berisinde, çıplak düzlükte duruyordu efsanemaralları!Ama işte şimdi başlarını çevirmiş, tek sırahâlinde ormana doğru gidiyorlardı. Büyük erkekmaral en öndeydi. Boynuzsuz yavru maralortada, Boynuzlu Ana Maral ise arkadayürüyordu. Boynuzlu Maral Ana, başını çeviripbir defa daha baktı çocuğa. Sonra ağaçlarınarasına daldılar. Geçtikleri yerlerde kırmızı dallarsallanıyor, kırmızı yapraklar dökülüyordu etli,güçlü sırtlarına.Sonra, marallar, bir patikadan yukarıyadoğru tırmandılar. Orada durup tekrar geriyebaktılar. Marallar kendisine bakıyormuş gibigeldi çocuğa. Büyük erkek maral boynunuuzattı, boynuzlarını geriye attı ve boru öttürürgibi böğürdü: “Ba-oo! Ba-oo!” Sesi yardan aştıve çayın üzerinde uzun uzun yankılandı: “A-oo!A-oo!”.O zaman çocuk silkinip kendine geldi. Her
zamanki patikadan olanca hızıyla eve doğrukoşmaya başladı. Nefes nefese idi. Avludanrüzgâr gibi geçti. Kapıyı hızla ardına kadar açtıve eşikte nefesi tıkana tıkana:- Dede! Marallar geldi! Marallar! Burayageldiler!Odanın bir köşesine büzülmüş, sessiz,donup kalmıştı Mümin dede. Hafifçe başınıkaldırarak şöyle bir baktı. Ama hiçbir şeydemedi. Söyleneni anlamamıştı herhalde.Ama nine onu azarladı:- Nedir bu gürültü patırtı! Geldilerse geldiler.Onlardan başka derdimiz yok mu bizim!Çocuk sessizce odadan çıktı. Avludakimseler yoktu. Sonbahar güneşi karanlıkbasmış Karavul dağının ardına sarkmış, komşusıradağların arkasına inmekteydi. Isı vermeyenkızıl ışınları, çıplak dağları da kızıla boyamış,alacakaranlık ise sırtları aşarak doruklarıüşütmeye başlamıştı. Orman akşam karanlığına
bürünüyordu.Karları yalayarak gelen bir rüzgâr esti.Çocuk titriyordu. Çok üşümüştü.
Y-VI-ATAĞAgirdiği zaman hâlâ titriyordu.Uzun zaman uyuyamadı. Dışarıyagecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Başıağırıyordu çocuğun, ama ağzını açıp tek kelimesöylemedi. Hasta olduğunu kimse bilmiyordu.Unutmuşlardı onu. Öyle bir durumda nasılunutmasınlar ki!Dede kendinde değildi, ne yapacağınıbilemiyordu. Canlı cenaze gibi dolaşıpduruyordu ortalıkta. Dışarı çıkıyor, tekrar içerigiriyor, derin derin iç çekerek bir köşeyebüzülüyor, tekrar kalkıyor, tekrar çıkıyordu.Nine ise çenesini kapamıyordu hiç. O da yerindeduramıyor, odadan avluya, avludan içeriye gidipgidip geliyordu. Avludan ne dediklerianlaşılmayan birtakım sesler duyuldu. Hızlı ayak
sesleri, küfürler. - Orozkul yine mi başlamıştıyoksa? -Biri hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...Sesini çıkarmadan yatıyordu çocuk.Kendisini gittikçe daha kötü hissediyor, ayakseslerinden, konuşmalardan, içeride ve avludaolanlardan kafası kazan gibi şişmişbulunuyordu.Gözlerini kapadı. Yalnızlığını,terkedilmişliğini unutmak için o günkü olayları,özellikle de tekrar görüp yaşamaktan mutluolacağı olayları hatırlamaya çalıştı. Kendisinibüyük çayın kıyısında görüyordu. Akıntı çokhızlı olduğu için çaya bakamıyor, başıdönüyordu. Çayın öbür kıyısında marallar vardıve ona bakıyorlardı. Akşam üzeri gördüğü üçmaralın üçü de oradaydı. Her şey yenidenbaşlıyor ya da tekrarlanıyordu. Koca boynuzlumaral başını kaldırınca dudaklarından damlalardökülüyordu suya. Boynuzlu Maral Ana iseyumuşak, şefkatli bakışlarını çocuktan
ayırmıyordu. İri, koyu renkli gözleri vardı.Çocuğu en çok şaşırtan şey, Maral Ana’nın birinsan gibi iç çekmesiydi. Tıpkı dedesi gibiüzgün, dertli... Sonra, çayın kıyısında sık ağaçlararasından geçip gittiler. Üzerlerinde kızıl dallarsallanıyor, kızarık yapraklar sırtlarınadökülüyordu. Yarın yukarısına doğrutırmandılar. Orada durdular. Büyük maralboynunu uzattı, boynuzlarını geriye attı, boruöter gibi bağırdı: “Ba-oo! Ba-oo!” Çocuk buböğürmenin çayın üzerinde uzun uzunyankılandığını hatırlayarak gülümsedi. Sonramarallar ormanda kayboldular. Ama çocukonlardan ayrılmak istemiyordu. Onun için debundan sonra görmek istediklerini hayal etmeye,uydurmaya başladı.Yine marallarla kendisi arasında hızlı akanbüyük bir çay vardı. Öyle hızlı akıyordu kibaşını döndürüyordu insanın. Çocuk bir sıçradı
ve karşı tarafa doğru uçtu. Maralların hemenyakınına yumuşak bir iniş yaptı: Marallarbulundukları düzlükten ayrılmamışlardı.Boynuzlu Maral Ana onu çağırdı:- Sen kimlerdensin evlat?Çocuk sustu. Ana-babasının adınısöylemeye utandı. Şu cevabı verdi BoynuzluMaral Ana’ya:- Dedem ve ben seni çok seviyoruzBoynuzlu Maral Ana. Uzun zamandır yolunugözlüyorduk.- Ben de seni tanıyorum, dedi Maral Ana.Dedeni de tanıyorum, çok iyi bir insandır o.Çocuk kendini çok mutlu hissetti, ama onane cevap vereceğini bilemedi.- İster misin bir balık olayım da yüzüp Isık-Göl’e, oradaki beyaz gemiye gideyim?Bunu yapabilirdi. Beyaz gemiye kadaryüzebilirdi. Ama Boynuzlu Maral Ana busorusuna cevap vermedi. Bunun üzerine çocuk
hemen elbiselerini çıkardı. Yaz günlerindeyaptığı gibi soğuktan titreyerek ve bir söğütdalına tutunarak suya girdi. Ama bu defa susoğuk değildi, dondurmuyor, yakıyordu. Ateşgibi sıcaktı. Suyun dibinde gözleri açık yüzüyor,altın yaldızlı kum tanecikleri, küçük çakıl taşlarıgözlerinin önünde kaynaşıyor, kulaklarıuğulduyordu. Soluğu da kesiliyordu. Ama sıcakakıntı onu uzaklara, hep uzaklara sürüklüyordu.Birden yüksek sesle bağırmaya başladı:- Boynuzlu Maral Anaa! Maral Anaaa!Kurtar beni! Ben de senin oğlunum!Maral Ana kıyı boyunca onun ardındankoşmaya başladı. Öyle hızlı koşuyordu ki rüzgârboynuzlarında vınlıyor, ıslık çalıyordu...Çocuk yorganını attı. Birden hafiflemiş,rahatlamış hissetti kendini. Ter içindeydi. Amaböyle durumlarda dedesinin onu daha sıkı, dahasıcak sardığını hatırladı ve yine sıkıca sarındı.
