Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:57:51

Description: Beyaz Gemi-Cengiz AYMATOV

Search

Read the Text Version

götür! dedi.- Ama oğlum, görüyorsun ki benimkucağımda odun var, Seydahmet de o güğümütaşıyor. Seni yanımıza alamayız. Hem ne işin varorada? Karda yürüyemezsin, çok yorulursun.Çocuk çok üzüldü, küstü, somurttu. Bununüzerine Kulubeg elinden tutarak:- Hadi gel bakalım, dedi, dönüşte dedeninatına binersin.Böylece, Arça yamaçlarından inen yolunayrım noktasına doğru yürüdüler. Yollarda karçoktu. Az sonra çocuk bu yiğit delikanlılaraayak uydurmanın hiç de kolay olmadığınıanladı. Yorulmuştu.- Bin bakalım sırtıma, dedi Kulubeg.Çevik bir hareketle çocuğu omuzuna aldı.Sonra da sırtında hiç yük yokmuş gibi öyle rahattaşımaya başladı ki, sanırsınız her gün aynı işiyapıyor.Onların yanında yürüyen bir şoför:

- Yahu Kulubeg, sen bu işi çok iyiyapıyorsun, dedi.- Ee, hayatım boyunca kız ve erkekkardeşlerimi taşıdım ben sırtımda. Altı kardeştikve en büyükleri bendim. Annem ve babamtarlada çalışıyorlardı. Şimdi kız kardeşlerim evli,çocukları da var. Askerden döndüm, bekârdım,henüz iş de bulamamıştım. O zaman kızkardeşlerimden biri -büyüğü- bana: “Ağabey,gel bizde kal, sen çok iyi çocuk bakıyorsun.”dedi. “Olmaz”, dedim, “artık kendi çocuklarımıtaşıyacağım sırtımda...”Böyle, konuşa konuşa ilerliyorlardı. Çocukmemnundu. Kulubeg’in güçlü omuzlarındakendini çok rahat ve güvenli hissediyordu.“Ah onun gibi bir ağabeyim olsa, kimseden,hiçbir şeyden korkmazdım” diye hayal kurmayabaşladı. “Orozkul o zaman dedeme bağırsın yada başkalarına dokunsun da görsün! Kulubeg’in

ona kaşlarını çatıp şöyle bir bakması yeterdi sus-pus olup yerinde oturması için.”Bir gün önce terkedilen ot kamyonlarıkavşağın iki kilometre kadar ilerisinde idi.Hepsinin üzeri karla örtülmüştü ve kışın tarladabırakılan ot tayalarına benziyorlardı. Görünüşegöre kimse yerlerinden kımıldatamazdı onları.Ateş yakıp odunları tutuşturdular. Suyuısıttılar. Isıtılan suyu öndeki arabanınradyatörüne döktüler, motoru çalıştırdılar.Motor, hırıltı gürültü ile ve güçlükle de olsaçalıştı. Bundan sonra işler daha kolay oldu.Çalışan her kamyon hemen ardındakini yedeğealıyor, onu da çalıştırıyordu.Böylece bütün kamyonları çalıştırdıktansonra bunlardan ikisini şarampola düşenkamyona bağladılar. Çalışan kamyonlar çekti,onlar itti. Onlarla beraber çocuk da itiyor vekendisine her an “Sen çekil, dolaşma ayak

altında” demelerinden korkuyordu. Ama kimseona böyle bir şey söylemedi. Belki ona Kulubegizin verdiği içindi bu. Kulubeg en güçlüleriydi,herkes onu sayıyordu.Şoförler bir defa daha vedalaştılar.Kamyonlar hareket etti. Önce ağır ağır, sonradaha hızlı. Kar kaplı dağların arasından birkamyon kervanı ilerliyordu şimdi. BoynuzluMaral Ana’nın torunlarıydı bu gidenler. Amabilmiyorlardı ki, bir çocuğun hayal gücüylecanlanan Boynuzlu Maral Ana, kimseyegörünmeden onların önünde sıçraya sıçraya,bazen de ok gibi fırlayarak gidiyordu. Bütünfelâketlerden, bütün tehlikelerden o koruyorduonları. Zorlu yollardaki kazalardan, yuvarlanankayalardan, çığlardan, kar fırtınasından, sisten,Kırgızların yüzyıllar süren göçebe hayatlarındakarşılaştıkları bütün belâlardan.. o koruyordu.Mümin dedesi kara koyunu kurban ederkenMaral Ana’dan onları korumasını istememiş

miydi?Gittiler. Çocuk da hayalinde onlarla berabergidiyordu. Kulubeg’in kamyonunda, onunyanında oturuyordu “Kulubeg Ağabey, bak,Boynuzlu Maral Ana koşuyor önümüzde”diyordu, “-Aa, olamaz!”. “-Yemin ederim kikoşuyor. Bak! Bak!”Dedesi onu daldığı hayalden kurtardı:- Hey, niye dikilip kaldın öyle? Haydigidiyoruz. Bin bakalım, vakit geçiyor.Eyerin üzerinde eğilip çocuğun atabinmesine yardım etti. Onu kürkünün eteğiylesımsıkı sarmalarken sordu:- Üşüdün mü?** *O zamanlar okula gitmiyordu.

Ama şimdi, o sıkıntılı uykusundan arada biruyanıyor, büyük bir üzüntü içinde “Yarın okulanasıl gideceğim? Hastayım, kendimi hiç iyihissetmiyorum...” diye düşünüyordu. Sonra yinedalıyordu. Okuldaymış, öğretmenin kara tahtayayazdığı kelimeleri defterine geçiriyormuş gibigeldi ona: “At. Ata. Taka.. At. Ata. Taka”*****.Birinci sınıfta öğrenilen bu yazılarla defterininbütün sayfalarını doldurdu. “At, Ata, Taka... At,Ata, Taka...” Sonra yoruldu, gözleri karardı.Gözlerinin önünde bütün harfler oynaşıyordu.Ateşten bunalıp terliyor, üstünü açıyor, ama budefa da üşüyor, başka yerlerde, başka dünyadagörüyordu kendini. Bazen balık olup soğuk sudabeyaz gemiye doğru yüzüyor, yüzüyor.. ama birtürlü ulaşamıyordu. Bazen de tipiyeyakalanıyordu... Dağ yolunda, dumanlı soğukhavada, ot taşıyan kamyonları görüyordu.Kamyonların tekerlekleri kayıyor, olduğu yerdekızaklıyordu. Kamyonlar insan gibi hıçkıra

