derdi çantasına.Dedesinin yanına gelince biraz utanırdı. Oradakimsecikler yoksa hemen kucağına atılır, onasarılır, yüzünü karnına sürer, onun eskielbisesinin, elbisesine sinmiş kuru ot kokusunualırdı. Çünkü o günlerde dedesi, çayın oyakasından bu yakasına kuru ot taşırdı. Kışınkarlara gömüle gömüle ot taşımak zor olduğuiçin sonbaharda yapardı bu işi. Bu yüzden de,acımsı ot kokusu Mümin’in ellerinden,elbisesinden uzun zaman çıkmazdı.Dede çocuğu atın sağrısına oturtur, atı bazenyorga, bazen yavaş sürerek, bazen sessiz bazenşundan bundan söz ederek, farkına bilevarmadan eve gelirlerdi. Eve giden yol iki tepearasından geçiyor, sonra San-Taş vadisineiniyordu.Çocuğun okula düşkünlüğü nineyi çokkızdırıyordu. Çocuk sabahleyin gözünü açaraçmaz çabucak giyiniyor, kitaplarını, defterlerini

çantasına yerleştiriyordu. Akşam yatağa girerkende, yanına, başucuna koyuyordu çantasını. Bunada çok kızıyordu nine:- Şu pis çantaya neden bu kadar yapışırsınbilmem ki, bari onunla evlensen de başlık parasıvermekten kurtulsak! derdi.Çocuk onun bu tür konuşmalarınaaldırmazdı. Zaten ne demek istediğini de pekanlamıyordu. Onun tek endişesi, ne olursa olsunokula geç kalmamaktı. Hemen avluya fırlar, biran önce gitmek için dedesini sıkıştırmaya başlarve ancak okula yaklaştığı, okul göründüğüzaman sakinleşirdi.Buna rağmen, bir keresinde okula geciktiler.Geçen hafta dedesi, gün doğarken atına binipkarşı kıyıya geçmişti. Sabahın bu erken saatindebir yük ot getirmek istemişti. Her şey yolundagidecekti, yetişecekti ama, yolda denklergevşedi, otlar dökülmeye, saçılmaya başladı.Bunun üzerine durup otları indirdi, tekrar

bağladı ve yükledi ata. Ama bağlarken aceleetmiş ve acele işe şeytan karışmıştı. Tam çayınkenarına gelince denkler yine bozuldu.O sırada çocuk karşıda beklemekteydi.Sabırsızlıkla bir aşağı bir yukarı gidip geldiktensonra bir taşın üzerine çıkmış, çantasını kaldırıpbağırmaya, dedesini çağırmaya başlamıştı.İhtiyar da acele ediyor, acele ettiği için de eliayağı birbirine karışıyor, dolaşık ipler büsbütündolaşıyordu. Durmadan bağırıyordu çocuk.İkide bir çocuğa göz atan ihtiyar onun ağladığınıanlayınca, otları, ipleri olduğu gibi bırakarakatına atladı ve çocuğa doğru koşturdu. Ama çayıgeçmek de epey zaman aldı. Çaydan dörtnalageçilemezdi. Sular oldukça yüksekti ve hızlıakıyordu. Yine de sonbaharda pek tehlikelisayılmazdı. Yazın olsa akıntı atı devirir ve sonrada alıp götürürdü! Bir hayli zaman kaybettiktensonra Mümin dede, karşıya geçip çocuğunyanına geldi. İki gözü iki çeşme ağlıyordu

çocuk. Dedenin yüzüne bakmıyor, durmadan“Geç kaldım, okula geç kaldım” diyordu. İhtiyareğildi, onu kaldırıp atın terkisine oturttu vedörtnala sürdü. Okul yakın olsaydı kendi başınagiderdi çocuk. Ama değildi. Yol boyunca hepağladı. Dedesi onu yatıştıramıyordu. Okulageldiklerinde hâlâ hüngür hüngür ağlıyordu.Ders başlamıştı. Dedesi onu sınıfa kadargötürdü.Mümin, mahcup olmuş, öğretmenden özürdilemiş, bir daha geç kalmayacaklarına dair sözvermişti. Ama onu en çok üzen, en çokduygulandıran, okula geç kaldığı için bu kadarçok ağlamasıydı. “Allah vere de hep böyle sevseokumayı” diye geçirdi aklından. Ama yine deçocuğun bu kadar içli, bu kadar çokağlamasının, okula geç kalmaktan başkasebepleri olabileceğini de düşünüyordu.Şüphesiz, kalbinin bir köşesinde, kendine özgü,açığa vuramadığı bir derdi vardı. Bir özlemi, onu