Evde kimse yoktu. Fitili kısılan lamba çok azışık veriyordu. Kalkıp su içmek istedi, amadışarıdan yine sert konuşmalar, bağrışmalar,ağlamalar duydu. Ağlayanı yatıştırmayaçalışanlar da vardı. Hızlı hızlı gelip gitmeler,ayakkabılardan çıkan patırtılar da duydu. Sonra,pencerenin dibinden, ahlaya-puflaya iki insangeçti. Biri ötekini sürüklüyor gibiydi. Kapıgürültüyle açıldı ve nine derin derin soluyarak,öfkeden kudurmuş bir halde, dedeyi ite-kakasoktu içeri. Çocuk dedesinin hiçbir zaman bukadar çok korktuğunu görmemişti. Aklıbaşından gitmişti sanki. Sağa sola şaşkın şaşkınbakıyordu. Nine onu göğsünden itip çökertti:- Otur, otur şuraya koca sersem!Çağrılmadan da hiçbir yere burnunu sokma! İlkdefa mı kavga ediyorlar? Barışmalarınıistiyorsan orada sesini çıkarmadan otur ve hiçkarışma! Dediğimi yapacaksın! Duyuyor musunbeni? Dediğimi yapmazsan mahveder bizi!
İkimizi de kovar! Bu yaşta nereye gideriz biz?Bundan sonra kapıyı yine vurarak kapadı vehışımla çıktı odadan.Ev yine sessizliğe gömüldü. Dedenin hırıltılısolumalarından başka bir şey duyulmuyordu.Ocağın çıkıntısına oturmuş, başını titreyen elleriarasına almıştı. Birden diz çöktü, kollarınıhavaya kaldırarak yalvarmaya başladı:- Al beni, apar beni! Al bu bahtı karayı!Ama ona bir çocuk ver! Artık dayanamıyorumbu acıya. Bir çocuk ver ona, bir tek çocuk, acıbize!...İhtiyar adam ağlaya ağlaya, sendeleyesendeleye kalktı. Duvarlara tutuna tutuna kapıyakadar geldi, dışarı çıkıp kapıyı kapadı. Şimdidışarıda hıçkıra hıçkıra ağlıyor, eliyle ağzınıkapatıp hıçkırıklarını boğmaya çalışıyordu.Çocuk kendini çok fena hissetmeye başladı.Yine titriyordu şimdi. Kâh yanıyor, kâh terliyor,kâh donup tiril tiril titriyordu. Kalkıp dedesinin
yanına gitmek istedi ama buna gücü yetmedi.Kolunu ayağını kaldıramıyordu. Başı, ağrıdanyapılmış bir gülleydi sanki. Bu sırada zavallıdede kapının ardında ağlıyor, sarhoş Orozkulbar bar bağırıyor, Bekey Teyze acı acı çığlıklaratıyordu. Nine ile Gülcemal’in yatıştırmaçabaları, yalvarmaları da duyuluyordu.Çocuk onlardan ayrılıp yine kendinin hayaldünyasına daldı.Yine coşkun akan çayın kıyısında idi şimdi.Marallar yine aynı yerde, çayın karşı kıyısındasu içiyorlardı. Çocuk onlara bakıp yalvarmayabaşladı: “Boynuzlu Maral Ana, ne olur,boynuzuna takarak bir beşik getir BekeyTeyzeme. Yalvarırım bir beşik getir.. bir deçocuğu olsun...” Böyle yalvararak BoynuzluMaral Ana’ya doğru koşuyordu. Çayda koştuğuhalde suya batmıyordu ama karşı kıyıya da birtürlü ulaşamıyordu. Koşuyor, koşuyor ama hep
olduğu yerde kalıyordu sanki. Yine de BoynuzluMaral Ana’ya yalvarıyor, and veriyordu:“Boynuna bir beşik tak da getir onlara. Bir şeyyap ki dedem ağlamasın, Orozkul enişte BekeyTeyzeyi dövmesin. Küçük bir çocukları olsun.Yemin ederim ki herkesi seveceğim. Orozkulenişteyi bile seveceğim. Tek bir çocukları olsun.Boynuzuna tak da bir beşik getir onlara...”Çocuk, uzaklardan bir çıngırak sesi duyargibi oldu. Bu ses gittikçe daha çok duyulmaya,yakınlaşmaya başladı. Maral Ana,kayınağacından yapılmış bir beşik getiriyordu.Boynuzlarına takıp getirdiği beşiğin kemerindeşıngır şıngır bir çıngırak vardı. Maral Anakoşuyor ve çıngırak sesi gittikçe yaklaşıyordu.Fakat o ne? Çıngırak sesine uzaktan uzağabir motor sesi karışıyor! Bir kamyon geliyordu.Kamyon motorunun sesi gittikçe daha net, dahayüksek duyulmaya başladı. Çıngırağın sesi ise
zayıflamış, kesik kesik çıkıyordu artık. Derken,motorun homurtusu çıngırağın sesini yutup yoketti.Çocuk, motor sesinden ve frengıcırtılarından, ağır bir kamyonun avluya gelipdurduğunu anladı. Köpek havlayarak fırladı.Farların ışığı bir an pencereye çarparak geçti vesonra söndü. Motor susmuştu. Kamyon kapılarıaçılıp kapandı. Araçtan inenler, konuşa konuşapencerenin önünden geçtiler. Seslerindenanlaşıldığına göre üç kişiydiler.Gülcemal sevinçle bağırarak koştu:- Seydahmet! Seydahmet geldi! Yolunugözlemekten bir hal olduk, çok beklettin!- Selam! dedi gelenler.Seydahmet de selam verdi ve sordu:- Ne var ne yok bakalım, burda işler nasıl?- Eh, yaşıyoruz işte, niye geciktin sen?- Buna da şükür. Sovhoza gelip bir araba