hıçkıra ağlıyor ama yerlerinden bir adım öteyegidemiyorlardı. Tekerlekler vınlayarak topaçgibi dönüyor, ısınıp kızarıyor, alev alevyanıyorlardı. O zaman Boynuzlu Maral Ana otkamyonunu dağa doğru itiyordu. Çocuk daolanca gücüyle yardım ediyordu ona. Kan teriçinde kalmıştı. Sonra birdenbire ot kamyonu birbebek beşiği oluveriyordu. Boynuzlu Maral Anaona “Haydi koşalım, bu beşiği Bekey Teyze veOrozkul enişteye götürelim” diyordu. Ve birliktekoşmaya başlıyorlardı. Maral Ana’yayetişemiyordu. Ama ileride beşiğinçıngırağından çıkan sesleri duyuyor veşıngırtının geldiği yana koşuyordu.***** Taka: Nal (Kırgızca)Sundurmadan gelen ayak seslerini ve açılankapının gıcırtısını duyunca uyandı. Dedesi veninesi idi gelenler. Biraz yatışmışgörünüyorlardı. Yabancıların gelişi Oroz​kul’u veBekey Teyzeyi de biraz yatıştırmış olmalıydı.

Orozkul belki içip içip sızmıştı. Avuldan neçığlık geliyordu ne de küfür.Geceyarısına doğru ay dağın üzerindeydi.Tül hâlesini en yüksek ve bembeyaz karla örtülübir tepeye asmıştı. Ebedî buzların tutsağı olantepe karanlığı delerek göklere yükseliyordu.Engebeli yüzeyindeki çıkıntılar, sivrilikler,puslar içinde zayıf zayıf parlamaktaydı. Onunçevresinde ise sessiz dağlar, yalçın kayalar,kımıltısız kara ormanlar vardı. Çay, ta aşağılardakalmış, kayaların arasından gürül gürülakıyordu.Ayışığı pencereden ve yanlamasınagiriyordu odaya. Çocuk rahatsız oluyordu buışıktan. Ninesinden pencerenin perdesiniçekmesini isteyecekti ama bundan vazgeçti.Çünkü nine yine dedesine çıkışıyordu, öfkeliydi:- Koca sersem, diyordu yatağa girerken,insanlara karşı akıllı-uslu davranmasınıbilmiyorsun, bari çeneni tut. Başkalarını dinle.

Hayatın onun elinde. Az da olsa maaşını vereno. Her ay elimize geçiyor hiç olmazsa. Aylıksız-donluksuz kim ne yapsın seni! Sakalın ağardıhâlâ akıllanmadın...İhtiyar Mümin ağzını bile açmıyordu. Ninede sustu. Ama az sonra daha yüksek seslebağırdı:- Maaşı kesilen adam artık adam değildir,insan değildir!Mümin dede yine bir şey söylemedi.Çocuk uyuyamıyordu. Başı ağrıyor, aklıkarışıyordu. Okulunu düşünüp üzülüyordu o.Şimdiye kadar bir gün bile kalmamıştı okuldan.Yarın okula, Celesay’a gidemezse nelerolacağını bilemiyordu. Bir yandan da, Orozkuldedesini işten kovarsa hâlinin ne olacağınıdüşünüyordu. Nine dedesine cehennem azabıçektirirdi. Ne yaparlardı o zaman?İnsanlar niçin böyle yaşıyorlardı? Niçinbazıları iyi bazıları kötüydü? Niye bazıları

mutlu, bazıları mutsuz? Niye bazılarından herkeskorkar da bazılarından kimse korkmaz? Niyebazılarının çocukları var, bazılarının yok? Niyebazıları başkalarına maaş verdirmeyebiliyor?Besbelli, en iyi durumda olanlar en çok aylıkalanlardı. Ama dedenin maaşı çok azdı veherkes onunla alay ediyordu. Ah, ne yapsa dadedesinin maaşını arttırsalar? Maaşı çok olsa,Orozkul bile saygı gösterirdi ona.Bu düşünceler gittikçe daha çok ağrıtıyordukafasını. Bir ara yine, o gün akşam üzeri çayınöbür yakasında gördüğü maralları düşünmeyebaşladı. Geceleri ne yapıyorlardı acaba? Osoğuk, çıplak dağda ya da o kapkaranlıkormanda yapayalnızdılar. Yapayalnız olmalarıkorkunç bir şey! Ya kurt çıkagelir ve onlarasaldırırsa? O zaman Bekey Teyzeye sihirli beşiğikim getirir?Sıkıntılı bir uykuya daldı. UyurkenBoynuzlu Maral Ana’dan Orozkul eniştesi ve

Bekey Teyzesine akçakayından bir beşikgetirmesini istiyor, “Bir de çocukları olsun” diyedua ediyordu. Uzaktan uzağa çıngırağın sesiniduyuyordu şimdi. Maral Ana, o sihirli beşiğiboynuzuna takmış, uçarcasına koşarakgeliyordu.

Ç-VII-OCUK, ertesi sabah, erkenden, bir elinalnına dokunmasıyla uyandı. Dedesinineliydi bu. Soğuktu, çünkü dışarıdangelmişti.Çocuğun elini hohlayarak ısıtmaya çalışıyor,alnını tutuyor, göğsünü yokluyordu. İçini çektive üzgün bir sesle:- Yat yavrum, dedi, kalkma! Vah vah! Çokhastasın, ateşin var. Ben de okul vakti geldiğihalde hâlâ niçin kalk​madığını merak etmiştim...- Hemen kalkıyorum, dedi çocuk başınıyastıktan kaldırarak.Ama başı döndü, gözleri karardı ve kulaklarıuğuldadı.Dede onu usulca yatırarak:- Yat yavrum, kalkmayı düşünme. Hastahasta seni okula götürür müyüm hiç? Çıkar dilinide bir bakayım.