çok duygulandıran, iç acısı veren bir şey vardı...İşte şimdi, tomruğun bir o yanına, bir buyanına geçerek, sağa sola koşarak, elindekisırıkla onu yönlendiriyor, bir yere takılmasını yada hızla aşağıya yuvarlanmasını önlemeyeçalışıyordu. Kafasında ise hep aynı soru vardı:“Yavrucak ne yapıyor? Ne halde acaba?”Orozkul’un hiç acelesi yoktu. O, atınyularını tutmuş, önde yürüyordu. Zaten hızlı dagidilemezdi: İniş dik ve uzundu, onun için birazyandan dolanarak gidiyorlardı. Ama ne diyekaynatasına hak vermiyordu? Ağacı oradabıraksalar, sonra gelip indirseler olmaz mıydı?Ah bir gücü yetseydi! O tomruğu kaldırıpomuzuna alır, çayı aşırır, kamyonun onu alacağıyere götürüp: “Alın”, derdi, “tomruğunuzu alınve defolup gidin buradan!” Sonra da atımahmuzlar, dörtnala koşturarak torununualmaya giderdi.Yazık ki bir şey gelmiyordu elinden. Önce,

geçitlerden ve kayaların arasından geçerektomruğu çaya ulaştırmalıydılar. Sonra karşıyageçirmek için onu ata sürükleteceklerdi. At isebitkindi. Dağda yokuş yukarı, yokuş aşağı çokyol yürümüş, canı çıkmıştı. Bundan sonra herşey uz gitse yine iyi. Ya çaydan geçerkentomruk iki taşın arasına sıkışıp kalırsa? Ya atınayağı sürçer de düşerse?Suyun kenarına geldikleri zaman Mümindede içinden yalvarmaya başladı: “Ey BoynuzluMaral Ana! Sen yardım et! Şu tomruk kayalarasıkışıp kalmasın, atın ayağı sürçüp düşmesin!”İhtiyar çizmelerini çıkarmış, birbirine bağlayarakomuzuna atmış, pantalonunun paçalarınıdizlerinin yukarısına kadar sıyırmıştı. Elindekisırığı bırakmadan, yüzen tomruğun ardındankoşuyor, tomruğu düz tutmaya çalışıyordu. Sutemizdi, berraktı, ama buz gibi de soğuktu.Sonbaharda böyle olurdu.İhtiyar soğuğa aldırmıyordu: “Ayaklarım

kopmaz ya”, diyordu, “hayırlısıyla şu mereti biran önce karşıya geçirsek!” Fakat, aksilik işte,tomruk, çayın en hızlı aktığı yerde kayalarasıkışıp kaldı. Bu durumda biraz soluk alsın diyeatı serbest bırakmaları gerekirdi. Sonra yeni birkuvvetle asılırdı hayvan. Bazen birdenbireasılınca tomruk kurtuluverirdi. Ama Orozkul atınsırtına binmiş, yorgunluktan canı çıkan hayvanıacımadan kamçılıyordu. Zavallı hayvan olancagücüyle asılıyor, ayağı kayıp tökezliyor, arkaayakları üzerine çöküyor, ama tomruk yerindenkımıldamıyordu. İhtiyar adamın da ayakları iyiceuyuşmuştu. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu.Geçit, onun üzerindeki orman, bulutlar vegökyüzü, her şey suya iniyor, akıntı boyuncakayıp gidiyor, sonra yine kalkıyorlardı. Müminkendini çok kötü hissetmeye başladı. Lânettomruk! Kuru olsaydı kolayca aşırırlardı onu.Kuru ağaç suda yüzer, onlara yalnız bir ucundantutup yön vermek kalırdı. Ama bu meret yeni

kesilmişti, yaştı. Kestikten sonra beklemedengetirmişlerdi onu çaya. Nerede görülmüştü buaptallık? Olacağı buydu işte! Kötü işin sonu dakötü olur. Orozkul o çamı kestikten sonra,kurusun diye bekletmekten korkmuştu. O sıradabir müfettiş gelir de korunmaya alınmış büyükve nadir ağaçlardan birinin kesildiğini görürse,vay hâline! Derhal mahkemeye verirdi onu. Buyüzden ağaç kesilir kesilmez, onu gözden ırakyerlere ulaştırmak istiyordu...Orozkul durmadan atı mahmuzluyor,kafasına gözüne kamçıyı indiriyor, en ağırküfürleri savuruyor ve sanki suç onunmuş gibiMümin’e de bağırıyordu. Ama tomruk yerindenkımıldamıyor, gittikçe daha çok sıkışıyordukayaların arasına. Sonunda ihtiyarın sabrı taştı.Hayatında ilk defa hiddetle sesini yükseltti.Cesaretle yürüdü Orozkul’un üzerine. Tutupeyerden aşağı çekti:- İn attan! Görmüyor musun hayvanın