beklemeye başladım. Celesay’a kadar gelmeyerazıydım. Ama gelmedi. Yine de şansım varmış,sonunda tomruklarını almak için buraya gelen şuinsanlara rastladım. Boğaz karanlık, yol berbat..biliyorsun...- Orozkul nasıl, evde mi? dedi yabancılardanbiri.Gülcemal durakladı ve kekeleyerek cevapverdi:- Evde.. evde.. biraz keyifsiz.. yatıyor. Amasiz rahatınıza bakın. Geceyi bizdegeçirebilirsiniz, yerimiz var. Buyrun.Eve doğru yürüdüler. Ama birkaç adımattıktan sonra durdular.- Selam aksakal***, selam baybiçe****.*** Aksakal: Yaşlı erkekler için kullanılan saygıifadesi (Ç.N.)**** Baybiçe: Evin yaşlı kadını, birden fazla eşiolan erkeğin ilk karısına saygı ifadesi.(Ç.N.)Mümin dede ile Nineyi selamlıyorlardı
gelenler. Dede ve nine, yabancılara nezaketsizlikolmasın, saygıda kusur etmeyelim diye, onlarıkarşılamak için avluya çıkmışlardı. BelkiOrozkul da utanıp gelir miydi acaba? Gelirse,kendini ve başkalarını rezil etmekten kurtulmuşolurdu.Çocuğun endişesi geçmişti. Zaten kendinibiraz daha iyi hissetmeye başlamıştı. Başı dahaaz ağrıyordu şimdi. Hatta yatağından kalkıpkamyona bakmak istedi. Nasıl bir kamyondubu? Dört tekerleği mi, altı tekerleği mi vardı?Eski mi, yeni miydi? Bir römorku da var mıydı?Geçen ilkbaharda bir gün, bir askerî kamyon dagelmişti. Burnu kesilmiş gibi önü düz birkamyondu. Kocaman tekerlekleri vardı.Gencecik bir asker olan sürücüsü, onun şoförkabinine oturmasına izin vermişti. Ne harika birşeydi! Aynı kamyonla gelen sırma şeritli,yaldızlı apoletli bir de subay vardı ve o,Orozkul’la birlikte ormanı dolaşıyordu. Niçin
gelmişlerdi? O güne kadar görülmüş şey değildibu.- Niçin geldiniz? Bir casus mu arıyorsunuz?diye sormuştu askere.- Evet ya, casus aramaya geldik, demiştiasker gülerek.- Ama, bizim buralara hiç casus gelmedi ki.Asker yine güldü:- Gelseydi ne yapardın onu?- Arkasından koşar yakalardım.- Aferin sana, yaman bir çocuk imişsin! Amadaha küçüksün, biraz büyü de...Sırma şeritli subayla Orozkul ormandandönünceye kadar çocukla şoför sohbetisürdürdüler.- Ben bütün motorlu araçları ve sürücüleriseverim, dedi çocuk.- Peki niçin?- Çünkü motorlu araçlar çok güzel, çok dahızlı gidiyorlar. Sonra, benzin kokusunu da
severim ben. Şoförlerin hepsi genç ve hepsiBoynuzlu Maral Ana’nın çocukları.Şoför pek anlamamıştı:- Ne dedin? Ne dedin? Ne anası, neboynuzu?- Bilmiyor musun yoksa?- Hayır, hiç duymadım böyle bir masal.- Peki sen kimsin?- Karagandalı bir Kazak’ım ben, madenişçisi yetiştiren bir okulda okudum.- Hayır, onu sormuyorum, kimin oğlusun?- Babamın ve annemin.- Onlar kimin çocukları?- Babalarının ve annelerinin.- Ya onların babaları anneleri?- Ama, hep böyle sorarsan bunun sonugelmez ki...- Ben, Boynuzlu Maral Ana’nın oğluyum.- Yaa, kim söyledi bunu?- Dedem.
Asker, şüpheli şüpheli başını sallayarak:- Yaa, şaşılacak şey, dedi.Asker, Boynuzlu Maral Ana’nın torunuolduğunu söyleyen bu koca kafalı, koca kulaklıçocuktan hoşlanmıştı. Pek tuhaf buluyordu onu.Yine de, kendi soylarının nerden geldiğinibilmek şöyle dursun, yedi göbek geçmişini bilesayamadığı için biraz utanmıştı. Çünkü herkesinbilmesi gerekirdi bunu. O ise yalnız anasını,babasını, dedesini ve ninesini, bir de dedesininbabasını biliyordu. Ya ondan öncekiler?- Sana yedi göbek geçmişini, atalarınınadlarını öğretmediler mi? demişti çocuk.- Hayır. Ne işime yarayacak onların adlarınıbilmek? Bilmiyorum ve bunun da bana bir zararıolmuyor.- Dedem diyor ki, eğer insanlar atalarınınadlarını bilmezlerse bozulur, kötü olurlarmış.- Kim kötü olurmuş? İnsanlar mı?- Evet.