Çocuk kalkmak istiyordu.- Öğretmen kızacak, dersi kaçıranları hiçsevmiyor...- Kızmaz yavrum, ben gider anlatırım ona.Göster bakayım dilini.Dede, çocuğun diline ve boğazına dikkatlebaktı. Uzun uzun nabzını dinledi. Nasırdankaskatı olan parmaklarıyla çocuğun ter içinde,ateşten yanan bileğini tutup atardamarınıbulabilmesi bir mucizeydi doğrusu. Nasılolduysa, kendisini biraz rahatlatan bir sonuççıkarmıştı:- Allah büyüktür. Çok önemli değil, sadecesoğuk almışsın. Bugün yataktan çıkma. Akşamsıcak kuyruk yağıyla göğsünü ve ayaklarınıovarım. Bir güzel terlersin ve Allah’ınyardımıyla yarın tarpan******tay gibi kalkarsınayağa.****** Tarpan: Orta Asya’da yaşayan yabanibir at ırkıdır. Kara-yağız renklidirler. Genellikle

bir aygır yönetiminde sürü hâlinde yaşarlar. (Ç.N.)İhtiyar adam, torununun başucunda oturarakdün olanları ve bugün de onu bırakmayanolayları hatırladı, kaygılandı, içini çekti vedüşünceye daldı. “Allah’ından bulsun!” diyemırıldandı. Sonra yine çocuğa döndürdü başını:- Ne zaman hastalandın? Bana niyesöylemedin? Dün akşam mı?- Evet, dün akşam üzeri, çayın öbürkıyısında maralları gördüğüm zaman. Koşupsenin yanına geldim. Sonra üşüdüm.Mümin dede kendisini suçlar gibi:- Yaa, peki yavrum, sen yat, benim gitmemgerek.Dede kalktı ama çocuk onu bırakmakistemiyordu:- Dede, orada gördüğüm maral BoynuzluMaral Ana’nın kendisiydi değil mi? Tüyleri sütgibi beyazdı, kocaman kocaman gözleri vardı.

Bir insan gibi bakıyordu. Boynuzlu Maral Anaidi değil mi o?Mümin dede belli etmeden güldü:- Ah budala yavrum benim... Neyse, dediğingibidir, belki Maral Ana’nın ta kendisidir. Bende diyorum ki...Sözünü bitiremedi. Nine görünmüştükapıdan. Avludan telaşlı adımlarla geliyordu.Besbelli yeni haber getiriyordu. Kapıdan adımınıatar atmaz heyecanla:- Hadi bakalım koca adam, sen de git oraya!diye bağırdı.Mümin başını eğdi. Pek üzgündü, acınacakhaldeydi. Nine ise konuşmaya devam etti:- Çaydaki tomruğu kamyonla çekipçıkaracaklarmış. Sen de git ve ne derlerse yap...Hay Allah, süt kaynatacaktım...Böyle dedi ve koşup ocağı yaktı, bir haylikap kacak sesi duyuldu. Mümin’in suratı asıktı.Karısına bir çift lâf edip cevap verecekti ama o

buna da fırsat bırakmadı:- Hey, ne dikilip duruyorsun be adam! Haybaşımın belası, bırak aksiliği. İnadın ne sanayararı var ne bana, onların yanında adam mısınsen! Orozkul’u görmeye gelenleri gördün mü?Nasıl bir kamyonları olduğunu da gördün mü?On tomruk yüklesen bana mısın demez, dağlarıaşırıp götürür. Orozkul bize gözucuyla bilebakmıyor. Ne kadar dil döktüm ona, ne kadaralçaldım karşısında. Artık kızına eşikten içeriadım attırmıyor. Kısır karı şimdi Seydahmet’lerinevinde. Ağlaya ağlaya gözünün yaşı kurumuş.Şimdi sana, senin gibi beyinsiz babasına lânetlerokuyor...Mümin’in sabrı taştı. Kapıya doğruyürürken:- Yeter artık! diye bağırdı... Sen çocuğasıcak süt ver, hastalandı, yatıyor!- Peki, peki, veririm, daha dikilip durma, gitAllah aşkına, git!

Kocasını dışarı çıkarıp nihayet yola saldıktansonra kendi kendine söylenmeye devam etti:“Ne oldu bu adama böyle? Kimseye karşıgelmezdi, ağzını açıp tek kelime söylemez,isteneni yapardı. Çıldırdı mı ne! Yetmiyormuşgibi Orozkul’un atını al, dörtnala koştur! -Çocuğa öfkeli bir bakış yönelterek- Hem kiminiçin atıyor kendisini suya, ateşe!...Böyle dedi ama çocuğa sıcak sütle erimiştaze tereyağ getirdi. Süt dudaklarını yakıyorduçocuğun. Nine içmesi için zorladı:- Sıcak sıcak iç, hadi korkma. Soğukalgınlığını yalnız kaynar şeyler söküp atar!Ağzı yanan çocuğun gözlerinden yaş geldi.Bunun üzerine nine de birden yumuşadı:- Peki öyleyse, biraz soğutarak iç. Tamhastalanacak zamanı buldun sen de! diye içiniçekti.Çocuk sıkışmıştı, çişini yapmak için dışarıçıkmak ihtiyacını duyuyordu. Usulca kalktı.

Bütün vücudunda tuhaf ama hoş bir gevşemeduyuyordu. Nine sıkıntısını anladı:- Ne var, çişini mi yapacaksın?- Evet, dedi çocuk.- Dur kalkma, bir leğen getireyim.Ve leğeni getirdi. Çocuk arkasını dönüpçişini yaptı. İdrarının sapsarı ve çok sıcakoluşuna pek şaştı.Şimdi kendini daha iyi hissediyordu.Başağrısı da azalmıştı.Çocuk yatağında rahat rahat yatıyordu.Ninesine karşı, kendisine baktığı için minnetduyuyor, yarına kadar iyileşip mutlaka okulagitmesi gerektiğini düşünüyordu. Oradaarkadaşlarına ormanda gördüğü üç maralı daanlatacaktı. Beyaz dişi maralın Boynuzlu MaralAna olduğunu söyleyecekti. Yavrusunu dagetirmişti Maral Ana. Yavrusu artık büyümüştü,güçlenmişti. Bunların yanında şöyle kocamanbir erkek maral vardı. Bu erkek maralın

kocaman ve güçlü boynuzlarıyla ana maralı veyavrularını kurtlardan koruduğunu daanlatacaktı. Sonra, eğer marallar her zamanburada kalmaya karar verirlerse, BoynuzluMaral Ana’nın, Orozkul eniştesiyle BekeyTeyzesine sihirli bir beşik getireceğini desöyleyecekti.** *Sabahleyin marallar yine geldiler çaykıyısına. Geç doğup erken batan sonbahargüneşi sıradağların üzerinden görünüpyükselmeye başlarken, onlar da ormanınyukarısından aşağıya inmişlerdi. Güneşyukarılara çıktıkça orman aydınlanıyor veısınıyordu. Gecenin uyuşukluğu geçince orman,ışık ve renklerine kavuşmuş, canlanmıştı.Marallar hiç acele etmeden ağaçlar arasındanyürüyor, güneş gören açık yerlerde ısınıyor, ara