ayakta duracak hâli kalmadı. Çabuk in!Orozkul şaşıp kaldı onun bu çıkışına. Hiçsesini çıkarmadan söyleneni yaptı. Çizmelerinibile çıkarmadan suya atladı. Sanki o andanitibaren iyice aptallaşmış, benliğini yitirmişti.- Haydi, yapış sırığa, beraber itelim!Mümin’in emriyle ikisi birden tomruğunaltına sokulmuş sırığı kanırmaya çalıştılar.Saplandığı yerden biraz kaldırabildiler.Gerçekten akıllı bir hayvandır şu at. Onlarkütüğü kaldırmaya çalışırken at da ileri atıldı.Taşlara çarpmasına, kayıp tökezlemesinebakmadan asıldı, kayışlarını gerdi. Ama tomrukbiraz kımıldadıktan sonra yine kaydı ve eskiyerine oturdu. Son güçle bir defa daha asıldıhayvan, fakat tutunamadı. Düşüp sudaçırpınmaya başladı. Koşumu dolandığı için çokgüç durumdaydı.Mümin, Orozkul’u iterek bağırdı:- Atı! Atı kaldır!

İkisi birden atın kalkmasına yardım ettiler.Bu iş kolay olmadı ama yine de kaldırabildiler.Hayvan soğuktan titriyor, zor duruyordu ayakta.- Çöz koşumlarını! dedi Mümin.- Niyeymiş o?- Çöz diyorum sana. Başka türlü koşacağız,çıkar hamutunu!Orozkul yine sessizce söyleneni yaptı.Koşumlar çözülünce Mümin atı yularından tuttu:- Şimdi gidiyoruz. Sonra gelir bitiririz işi. Buatın ayakta duracak hâli yok, dinlenmesi gerek.- Hey, dur bakalım!Böyle derken Orozkul atın yularını çekipalmıştı onun elinden. Sanki birdenbire kendinegelmiş, eski hâline dönmüştü. Devam etti:- Aptal mı sanıyorsun beni? Hiçbir yeregidemezsin. Bu tomruğu şimdi çıkaracağızburadan. Herifler akşam onu almaya gelecek.Koş o atı ve hiç çeneni açma! Anladın mı? Hiçlâf istemiyorum!

Mümin hiçbir şey demeden sırtını onadöndü, uyuşan ayaklarını sürüye sürüye kıyıyaçıktı.- Nereye gidiyorsun? Nereye?- Nereye? Nereye? Okula gidiyorum elbet.Torunum öğleden beri beni bekliyor.- Dön geri! Dön diyorum sana!İhtiyar hiç aldırmadan yürümeye devam etti.Orozkul ise atı öylece suyun ortasında bırakıpkoştu peşinden. Ona kıyıda, çakıllıkta yetişti.Omuzundan tutup hızla döndürdü kendine.Şimdi yüzyüze idiler.Orozkul bir anda ihtiyarın omuzundaki sahtederiden yapılmış çizmelerini çekip aldı vebunlarla adamın başına yüzüne vurdu. Sonra daçizmeleri uzağa fırlatarak:- Dön diyorum sana! Hadi yürü!İhtiyar gidip ıslak kumların üzerine düşençizmelerini aldı. Doğrulduğu zamandudaklarından kan sızıyordu.

- Haydut herif! dedi dudağındaki kanıtükürerek. Çizmelerini yine omuzuna attı.Bunu söyleyen, hayatı boyunca kimseyekötü söz söylememiş, kimseye karşı gelmemişihtiyar Kıvrak Mümin idi.- Gel diyorum sana!Orozkul ihtiyarı tutup getirmeye çalıştı. AmaMümin silkinip onun elinden kurtuldu ve hiçarkasına bakmadan yürüyüp gitti.- Pekâlâ koca bunak! Gösteririm sana ben!Bak neler yapacağım sana! dedi Orozkul onadoğru yumruklarını sallayarak.İhtiyar Mümin başını çevirip bakmadı bile.“Ihlamış Deve”nin yanından geçip patikayaçıktı, orada oturup çizmelerini giydi ve hızlıadımlarla evine doğru yürüdü. Dosdoğru ahıragiderek Alabaş’ı çıkardı. Bu, Orozkul’dan başkakimsenin binmeye cesaret edemediği, görkemligörünüşü bozulmasın diye arabaya dakoşmadıkları binek atı idi. Mümin, eyersiz,

üzengisiz olarak bu ata atladı ve dörtnala sürdü.Onun pencerenin önünden ve buğusu tütensemaverin yanından hışımla geçtiğini gören üçkadın -ihtiyar karısı, kızı Bekey ve gençGülcemal- fırlayıp avluya çıktılar ve ona birşeyler olduğunu hemen anladılar. Mümin,Alabaş’a hiç binmemişti, avludan atı böyledörtnala sürerek hiç geçmemişti. Kadınlarbunun, Kıvrak Mümin’in bir başkaldırmasıolduğunu, bu davranışının şu geçkin yaşındaona neye malolacağını henüz bilmiyorlardı.Öbür yandan, çay tarafından, Orozkul’un dagelmekte olduğunu gördüler. Yedeğinde,koşumu çıkarılmış, sağ ön ayağı topallayan atıda getiriyordu. Kadınlar yine hiç ağızlarınıaçmadan onun avluya girmesini beklediler.Adamın aklından neler geçtiğini, bugününonlara ne korkunç belalar getirdiğini debilemezlerdi.Fışır fışır ses çıkaran çizmeleri ve iyice

ıslanmış paçalarıyla, ağır ağır yaklaşıyor vehınçlı hınçlı bakıyordu onlara. Karısı Bekeyiyice endişeye kapıldı:- Ne oldu sana Orozkul? Ne var? Sırılsıklamolmuşsun! Yoksa akıntı ağacı alıp götürdü mü?- Hayır! dedi Orozkul eliyle çekilmesiniişaret ederek.Sonra Gülcemal’e:- Al bu atı ahıra götür! diye atın yularınıuzattı ve kendi evine doğru yürüdü. Sonrakarısına bağırdı:- Haydi gir içeri!Nine de gelmek istedi ama Orozkul ona sertbir şekilde çıkıştı:- Gelme buraya! Ne işin var? Kendi evine gitve bir daha da buraya ayak basma!Ninenin canı sıkılmıştı:- Ne oluyor sana? Ne oldu? Benim ihtiyarınnesi vardı öyle? Neler oluyor?- Git de kendisine sor! dedi Orozkul.

İçeri girince Bekey onun ıslak elbiseleriniçıkardı, sırtına kürkünü koydu. Semaveri getiripçay bardağını doldurdu.Orozkul çay bardağını eliyle iterek:- İstemem! diye bağırdı. Bana içki ver!Karısı yeni aldığı yarım litrelik şişeyi getiripbardağa doldurmaya başladı.- Ağzına kadar doldur! dedi Orozkul.Bir bardak içkiyi bir solukta içerek kürkünesarılıp yer keçesine uzanırken karısına:- Artık sen benim karım değilsin, ben desenin kocan değilim! dedi. Şimdi defolup git vebir daha da bu eve adımını atma! Hemen defolyoksa kötü olur!Bekey derin derin içini çekti:- Yine mi başlıyorsun?Orozkul kükredi:- Ne demek yine mi başlıyorsun? Defolburadan!Bekey avluya kaçtı, her zaman yaptığı gibi

kollarını havaya kaldırarak bağırmaya başladı.Sesi bütün avluda yankılandı:- Ah benim kara talihim, ah! Niçin geldimben bu dünyaya, niçin!...Bu sırada ihtiyar Mümin atı dörtnalakoşturarak torununa gidiyordu. Alabaş hızlı birattı ama yine de ihtiyar iki saatten fazlagecikmişti. Çocuğa yolda rastladı. Bayanöğretmen getiriyordu onu eve. Üzerinde yinebeş yıldan beri giydiği mantosu vardı. Elleri yinerüzgârdan sertleşmiş, çatlamıştı. Yorgundu vesuratı asıktı. Çocuğun ise ağlamaktan gözlerişişmişti. Elinde çantasıyla öğretmenin yanındayürüyor, bitkin, perperişan görünüyordu.Öğretmen epey çıkıştı Mümin’e, iyi bir dersverdi ona:- Bu çocuğu vaktinde gelip almayacaksanızhiç getirmeyin daha iyi. Bana da hiçgüvenmeyin, bende tam dört tane var!

Mümin attan inmiş, başını öne eğmiş,söyleyecek söz bulamadan öylece durmuştu.Bundan böyle geç kalmayacağına dair bir defadaha söz verdi öğretmene.Öğretmen, Celesay yolunu tuttu. Dede iletorun da kendi yollarına koyuldular.Çocuk atın önünde, dedesinin kucağındaoturuyor, hiç konuşmuyor, dedesi de ona nesöyleyeceğini bilemiyordu.- Çok acıktın mı? diye sordu.- Hayır, öğretmen bana ekmek verdi.- Niye hiç konuşmuyorsun?Çocuk cevap vermedi.Mümin suçlu suçlu gülümsedi:- Benim oğlum da pek çabuk kırılır.Böyle derken çocuğun papağını çıkardı,başını öptü ve tekrar giydirdi papağı.Çocuk dönüp bakmadı bile.Böylece, sessiz, suratları asık, yollarınadevam ettiler. Mümin atın dizginini çekiyor,

çıplak ata binen çocuğun, sarsılmasına engelolmaya çalışıyordu. Hem artık acele etmesine debir sebep yoktu.At kendisinden isteneni anlamaktagecikmedi, hızını kesti ve hafifçe yorgalayarakgitmeye başladı. Biraz pofurduyor, yeri dövennal sesleri de duyuluyordu. İnsan böyle bir atla,şarkı mırıldana mırıldana tek başına gitse nekadar hoş olurdu. İnsan yalnız olunca neler nelerdüşünür.. gerçekleşmemiş hayallerini, uçupgiden yıllarını, ilk aşk maceralarını... O pekgerilerde kalan yılları, erişilemeyen veerişilemeyecek olan bir isteği hatırlamak,düşünmek de hoş bir şeydi. Niye böyle olur?Bunu da bilmez insan. Ama zaman zamanbunları düşünmekten, o günleri yeniden yaşıyorgibi olmaktan hoşlanır.Yorga giden güzel bir at, iyi bir yolarkadaşıdır...İhtiyar Mümin, torunun tıraşlı ensesine, ince

boynuna, büyük kulaklarına baktı da, türlü türlüdertlerle, acılarla, başarısızlıklarla geçenhayatında, ona kala kala bu çocuğun, bukorunmasız yaratığın kaldığını düşündü.Ölmeden onu yetiştirebilse bu mutluluk onayetecekti. Ama çocuk küçük yaşta yapayalnızkalırsa bu onun için çok kötü olurdu. Mısırkoçanı boyunda bir çocuktu o daha. Ama büyükadam gibi karakter sahibi idi. Pek o kadaralıngan olmasa, yumuşak huylu olsa, daha iyiolurdu... Orozkul gibi insanlar ona hiç acımaz,kurtların maralı sıkıştırıp boğazlamaları gibiparçalarlardı onu...Böyle düşünürken maralları hatırladı.Gözlerinin önünden gölge gibi sıçrayıp geçen,görür görmez sevinç ve heyecanla ünlediğimaralları.- Bugün ne oldu biliyor musun evlat?Marallar geldi bizi görmeye, marallar!Çocuk birden dönüp dedesine baktı:

- Doğru mu diyorsun?- Elbette doğru, gözlerimle gördüm. Tam üçtaneydiler.- Nerden gelmişler?- Sanırım geçidin öbür yakasından geldilerburaya. Orada da kesimi yasak bir orman var.Bu yıl sonbahar yaz kadar güzel geçti, geçitkapanmadı daha. Demek ki bize misafir geldiler.- Kalırlar mı burada?- Hoşlarına giderse kalırlar. Kimse onlarırahatsız etmezse pekâlâ yaşayabilirler bizimormanlarda. Burada onlar için yiyecek az değil...Eskiden, Boynuzlu Maral Ana zamanında, pekçok maral yaşarmış buralarda...Çocuğun, bu haberi duyar duymazyumuşadığını, dargınlığı unutuverdiğinihisseden Mümin, yine geçmiş zamanları,Boynuzlu Maral Ana’yı anlatmaya başladı.Anlattıkça kendisi de heyecana kapılıyor ve biryandan da düşünüyordu: İnsanın mutlu olması

ve bu mutluluğu başkalarına da vermesi bazenne kadar kolay oluyor! diyordu. Hep böyle, evettam o anda olduğu gibi yaşamalıydı insan. Amagerçek hayat bu değildi. Mutluluğun yanısıra,peşini hiç bırakmayan, insanın ruhunu, bütünhayatını allak bullak eden felâketler,mutsuzluklar da vardı. İşte şimdi de, torunu ilekendisinin en mutlu oldukları şu anda bile,sevincinin tadını çıkarmasına engel olan birkaygı da kemiriyordu içini. Meselâ şu Orozkul..ne planlar kuruyordu? Kendisiyle nasılhesaplaşacaktı? Ona itaat etmemek cesaretinigösteren bu ihtiyara nasıl bir ceza verecekti?Cezasız bırakmayacağı kesindi. Yoksa Orozkul,Orozkul olmazdı.Mümin, kızını ve kendisini bekleyen felâketidüşünmemek için, torununa durmadan maralları,onların soyluluğunu, güzelliğini, nasıl hızlıkoştuklarını anlatıyordu. Sanki felâketi unutmak,onu kaçınılmaz sondan kurtaracaktı.

Çocuk mutluydu. Evde nelerlekarşılaşacağından haberi yoktu. Heyecandangözleri parlıyor, kulakları kızarıyordu.Gerçekten dönmüş müydü marallar? Dönmüşler!Dedesi, Maral Ana’nın insanları bağışladığını,çocuklarının Isık-Göl’e gitmelerine izin verdiğinisöylüyordu. Üç maralın bölgeyi tanımak içingeldiklerini, beğenirlerse bütün maralların anavatanlarına döneceklerini de söylüyordu. Busırada çocuk onun sözünü keserek:- Dede, belki Boynuzlu Maral Ana’nınkendisi de gelmiştir, olamaz mı? Belki buralarınnasıl olduğunu görüp anlayacak, sonraçocuklarını da çağıracaktır, olamaz mı?- Olabilir, dedi Mümin emin olmayan birsesle. Olabilir tabiî. Maral Ana’nın kendisi degelmiş olabilir. Nerden bileceğiz?İhtiyar adam biraz abarttığını düşündü vecanı sıkıldı, içini çekti. Çocuk onun her dediğineyürekten inanıyordu çünkü. Yine de onu hayal

kırıklığına uğratmak, keyfini kaçırmakistemiyordu. Zaten artık geç kalmıştı bunun için.- Bunu öğreniriz dede. Hadi şimdi marallarıgördüğün yere gidelim. Ben de görmekistiyorum onları.- Ama, marallar oldukları yerde durupbeklemezler ki.- İzlerini süreriz, ta onları görünceye kadargideriz. Şöyle bir defacık ve azıcık görsek yeter.Sonra hemen döneriz. Onlar da insanlarınkendilerine bir fenalık yapmak istemediğinianlamış olurlar.Dede gülümsedi.- Daha pek çocuksun yavrum... Hele bir evegidelim, sonrasını düşünürüz.Arka yoldan evlere yaklaşmışlardı. Evlerinarkasından bakmak, bir insana sırtından bakmakgibiydi. İçinde neler olduğu hiç anlaşılmaz. Üçevde de içeride olup bitenleri belli edecek birşey yoktu. Avlu da sessiz görünüyordu. Ama

önsezisi kötü şeyler olacağını hissettiriyor,yüreğini sıkıyordu. Neler olmuştu? Orozkul yinedövmüş müydü zavallı Bekey’i? Zil zurnasarhoş muydu yine? Başka neler olmuştu? Neydibu sessizliğin anlamı? Bu saatte dışarıda niçinkimseler yoktu? “İşler yolunda gidiyorsa, ben degider o meret tomruğu çıkarırım çaydan.Orozkul’un canı cehenneme!” dedi kendikendine. “Ona bulaşmamalı, istedikleriniyapmak ve olanları unutmak en iyisi. Bir eşeğeeşek olduğunu ispat edemezsin ki...”Ahırın önüne geldiler. Uzak bir yoldangelmişler gibi:- Eh, geldik işte, in bakalım, dedi.Korkusunu belli etmemeye çalışıyordu.Çocuk çantasını sallaya sallaya eve girerkenMümin onu durdurdu:- Bekle, beraber gideriz.Alabaş’ı ahıra götürüp bağladı, sonraçocuğun elinden tutarak eve doğru yürürken ona

şöyle dedi:- Dinle oğlum, eğer beni azarlar, bağırıpçağırırlarsa sakın korkma, söylediklerine hiçaldırma. Bunlar seni ilgilendirmez. Senin işinokula gitmek. O kadar.Ama bekledikleri gibi olmadı. Onlar içerigirince, Nine, suçlayan bakışlarla uzun uzunsüzdü Mümin’i. Sonra dudaklarını büzerek,dikişine devam etti. Mümin de onunla hiçkonuşmadı. Huzursuz, sıkıntılı bir halde bir süreodanın ortasında dikilip durdu. Sonra, içindelakşa çorbası bulunan büyük bir tencereyiocaktan indirdi. Ekmek ve kaşıkları da getirdi.Dede-torun geciken öğle yemeklerini yemeyebaşladılar.Yemek yerken hiç konuşmuyorlardı. Ninebir kere bile başını çevirip bakmadı onlara.Pörsük, kahverengi yüzünde donup kalmış biröfke vardı. Çocuk çok fena şeylerin olduğunuanlamıştı. Ama büyükleri hiç konuşmuyordu.

Çocuk üzgündü, iyice korkmaya başlamıştıve bu yüzden lokmalar boğazından geçmiyordu.İnsanların sofrada tek kelime konuşmadanoturmaları, ama kafalarında şüpheli, kötüdüşünceler olması kadar sıkıcı, fena bir şeyyoktu. Yüreği kafesinden çıkıp top gibiyuvarlanarak pencere dibine gitmiş, duvarıtırmanarak çantasının olduğu çıkıntıya gelmiş vefısıldıyordu: “Belki suç bizimdir. Sen bir şeybiliyor musun? Dedem niçin bu kadar üzgün?Ne kötülük yapmış olabilir? Okula niçin geçgeldi? Niçin, hem de eyersiz olarak Alabaş’abindi? Daha önce hiç binmemişti o ata. Ormandagördüğü marallar yüzünden mi geç kaldı dersin?Yoksa maralları gördüğü doğru değil mi? Ama ozaman niçin onları gördüğünü söylesin bana?Eğer bize söyledikleri doğru değilse Maral Anaçok kızar...”Yemeklerini bitirdikten sonra alçak sesletorununa:

- Hadi sen dışarı çık, dedi, bana yardımedersin. Ben de hemen geliyorum.Çocuk odadan çıktı. Oda kapısını henüzkapamıştı ki nine bar bar bağırmaya başladı:- Nereye gidiyorsun?- Gidip tomruğu çıkaracağım. Çaydakayalara sıkışıp kaldı.- Yaa, şimdi mi aklın başına geldi! Sen öncegit de kızını gör. Gülcemal’in evinde şimdi.Kimin ihtiyacı var kısır bir karıya.. git de kendisianlatsın sana başına gelenleri. Kocası onu uyuzköpek gibi kovdu evinden.İhtiyar çok üzgündü:- Ne yapalım, kovmuşsa kovmuş, dedi.- Bak hele! Ne sanıyorsun sen kendini?Kızların baştan çıkmış, şimdi torununu mu adamedeceğini sanıyorsun? Adam olacak çocuğa dabak! Onun yüzünden mi kendini ateşe atıyorsun.Yetmiyormuş gibi almış Alabaş’ı, sürmüş deligibi! Ayağını yorganına göre uzatır insan.

Haddini, yaşını bilsene sen. Kiminledalaşıyorsun, düşünsene! Bir civciv gibiboynunu koparıp atar! Ne zamandan beriinsanlara kafa tutuyorsun? Ne zamandan berikahraman kesildin? Hem sakın kızını burayagetirmeye kalkışma. Eşikten içeri adım attırmamona!..Çocuk avluda, bir aşağı, bir yukarı üzgünüzgün dolaşıyordu. Evden yine nineninbağırması duyuldu. Sonra kapı hızla kapandı.Mümin dışarı çıkmıştı. Doğru Seydahmet’inevine gitti. Ama Gülcemal onu kapının önündekarşıladı:- Dur, şimdi gitme, dedi. Ağlıyor, çokdöğmüş onu. Artık ayrılacaklarmış. Bekey sanada lânet okuyor, suçu sende buluyor...Mümin ne yapacağını bilemeden öyleceduruyordu. Ne yapsın? Şimdi öz kızı da görmekistemiyordu onu.Gülcemal fısıldadı:

- Orozkul evinde içip duruyor.. Kudurmuşbir hayvan gibi...Bir süre düşünceye dalıp kaldılar. Gülcemalderin bir iç çekerek ilâve etti:- Seydahmet bir an önce gelse bari. Bugüngelecekti. Birlikte tomruğu çıkarırdınız, hiçolmazsa o dertten kurtulurdunuz.- Tomrukla iş biter mi? diye başını salladı.Çok düşünceliydi. Gözü torununa ilişince:- Hadi sen git, oyna, dedi.Çocuk oradan uzaklaştı. Doğru damagiderek dürbününü sakladığı yerden çıkardı.Tozunu silerken onunla üzgün bir seslekonuşuyordu: “İşler kötü, ben ve çanta büyükbir suç işledik galiba. Başka bir okul olsaydı,çanta ile ikimiz kimseye haber vermeden orayagiderdik. Yalnız dedem buna çok üzülür, heryerde arar bizi. İşte buna dayanmam zor. Ya sendürbünüm, ben olmayınca kiminle bakacaksınbeyaz gemiye? Ben bir balık olamam mı

sanıyorsun? Görürsün nasıl oluyorum. Bir günbalık olup beyaz gemiye kadar yüzeceğim...”Çocuk bir ot yığınının arkasına saklanarakçevreyi seyre koyuldu. Ama pek uzun sürmedibu, pek eğlenceli de olmadı. Başka zamanolsaydı bıkıp usanmadan seyrederdi: Önünüzdesonbahar rengine bürünmüş ormanlarınkapladığı dağlar, onların üzerinde bembeyazkar, aşağıda ise alevsiz yangın gibi kızılyamaçlar.Dürbünü yerine koydu. Damdan çıkıncaavluda dedesini gördü. Koşumlu atı yedeğindeçekerek çaya doğru gidiyordu. Çocuk dedesinedoğru koşmak istediği sırada Orozkul’unbağırmasını duyarak durdu. Orozkul don-gömlek dışarı fırlamıştı, ama omuzlarında kürküde vardı. Yüzü, şişkin inek memesi gibikırmızıydı. Hiddetle bağırıyordu Mümin’e:- Hey, dur bakalım! Nereye götürüyorsun oatı! Çabuk ahıra götür onu! Sensiz de yaparız