- Niçin?- Dedem diyor ki, atalarının adlarını, kimolduklarını unutanlar, kötülük yapmaktanutanmazlarmış. Çünkü o zaman insanın nasıl biriolduğunu ne çocukları bilirmiş ne deçocuklarının çocukları.Asker gerçekten şaşırmıştı:- Yaa, şu senin deden yaman bir adammışdoğrusu. İlginç bir adam.. bir sürü saçmalıklarladolduruyor kafanı. Hem senin kafan da kafa ha!Kulakların da büyük, atış alanındaki radarkepçeleri gibi. Dedenin anlattıklarına kulak asmasen. Biz şimdi komünizm yolunda yürüyoruz,uzaya gidiyoruz, deden de kalkmış sana neleröğretiyor! Onu bizim politika kurslarına soksakhiç de fena olmazdı. Kısa zamanda eğitirdikonu. Bak ne diyeceğim. Büyüyünce, okulunubitirince, dedeni bırakıp çek git buradan.Kültürsüz, cahil bir adam o.- Ben dedemi asla terketmem, çok iyi bir
insandır o, dedi çocuk.- Şimdi böyle düşünüyorsun ama büyüyünceanlarsın...Çocuk şimdi bir yandan avludaki seslerekulak verirken, bir yandan da askerî aracınşoförüyle yaptığı konuşmayı hatırlıyordu.Burada tanıdığı şoförlerin hepsinin kendileriniBoynuzlu Maral Ana’nın torunları saydıklarınaonu inandıramamış olmasına şaşıyordu.Oysa çocuk ona gerçeği anlatmıştı, hiçbiruydurma yoktu söylediklerinde. Geçen yıl, yinesonbaharın bu günlerinde, belki biraz dahasonra, sovhoz kamyonları buradaki dağlara otalmağa gelmişlerdi. Tam evlerinin yakınındandeğil de, biraz ileriden geçmiş, Arça vadisinedoğru ilerleyen yoldan yaylaya çıkmışlardı. Yazboyunca kendileri için biçilen otları alıpgideceklerdi. Çocuk, Karavul dağından o günekadar hiç duymadığı motor seslerini işitince,koşup yol ayrımına gitmişti. Ne kadar da çok
kamyon vardı! Birbiri ardınca, sıraylagidiyorlardı. Büyük bir kamyon kervanı idi bu.Tam onbeş kamyon saymıştı.O günlerde hava soğumuştu. Bugündenyarına kar bekleniyordu. Eğer biçilen otlarıvaktinde taşımazlarsa, üzerlerine kar yağarsa, birdaha hiç hayır bekleme o ottan. Yok say. Boğazıda geçemezlerdi zaten. İşte bu yüzden sovhozunbütün işlerini bırakıp ot almaya gelmişlerdi. Birdefada bütün otları taşımak için de sovhozunbütün kamyonlarını getirmişlerdi. Amasandıkları kadar kolay olmayacaktı bu iş...Ama çocuğun bunlardan haberi yoktu. Hemonu işin bu yanı hiç ilgilendirmezdi. O büyük birtelaşla, sevinçle bir kamyonun ardındankoşuyor, o kamyon uzaklaşınca, ondan sonragelen kamyonun ardında koşmaya devamediyordu. Bütün kamyonlar yepyeni, pırıl pırıldı.Şoför kabinleri de çok güzeldi. Kocamancamları vardı. Bazılarının şoför mahallerinde bir,
bazılarının iki genç vardı. Bıyıksız, sankiseçilerek alınmış yiğitlerdi bunlar. Şoförlerinyanlarında duran ikinciler, otları kamyonlaradoldurup, dökülmesin diye üstünden sıkıcabağlayacaklardı. Çocuğa göre hepsi çokyakışıklı, çevik, neşeli idiler. Tıpkı sinemadagördüğü artistler gibi.Aslında çocuk pek yanılmıyordu. Gerçektende öyle idiler. Çok güzel kamyonları vardı oyiğitlerin. Karavul dağının yamacını aştıktansonra, taşlı düzlükte son hızla gidiyorlardı.Kamyondakilerin keyfine, neşesine diyecekyoktu. Hava fena sayılmazdı. Kamyonunyanında sevinçle, coşkuyla koşan bu kocakafalı, koca kulaklı çocuğu görmek onları dahada neşelendirmişti. Keyfini, afacanlığınıarttırmak için ona nasıl gülmezsiniz, nasıl elsallamazsınız ya da nasıl biraz korkutmakistemezsiniz? Hepsi ilgileniyordu onunla.Sonuncu kamyonda bulunan şoförün ilgisi
daha fazla olmuş, hatta kamyonu durdurmuştu.Asker elbiseli, parkalı ama apoletsizdi. Başındaasker kasketi yerine bir kep vardı. Başını çocuğadoğru uzatarak ve dostça göz kırparak sordu:- Selam! Ne işin var buralarda senin?Çocuk biraz utanarak cevap verdi:- Hiç, koşuyorum işte.- Mümin dedenin torunu musun?- Evet.- Bundan emindim. Bak, ben de birBuğuluyum. Bu kamyondakilerin hepsi Buğulu.Ot taşıyacağız. Artık Buğulular birbirini tanımazoldu. Hepsi her yana dağıldılar çünkü... Dedenebenden selam söyle. Kulubeg’i gördüm dersinona. Çotbay’ın oğlu Kulubeg. Askerdendönmüş, şimdi sovhozda şoförlük yapıyor, de.Eh, hadi şimdi sağlıkla kal.Giderken çocuğa bir de nişan hediye etti.Madalyaya benzeyen güzel bir nişan.Dördüncü vitese alınan kamyon bir panter
gibi kükreyerek öbür kamyonlara doğru ilerledi.Çocuk, asker parkalı bu yiğitle, bu Buğuluağabeyi ile gitmeyi ne kadar istiyordu! Yazık kio yiğit gitmiş, yol yine ıssız kalmıştı. Şimdi evedönmesi gerekiyordu. Ama çok sevinçli, çokgururluydu. Her şeyi anlatmıştı dedesine. Hediyenişanı da göğsüne takmıştı.O gün akşama doğru, başı göklere değendağların doruklarından, San-Taş rüzgârı koptugeldi. Bir anda ortalık karıştı. Biçilen otlarsavruluyor, hortum hortum ormanın üstünekalkıyor, uğul uğul bir gürültüyle dağlardan dadaha yükseğe çıkıyordu. Bora birden tipiyedöndü, göz gözü görmez oldu ve hemen karyağmaya başladı ardından. Yağan kar beyaz birgece gibi kapladı yeryüzünü. Ormandaki ağaçlarşiddetli rüzgârdan yerlere yatıyor, çaykabarıyordu. Öyle bir kar yağdı ki, ne kar!Herkes telaşla evlere koştu. Hayvanları veavluda bulunan bazı şeyleri içeri aldılar.
Olabildiği kadar çok odun taşıdılar evin içine.Kimse burnunu kapıdan dışarı uzatamaz oldu.Vaktinden önce, apansız gelen o korkunç tipidekim adım atabilirdi dışarıya!Şaşıran, korkuya kapılan Mümin dedesobayı yakarak:- Bu da ne ola? diye söyleniyordu.Dede, rüzgârın uğultusuna kulak veriyor,gidip gidip pencereden, gittikçe koyulaşankaranlığa bakıyordu.- Otursana be adam yerine! diye çıkıştı nine.“Bu da ne ola? Bu da ne ola?” diye ne söylenipduruyorsun? İlk defa mı oluyor? Kış geldi işte!- Böyle mi? Bir günün içinde mi? Olancaşiddetiyle mi?- Niye olmasın? Sana mı soracaktı gelipgelmeyeceğini? Geleceği varmış, geldi işte!Bacada rüzgâr uğul uğuldu. Çocuk önceepey korktu. Avluda dedesine yardım edeyim
derken üşümüştü. Ama odunlar yanmaya, odaılımaya başlayınca çocuk da ısındı ve korkusugeçti. Çam dumanı ve sıcak reçine kokusu dadolmuştu odanın içine.Akşam yemeğini yedikten sonra yattılar.Dışarıda şiddetli rüzgâr uğulduyor, kar devamediyordu. Pencereye kulak verip uğultuyudinleyen çocuk “Şimdi orman kimbilir nasılkorkunçtur!” diye düşündü. Sonra birtakımkarışık sesler, bağrışmalar duyunca ürperdi.Birileri bağırıyor, başka birileri de onlara cevapveriyordu. Önce bunun bir kuruntu olduğunu,ona öyle geldiğini sandı. Böyle bir havada kimgelebilirdi buraya? Ama, dede ile nine deduymuşlardı aynı sesleri.- Gelenler var! dedi nine.Dede pek emin değildi.- Öyle galiba, dedi.Sonra birden korkuya kapılarak:- Gecenin bu saatinde, neden, kim gelir?
Acele acele giyinmeye başladı. Korkuyakapılan çocuk da kalkıp giyindi. Bu aradaadamlar eve iyice yaklaşmıştı. Konuşmalar veayak sesleri de artmıştı. Önce çizmelerin karlarabasarken çıkardıkları hışırtı, sonra sundurmayabastıkları zaman çıkardıkları takırtılar duyuldu.Kapıyı vurmaya başladılar:- Aksakal, kapıyı aç, donuyoruz!- Kimsiniz?- Yabancı değil, öz adamlarınız.Mümin kapıyı açtı. Aynı anda soğuk birrüzgâr doldu içeri. Üstleri başları bembeyazdıadamların. Bunlar, biçilmiş otları taşımak içinArça vadisine giden şoförlerdi. Çocuk onlarıhemen tanıdı. Ona bir askerî nişan hediye edenparkalı Kulubeg de vardı aralarında.Topallayarak güçlükle yürüyen bir arkadaşlarınıkoltuklamışlardı.Onları bu halde görünce şaşıran dede venine aynı anda:
- Estağfurullah! dediler. Nedir bu hal, neleroluyor!- Sonra anlatırız. Yedi kişi daha geliyor...Kulubeg, ayağını yere basamayan veinleyen arkadaşına yardım ederek:- Hadi sen şuraya otur, dedi: “Ayağıburkulmuş da” diye onu soba yerinin çıkıntısınaoturttu.- Ötekiler nerde? diye sordu telaşla Mümindede. Gidip hemen getireyim onları; -çocuğadönerek- haydi sen de git çabuk Seydahmet’içağır, elektrik fenerini alsın, hemen gelsin.Çocuk fırladı, ama dışarı çıkar çıkmaz nefesikesilecekti nerdeyse. Bu korkunç anlarıömrünün sonuna kadar unutamayacaktı. Kıllı,soğuk, ıslık çalan bir canavar, boğazınayapışmış, onu devirmeye çalışıyordu sanki. Amayılmadı, yıkılmadı. Boğazını canavarınpençesinden kurtardı, başını kolları arasına aldıve Seydahmetlere doğru koştu. Aradaki mesafe
yirmi otuz adımdan ibaretti. Ama o kendini,savaşçı yiğitlerini kurtarmak için tipiyi yara yaraçok uzaklara koşan bir batur gibi görüyordu.Yüreği cesaretle doluydu, kararlıydı. Güçlü,korkusuz, yenilmez bir kahramandı o. Böylegörüyordu kendini. Dağdan dağa, yardan yaraatlıyor, karşısına çıkan düşmanları kılıcıyla yereseriyor, insanları tam zamanında yangından,azgın dalgalarda boğulmaktan kurtarıyor,boğazlardan geçerek, kayalardan aşarakkaçmaya çalışan kıllı, kara canavarı, tepkili avuçağına binerek kovalıyordu. Tepkili avuçağının üzerinde bir kızıl bayrakdalgalanıyordu ve bir kurşundan daha hızlıgidiyordu. Makineli tüfeğiyle “Nazilere ölüm!”diye bağırarak yağmur gibi mermi yağdırıyorduo canavarın üzerine. Ve, Boynuzlu Maral Anaher şeyi görüyor, onunla övünüyordu.Seydahmet’in kapısına geldiği zaman Maral Anaona “Haydi, şimdi de benim şoför oğullarımı
kurtar!” dedi. Ve çocuk Seydahmet’in kapısınıçalarken, “Onları kurtaracağım Maral Ana!Yemin ediyorum ki kurtaracağım!” diye bağırdıyüksek sesle.- Çabuk ol Seydahmet emmi, gidipbizimkileri kurtaralım!Çocuk bunları öyle telaşlı, öyle heyecanlısöylemişti ki Seydahmet’le Gülcemal korkarakyerlerinden sıçradılar:- Kimi kurtaracağız? Ne oluyor?- Dedem elektrik fenerini alıp hemengelmeni istedi, sovhozun şoförleri tipideyollarını kaybetmişler...- Hay aptal hay! Böyle söylesene şunu! diyehomurdandı Seydahmet.Ve hemen hazırlanmaya başladı.Seydahmet’in sözlerine hiç canı sıkılmadıçocuğun. O nereden bilecekti buraya gelinceyekadar ne büyük kahramanlıklar gösterdiğini veniçin yemin ettiğini.
Dedesiyle Seydahmet’in, yedi şoförüevlerinin yakınında bulduklarını ve sağ salimgetirdiklerini görünce de pek şaşırmadı. Oysabaşka türlü de olabilirdi. Tehlike atlatıldıktansonra önemsiz görülür... Neyse, kaybolanlarbulunmuştu. Seydahmet onları kendi evinegötürdü. Bu arada Orozkul’u da uyandırmışlardı.Beş kişiyi de o aldı. Geri kalanlar Mümindedenin evine sığıştılar.Dağlarda korkunç tipi dinmek bilmiyordu.Çocuk bir ara sundurmaya çıkıp baktı ve biranda nerede olduğunu anlayamadı. Sağ ile sol,aşağısı ile yukarısı birbirine karışmış, yön-yörebilinmiyordu. Karanlık gecede fırtına coştukçacoşuyor, kuduruyordu. Kar dizboyu yükselmişti.Bütün şoförler bulunduktan, ısındıktan,tehlike atlatıldıktan sonra Mümin dedeşoförlerden başlarına geleni sordu. Oysabaşlarına geleni anlamak için bunu sormayagerek yoktu. Ansızın tipiye yakalanmışlardı.
Çocuklar yine de başlarından geçeni anlattılar.Onları dinlerken dede ile nine derin derin iççekerek:- Oy! oy! oy! diyor, ellerini göğüslerindeçaprazlayarak Allah’a şükrediyorlardı.Nine onlara sıcak çay verirken biraz dagençleri suçladı:- Ah yavrularım, iyi kurtuldunuz vallahi!Çok hafif giyinmişsiniz. Böyle ince elbiselerledağa çıkılır mı hiç? Çok çocuksunuz daha. Oşehirlilere imreniyor da böyle hafifgiyiniyorsunuz. Eğer sabaha kadar dışarıdakalaydınız, Allah göstermesin, kaskatı buzolurdunuz!- Nerden bilebilirdik ki, dedi Kulubeg. Kalıngiyinmek için bir sebep yoktu. Soğuk olursa,şoför kabininde kalorifer var, diye düşündük.Ocak başında oturur gibi ısınır orada insan.Uçaklar öyle yüksekten uçar ki koca dağlarküçük tümsekler hâlinde görülür. Dışarıda soğuk
eksi kırk derece olur, ama içeride adamlargömlekle otururlar.Çocuk şoförlerin arasında bir koyun postunauzanmış, Kulubeğ’e iyice sokulmuştu.Büyüklerin konuşmalarını can kulağıyladinliyordu. Birdenbire böyle bir tipinin çıkmışolmasına ve bu yiğitleri onların evine sığınmakzorunda bırakmasına çok sevindiğini hiçbiribilemezdi. İçinden, fırtınanın günlerce, en az üçgün sürmesine dua ediyordu. Burada kalmayamecbur olurlardı o zaman. Ne iyiydi onlarlaberaber olmak! O gün bir şeyi daha öğrendi.Dedesi bu yiğitlerin hepsini tanıyordu.Kendilerini değilse bile babalarını, analarınıbiliyordu.Dede, biraz gururlanarak torununa:- İşte Buğulu ağabeylerini gördün, dedi,artık onların nasıl yiğitler olduğunu biliyorsun.Hepsi de boylu-boslu maşallah! Bugününyiğitleri hep böyle oluyor. Çok iyi hatırlıyorum.
1942 kışında bizi Magnitogorsk’a yapı işlerindeçalışmak için götürmüşlerdi...Ve dede, çocuğun dinleye dinleyeezberlediği konuyu anlatmaya başladı: Orayavardıklarında, ülkenin dört yanından gelipbüyük bir işçi taburu oluşturan askerleri boysırasına göre dizmişler. O uzun sırada Kırgızlarboyları küçük olduğu için en geride kalmışlar.İsim yoklaması yapıldıktan sonra bir tütünmolası verilmiş. İşte o sırada yanlarına, kızılsaçlı, çam yarması gibi iri, ama içi boş bir adamgelmiş. Yüksek sesle ve alaylı alaylı sormuş:- Nerelisiniz siz, Mançuryalı mı? demiş.Aralarında yaşlı bir öğretmen varmış. Ocevap vermiş adama:- Hayır, demiş, biz Kırgızız. Biz, burayayakın bir yerde Mançuryalılarla savaştığımızzamanlarda, bu Magnıtogorsk’un adı, hayali bileyoktu. Boy meselesine gelince, hepimiz seningibi uzun boyluyduk o zaman. Savaş bitince
görürsün, boyumuz yine uzayacak...Eski günlerin bu olayı birden aklına gelenihtiyar, gülen gözlerle ve gururla bir gecelikmisafirlerini teker teker süzdü:- Nasıl, öğretmen haklıymış değil mi? Şehregidince ya da yollarda görüyorum. BizimKırgızlar uzun boylu, yakışıklı oldular. Hiç deeskisi gibi değil artık...Anlayışlı çocuklar gülümsediler: Espriyapmasını seviyordu bu ihtiyar.İçlerinden biri cevap verdi:- Mesele boy-bos ise, boyumuz bosumuzvar. Ama kamyonun şarampola yuvarlanmasınıönleyemiyoruz. Devrilen kamyonu kaldırmakiçin de, kalabalık olsak bile, boyumuz-gücümüzyetmiyor.Onları haklı çıkarmaya, mazur göstermeyeçalışan dede:- Ona kimin gücü yeter evlat! Tepeleme otyüklü bir kamyon, üstelik böyle bir tipi... Ee,
olur böyle şeyler. Allah’ın yardımıyla yarın herşey düzelir. Yeter ki rüzgâr dinsin.Şoförler, dedeye, Arça vadisininyukarısındaki çayıra nasıl geldiklerini anlattılar:Biçilen otlar çok büyük üç yığın hâlindetoplanmış. Aynı anda üç yığını birden bozupkamyonlara yüklemeye başlamışlar. Öyledoldurmuşlar ki kamyonları, tepesinden aşağıancak iple kayarak inebiliyorlarmış. Evden dahayüksek olmuş boyları. Şoför mahallinin öncamından, kaportadan ve tekerleklerinden başkayeri görülmüyormuş. Bir defada bütün otlarıtaşımak istiyorlarmış. Bir daha gelecek yılakadar oraya gelemeyeceklerini, artan otların daorada kalacağını biliyorlarmış çünkü. Aceleediyorlarmış. Bir kamyon yüklenince şoförü onuyola çekiyor, sonra gelip öteki kamyonunyüklenmesine yardım ediyormuş. Hemen hemenbütün otları yüklemişler, yalnız iki kamyonkalmış. Bu sırada bir sigara molası vermişler ve
nasıl bir düzenle gideceklerini kararlaştırmışlar.Daha sonra da konvoy hâlinde hareketegeçmişler. Bayırdan aşağı çok dikkatli, elyordamıyla gider gibi inmişler. Ot hafif biryükmüş ama, tepeleme yüklenince, dar geçitli,keskin dönemeçli yollarda taşınması çok zor,hatta tehlikeliymiş.Neyse, ileride nasıl bir tehlike ilekarşılaşacaklarını akıllarına bile getirmeden, yolakoyulmuşlar.Arça yaylasından inip boğaza girmişler,akşama doğru boğaz çıkışına gelmişler. İşte osırada yakalanmışlar tipiye. Arkasından da karabanmış üzerlerine...Kulubeg anlatmaya devam ederek şöylediyordu:- Öyle müthiş bir şeydi ki üç dakika içindesırtımız su içinde kaldı, her tarafı karanlık bastı.Rüzgâr direksiyonu elimizden çekip alacak gibişiddetliydi. Kamyonun her an devrilebileceğini
düşünmeye başladım. Üstelik o yol, açık havadabile, güpegündüz bile tehlikeliydi...Çocuk, ışıl ışıl gözlerini Kulubeg’e dikmiş,kımıldamadan, nefesini tutarak dinliyordu. Şimdipencerenin dışında da aynı rüzgâr uğulduyor,aynı kar yağıyordu. Şoförlerin çoğu, elbiselerinive çizmelerini çıkarmadan, yere gelişigüzeluzanmış, uyuyorlardı. Koca kafalı, koca kulaklı,ince boyunlu çocuk, onların çektiği sıkıntıyıaynen yaşıyor gibiydi...Birkaç dakika içinde, yolda, göz gözügörmez olmuş. Kamyonlar, körün değneğindenayrılmadığı gibi birbirinden hiç ayrılmıyor vedurmadan klakson çalıyorlarmış. Kar, farlarınüzerine perde gibi iniyor, silecekler zar-zorhareket ediyor, camları temizlemeyeyetişemiyormuş. Bu yüzden, önlerini görebilmekiçin başlarını çıkarmak ve öyle sürmek zorundakalmışlar. Buna sürmek mi denir! Ve kar, ardıarkası kesilmeden yağmaya devam ediyormuş.
Tekerlekler patinaj yapmaya başlamış, oldukçadik bir yokuşa gelince de konvoy durmuş.Motorlar delicesine vınlıyormuş ama boşuna. Biradım ilerlemiyormuş kamyonlar. Bunun üzerinearaçlardan inmişler, kamyondan kamyonasıçrayarak en öndeki kamyonun başındatoplanmışlar. Ne yapacağız? demişler. Ateşyakmak imkânsızmış. Şoför kabinindebekleseler benzin tükenecek. Çünkü ancaksovhoza ulaşmalarına yetecek kadar benzinkoymuşlar depolara. Ama, kabinleri ısıtmamakda donarak ölmek olacakmış. Şaşırıp kalmışlar.Tekniğin o muazzam gücü sıfıra inivermiş, o daçaresiz imiş. Ne yapsınlar? İçlerinden biri,kamyonlardan birini boşaltıp otların arasınagirmelerini teklif etmiş. Ama besbelliymiş kiipleri çözer çözmez rüzgâr, göz açıpkapayıncaya kadar kısa bir zamanda, otlarısavurur, bir tutam bile bırakmazmış. Bu aradakamyonların üzerindeki kar kalınlığı da artmış
da artmış. Tekerleklerin arası da dolmayabaşlamış. Şoförler bir şey düşünemez olmuşlar.Soğuk rüzgâr sanki beyinlerini de dondurmuş...Kulubeg bakışını Mümin dedeye çevirerekanlatmaya devam etti:- Sonra, Aksakal, birdenbire, şu gencecikBuğu’yu, kardeşimi hatırladım -böyle derkenelini çocuğun başına koymuş, okşamıştı-. Buğukardeşim yol boyunca koşuyordu. Ben durdum.Tabiî dururum. Selamlaştık onunla. Biraz dagevezelik ettik.. öyle değil mi? Sen daha niçingidip uyumadın?Çocuk başını sallayarak Kulubeg’i onayladı.Ah o anda onun içindeki coşkuyu, cesaretigörseydiler. Yüreğinin nasıl sevinç ve gururlaçarptığını bilseydiler! Kulubeg ondan sözediyordu! Oradaki yiğitlerin en yakışıklısı, engüçlüsü idi Kulubeg. Ah o da onun gibi olabilse!Mümin dede de bir yandan sobaya odunatarken torununu övüyordu:
- Böyledir benim oğlum. Büyüklerinkonuşmalarını dinlemeyi de pek sever. Bakkulakları nasıl kirişte!Kulubeg devam etti:- Nedendir bilmiyorum, o anda aklıma buyavru geldi. O zaman çocuklara nedüşündüğümü söyledim. Rüzgârdanişitmedikleri için bağıra bağıra konuşuyordum.“Çocuklar”, dedim, “ormancıların evlerinegidelim, yoksa burada donup kalırız.” Ötekilerağızlarını kulaklarıma dayayarak “İyi ama nasılgideceğiz?” dediler. “Yürüyerek gitsek hiçvaramayız. Kamyonları terkedip gitmemize deizin yok.” “Kamyonları biraz yokuşa itelim,sonra aşağıya doğru inmesi kolay olur, önemliolan San-Taş vadisine kadar inmektir. Ondansonra orman evlerine gitmek zor olmaz, uzakdeğil...” dedim onlara. Dediklerimi anladılar.“Peki öyleyse, işi sen idare et” dediler. Bununüzerine, “Osman Ali, geç direksiyona!” dedim.
En öndeki arabayı hepimiz birden itmeyebaşladık. Başlangıçta pek fena gitmedi. Ama birsüre sonra soluğumuz kesildi ve gücümüztükendi. Kamyonu değil, bir dağı itiyorduksanki. Altına tekerlek konmuş büyük ot tayası!(büyük ot yığını). “Dayanın, haydi hoop!” diyebağırıyordum ama, sesimi kendim bileduymuyordum. Fırtınadan, kardan göz gözügörmüyordu. Motor vınlıyor, bir insan gibi iniminliyordu. Son gücüyle zorlanıyordu. Biz deöyle. Başımız dönüyordu. Yüreğim çatlayacak,parça parça olacaktı nerdeyse...- Ay! ay! ay! diye üzüntüsünü belirttiMümin dede. Ne büyük bir felâket bu! Hiçkuşku yok, sizi Boynuzlu Maral Ana kurtardı bufelâketten. Siz torunlarının yardımına yetişti veçekti aldı sizi ölümün kucağından. Ne olurdu oolmasa?... Bak, duyuyor musun dışarıda tipinasıl uğulduyor?Çocuk uykuya dalmamak için direniyordu
ama, gözkapaklarını aralamaya gücüyetmiyordu. Yarı uyur yarı uyanık haldekonuşmalara kulak veriyor, gerçekle kendihayalinde yarattığı görüntüleri birbirinekarıştırıyordu. Kendini, tipiye yakalanan oyiğitlerle o yamaçta görüyordu. Önünde, karlaörtülü, bir dağa doğru uzanan dik bir yokuşvardı. Tipi yüzünü gözünü kamçılıyor,yakıyordu. Hep beraber, ev kadar büyük birkamyonu itiyor, ağır ağır yokuşutırmanıyorlardı. Ama bir an geliyordu ki kamyonkıpırdamıyor, sonra geri geri kaymayabaşlıyordu. O zaman korkup bırakıyordukamyonu. Nasıl da korkuyordu! Hava nasıl dakaranlıktı! Rüzgâr yüzünü nasıl da yakıyordu!Kayan kamyon onu ezecek diye tir tir titriyordu.İşte tam o sırada Boynuzlu Maral Ana göründü.Güçlü boynuzlarıyla kamyonu itmeye başladı.“Dayanın! Dayanın!” diye bağırıyordu çocuk.Ve kamyon bu güce karşı koyamıyor,
ilerliyordu. Yokuşun tepesine çıktıktan sonratekrar aşağıya iniyor, ikinci kamyonu itiyorlardı.Sonra üçüncüsünü, sonra birer birer hepsini. Veher defasında Maral Ana yardım ediyorduonlara. Onu kimse görmüyor, yanıbaşlarındaolduğunu kimse bilmiyordu. Ama çocuk biliyorve görüyordu. Ne zaman güçlerini aşan bir çabagerekse, ne zaman güçleri tükenip korkmayabaşlasalar, Boynuzlu Maral Ana koşup geliyor,kamyonu itmelerine yardım ediyordu. HepKulubeg’in yanında oluyordu Maral Ana. SonraKulubeg kendisine “Haydi, geç bakalımdireksiyona!” dedi. O da hemen kamyona çıkıpdireksiyon başına oturdu. Kamyon sallanıyor,motor vınlıyordu. Direksiyon ne de kolaydönüyordu parmakları arasında! Küçükken fıçıkemerini çember yapmış, sürmüş, oynamıştı.Onun gibi dönüyordu. Çocuk elindekidireksiyonun oyuncağa dönüştüğünü görüncepek utandı. Derken.. birdenbire yana yatmaya
başladı.. eğildi, eğildi ve sonra büyük bir gürültüile düşüp paramparça oldu. Kamyonu devirdiğiiçin çok korktu. Çok da utanıyordu. Kulubeg’inyüzüne bakamazdı artık. Sarsıla sarsıla ağlamayabaşladı.Kulubeg çocuğu uyandırdı:- Aa, ne oldu sana? Niçin ağlıyorsun?Çocuk gözlerini açtı. Gördüklerinin bir düşolduğunu anlayarak sevindi.Kulubeg onu kollarına alıp bağrına bastı:- Fena bir düş mü gördün? Çok mu korktun?Senin gibi bir yiğit korkar mı hiç!Kulubeg böyle diyerek, rüzgârdan kurumuşsert dudaklarıyla onu öptü:- Hadi gel seni yatırayım. Uyku zamanıgeldi.Çocuğu, öteki şoförlerin arasında, kalın birkeçenin üzerine yatırdı. Kendisi de yanıbaşınauzanarak ve çocuğa iyice sokularak, parkasının
ucuyla üstünü örttü.Ertesi gün Mümin dede torununu erkendenuyandırdı:- Kalk yavrum, dedi usulca. Sıkıca giyin,bana yardım edeceksin.Pencereden, sabahın donuk ilk ışıklarısızıyordu. Ötekiler ise nasıl yatmışlarsa öylemışıl mışıl uyuyorlardı.- Al bu keçe çizmeleri ayağına geçir, dediMümin.Dedesinin elbisesinden ot kokusu geliyordu.Demek ki o atları yemlemişti bile. Çocukçizmeleri giydi ve birlikte çıktılar. Kalın bir karörtüsü vardı yerde, ama rüzgâr hemen hemendinmişti. Seyrek aralıklarla hafif bir savruntugörülüyordu.- Çok soğuk! dedi çocuk ürpererek.- Çok değil. Hava açılıyor, diye mırıldandıdede. Ama çok müthiş idi. Daha ilk günde böyle
bir tipi! Neyse, önemli olan bunun bir faciayadönüşmemiş olmasıdır...Ağıla girdiler. Burada Mümin’in beş koyunuvardı. Dede derin bir çömleğe elini daldırarakoradan bir elektrik feneri çıkardı, yaktı.Koyunlar başlarını ona çevirip öksürmeyebaşladılar.- Al şu feneri, bana ışık tut, dedi ihtiyar.Kara koyunu kurban keseceğiz. Konuklarımızvar. Onlar kalkmadan et hazır olmalı.Çocuk söyleneni yaptı. Kapı-pencerearalıklarında rüzgâr hâlâ ıslık çalıyordu. Dışarısıalacakaranlık ve soğuktu. Dede önce eşiğinüzerine bir kucak temiz ot attı. Karakoyunuburaya getirdi, yatırıp ayaklarını bağlamadanönce biraz düşündü, sonra çömeldi:- Feneri bırak, sen de benim gibi diz çök,dedi çocuğa.Bundan sonra dede, ellerini göğe açarakalçak sesle bir dua okumaya başladı:
- Ey soyumuzun ulu anası, Boynuzlu MaralAna! Bu koyunu sana kurban ediyorum:Çocuklarımızı tehlikeden kurtardığın için;atalarımızı ak sütünle beslediğin için; temizyürekli oluşun, bize ana gözüyle baktığın için.Bizi dağda-bayırda, coşkun sellerde, kayganyollarda yalnız bırakma! Bizi, yurdumuzuterkedip gitme! Biz senin çocuklarınızız. Âmin!Duasını bitirdikten sonra ellerini yüzünekoyup alnından çenesine doğru sıvazlayarakindirdi. Çocuk da aynı şeyi yaptı. Bundan sonradede tokluyu yere yatırdı, ayaklarını bağladı. Tadedesinden, babasından kalan bıçağını kınındançıkardı.Çocuk elindeki fenerle ona ışık tutuyordu.** *Nihayet rüzgâr dindi. Güneş kaçışan
bulutların arasından birkaç kere korka korkabaktı. Her yerde geceki fırtınanın izleri vardı:Yer yer kar kümeleri, kırık dallar, karınağırlığıyla yere yatmış ağaççıklar, kökündensökülmüş ve devrilmiş yaşlı ağaçlar... Çayınöbür yakasında orman suskun ve üzgündü. Çaybile yatağının dibine çekilmişti sanki. Birikenkar yüzünden kıyıları daha dik görünüyordu.Şarıltısı da hafiflemiş, sesi boğulmuştu.Güneş hâlâ çekingen, bir görünüp birkayboluyordu.Ama çocuk çok sakindi, hiçbir şey canınısıkmıyordu. Geceki kaygılarını, o korkunçfırtınayı unutmuştu. Yerdeki kar da sıkıcı değildionun için. Hatta karın olması daha iyi, dahaeğlenceliydi. Sağa sola koşuyor, ayağınınaltındaki kar topaklarına bir tepik atarak onlarısavuruyordu. Evde çok kişinin olmasından, iyibir uyku çekerek dinlenen şoförleri dinlemekten,kendileri için kesilen koyun etini iştahla
yedikten sonra gülüşmelerinden büyük bir zevkve mutluluk duyuyordu.Güneş de kendisini daha çok göstermeye,daha çok parlamaya başlamıştı. Bulutlar yavaşyavaş dağılıyordu. Hatta hava da ısınıyordu.Vakitsiz gelen kar da daha çok yollarda vepatikalarda olmak üzere erimeye başlamıştı.Şoförler ve yardımcıları gitmeyehazırlandıkları zaman çocuğun çok canı sıkıldı.Çok üzüldü. Yiğitler avluya çıkıp vedalaşırken,ev sahiplerine gösterdikleri konukseverlik veyardım için teşekkür ederlerken yanlarından hiçayrılmadı. Mümin dede ve Seydahmet deatlarına binmişlerdi. Dedenin kucağında birdemet odun, Seydahmet’in kucağında ise büyükbir kalaylı güğüm vardı. Bunlarla motorların,radyatörlerin donan suyunu ısıtıp eriteceklerdi.Hepsi birlikte hareket ettiler. Bu sıradaçocuk koşup dedesinin yanına gelerek:- Dede, ben de gelmek istiyorum, beni de
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345