sıra da çiğli yaprakları koparıp koparıpyiyorlardı. Yine aynı sıra ile yürüyorlardı: Enönde erkek maral, ortada yavru maral, arkada dayuvarlak karınlı Maral Ana. Dün Orozkul ileMümin dedenin kesip sürükledikleri uğursuzçamın açtığı izden yürüyorlardı. İz, sabanlaaçılmış gibi tazeydi, ama yer yer, sürüklenirkenkökünden kopardığı otlarla örtülüydü. İkiadamın, kayalara sıkışıp kaldığı için çaydabırakıp gittikleri çamın bulunduğu yere kadaruzanıyordu bu iz.Marallar, kolayca su içebildikleri yer olduğuiçin geliyorlardı oraya. O sırada Orozkul,Seydahmet ve tomruğu götürmek için gelen ikikişi de aynı yere gelmekteydiler. Sıkışantomruğu kamyona bağlamak ve sonra çekipkurtarmak için aracı yanaştıracakları uygun yeribelirleyeceklerdi. Peşlerinde Mümin de vardı.Başını öne eğmiş, kararsız, tereddütlü adımlarlayürüyordu. Bir gün önceki olaydan sonra ne

yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyorduzavallı. Orozkul onun da karışmasına izinverecek miydi? Yoksa, bir gün önce tomruğuatla çekip çıkarmak için uğraştıkları zamanolduğu gibi yine onu kovacak mıydı? Ya ona:“Ne işin var burada, dün kovulduğunusöylemedim mi!” derse? Herkesin yanındaküfreder yine kovarsa? Bu kuşkular çıkmıyordukafasından. İşkence görmeye gider gibiydi amayine de gidiyordu. Nine de geliyordu onunhemen ardından. Güya ağacı çıkarmak için neyapacaklarını merak etmişti. Aslında kocasınıgitmeye zorluyor, onu karaltısıyla itiyordu.Onun Orozkul’la konuşmasını, Orozkul’akendini bağışlatmasını istiyordu.Orozkul önemli kişi görünümündeydi.Çalımlı çalımlı yürüyor, derin derin soluyor, sertbakışlarla etrafa göz atıyordu. Akşamki içkidendolayı başı hâlâ kazan gibiydi ama öcünü almışolmaktan memnundu. Bir ara başını çevirince,

Mümin’in seke seke geldiğini gördü. Sahibitarafından dövülmüş sadık bir köpek gibiydi.“Dur hele! Bak daha neler yapacağım sana!Şimdilik yüzüne bakmayacağım bile. Benim içinbir hiçsin sen artık, gelip ayaklarımakapanacaksın...” diye geçiriyordu aklından. Dünakşam karısını sille tokat evden kovduğu zamannasıl korkunç çığlıklar attığını hatırlıyordu daseviniyordu. “Görürsün sen.. hele şu iki adamtomruklarını alıp gitsinler de, ikinizi birbirinizesaldırtayım da.. gör o zaman! O kancık şimdi özbabasının gözünü oyacak.. kudurmuş kurtgibi...”Bir yandan da yanındaki ziyaretçisiylekonuşuyordu. Koketay adında, göl kıyısındakikolhozlardan birinde muhasebeci olarak çalışanbu iri-kara adam, onun çok eski bir arkadaşıydı.Oniki yıl kadar önce Koketay kendisine bir evyaptırırken, gerekli keresteyi Orozkul’danalmıştı. Değerli tahtaları ona su gibi ucuz bir

fiyata satmıştı Orozkul. Bu adam daha sonrabüyük oğlunu evlendirmiş ve ona da bir evyaptırmıştı. Tabiî keresteyi aynı şekilde yineOrozkul’dan aldı. Şimdi ise küçük oğlunuevlendirecekti ve yine Orozkul’a işi düşmüştü.Ee, hayat zordu işte! Tam bir işini bitirip hale-yola koyuyorsun, “Tamam, artık rahatedeceğim” diyorsun, hemen başka bir dertçıkıyor. Böyle olunca da, Orozkul gibi adamlarladostluğu sürdürmek zorunda kalıyorsun...Koketay Orozkul’a:- Allah izin verir de şu evi bir an önce bitiripiçine oturunca, kutlamak için seni şeref konuğuolarak davet edeceğim. Gelirsen çok eğleniriz,istediğin kadar içki içe​riz, diyordu.Orozkul sevinmişti. Sigarasını tüttürüyor vealçak sesle konuşuyordu:- Sağ ol. Ne demişler Çağrılan yere areyleme, çağrılmayan yeri dar eyleme. Çağırırsanelbette giderim. Zaten ilk defa gitmiş

olmayacağım. Ben de şimdi kendi kendimeakşama kadar beklese de tomruğu o zamangötürse daha iyi olmaz mı? diyordum. Çünküsovhozdan geçerken kimseye görünmemengerek. Eğer seni görürlerse...- Doğru söylüyorsun, diye durakladıKoketay, ama akşama daha çok var. Yavaşyavaş giderim. Yolda nasıl olsa bir kontrolnoktası yok. Çok zayıf bir ihtimalle belki birmilis ya da başka biri çıkabilir ama...Hem başı ağrıyan, hem midesi yananOrozkul yüzünü buruşturdu:- Tamam işte, ben de onu söylemekistiyorum, dedi. Yüz yıl iş için gider gelirsinköpeklerin birine rastlamazsın, ama yüz yılda birdefa bir yere ağaç götürmeye kalkarsın, hemenyakalanırsın. Bu hep böyle olur...Sustular ve kendi düşüncelerine daldılar.Orozkul, dün bu tomruğu çayda bırakmakzorunda kaldığı için kızıyor, küfürler

savuruyordu içinden. Ağacı orada bırakmamışolsalar, geceleyin kamyona yükleyecekler,güneş doğmadan uzaklaşacaklardı oradan... Hepşu bunak Mümin’in yüzünden idi bu başınagelenler. Bu ebleh, onun gücünü hiçe saymış,baş kaldırmıştı. Görecekti o gününü.. yeryerinden oynasa yine yanına bırakmayacaktıyaptıklarını...Adamlar çayın kıyısına geldikleri zamanmarallar da su içmekteydiler. Tuhaf yaratıklardışu insanlar! Yerlerinde durmuyor, gürültü patırtıile âlemi ayağa kaldırıyorlardı. İşlerini düşünüpkonuşmaya daldıkları için çayın öbür kıyısındakimaralları farketmemişlerdi oraya gelinceyekadar.Marallar, şafağın rengiyle kızıllaşanağaççıkların arasından, berrak, dibi taşlı sığ biryerde, topuklarına kadar suya girmişlerdi.Telaşsız, yavaş yavaş içiyorlardı. Su soğuktu,ama güneş gittikçe daha sıcak, daha tatlı

salıyordu ışınlarını. Suya kanan marallar dabesbelli bundan büyük bir zevk alıyor, dallardansırtlarına düşüp incileşen çiğleri kurutuyorlardı otatlı ışında. Hafif bir buğu çıkıyordu sırtlarından.Sabah güneşi çok güzeldi, huzur veriyordu.Adamlar maralları hâlâ görmemişlerdi. Birikamyonun yanına gitti, ötekiler kıyıya gelipdurdular. Hayvanlar kulaklarını oynatıyor, bazısesleri duyuyor ama aldırmıyorlardı. Bu sırada,kamyonla römork hareket edince, birden tüyleridiken diken oldu, bir an şaşıp kaldılar olduklarıyerde. Kamyonun motoru yıldırım gibigürlüyordu. Marallar davrandılar ve gitmeyekarar verdiler. Tam o sırada kamyon durdu.Motorun gürültüsü, vınlaması da durdu. Marallarbir an durakladıktan sonra yine, geldikleri yönedoğru yürümeye devam ettiler. Çünkü çayınöbür kıyısındaki adamlar da yüksek seslekonuşuyor ve çok hareket ediyorlardı.Marallar patikadan yavaş yavaş ilerlediler,

alçak ağaçların arasına daldılar. Sırtları birgörünüp bir kayboluyordu. Adamlar hâlâfarkında değillerdi. Onları ancak bir selyatağının meydana getirdiği düzlükten geçerkenfarkettiler. Güneşin iyice aydınlattığı o kumludüzlükte çok iyi görünüyorlardı. Adamlar onlarıgörünce ağızları açık, şaşıp kaldılar. Herbiri ayrıbir duruşta donmuştu sanki.İlk konuşan Seydahmet oldu:- Hey! Şunlara bakın! Marallar! Nerden geldibunlar?Orozkul hiç önem vermiyormuş gibi:- Ne bağırıyorsun öyle, nedir bu yaygara?Marallar işte. Biz onları dün de gördük. Nerdengeliyorlarmış? Bir yerden gelmişler işte!İri-yarı Koketay öyle etkilenmiş, öyleheyecanlanmıştı ki, boğazını sıkan gömleğininyakasını açarak bağırdı:- Vay! vay! vay! Ne kadar da semiz bunlar!Hiç aç kal​mamışlar burada!

Koketay’ın hemen ardından, gözleriyuvalarından çıkacakmış gibi açılan şoför debağırdı:- Şu ana marala bak! Şu alımlı yürüyüşe! İkiyaşındaki kısrak kadar büyük vallahi! İlk defagörüyorum böylesini!Koketay’ın domuz gözleri fıldır fıldırdönüyordu. Birden iştahı açılarak bağırdı:- Erkeğinin boynuzlarına bak! Nasılkaldırıyor onları! Yabani değiller, hiçbir şeydenkorktukları yok! Orozkul, nerden geliyorbunlar?Orozkul, ev sahibi olmanın gururu veövüngeçliğiyle cevap verdi:- Kesimi yasak bölgeden, geçidin ötesindekiormandan. Niçin korkmadıklarını mısoruyorsun? Onları kimse ürkütmüyor da ondan.Seydahmet içindekini dışa vurdu:- Ah şimdi bir tüfek olsaydı! En az iki yüzkilo et çıkardı. Ne dersin?

O âna kadar biraz geride süklüm-püklümyürüyen Mümin dede kendini tutamadı:- Delirdin mi sen? Onları vurmak yasak!dedi yavaş bir sesle.Orozkul öfkeli bir bakış fırlattı. “Sen hâlâağzını açmaya cesaret ediyor musun!” diyorduiçinden. Onu en ağır küfürlerle bir güzelhaşlamak istedi ama, yabancılar olduğu içinkendini tuttu. Yalnız, yüzüne bile bakmadançıkıştı:- Bize akıl vermeye kalkışma! Avlanmalarıkorumaya alındıkları yerde yasak onların. Amaşimdi orda değiller. Burada bize kimsekarışamaz. Anladın mı?Cümlesini bitirirken hınçla bakmıştı. Müminsusup başını eğdi:- Anladım, dedi.Bu sırada Mümin’in peşini bırakmayan ninekolundan tutup çekerek çıkıştı:- Sen çeneni kapatsan iyi edersin!

Adamlar utanarak gözlerini yere indirdiler.Sonra yine, tek sıra hâlinde yamacı tırmananmaralları seyre daldılar. Koyu renkli erkeği öndeyürüyor, güçlü boynuzlarını gururlakaldırıyordu. Onun ardında boynuzsuzyavruları, en geride ise Boynuzlu Maral Ana.Açık, killi bir zeminde idiler şimdi. Çok güzelbir manzara idi. Adım atışları, her hareketlerigörünüyordu.Görünüşte sakin duran patlak gözlü gençşoför hayranlığını gizleyemedi:- Ne güzellik! Ne hârika şeyler! Yazık kifotoğraf makinemi almadım yanıma. Ne kadargüzel olurdu...Orozkul’un canı sıkılmıştı. Onun sözünükesti:- Güzelliği müzelliği bırak artık! Oldukçazaman kaybettik. Güzellik karın doyurmaz.Kamyonu geri geri yanaştır, tam kıyıya...Seydahmet, sen de çizmelerini çıkar! -Şoföre

dönerek- Sen de çıkar. Şu zinciri tomruğabağlayın hele. Çabuk olun, çok işimiz var!Orozkul emir vermenin zevkini deçıkarıyordu.Seydahmet çizmelerini çıkarmaya başladı.Çizmeler ayağını sıktığı için kolay çıkmıyordu.Nine, gizlice Mümin dedenin kolunuçekerek çıkıştı:- Ne dikilip duruyorsun, gidip yardımetsene! Sonra sen de çıkar çizmelerini ve girsuya!Mümin Seydahmet’in yardımına koştu.Sonra kendi çizmelerini de çıkardı. Bu sıradaOrozkul ve Koketay kamyon şoförüne komutveriyorlardı:- Bu tarafa gel! Daha gel!- Biraz sol yap!- Biraz daha gel. Hoop!Kamyonun sesini duyan marallar adımlarınıhızlandırdılar. Ürkek ürkek bakındıktan sonra da

yamacın yukarısına doğru koştular ve kayınağaçları arasında gözden kayboldular.- Aa, kaçtılar işte! dedi Koketay. Bir ganimetkaçırmış gibi üzülmüştü.Orozkul onun kafasından geçenleri anladığıiçin böbürlenerek:- Korkma, bir yere gidemezler. Akşamakadar buradasın. Ben davet ediyorum. Allahistedi bunu. İnan bana, iyi bir ziyafet olacak.Böyle derken gülerek arkadaşının omuzunavurdu. Yaa, işte böyle. Orozkul daneşeleniyordu bazen!İri-kara Koketay, sarı dişlerini gösterereksırıttı:- Madem ki böyle diyorsun, kalırız. Evsahibi sensin, senin dediğin olur.Kamyon yanaşmıştı. Arka tekerlekler suyagirmişti. Şoför daha fazla sokulmayı gözealamıyordu. Şimdi zinciri ağaca kadar götürüpbağlamak gerekiyordu. Yeteri kadar uzun olursa

tomruğu sıkıştığı yerden çekip çıkarmak pek zorolmayacaktı.Zincir, kalın, uzun ve ağırdı. Tomruğunyanına kadar taşımaları gerekiyordu onu. Şoföracele etmeden çizmelerini çıkarıyor ve suyakorka korka bakıyordu. Suya çizmeleriyle miyoksa çıplak ayakla mı girse daha iyi olacağınada karar veremiyordu. Sonunda “çıplak ayaklagirsem daha iyi olur, yoksa su çizmeleredolabilir, çünkü oldukça derin, bel boyu... Sonrabütün gün ıpıslak çizmelerle dolaşmak zorundakalırım...” diye düşündü. Önce suyun ne derecesoğuk olduğunu da anlamaya çalışıyordu.Mümin dede onun duraklamasındanyararlanarak yanına koştu:- Evlat, sen çizmelerini çıkarma, Seydahmetve ben yaparız o işi, dedi.Şoför utandı:- Aman Aksakal, olmaz! diye itiraz etti.- Sen konuğumuzsun, biz ise buradayız, bu

iş bize düşer, sen direksiyonun başına geçbakalım.Mümin dede ve Seydahmet çelik zincirkangalını ortasından bir sırık geçirerekkaldırdılar ve suya girdiler. Seydahmet ayağınısuya sokar sokmaz avaz avaz bağırmayabaşladı:- Uyy! Çok soğuk! Su değil buz!Orozkul ve Koketay onu cesaretlendirmekiçin alaylı alaylı gülerek:- Haydi gir, bir şey olmaz! Seni ısıtacak birşeyler buluruz sonra.İhtiyar Mümin hiç ses çıkarmıyordu.Donduran soğuğu hissetmiyordu bile. Sankidaha az göze çarpmak için omuzlarını iyiceindirmiş, küçülmüştü. Kaygan taşlara basa basayürürken bir tek şey istiyordu Allah’tan:Orozkul’un onu kovmamasını, bu yabancılarınyanında ona küfretmemesini, aptal, zavallı birihtiyar olduğu için onu bağışlamasını.

Orozkul da sesini çıkarmadı. Mümin’inçabalarını görmezlikten geliyor, onu adamyerine koymuyordu. Ama içinden, ondan öcünüalmakta olduğu için büyük bir zevk duyuyordu:“Yaa, işte böyle olursun, işte böyle kapanırsınayaklarıma. Yazık ki daha büyük bir görevimyok. Bak o zaman ondan da büyüklerini nasılkoyun gibi boynuzlarından tutup fırlatırdım.Hepsini nasıl toz-toprak içinde bırakıpsürüklerdim. Hiç olmazsa bir kolhoza ya dasovhoza baş olsaydım! Bak nasıl her şey düzenegirerdi. Disiplin yok onlarda! Bir de gelip,başkanı, müdürü saymadıklarından şikâyetediyorlar! En bayağı bir çoban geliyor,âmirleriyle senli-benli konuşuyor! Ee, sonuböyle olur işte! Yetkisini kullanmasını bilmeyenaptallara böyle yaparlar! Böyle mi davranmakgerekir onlara! Eskiden insanların kellesiniuçururlarmış da kimse ağzını açıp bir şeysöyleyemezmiş. Aksine, daha çok sever, daha

çok sayarlarmış üstlerini. Öylesi iyi işte! Yaşimdi? Beş para etmezlerin en kötüsü, bana kafatutmaya kalkıyor! Pekâlâ öyleyse, sürün bakalımihtiyar bunak! Sürün!”Ara sıra Mümin’in olduğu yere bir gözatıyor ve onun o duruma düşmesineseviniyordu.Mümin ise iki büklüm olarak buz gibi sudaayağını sürüye sürüye Seydahmet’le birliktezinciri çekiyordu ve sevinçliydi. Çünkü Orozkulçalışmasına engel olmamıştı ve onu bağışlamışgörünüyordu. Onun da kafasında düşüncelervardı tabiî ve o da içinden konuşuyordu:“Bağışla bu ihtiyarı, bağışla” diyordu. “Dünkendimi tutamadım, oğlanı almak için okulagittim. Yavrucak yapayalnız, acıdım ona. Amabugün okula gitmedi, hasta yatıyor. Haydi unutdün olanları. Bağışla. Sen de benim yabancımdeğilsin. Senin ve kızımın mutluluğunuzuistemiyor muyum sanıyorsun? Eğer size Allah

bir evlat verirse, ben de kızımın çocuğunundoğum çığlığını duyar duymaz öleceksem, bunarazıyım. Yemin ediyorum böyle bir şey olursasevinçten ağlarım. Tek sizin çocuğunuz olsun daAllah canımı alacaksa alsın. Ama ne olur kızımıbırakma, beni de bağışla. Bütün işleri yaparımben. Ayaklarımın üstünde durdukça her güçlüğekatlanırım. Yeter ki sen iste, sen emret!...”Biraz uzakta durup ona bakan nine de el-kolhareketiyle durmadan sıkıştırıyordu onu: “Haydidurma, gayret et! Bak seni bağışladı.Söylediklerimi yaparsan işler düzelecek...”demek istiyordu.** *Çocuk uyuyordu. Sadece bir defa bir tüfeksesiyle uyandı ama hemen sonra yine uykuyadaldı. Bir gün önceki uykusuzluk verahatsızlıktan dolayı bitkindi ve o yüzden derin

bir uykuya dalmıştı. Yine de uyku arasında rahatbir yatakta yattığını hissediyor, ateşi ya datitremesi olmadığı için seviniyordu. Ninesi veBekey Teyzesi olmasa daha uzun zamanyatacaktı. Nine ve Teyze yavaş sesle konuşmayaçalışsalar da, kap-kacak gürültüsü çocuğuuyandırmıştı.Nine alçak sesle konuşuyordu:- Şu derin çanağı sen al. Şu tabağı da götür.Ben de kova ile eleği alıyorum. Uff belim!Ölüyorum yorgunluktan. Çok iş gördük. Ama,Allah’a şükür, çok seviniyorum.- Ah eneke, ben de öyleyim. Dün ölümügöze almıştım. Gülcemal olmasa belki kendimiöldürürdüm.- Bırak bu saçmalıkları! dedi nine.Karabiberi aldın mı? Hadi gidelim! Sizibarıştırmak için bu armağanı Allah gönderdibize. Gidelim!Çıkıp giderlerken Bekey Teyze sordu:

- Çocuk ne durumda? Hâlâ uyuyor mu?- Bırakalım biraz daha uyusun. Hazır oluncasıcak sıcak çorba içiririz ona.Ama artık çocuğun uykusu kaçmıştı.Dışarıdan konuşmalar ve ayak sesleriduyuluyordu. Bekey Teyze sesli sesli gülüyor,Nine ile Gülcemal de aynı şekilde gülerek cevapveriyorlardı. Bu arada yabancı adamlarınseslerini de duydu. “O akşam gelenler olmalı,demek ki daha buradalar” diye düşündü. Amadedesini görememişti ve sesini de işitmiyordu.Neredeydi? Ne yapıyordu dedesi?Dışarıdan gelen seslere kulak kabartarakdedesinin gelmesini bekliyordu. Dedesine, birgün önce gördüğü maralları anlatacaktı. Çokistiyordu bunu. Çünkü yakında kış bastıracaktıve onlar için ormanda yeteri kadar otbırakmalıydılar. Yiyeceksiz bırakmamalıydılaronları. Hem insanlara da alışsınlar, çayı geçiphiç korkmadan avluya kadar gelsinlerdi.

Geldikleri zaman en çok sevdikleri yiyeceğivermeliydiler. Ne idi maralların en çok sevdiğiyiyecekler? Yavru marala peşi sıra gelmesini deöğretecekti. Harika bir şey olurdu bu! Kimbilir,yavru maral belki okula da gelirdi onunla...Çocuk sabırsızlıkla dedesini bekliyor amadedesi bir türlü gelmiyordu. Az sonra, dedesideğil de Seydahmet geldi. Memnungörünüyordu. Pek neşeliydi. Yürürken birazsallanıyor ve kendi kendine gülümsüyordu.Yanına yaklaşınca çocuğun burnuna keskin biralkol kokusu geldi. Bu iğrenç, keskin kokudannefret ediyordu. Çünkü bu koku ona Orozkul’unkudurmuşluğunu ve zorbalığını, dedesi ileBekey Teyzesinin çektiği acıları, bunlarınmutsuzluğunu hatırlatırdı. Ama Seydahmet’insarhoşluğu Orozkul’un sarhoşluğundan çokfarklıydı. Seydahmet içince daha kibar, dahaneşeli olur, zararsız bir budala olup çıkardı.Aslında içkisiz olduğu zamanlarda da kafası pek

çalışmazdı ya! Sarhoşken dedesiyle Seydahmetarasında aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçerdi:- Aptal aptal ne gülüyorsun öyleSeydahmet? Sen de mi kafayı çekip havalandınyoksa?- Ah Aksakal, seni ne kadar sevdiğimi birbilsen.. şerefim üzerine yemin ederim ki özbabam gibi seviyorum seni.- Bir de genç olacaksın! Senin yaşındakileraraba sürüyor, traktör sürüyor, sen ise dilini biledöndüremiyorsun. Ah senin yaşında olacaktımki, en azından bir traktör sürücüsü olurdum...- Bak Aksakal, ben orduda iken kumandanbana, “Sen sürücü olamazsın, kabiliyetin yok”dedi. Ben piyadeyim, piyade! Piyade olmazsaordu hiçbir şey yapamaz!- Piyade ha! Tembelin tekisin sen! Bir dekarına bak! Kör talih işte, sana düşmüş zavallı.Senin gibi yüz tanesine değişmem Gülcemal’i.- Biz de bunun için buradayız ya Aksakal.

Ben de bir taneyim, o da bir tane. Benden başkaerkek, ondan başka kadın yok...- Boş yere çene yoruyorum. Öküz kadarkuvvetlisin ama beş paralık aklın yok.Böyle derken Mümin dede umutsuzluğunubelirtmek için elini sallardı. Seydahmet ise onunardından öküz taklidi yaparak:- Möö! Möö! diye bağırırdı.Seydahmet bundan sonra gidip avlununortasında durur, ne zaman, nerede duyupöğrenmişse, tuhaf bir şarkı söylemeye başlardı:Kızıl dağlardan geldim ben, kızıl dağlardanAltımda kızıl aygır hey.. kızıl küheylanAç kapım ey bezirgân, kızıl bezirgânGel içelim seninle kızıl şaraptan.Kızıl dağlardan inmişim, kızıl dağlardanKızıl öküz belinde hey, öküz belindeAç kapını ey bezirgân, kızıl bezirgân

Gel içelim seninle kızıl şaraptan.Bu şarkı sürüp gider, bir türlü sonugelmezdi. Çünkü Seydahmet, deve, horoz, fare,kaplumbağa, hareket eden ne kadar canlı varsatek tek sayar, hepsinin sırtına binip dağlardaninerdi. Çocuk da sarhoş Seydahmet’i ayıkSeydahmet’ten daha çok severdi.İşte bunun için Seydahmet’in geldiğinigörünce ona tatlı tatlı gülümsedi.Seydahmet şaşırmıştı:- Şuna bak sen! Yahu bana senin hastaolduğunu söylediler! Hiç de hasta değilsin sen.Çıkıp dışarıda oynasana. Hiç böyle yatılır mı?Böyle dedi ve kendini çocuğun yatağıüzerine bıraktı. Nefesi içki, elleri ve elbisesi isetaze kesilmiş çiğ et kokuyordu. Çocuğu sarsasarsa öpüyordu yanaklarından. Bir haftadır tıraşgörmemiş yüzünün sert kılları çocuğun yanağınabatıyordu:

- Tamam, tamam Seydahmet emmi, yeterartık, dedi çocuk. Peki dedem nerde, onugörmedin mi?- Deden mi? Şeyde.. işte.. orda.. dediSeydahmet anlaşılmaz bir el işaretiyle... Orda..şey ediyor. Et pişiriyor... Biz şeyi çıkardık dasudan... İşte ısınmak için içtik biraz... Şeypişiriyor işte... Haydi, giyin de sen de çık... Bizhepimiz orda, sen tek başına burda.. olmaz!- Ama dedem hiç yataktan çıkma dedi.- Ne demek yataktan çıkmamak? Haydi gel.Böyle bir günde olur mu hiç! Her zamangöremezsin böyle günü... Ziyafet var ziyafet...Kap yağlı, kaşık yağlı, ağız yağlı.. haydi kalk!Sarhoş sarhoş çocuğu giydirmeye başladı.- Bırak Seydahmet emmi, kendim giyinirim,dedi çocuk onun kolundan sıyrılmaya çalışarak.İçki kokusundan çocuğun başı hafifçedönmeye başlamıştı. Ama Seydahmet onudinlemiyordu. Tabak yağlı, kaşık yağlı, ağız

yağlı iken, böyle bir günde, zavallı çocuğu tekbaşına bırakmamakla ona iyilik ettiğinisanıyordu.Seydahmet çıktı. Çocuk da peşinden. Havarüzgârlıydı. Gökyüzü yarı kapalıydı ve bulutlarkoşuşuyordu. Çocuk daha sundurmayıgeçmeden hava iki defa değişti. Önce gözkamaştıran bir güneşli hava, hemen ardından içkarartan bulutlu hava göründü. Bu yüzden yinebaşının ağrıdığını hissetti. Rüzgârla bir o yanabir bu yana savrulan duman çocuğun yüzüneçarptı ve gözlerini yaktı. “Çamaşır yıkıyorlargaliba” diye düşündü çocuk. Çünkü çamaşırlarbiriktiği zaman ateşi avluda yakar, üç evinçamaşırını birden yıkamak için suyu büyükkazanda ısıtırlardı. Bir kişinin kaldıramayacağıkadar büyük bir kazandı bu. Bekey Teyze ileGülcemal birlikte kaldırırlardı.Çocuk o çamaşır günlerini severdi. Çünkü

dışarıda kocaman bir ateş yakarlardı o zaman.Evdeki gibi değildi. O ateşin etrafında ve ateşleoynayabiliyordu. Sonra, yıkanmış çamaşırlarıkurutmak için ipe asmak da bir zevkti. İpe asılanbeyaz, mavi, kırmızı.. her renkten çamaşır,bayrak gibi süslerdi avluyu. Bunların arasındakoşup oynamaktan, yüzünü ıslak çamaşırlarasürmekten de çok hoşlanırdı.Bu defa avluda çamaşır görmüyordu. Amaçok büyük bir ateş yakmışlardı. Ağzına kadarbüyük parça etlerle dolu kazandan koyu birbuhar çıkıyordu. Etler pişmek üzereydi. Kokusuçocuğun burnuna kadar geliyor ve ağzınısulandırıyordu. Bekey Teyze yepyeni ve kırmızıentarisini giymişti. Ayağına yeni meşinçizmelerini çekmiş, güllü şalını eynine atmış,ocağın üzerine eğilerek kazanın üzerinde birikenköpükleri alıyordu. Mümin dede de oradaydı vediz çökmüş yanan odunları karıştırıyordu.- İşte deden orda, dedi Seydahmet ve yine

şarkısını mırıldanmaya başladı:Kızıl dağlardan geldim ben, kızıl dağlardanAltımda kızıl aygır hey, kızıl küheylan...Ona şarkısını yarıda bıraktıran Orozkul oldu.Başı ustura ile kazınmış, elinde balta, kollarısıvalı idi. Arabaların bırakıldığı yerdengeliyordu:- Ne cehenneme kayboldun! diye bağırdı.Konuk odun kırıyor, bizimkisi şarkı söylüyor!Böyle derken odun kıran şoförügösteriyordu. Seydah​met onu yatıştırmak için:- Hemen hallederim, dedi, sen meraklanma!Sonra şoförün yanına giderek:- Ver baltayı dostum, ben yaparım o işi, diyebaltayı elinden aldı.Bu sırada çocuk, ocağın önünde diz çökmüşodunları karıştıran dedesinin yanına gelmişti.Arkasında durup seslendi:- Dede!

Dedesi onu duymadı.- Dede! diye bağırdı çocuk omuzundantutarak.Yaşlı adam dönüp baktı ve çocuk onutanıyamadı. O da sarhoştu çünkü. O güne kadaronu hiç öyle görmemişti. Yalnız, Isık-Göl’ünhatırı sayılır kişileri öldüğü zaman verilen yasziyafetlerinde pek az içtiği olurdu. Zaten öylezamanlarda kadınlara bile biraz içki verirlerdi.Ama böyle durup dururken sarhoş olacak kadariçtiği görülmüş şey değildi.Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Amauzak, tuhaf, yabancı bir bakışla. Yüzüyanıyordu, kıpkırmızıydı. Torununu görüncedaha da kızardı. Kızardı ama hemen sonra dasapsarı oldu. Doğruldu. Çocuğu kucaklayıpbağ​rına basarak ve kekeleyerek:- Sana ne oldu? Ne istiyorsun? dedi.Bundan başka bir şey söylemiyordu.

Konuşmasını unutmuştu sanki. İhtiyarınheyecanı çocuğa da geçti:- Dede, sen hasta mısın yoksa? diye sorduçocuk kaygıya kapılarak.- Yok.. yok.. şey.. bir şeyim yok.. diyekekeledi Mümin. Şey ediyorum da.. şu ateşi şeyedeceğim.. hadi sen dolaş biraz...Çocuğu neredeyse iterek yanındanuzaklaştırmış, sonra herkese arkasını çeviripateşin başına çökmüştü. Diz çökmüş öyleceduruyor, hiçbir tarafa bakmıyor, kendidüşüncelerine dalıyor ve ara sıra odunlarıkarıştırıyordu. Neye uğradığını şaşırantorununun avludan geçip odun kırmakta olanSeydahmet’e doğru gittiğini görmedi. Dönüpbakmamıştı çünkü.Çocuk, ne dedesinin başına geleni, ne deavluda olup bitenleri anlıyordu. Hangara birkaçadım kala, tüylü tarafı alta gelecek şekildeserilmiş bir derinin üzerinde taze kesilmiş et

yığınını farkediverdi. Derinin kenarlarından hâlârengi bozulmuş kan sızıyordu. Biraz ötede,köpek, hırlaya hırlaya bir barsağıçekiştirmekteydi. Kaya gibi, iri-kara bir adam daoturuyordu et yığınının başında. Koketay idi bu.Elinde bir de bıçak vardı. Yine orada bulunanOrozkul’la etleri paylaşıyorlardı. Acele etmeden,rahat bir şekilde kemikleri kırarak ayırdıklarıparçaları, birer birer yanlarında iki ayrı kümeyeatıyorlardı.İri yarı kara adam çiğ eti koklayarak:- Nefis bir şey! Zevk dediğin böyle olur!dedi.Orozkul da pek cömert davranıyordu:- Al, bunu da al, kendi payına ayır! Sengeldin diye Allah kendi sürüsünden bu kısmetigönderdi. Her zaman olmaz ha!Orozkul’u hıçkırık tutuyor, sık sık ayağakalkarak çok tıkınmaktan şişen karnınısıvazlıyordu. Şimdiden iyice sarhoş olduğu


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook