belliydi. Boğuluyormuş gibi ıslık sesi çıkaraçıkara soluyor, rahat nefes almak için de ikidebirde başını yukarı kaldırıyordu. İnek memesigibi şiş yüzü, tokluktan ve mutluluktan ışıl ışıldı.Bu korkunç manzarayı ürpererek, içiparçalanarak seyrediyordu çocuk. Gözlerineinanamıyordu: Toz toprak içinde sürünen bukesik baş, Boynuzlu Maral Ana’nın başıydı!Hızla koşup kaçmak istedi oradan. Amaayakları onu dinlemedi. Orada kımıldamadanduruyor, gözlerini maralın kesik başındanayıramıyordu. Daha dün çay kıyısındakarşılaştıkları zaman kendisine tatlı tatlı bakan,düşünce yoluyla konuşarak, ondan, çıngıraklı,sihirli bir beşik getirmesini istediği BoynuzluMaral Ana mıydı bu? Aynen ona benziyordu.Bir anda nasıl çirkin bir et yığını, soyulmuş birderi, kesilmiş ayaklar, fırlatılıp atılmış bir kellehâline gelirdi!Oradan çıkıp gitmeliydi. Gitmeliydi ya, bunu
bir türlü yapamıyordu. Taş kesilmişti sanki.Bütün bunların niçin ve nasıl olduğunu daanlayamıyordu. O sırada, et kesen iri yarı o karaadam, bıçağının ucunu bir böbreğe batırarakçocuğa uzattı:- Al bakalım küçük, közde kızartırsan çokgüzel olur, dedi.Çocuk yerinden kımıldamadı. Bu defaOrozkul:- Hadi al! diye emretti ona.Çocuk, bilinçsiz, hissiz bir durumda eliniuzattı. Şimdi, buz gibi soğumuş avucunda,Boynuzlu Maral Ana’nın henüz soğumamışböbreğini sıkarak kımıldamadan duruyordu. Osırada Orozkul, maralın kesik başınıboynuzlarından tutarak kaldırdı ve eliyle tarttı:- Amma da ağır ha! Yalnız boynuzları bilekimbilir kaç kilodur!Kelleyi oradaki bir kütüğün üzerine koydu,baltayı eline aldı ve boynuzları kafadan ayırmak
için başladı vurmaya. Baltayı boynuzlarınköküne indirirken bir yandan da konuşuyordu:- Ne boynuz ama! (çocuğa göz kırparak)Dedene armağan ederiz bunları. Öldüğü zamanmezarına dikeriz. O zaman saygılıdavranmadığımızı kim söyleyebilir? Daha fazlane isteyebilirler? Böyle bir boynuz için insanhemen bugün ölmek ister! Keh! keh! keh!Boynuz bir türlü kopmuyordu. Hiç de kolaydeğildi onu kesip kafadan ayırmak. SarhoşOrozkul baltayı gelişigüzel vuruyor,başaramadığı için de kuduruyordu. Kafa kayıpkütükten düşüyor, o da yerde vurmaya devamediyordu. Kafa bu defa bir tarafa sıçrıyor,Orozkul da baltayı havada tutarak arkasındankoşuyordu.Çocuk, baltanın her inişinde irkilip sıçrıyor,tiksiniyor, istemeden geri çekiliyor, ama bir türlüayrılıp gidemiyordu oradan. İnsan bir kâbusgördüğü zaman, bilinmeyen bir kuvvet korktuğu
şeyden kaçıp uzaklaşmasına nasıl engeloluyorsa, o da öyle, olduğu yere çakılıp kalmıştı.Boynuzlu Maral Ana’nın camlaşan ve hep açıkduran gözlerinin baltadan korkupkapanmayışına şaşıp kalıyordu. Kafa baltadanürkmüyor, gözlerini bile kırpmıyordu. Kafa tozaçamura bulanmıştı ama gözleri açık vetertemizdi. Sanki, ölümün onu yakaladığı andakişaşkınlık içinde donup kalmış ve öyle bakmayadevam ediyordu dünyaya. Çocuk, sarhoşOrozkul’un baltayı o açık gözlereindirmesinden, onları patlatıp çıkarmasındankorkuyordu şimdi.Boynuz hâlâ kopmuyor, Orozkulkudurdukça kuduruyor, baltanın ağzıyla, tersiylerastgele vurmaya devam ediyordu...Seydahmet Orozkul’un yanına sokuldu:- Böyle giderse boynuzu da kıracaksın, verbaltayı ben yapayım...Orozkul baltayı savura savura hırıltılı bir
sesle cevap verdi:- Çekil başımdan! Kendim yaparım, senparçalayamazsın!- Nasıl istersen.Seydahmet böyle derken yere tükürdü veevine doğru yürüdü. O iri yarı kara adam dakendi payına düşen etleri bir torbaya koyupsırtlamış, onun ardından yürüyordu.Orozkul sarhoş inadıyla hâlâ BoynuzluMaral Ana’nın kafasını koparmaya çalışıyordu.Nice zamandır beklediği fırsatı yakalamış da,şimdi intikam alıyor, hıncını çıkarıyordu.Balta darbesiyle sıçrayıp ayakları dibinedüşen kafayı tekmeliyor, sanki anlayacakmışgibi ağzı köpüklene köpüklene küfürlersavuruyordu ona:- Seni alçak! Namussuz! Al sana! Al sana!Aldatırsın ha! Seni paramparça etmezsem banada Orozkul demesinler!Baltayı indirmeye devam ediyordu. Sonunda
maralın kafası çatladı, etrafa kemik kırıklarısıçramaya başladı.- Al sana! Al sana!Balta birden maralın gözüne isabet etti.Çocuk bir çığlık attı. Patlayan gözden sarı,yapışkan bir sıvı aktı. Şimdi hayvanın gözü deölmüştü.Orozkul vahşi bir kin ve kudurganlıklamırıldanıyordu:- Bundan da büyük kafaları kıracağım!Bundan da büyük boynuzları parçalayacağım!Kafayı alnından ve tepesinden yarabilmişti.Baltayı atıp iki eliyle birden boynuza yapıştı.Kafayı da ayağı ile basarak olanca gücüylebükmeye başladı. Sonra, bir ağacın kökündensökülürken çıkardığı çatırtı ile, boynuzu koparıpaldı. Orozkul ve Bekey Teyze için sihirli beşiğitakıp getireceği Maral Ana’nın boynuzu idi bu...Çocuk pek fena oldu. Döndü, elindekiböbreği yere bırakıp, yavaş yavaş evlerine doğru
yürüdü. Herkesin yanında düşüp bayılacak,midesi bulandığı için kusacak diye çokkorkuyordu. Yüzü sapsarı olmuş, alnınıyapışkan ve soğuk bir ter basmıştı. Harıl harılyanmakta olan ateşin yanından geçti. Kazandanyine öyle yoğun buhar çıkıyordu. Zavallı Müminyine sırtı herkese dönük, yüzünü ateşe vermişduruyordu. Çocuk dedesini rahatsız etmekistemedi. Bir an önce eve gidip yatağına girmek,başını yorganın altına gizlemek istiyordu. Hiçbirşey duymamak, hiç kimseyi görmemek,unutmak istiyordu...Evin önünde Bekey Teyze çıktı karşısına.Teyzesi gülünç bir şekilde giyinip süslenmiştiama, yüzü gözü Orozkul’dan yediği dayağınmorartılarıyla doluydu ve çok zayıftı. Yersiz birneşe içinde o büyük et ziyafeti için eli yağlıdolanarak oraya buraya koşuyordu.- Neyin var senin? diye çocuğu durdurdu.- Başım ağrıyor.
- Vah yavrum vah! Hastasın demek!Coşkun bir sevgi gösteriyordu çocuğa.Yanaklarından şapur şupur öptü. O da ötekilergibi sarhoştu. Onun nefesinden de ötekilerdeolduğu gibi tiksindirici bir votka kokusugeliyordu.- Başı ağrıyormuş yavrumun! Ah canımbenim! Herhalde karnın da açtır?- Hayır, aç değilim. Yatmak istiyorum.- Peki, gel öyleyse seni yatırayım.Yapayalnız kalacaksın ama! Bak, herkes bizimevde toplandı. Konuklar da, bizimkiler de. Et depişti zaten.Çocuğu razı etmişti. Elinden tutup eve doğrugötürdü onu. Ocağın önünden geçerlerkenOrozkul göründü. Ter içindeydi. Yüzü inekmemesi gibi şişik ve kızarıktı. Elindeki maralboynuzunu, zafer kazanmış gibi bir kurumlaMümin dedenin yanına fırlattı. İhtiyar hafifçedoğruldu.
Orozkul ona dönüp bakmadı bile. Oradabulunan su dolu bir kovayı kaldırıp, üstünebaşına döke döke içmeye başladı. Bir ara ağzınıkovadan ayırarak:- Artık ölebilirsin! dedi birdenbire.Sonra yine başını kovaya daldırdı.Çocuk, dedesinin dili dolaşa dolaşa cevapverdiğini duydu:- Sağ ol oğul, sağ ol. Artık ölüm benikorkutmaz. Demek bana da saygın varmış, bende şerefleniyorum...Çocuk bir halsizlik hissetti vücudunda:- Ben eve gideceğim, dedi.Bekey Teyzesi bırakmadı:- Orada tek başına yapacağın bir şey yok!diye nerdeyse zorla onu kendi evine götürdü veodanın bir köşesindeki yatağa yatırdı.Orozkul’un evinde ziyafet için her şeyhazırdı: Haşlanmış etler, kızarmış etler,kavurmalar... Nine ile Gülcemal bunları
hazırlıyor, Bekey Teyze ise ocakla ev arasındamekik dokuyordu. Sofranın hazırlanmasınıbeklerken, Orozkul ve iri-yarı Koketay şiltelerekurulmuş, yastıklara dayanmış, sıcak çaylarınıyudumluyorlardı. Birdenbire büyük adam,önemli adam olmuşlar, kendilerini bey gibi,prens gibi görmeye başlamışlardı. Seydahmet isebardakların boş kalmamasına dikkat ediyor,durmadan çay dolduruyordu.Çocuk, hiç ses çıkarmadan yatıyorduköşesinde. Sinirleri gerilmiş, eli ayağı tutmazhaldeydi. Yine üşümeye, titremeye başlamıştı.Kalkıp gitmek istiyordu ama yataktan çıkarçıkmaz kusmaktan korkuyordu. Biraz hareketetse, boğazına gelip tıkanan şey dışarıfırlayacaktı çünkü.O sırada kadınlar Seydahmet’i dışarıçağırdılar. Seydahmet gitti ve az sonra döndü.Elindeki kocaman sırlı tepsi tepeleme et doluyduve etler duman duman tütüyordu. Tepsiyi iki
eliyle ve güçlükle taşıyarak, Orozkul’laKoketay’ın önlerine usulca koydu. Onunardından da kadınlar çeşit çeşit yemekleritaşıyarak içeri girdiler.Bıçaklar, tabaklar kondu. Herkes yerini aldı.Seydahmet de votka kadehlerini doldurmayabaşladı. Köşeye dizilmiş içki şişelerini başıylaişaret ederek:- İçkici başı benim! diyordu.En son Mümin dede girdi içeriye. Tuhaf birdurumdaydı. Her zamankinden daha küçük,daha bitkin görünüyordu. Boynunu kısıp birkenara ilişmek istedi ama, iri-yarı Koketay yücegönüllü davranarak yanına oturmasını rica etti:- Buraya gelin Aksakal, yanımıza oturun.- Sağ ol, şurada oturayım, nasıl olsa bizevimizdeyiz.- Yoo olmaz, en yaşlımız sizsiniz. Burayabuyrun.Israr ederek onu kendisiyle Orozkul’un
arasına oturttu. Sonra da:- Haydi Aksakal, dedi, içelim. Bu uğurlu avşerefine kaldıralım kadehlerimizi. İlk sözü sizalın.Mümin dede, öksürüp boğazını temizlemeyeçalıştıktan sonra kadehini kaldırarak konuştu:- Bu evde huzur olması dileğiyle. Huzurolan evde mutluluk da olur.- Çok doğru, çok doğru... diye onuonayladılar ve herkes kadehini ağzına götürdü,birkaç yudum içti.Koketay, Mümin dedenin şerefe kadehkaldırdığı halde içkisini içmediğini gördü vesitem etti:- Ama olmadı.. damadınıza ve kızınızamutluluk dileyerek kadeh kaldırıyor, sonra daiçkinizi içmiyorsunuz!Dede biraz telaşlandı:- Madem ki onların mutluluğunu istiyoruz,ben de içerim elbet.
Ve Mümin dede, herkesin şaşkın bakışlarıarasında, ağzına kadar votka dolu kadehi birsolukta içip bitirdi ve sonra başını iki yanasalladı.- Yaşasın! İşte bu görülecek şey!- Dedemizin eşi yoktur!- Aferin dedeye, yaman bir adammışdoğrusu!Herkes gülüyor ve Mümin dedeye övgüyağdırıyordu.Odanın içi iyice ısınmış, boğucu bir hava iledolmuştu. Çocuk acıdan kıvranıyor, midesibulanıyordu. Gözleri kapalıydı, ama bu sarhoşinsanların bütün söylediklerini, dudakşapırdatmalarını, Boynuzlu Maral Ana’nın etiniiştahla tıkınırken birbirlerine en iyi parçalarıikram etmelerini, yağlı kadehleritokuşturmalarını, büyük bir tabağa kemirilmişkemiklerin atılışını.. duyuyordu.Koketay dudaklarını şapırdatarak:
- Nefis, sanki körpecik bir tay eti! dedi.- Ne sandınız ya? Hem dağlarda yaşa, hemde böyle et yeme! O kadar aptal mıyız biz? dediOrozkul.Seydahmet onu onayladı:- Doğru ya! Yoksa niye yaşıyoruzburalarda?Boynuzlu Maral Ana’nın etini hepsi çokbeğenmişti. Nine, Bekey, Gülcemal, hattaMümin dede bile. Bu arada çocuğu daunutmamışlardı. Bir tabağa et ve öbüryemeklerden koyarak önüne götürdüler amaistemedi. Hasta olduğunu anlayan sarhoşlar, birdaha yemek götürüp rahatsız etmediler onu.Çocuk dişlerini sıkıyor, bunun midebulantısını azaltacağını düşünüyordu. Ama onaasıl acı veren güçsüzlüğünü anlaması, BoynuzluMaral Ana’yı öldüren bu insanlara hiçbir şeyyapamaması idi. Çocuk hiddetiyle veumutsuzca, onları cezalandırmak, ne kadar
korkunç bir suç işlediklerini anlatmak için öçalma hayalleri kurmaya başladı. Ne var ki, onlarıcezalandırmak için Kulubeg’i yardımaçağırmaktan başka yol bulamıyordu. O fırtınalıgecede, öteki genç şoförlerle birlikte ot taşımayagelen asker parkalı o yiğitten yardımisteyebilirdi. Tanıdığı insanlar arasındaOrozkul’un üstesinden gelebilecek, onunyüzüne karşı gerçekleri haykırabilecek tek insano idi.Ve hayalinde Kulubeg’i yardıma çağırdı. Oda kamyonunu hızla sürerek geldi. Makinelitüfeğini alarak sürücü koltuğundan atladı:- Nerdeler?- Şurada!İkisi birden Orozkul’un evine koştular. Birtekme vurarak kapıyı açtı Kulubeg: “Elleryukarı! Kimse yerinden kımıldamasın!” diyemakineliyi üzerlerine doğrulttu. Neye
uğradıklarını şaşırdılar, oldukları yerdekorkudan tir tir titremeye başladılar. Sonlokmaları boğazlarında kaldı. Ağızları yüzleriyağ içinde, ellerinde ise yedikleri yağlı etin irikemikleri, karınları iyice doymuş sarhoşadamlar, kımıldamadan duruyorlardı.Kulubeg makineli tüfeğini Orozkul’unşakağına dayadı:- Rezil herif! Ayağa kalk!Orozkul baştan ayağa titreyerek veKulubeg’in ayaklarına kapanarak kekeleyekekeleye yalvarmaya başladı:- A a a cı ba na! Öö öl dür me beni!Kulubeg acımadı:- Dışarı çık köpek! Sonun geldi artık!Böyle derken kıçına bir tekme atarak onudışarı itmişti. Orada bulunanların hepsi,korkudan dillerini yutmuş olarak avluya çıktılar.Kulubeg emir verdi:- Yüzünü duvara dön! Boynuzlu Maral
Ana’yı öldürdüğün için, ucuna sihirli beşiğitakıp getirdiği boynuzunu kestiğin içinöleceksin!Orozkul’un dizlerinin bağı çözüldü ve yereyattı. Toz toprak içinde sürünüyor, hüngürhüngür ağlıyor, inliyor, yalvarıyordu:- Öldürmeyin beni! Çocuğu olmayan,dünyada yapayalnız kalmış bir insanım ben. Neoğlum var, ne kızım. Acıyın bana...Ne olmuştu gururuna, kibirine, çalımına?Alçak, yüzsüz korkak! Öldürmeğe biledeğmezdi böylesini. Çocuk Kulubeg’e:- Peki öyleyse, onu öldürmeyelim, dedi.Ama burdan defolup gitsin ve bir daha hiçgörünmesin. Onun gibi bir adamın hiç işi yokburda.Orozkul ayağa kalktı, pantalonunu düzeltti,ardına bakmaya bile cesaret edemeden yürüdü.Boynunu iyice kısmıştı. Perişandı. Şiş göbeğisallanıyor, pantalonu sarkıyordu. Ama Kulubeg
durdurdu onu:- Dur bakalım! Sana son bir sözümüz dahavar! Hiç çocuğun olmayacak! Çünkü sen kötü,pis bir yaratıksın! Burada seni hiç kimsesevmiyor. Orman sevmiyor, ormanın ağacı, birtek otu sevmiyor seni. Bir faşistsin sen. Hadidefol ve sakın bir daha buralara ayak basayımdeme! Çabuk kaybol!Orozkul ardına bile bakmadan hızlandı.- Yakala! Tut! diye bağırdı Kulubeg onukorkutmak için havaya iki el ateş ederek. Sonragülmeye başladı.Çocuk sevinçten uçuyordu. Orozkul gözdenkaybolunca Kulubeg bu defa kapının önündesuçlu suçlu duran ötekileri azarladı:- Böyle bir adamla bir arada nasılbarınabildiniz? Nasıl katlandınız ona? Hiçutanmıyor musunuz!Hak yerini bulmuştu. Çocuk iyice rahatladı.Kendisini bu hayale öyle kaptırmıştı ki herkesin
Orozkul’un evinde niçin toplandığını, niçinyeyip içtiklerini unutmuştu.Bir kahkaha patlaması onu o mutlu, omucize âleminden çıkardı. Gözlerini açıp kulakkabarttı. Dedesi odada değildi. Kadınlar kap-kacağı topluyor, çay servisine hazırlanıyorlardı.Seydahmet yüksek sesle bir şeyler anlatıyor,ötekiler de katıla katıla gülüyordu:- Ee, sonra ne oldu?- Hadi anlat!Orozkul gülmekten kırılıyordu. Ölecektinerdeyse. Ahlar uflar arasında:- Şey.. şunu bir kere daha anlat... Sonra senne dedin de bu kadar korktu? Uf.. çok gülünç..dayanamayacağım..Seydahmet hiç nazlanmadan anlatmayabaşladı:- Bakın nasıl oldu: Marallara yaklaştık.Onları ormanın ağaçsız bir yerinde görmüştük.Üçü de oradaydılar. Tam atları bir ağaca
bağlamıştık ki bizim ihtiyar ellerime yapıştı;“Marallara ateş edemeyiz!” dedi, “BizBuğuluyuz, Maral soyundanız, Boynuzlu MaralAna’nın soyundan..” Küçük bir çocuk gibi safsaf bakıyordu bana. Gözleriyle yalvarıyordu.Katıla katıla gülmek geldi içimden ama kendimituttum. Üstelik çok ciddi bir tavırla: “Ne oluyorsana, yoksa sen hapsi boylamak mı istiyorsun?”dedim. “Yoo” dedi. “Bilirsin ki bu eski masallarBeğ’ler zamanında yoksul halkı sindiripsömürmek için uydurulmuş!” dedim. İhtiyarınağzı açık, dona kaldı. “Yahu sen ne diyorsun?”dedi. “Ne dediğimi duydun. Sen şimdi bırak bubey masalını, bay masalını. Yoksa bir yetkiliyeiki satır yazı yazarım, hiç yaşına bakmadantutuklarlar seni!”- Kah! Kah! Kah!Herkes birden katıla katıla gülüyordu. Ençok gülen de Orozkul idi. Çünkü herkesten fazlaonu neşelendiriyordu bu olay. Seydahmet
anlatmaya devam etti:- Sonra marallara yavaş yavaş sokulduk.Başka bir hayvan olsa bizi görür görmez bir izbile bırakmadan kaçıp giderdi ormana. Ama buenayi marallar hiç kaçmıyor. Çünkü onları hiçkorkutmamışlar. -Sarhoş Seydahmet birazfarfarlık ediyordu.- Ben, elimde tüfek, öndengidiyordum, ihtiyar da peşimden... İşte o sıradabeni bir şüphe aldı. Çünkü o güne kadar ben birserçe bile vurmamıştım. Doğru söylüyorum,şaka değil, bir serçe bile vurmamıştım. Eğermaralı vuramazsam ormana dalıpkaybolacaklardı. Sonra, yakala yakalayabilirsen!Geçidi aşar giderler. Böyle bir avı kaçırmak daaptallık olurdu. Ama bu bizim ihtiyar eskiavcılardandır. Eskiden ayı avına çıkardı. Bunubildiğim için ona dedim ki: “Dede, al şu tüfeği,sen ateş et!” “Olmaz, sen yap o işi” dedi.“Görmüyor musun, zil-zurna sarhoşum ben”dedim. Ayaklarımın üzerinde duramıyormuşum
gibi sallanmaya başladım. Zaten tomruğu sudançıkardığımız zaman birlikte bir şişe votkaiçtiğimizi görmüştü. Onun için sarhoş numarasıyapıyordum...Yinebir kahkaha koptu odada: “Kah! kah!kah!...- Ona dedim ki: “Ben bu işi asla başaramam,eğer maralları kaçırırsak bir daha hiç gelmezler.Elimiz boş dönmektense hiç dönmeyelim dahaiyi. Biliyorsun değil mi sebebini? Düşün biraz:Niçin gönderdiler bizi buraya?”Bir şey demedi.Ama tüfeği de bir türlü almıyordu eline. “Pekâlâ,nasıl istersen” dedim. Tüfeği elimden düşürüp,dönüp gidiyor numarası yaptım. O da peşimdengeldi. “Bak,” dedim, “Orozkul beni kovarsa pekönemli değil, ama senin gibi bir ihtiyar nerede işbulur?” Yine bir şey demedi. Ben ise, tabloyutamamlamak, numaramı pekiştirmek için şarkımımırıldandım:
Kızıl dağlardan inmişim, kızıl dağlardanAltımda kızıl aygır hey, kızıl küheylânAç kapını ey bezirgân, kızıl bezirgân...Yine hep birden güldüler: Kah! Kah! Kah!- Sarhoş olduğuma iyice inanmıştı. Tüfeğialmak için onu bıraktığım yere yürüdü. Bizböyle tartışırken marallarımız biraz uzaklaşmıştı.“Dikkat et”, dedim, “kaçırırsak bir daha hiçyakalayamayız. Ürkütmeden ateş edeceksin.”İhtiyar tüfeği aldı. Yavaş yavaş yaklaştık. O,aptal aptal mırıldanıyordu: “Bağışla beniBoynuzlu Maral Ana! Bağışla!” Ben ısrar ettim:“Bak söylüyorum, vuramazsan sen de omarallarla kaç git. Çünkü hiç eve gelmemendaha iyi olur o zaman”.Yine güldüler: Kah! kah! kah!Sarhoşların hırıltısı, kahkahası ve pis içkikokusu çocuğu boğacaktı nerdeyse. İyice
terlemişti. Şişip çoğalan, beynine sığmayanşiddetli ağrı başını çatlatacaktı. Sanki birisibaşını tekmeliyor, balta ile yüzüne gözünevuruyor, o ise gözünü saklamak için başını sağasola çekiyordu. Yüksek ateşten cayır cayıryanıyordu... Birden kendini soğuk bir çaykenarında hissetti. Balık olmuştu. Her şeyi vardı:Kuyruğu, balık vücudu, balık yüzgeçleri...Yalnız başı değişmemişti, üstelik de gittikçeağrısı artıyordu. Çaya atladı. Soğuk, derin,karanlık sularda yüzüp gidiyordu. Hayatınınsonuna kadar balık olarak kalacağını, dağlarahiç dönmeyeceğini söylüyordu kendi kendine.“Artık dağlara hiç dönmeyeceğim! Balık olarakkalayım daha iyi! Balık olarak kalayım daha iyi!Balık olarak...”Onun yatağından usulca kalkıp dışarıçıktığını kimse farketmedi. Evin köşesini dönerdönmez kusmaya başladı. Duvara tutunuyor,inliyor, ağlıyor, gözyaşları ve hıçkırıklar
arasında boğuk bir sesle şöyle diyordu:- Balık olarak kalsam daha iyi! Gideceğimburadan... Balık olmak istiyorum!Pencerenin o tarafında, Orozkul’un evindeinsanlar kahkahalar, çığlıklar atıyor, sarhoşhırıltıları çıkarıyorlardı. Bu vahşi gülüşlerçocuğun kafasını patlatıyor, işkenceler içindebırakıyordu onu. Biraz nefes alıp dinlendiktensonra avluda yürümeye başladı. Avlu boştu.Sönmüş ocağın başında dedesi Mümin’i gördü:Sarhoş kendini bilmez bir halde, Maral Ana’nınboynuzu yanında, toza toprağa uzanmışyatıyordu. Yine orada bir yerde, köpek, maralınbaşından kalanları kemiriyordu. Başka kimseleryoktu.Çocuk dedesinin üzerine eğildi, omuzundantutarak sarstı:- Dede, kalk eve gidelim, haydi kalk,gidelim! dedi. İhtiyar adam cevap vermedi.Sanki çocuğun sesini duymamıştı. Hem cevap
vermeye kalksa ne söyleyebilirdi?Çocuk yalvarıyordu:- Kalksana dede, haydi kalk eve gidelim!Çocuk, dedesinin burada toza-toprağauzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu?Torununa Boynuzlu Maral Ana’nın kutsallığınıanlatmıştı. Onu buna inandırmıştı. Sonra dabütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanetetmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu içinyapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölügibi yatıyordu burada. Bunun için cevapveremiyordu.- Dede, bari başını kaldır, diye yalvarıyorduçocuk.Rengi iyice kaçmış, hareketleri zayıflamış,elleri dudakları titriyordu:- Dede, benim ben! Duyuyor musun? Çokfenayım, başım ağrıyor, çok ağrıyor... diyeağlıyordu.İhtiyar inledi, kımıldadı ama kalkamadı.
Çocuk gözyaşlarını sel gibi akıtarak dedesinisarsıyordu:- Dede, Kulubeg gelecek mi? Söyle gelecekmi?Çocuk, zorlanarak da olsa dedesini yüzüstüçevirdi. Onun toza belenmiş yüzünü, seyrekyapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önceOrozkul’un baltasıyla parçalanan BoynuzluMaral Ana’nın başı canlandı gözünde vekorkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup:- Balık olacağım ben, duyuyor musun dede,balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan.Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumusöyle.Dede cevap vermedi.Çocuk güçlükle yoluna devam etti, çaya gittive hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağıkayıyor, düşüyor ama hemen kalkıyor, suyunsığ yerinde titreye titreye koşmaya devamediyordu. Çayın hızlı akışlı derin yerine geldi ve
akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor,yüzüyor, nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çoküşüyordu...Çocuğun balık olup çay boyunca yüzüpgittiğini henüz kimse bilmiyordu.Avludan bir sarhoş şarkısı duyuldu:Kambur dağlardan inmişim, kamburdağlardanKambur deve üstünde hey kambur deve...Aç kapını ey bezirgân, kambur bezirgânGel içelim seninle hey, acı şaraptan...** *Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Suboyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsanenide alıp götürdün.Yüzüp gittin. Kulubeg’in gelmesini
beklemedin. Yazık, çok yazık! BeklemedinKulubeg’i. Niye koşup yola çıkmadın? Yolaçıkıp koşsaydın mutlaka görecektin onu. Dahauzaktan görür görmez tanırdın onunkamyonunu. Elini kaldırınca o hemen dururdu.- Nereye gidiyorsun? derdi Kulubeg.- Senin yanına, diye cevap verirdin.Seni hemen şoför kabinine alır, yanınaoturturdu. Beraber giderdiniz. Sen ve Kulubeg.Önünüzde hiç kimsenin görmediği BoynuzluMaral Ana koşardı. Ama sen görürdün onu...Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balıkolamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadaryüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğinive ona “Selâm Beyaz Gemi, ben geldim, ben!”diyemeyeceğini biliyor muydun?Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum.Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim:“Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığıher şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de
budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defaçaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Vegök ebedîdir. İşte budur beni teselli eden. Birbaşka tesellim daha var: İnsandaki çocukvicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadantohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizineler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça veöldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğrulukdenen şey de var olacaktır...Sana, senin sözlerini tekrarlayarak vedaediyorum: “Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim!”- SON -
“BEYAZ GEMI”ÜZERINE GEREKLI AÇIKLAMALARCENGIZ AYTMATOVSÖZEbaşlarken “kendimi savunmak”tanuzak olduğumu belirtmek isterim. Çünkü“kendini koruma” içgüdüsü, yazarlıkta her
zaman en önemli yeri almayabilir.“Beyaz Gemi” hakkında kendime özgü bazıdüşüncelerim var elbette. Ancak bu, eleştirilerekulağım tıkalı olduğu anlamını vermez.“Literaturnaya Gazeta”da çıkan bütün eleştirileresaygı duydum. Ayrıca, hikâyemi okuyupfikirlerini bildiren okurlarıma gönül borçluyum.Bir yazar, herhangi bir eseriyle okuruheyecanlandırabiliyorsa o yazara ne mutlu.Edebiyat konusunda arkadaşlarımıngörüşlerini öğrendikten sonra susup, tartışmayakarışmayabilirdim. Ama edebiyatta, gerçeğinaraştırılmasıyle birinci derecede ilgili olan biryanın daha olduğunu unutmamalıyız. O daokurlardır. Okurun, bütün kanıları, bütüngörüşleri, yazarınki de dahil, öğrenmek istemesidoğaldır. Bir de edebiyatta polemiğin bir çeşitedebiyat öğretimi olduğunu unutmamak gerekir.Gerek D. Starikov, gerekse A.Alimcanov’un eleştirilerinde çok ilginç
görüşlerin yanında öyleleri var ki, bunlar okuru,sanatı çok yüzeyde anlamağa yöneltiyor.Sanırım bütün mesele, bu eleştirmenlerin bazışeyleri ya tam anlayamadıkları ya da tersanladıklarıdır. Örneğin Geyik Ana efsanesini elealırken, Starikov, benim hikâyemde buefsanenin gereksiz bir umutsuzluğabüründüğünü ileri sürüyor: “Demek oluyor kiinsanlık tarihinde yalnız Çiçekbozuğu TopalKarı’nın kehanetleri gerçekleşmiştir. Hikâyedekiçocuğun geleceği yoksa bu kehanetlere midayanıyor?”Ama bu doğru mudur? “İnsanlık tarihi” gibibir genellemeyi bir yana bırakalım, efsaneüzerinde duralım. Bunlar bilindiği gibi birulusun anıtı, yaşantının özü, felsefesi vetarihidir. Bütün bunlar fantastik bir masalbiçiminde ifade buluyor. Bunlar, gelecekkuşaklara birer vasiyettir. İnsan, iç dünyasına birbiçim verirken, kendisini çevreleyen doğayı
anlatmaya çalıştı, kendini doğanın bir parçasıgördü. Yaşı yüzyılları aşkın Geyik Anaefsanesindeki ahlâk anlayışının bugün bilegeçerli oluşu beni şaşırttı. İnsanın, ilkkaynaklarından başlayan ve durmadan gelişeniyiliğe doğru akışı, doğaya akıllıca hâkim olmakisteyişi, efsanede açıkça görülüyor. Yazık kieleştiricilerim, efsane üzerinde durmuyorlar.Oysa, insanla doğa arasında uygun bir bağınvarolduğu, daha da geliştirilmesi gereği vardırefsanede. İnsan çok eski zamandan beri doğayı“kendi kendinden” korumaya çabalıyor. Kendiniçevreleyen dünyanın güzelliğini ve zenginliğinikorumak gibi güç ve gerçekten yüzyıllaradayanan konuyu çözemiyor. Konu öylesineönemli ki, eski zaman insanları bu konuyu dramve trajedi biçimine sokarak, kendilerinin doğayakarşı olan tutumunu “otokritiğe” sunmak, kendivicdanlarını uyarmak istediler. Bu, bundansonraki kuşaklara da bir uyarı idi.
Geyik Ana, bütün var olanın anasıdır. Buefsane daha da çözümlenecek olursa insanınzorbalık ve zulme karşı “korunma içgüdüsü”anlamı çıkarılabilir. Bana öyle geliyor ki,eleştirmenler efsanenin ana fikrini sezememişler.Yoksa “içinden çıkılmaz durum” ile “karanlıkkehanetler”den söz etmezlerdi. Efsaneye görebizler zulümden nefret etmeye çağrılıyoruz.İyiliğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermemizisteniyor: Bizi çevreleyen dünyaya ve kendivicdanımıza karşı sorumlu olduğumuzhatırlatılıyor. Efsaneler, masallar halka ahlâkeğitimi verir bir yerde. Ama bu eğitim, bilindiğigibi, yalnız olumlu örneklere ve mutlulukvadeden sonuçlara dayanmayabilir. Bir degeleceğe kuşkuyla baktıran, halkların geçmiştekikendi yanlışlıklarının otokritiğine dayananmasallar, efsaneler de olmalıdır. (Hikâyemdealdığım efsanede bu otokritik, maralları öldüreninsanları suçlamak biçiminde ortaya çıkıyor.)
Ben burada hiçbir “içinden çıkılmazlık”görmüyorum. Bir düşünceye göre sanat,mutluluğu, sevinci, iyimserliği çağırmalıdır.Doğru sanat, insanı derin düşüncelere desürüklemeli, insanı sarsmalı, insanda acımaduygusu uyandırmalı, kötülüğü protesto etmeli,insanı üzmelidir. Ayrıca hayatın, ayak altınaalınan, yok edilen, küçük düşürülen en değerliyönlerini yeni baştan kurmak, korumak vekurtarmak isteğini uyandırmalıdır.Şu var ki, hayatta ve sanatta “içindençıkılmaz durumlar” her zaman birbirinebenzemeyebilir. Günlük yaşamımız açısındanJüliyet’in ölümü nedir? Zayıf olan bir insanınüzüntüsü, bulunduğu durumun içindençıkmazlığı, intihardır. Ama sanatta Jüliyet’inölümü böyle midir! Görünürde aynı şey gibidir,ama Shakespeare’in kaleminde bu “içindençıkılmazlık” çok büyük bir güç hâline geliyor,
bir boyun eğmezlik, bir ruh büyüklüğü oluyor.Bu bir inanç ve bir uzlaşma tanımamazlıktır; buaşk ve nefrettir; bu savaşa çağrıdır; bu sadakattır;hayatı pahasına kişiliğin korunmasıdır. Vebunlar, Romeo ve Jüliyet’in “içinden çıkılmaz”durumları hakkında söylenebilen bütün sözlerdeğildir...Shakespeare’in trajedisi, “içinden çıkılmaz”sonu, kahramanları öldüğü halde, hayatı sağlamtemellere dayandıran olumlu bir eserdir. Evet,“olumlu” kahramanlar, “olumsuz” kimselerleçatışırken yeniliyor, ama Romeo ve Jüliyet’inhikâyesi bize hakkın, hukukun anlamını, özgürinsan olmayı öğretiyor. Bu haklar uğrunakahramanlar ölüyor, ama yaşayanlar için yüceve güzel oluyor bu çift.Matematikte tersinden başlayarak ispatlamametodu var. Bu sanatta da vardır, sanata özgübir biçimde tabiî. Beyaz Gemi’de en çok tartışma
konusu olan çocuğun ölümünü uzun uzundüşündüm. Böyle bir sonu kabul etmekistemeyen, buna karşı koyan okur veeleştirmenler için hikâye, “içinden çıkılmaz”değil, tam tersine içinden çıkılır bir yolgöstermektedir. Ancak bu, kâğıdın ötesinde,okurların yüreklerindedir. İşte bu tersindenbaşlayan ispatlamanın sırrıdır. Söz gelişi, A.Alimcanov’un yazısındaki sitem aklıma geliyor.Hani Mümin Dede’nin Geyik Ana’yıöldürdükten sonra, canavar Orozkul’lakaranlıktan başka bir şeyin kalmadığını anlatanyer. Ama ben A. Alimcanov’a arkadaşça derimki: “Unutuyorsun Sevgili Anvar, bir şey dahakalıyor, o da okur!” Hikâyede, olay ne olursaolsun, zaferi kim kazanırsa kazansın, yenilenkim olursa olsun, gerçek zafer, estetik ve fikirselsonuçtadır. Hikâye okuru etkilemiş, onun adaletduygularını ayağa kaldırmışsa, hikâyede iyi,kötüye yenilse bile sonuç olumludur. Yeter ki
okur, iyi için kötüyle savaşa hazır olsun. Önemliolan budur. Bazı nedenlerden dolayı edebiyattakahramanlar, gerçeğin hayata yerleşmesinisağlamayabilirler. Bunun Sovyet edebiyatındakien belirli örneği, Fedeev’in Partizanlar’ıdır.Partizan bölüğü devrim için çarpışırken, yenihayat uğruna ölüyor, ama okuyucu bütünvarlığıyle onların tarafını tutuyor vePartizanlar’ın zaferi de bu oluyor.Beyaz Gemi’de çocuğun ölümünüanlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağırbasmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatınköklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün enkabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor vekahramanım ölüyor. Bunda başarılı olupolmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum,zafer hiçbir zaman Orozkul’un değildir.Eleştirmenler burada yanılıyor, kötülüğün iyiliğiyenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocukölüyor, ama ahlâk üstünlüğü yine onda kalıyor.
Ben, hikâyenin yazarı olarak bundadireniyorum.D. Starikov, yazısında, çocuğukoruyabilecek gerçek güçlerin varolduğunusöylüyor. Elbette böyle güçler olmasaydı, durumçok, ama çok üzücü olacaktı. Bunun içindir kiçocuğun ölümü bu derece inanılmaz,dayanılmaz bir hal alıyor. Bazı okuyucular,“yazar çocuğun geleceğini daha tatlı bir sonabağlayamaz mıydı?” diye soruyorlar. Hayır, benburada serbest davranmış değilim. Sanatdüşüncesinin mantığı budur. Bu mantığınyönetimi ne yazık ki yazarın elinde olmayanprensiplerdir. Bir okuyucumun bana yazdığımektupta dediği gibi, Orozkul’ututuklatamazdım; Mümin Dede’ye emekli maaşıbağlatarak bir huzur evine gönderemezdim;çocuğu şehirde bir yatılı okula yerleştiremezdim.Bu davranış çok iyi olurdu elbette, ama,
kötülüğün de bir genel affa uğratılması demekolacaktı. İki yoldan birini seçmem gerekiyordu:bu hikâyeyi yazmak ya da yazmamak. Yazmakancak böyle olurdu. Bir başka yazar belki başkatürlü yazardı.Beyaz Gemi’nin bu fecî sonundankaçınılamazdı. Çiçek bozuğu TopalKocakarı’nın kehaneti böyle olduğundan değil.Çünkü çocuğun kişiliğinde gösterilen “iyilik”,Orozkul’un temsil ettiği “kötülük”lebağdaşamazdı. Çocuksa çocuktu ve Orozkul’unkaba gücüne ancak kötülüğe dayanmaklakarşılık verebilirdi.Mümin’in pasif iyiliği iflâs etti. Oysaçocuğun kötülüğü kabul edemeyişi, onuanıtlaştırıyor. Çocuk okuyucunun yüreğindekendine bir sığınak bulursa, bu çocuğun gücüolacaktır. Burada hiçbir “işin içindençıkılmazlık” yoktur. İtiraf edeyim, çocuğumla
övünüyorum.Gelelim Çiçekbozuğu Topal Kocakarı’ya.Kehanetleri bizi korkutmamalıdır. Çünkü bunlarne lânetlemedir, ne büyüdür. Bunlar sadeceokuyucum S. Mihaylova’nın, fikirlerimianlayarak yazdığı gibi, birer ihtardı. İnsanlığınbirçok isteği gerçek olmuş ve olmaktadır. Tarih,iyiye doğru ilerliyor. Ama bu demek değil ki,kötülük kökünden kazınmıştır.Kocakarı’nın efsaneden bize, insanın insanabirer kurt, birer düşman olduğunu söylemesitarih açısından doğrudur. İnsanlık borcu,efsanede bir ahlâk kuralı olarak gösteriliyor.A. Alimcanov’un yazısında, asla kabuledemeyeceğim bir tez vardır: Alimcanov’a göre,Mümin Dede, Geyik Ana’yı vuramazdı. Sözdebu yazarın “keyfî” görüşü idi... Elbette kiinsanlar türlü nedenlerin yükü altında kendi
vicdanlarına karşı bir uzlaşma yolunuaramasaydı çok iyi olurdu. Ama ne yazık ki,insanların bu zayıflıktan kurtulmaları için çokbüyük çaba gösterilmesi gerekir.Son bir şey daha ekleyeyim: BeyazGemi’deki çocuğa karşı tutumumu Starikov, katıyüreklilikle, acımazlıkla suçluyor. Ne diyeyimbuna karşılık? Çok içten duygularla bazeninsanın elinde olmadan, insanda “istemedensebep olmak” unsuru mevcut olabilir. Buduyguların ifadesi, insanın iç yapısına bağlıdır.Ayrıca, çocuğa acımak o derece önemli midir?Ona acımaktansa, onu her şeyden önce anlamakgerek. Sonra, insanın içi, buna yatıyorsa, neyapalım, derin bir acıma da duyulabilir.
Cengiz Aytmatov’un EserleriElveda GülsarıDişi Kurdun RüyalarıGün Olur Asra BedelToprak AnaCengiz Han’a Küsen BulutCemile - Sultanmurat(Hikâyeler)Yıldırım Sesli Manasçı - Yüz Yüze-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek(Hikâyeler)Kızıl Elma - Oğulla Buluşma - Beyaz Yağmur-Asker Çocuğu - Deve Gözü
(Hikâyeler)
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345