işimizi. Kimsenin sana ihtiyacı yok artık. Sakınelini bir şeye süreyim deme yoksa karışmam!Artık hiçbir şey değilsin sen. Kovuyorum seni!Defol git canının istediği yere!İhtiyar, acı bir gülümseme ile atı ahıragötürdü. Birden çökmüş, ufacık olmuştu.Ayaklarını sürüyerek yürüyor, etrafına hiçbakmıyordu.Çocuk dedesinin öyle aşağılanmasınakahroldu, utancından, kederinden boğulacakgibiydi. Kimseye görünmeden ağlamak için çaykenarına doğru koştu. Üzerinde yürüdüğü patikabir sis perdesi altında tamamen kayboluyor,sonra yine görünüyor, ayaklarının altında uzanıpgidiyordu. Gözyaşlarını akıta akıta koşuyorduçünkü çocuk. İşte, çay kıyısında sevgilikayalarının yanına gelmişti: “Tank”, “Kurt”,“Eyer”, “Ihlamış Deve” hepsi oradaydılar.Onlara ağzını açıp tek kelime söylemedi. Hiçbirşey anlamazlardı, çakılıp dururlardı oldukları

yerde. Yalnız “Ihlamış Deve”nin yanındangeçerken onun hörgücünü kucakladı ve o kızılgranite yaslanarak hıçkıra hıçkıra, uzun uzunağladı. Sonra, hıçkırıkları yavaş yavaş azalmaya,sakinleşmeye başladı.Doğrulup gözyaşlarını sildi, başını kaldırıpileriye baktı.. baktı ve şaşkınlıktan dona kaldı!Tam ilerisinde, karşı kıyıda, çayın tamkenarında üç maral vardı. Gerçek, canlımarallar! Su içiyorlardı, daha doğrusu sularınıiçmişlerdi. İçlerinden biri, en büyük ve en uzunboynuzlusu, son bir defa boynunu eğdi, başınısuya uzattı. Sanki sığ suya bir ayna imiş gibibakıyor, kendini seyrediyordu. Tüyleri devetüyü rengindeydi. Kocaman ve güçlü bir göğsüvardı. Başını kaldırdığı zaman beyaz ve tüylüdudaklarından su damlaları dökülüyordu çaya.Başını kaldırınca çocuğu görmüş, kulaklarınıoynatarak dikkatle, kuşkuyla ona bakıyordu.İkinci maral daha da uzun baktı çocuğa. Bu,

beyaz, şişik karınlı, ince çatalları olan güzelboynuzlu dişi maral idi. Boynuzu, erkek maralınboynuzundan biraz daha küçüktü. Çok dagüzeldi. Aynen Boynuzlu Maral Ana’yabenziyordu. İri, bombeli, parlak gözleri vardı.Karnı, her yıl bir kulun doğuran gebe kısrağınkarnı gibiydi. Maral Ana, hiç kımıldamadanrahat rahat seyrediyordu çocuğu. Sanki o kocakafalı, yaba kulaklı çocuğu daha önce biryerlerde görmüş de hatırlamaya çalışıyordu.Gözlerinde ıslak bir yansıma vardı ve o uzaklığarağmen parlıyordu. Burun deliklerinden ince birbuhar çıkıyordu... Onun hemen yanında, amaona sırtını dönmüş, henüz boynuzu çıkmamışyavru maral ise söğüdün yumuşak yapraklarınıyiyordu. Kuşkusuz, korkusuzdu. Gürbüz, çevik,neşeliydi. Birden, söğüt dalını kemirmektenvazgeçti. Bir iki zıplayıp, Boynuzlu MaralAna’nın yanına geldi, onun karnına süründü.Ama dişi maral hâlâ çocuktan gözlerini

ayırmıyordu.Çocuk soluğunu tutarak, rüyada olduğu gibiellerini öne doğru uzatarak, çayın kıyısına kadaryürüdü. Marallar hiç ürkmediler, çayın öbürkıyısından ona rahat rahat bakmaya devamettiler.Çocukla maralların arasında, duru, yeşilimsi,ancak dipteki kayaları aşarken köpüklenen birçay akıyordu. Bu çay olmasa yanlarına varacak,belki onlara dokunabilecekti. Marallar, çakıllı,temiz bir düzlükte duruyorlardı. Onlarıngerisinde, düzlüğün bittiği yerde, sonbaharkızıllığına bürünmüş fundalıklar duvar gibiyükseliyordu. Yukarıda killi yarlar görünüyor,yarların üst taraflarını da altın renkli kayın veakçaağaçlar kaplıyordu. Daha yukarıda isebüyük orman ve oyukları karla dolu tepelervardı.Çocuk gözlerini yumdu, tekrar açtı. Değişenbir şey yoktu. Kızıl yapraklı ağaçların az


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook