Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:12:42

Description: Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

Nezâret zâbitanı456 ayakta duruyorlar.İstiklâlimizin bir nevi alemi olan HarbiyyeNezâreti kapısından İngiliz bahriyesi457giriyordu. Ne hicap458 ne zilletle459 dolugün. Mutlak ayakta bekleyen bu zâbitler birgün bu zillet ve hakaretin hesabınısormalıdırlar. Çünkü şimdiye kadar dahaküçük şeyler için kaç defa dövüştülerdi.Bunların arasında tanıdığım var mı, diyebakındım. Uzaktan Haşmet Bey’i görür gibioldum, fakat kalabalığa girmek kabil değildi.Arkadan, Darülfünun’un önünden geçtim.Direklerarası’na460 doğru sokaklarda küçükkan izleri vardı. Bir hamala sordum. Gözlerikan içinde, bıyıklarının telleri ayağa kalkmış,etrafına bakınıyordu. Onuncu Fırka’da461nöbet bekleyen neferleri İngilizlersüngülemişler, içeriye girmiş, yatakta uyuyan

mızıkalı neferleri de birer birer yataktavurmuşlar. Kapıda nöbetçi, İngilizlere “yasak”demiş. Sadece nöbet beklediği yerden sağ ikendüşman geçirilmez olduğunu her Türk askerigibi o da biliyormuş. Ben orada iken tahtatabutlar içinde İstanbul’un ilk istiklâl şehitlerinidefnetmeye götürüyorlardı. Yere yatıp kanizlerini öpmek istedim. Öyle azım462 ve güzelbir şeydi ki... O gün Yusuf Paşa’daki dersverdiğim eve kadar gittim. Sokaklar perişandı.Birçok evlerden İngiliz neferleri giripçıkıyorlardı. Benim ders verdiğim eve bitişik birevin kapısının üstü delik deşik. Evde yalnızkadın olduğu için kapıyı açmaya korkmuşlar,muhârebe oluyor gibi hücumla, ateşle içerigirmişler. Evde beş altı yalnız genç kız varmış,feci şeyler olmuş. İstanbul da zavallı İzmir’inakıbetine benziyor. Minarelerdemitralyözler463 var. Sokak içlerinde tahliye

ettirmek istedikleri eski İstanbul evlerindekadın figanları464 duydum. Dinledim,korkudan ziyâde isyanla haykırıyorlardı.O gece Zeyneb’le sabaha kadar oturduk. Bî-çâre465 kadın hep Anadolu’daki Paşa’nın gelipİstanbul’u kurtaracağını söylüyordu. Kim bilir,belki... Sabahleyin sokak İngiliz üniformalıaskerlerle doldu. Karşıdaki eski türbenin içindeve harap tekkede466, sokakların kaldırımlarıaltında bomba arıyorlardı. İngiliz azametininhaşmetli467 silâhlarının, donanmasınınkorktuğu bu silâhsız ve mağlûb Türk milleti nekorkunç ve büyük milletmiş!Nihayet bizim eve de geldiler.Çarşaflandım, kapıyı açtım. Bir Ermenitercüman, bir küme İngiliz askerinetercümanlık ediyor. Ağzı kulaklarına kadaraçık, öyle muzaffer468 sırıtıyor ki, zavallı uşak

Ermeni’yi, hatta bize isyan ederken severdim,fakat İngiliz’e uşaklık ederken küçük bir şey!— İngiliz askeri evinizi istiyor, hemençıkmalısınız, dedi. Benden korku ve isyanbekledi. Taş gibi idim. Kapıyı açtım, bir şeysöylemeden yukarı çıktım, bir bohça yaptım,çıktım, yürüdüm. Kendilerinden daha kibirliolana tahammül edemeyen İngiliz zâbitleribilmem utandı mı? Biri arkamdan yürüdü.Bozuk bir Fransızca ile daha bazı eşya almamamüsaade edeceklerini söyledi, cevapvermedim. Tercüman haykırıyordu:— Lisan bilmez, cahil karı gitsin, nezaketealışık değildir. Allahım! İngiliz kadınına hakaretetti diye [bir] Hintli’yi İngilizler dört ayakhayvan gibi yerde yürütmüşlerdi. Türk kadınınazametini çekemeyenlere, yerde sürdürenlerekarşı ordumuz aynı ihtirasla ceza etmeyiistemeyecek mi? Kadınına hakareti, bayrağınahakaret gibi düşünmüyor mu?

Evden çıkınca Gedikpaşa’nın küçüksokaklarına saparak tramvay caddesine çıktım.Küçük bir evin kapısında atılmış bir beşik,kapının yanında çarşafıyla çocuğu kucağındaayakta duran bir genç kadın vardı. Bilir misin?Bu küçük evden sana çok bahsetmiştim. Buevde geç zaman ûd469 sesleri, bazan bir beşikgıcırtısı ile ninni duyardım. Burada genç bir çiftoturuyordu. Kadının yanına gittim, konuştum.Yukarıda İngilizce şarkı söylüyorlardı. Banakocasının genç bir zâbit olduğunu, çete yazılıpgittiğini, kendisinin yalnız olduğunu söyledi.Üsküdar’da bir amcası varmış. Kadına yardımettim; bir araba buldum, çocuğunun ufak tefekeşyasını topladım; daima ağlıyordu. Çocukşişman, kırmızı yanaklı bir oğlan, gözlerisimsiyah. Böyle iki siyah çocuk gözününalnında patlayan bir kurşunla nasıl donduğunuhatırladım. Kadını İhsaniye’ye kadar

götürdüm. Vapurda el ele oturduk.Boğaziçi’nden İstanbul’a çevrilen toplarabaktık. Geç vapurla dönecek, size gelecektim.Halamın hiddetine, istiskaline470 tahammületmeye karar verdim. Çünkü tamamen sokaktakalmıştım. Doğancılar Meydanı’ndan inerkenMülâzım471 Seyfi’yi gördüm. Arkasındadüşük sivil bir esvap vardı. Koştu, yanımageldi, bohçayı elimden aldı. Gözleri ateş gibibakıyordu.— Biz İzmir’i almaya size yemin ettikti,bakın İstanbul’u bile kaybediyoruz, dedi.— Borcunuzu birden ödersiniz, dedim.Sonra konuştum. Dün üniformasıyla banagelirken sokaklarda Ermeni, Rum çocuklarıbüyüklü küçüklü hücum etmişler, taşlamışlar.Bugün yine İstanbul’a geçecek, banagelecekmiş. Evi de ücra472 bir yerde. Benioraya götürmeyi ve orada karar vermemizi

düşünmüş, birçok arkadaşlar geliyor veAnadolu’ya geçilen yerlerden bir mebde473 deorası imiş. Ne kadar sevindim, bilsen, onunlaberaber gittim. Ben de bizim zavallı milletgibiydim. Tutunacak bir yerim yoktu.Halam, darılma ama, bizim Pâdişâh’abenziyor. İngiliz’e uşak olmayan herkestenvazgeçmiştir.Mezarlıklara yakın bir yer. Siyah servileringölgesinde sarı tahta bir eve girdik. Kapınınipini yukarıdan makara ile bir el çekti. Toprakbir avlu, tıkır tıkır üzerinden yürünen uzanmışbir tahta. İki odalı, bir sofalı bir ev. Sahibinin,ağzı sakızlı, yüreği elmas gibi parlak, fedakârbir genç karısı, başörtüsü temiz, iyi bir anasıvar. Dün geceyi nine ile beraber Seyfi’ninodasının karşısındaki odada geçirdim, nineyebütün İzmir’in derdini ve benim derdimianlattım. Öyle derin derin ağladı ki karşıdaki

evliyaların, ölülerin hepsinin gazabını474İngilizlerin üzerine tahrik475 için sabaha kadarnamaz kıldı. Elinde tespih:— Allahım, sen küffarı476 hâk-sâr477 eyle,diye dua ediyordu.20 MartBirinci mektubunu Zeyneb’le gönderdim.Sen hâlâ gelmemişsin. Acaba hasta mısın? Seyfibugün karşıya geçip tahkik edecek478. FakatŞişli’ye gelmeye cesaret edemiyor.25 MartSenin hasta olduğunu öğrendim. Zeyneb’isize Seyfi göndermiş, kapıdan koymamışlar,çok hastaymışsın. Ne fena günler... Fakatdedikleri gibi tamamen kendini bilmiyorsan,senin için iyi günler demek. Bu ev bana birteselli yeri. Geceleri Seyfi’nin arkadaşları

öteden beriden geliyorlar, haber getiriyorlar.Sokaklar General Wilson’un “ölüm” tehdidi iledoluymuş, karşımızda mezarlığa bitişikkocaman eski bir ev var. Yarısı mezarlıkbahçesinde. Gündüz arkasında gecelik entarisi,üstünde kolsuz haydarî479 bir aba, saçı başıkarışık bir adam sebze suluyor. Gece yarısıpencereden bakıyordum. Karşıki kapalı harapevin kapısında birkaç gölge gördüm. Hafif hafifkapıyı vuruyorlardı. Yukarıki cumbadan480perişan başıyla gündüz çalışan adam baktı,seslendi. Aralarında bir parola geçti. Kapınınipi çekildi. Gölgeler karanlığa daldılar. Seyfi ilekonuştum. Her gece hemen aynı şeyoluyormuş. Buradan Anadolu’yakaçıyorlarmış. Dün akşam Haşmet Bey’in gelipgeçmesi mevzû-i bahsmiş481. Penceredeoturdum, bekledim. Yine birkaç gölge geldigeçti. Fakat Haşmet Bey’e benzeyen yoktu.

Seyfi’den haber aldım, henüz geçmemiş. Busokak artık tehlikeli olmaya başladı. Arada birköşede ecnebi bir polis başı görünüyor. Seyfide kaçmak istiyor. Yalnız sen de belki kaçmakistersin diye ben bekliyorum. Senin hastalığınne kadar uzun sürdü!1 NisanSeyfi ile ve diğer üç kaçacak genç zâbitledün akşam müzakere ettik482. Bursavapuruyla gidiş serbest olduğunu söylediler.Ah, senden bir haber alsam. Yalnız songünlerde düşündüm; yavaş yavaş seni bu işesürüklemenin ne derece doğru olduğunukestiremiyorum. Seyfi beni Adapazarıcivarında dolaşan İhsan’ın yanına bırakır.Cemal de İzmir’den Adapazarı’na gelmişdiyorlar. Herhalde ben Anadolu’ya atılınca birşey yaparım.

Ayşe’nin mektuplarının bu son kısmı benialtüst etti. Ya Ayşe beni bırakır, Anadolu’dakaybolur giderse? Ona uzun bir mektupyazdım. Beni bırakmaması için köpek gibiyalvardım. Hayatta Cemal ve İhsan’ınyaptıkları şeyden, yaşadıkları hayattan ayrı birşey istemiyordum. Ben de tamamen onlarlaberaberdim. Yalnız şimdi hastaydım. Mahpusgibiydim. Bana yerini haber vermesini ricaettim. Evden çıktığım ilk gün kendisine iltihakedecek483, gideceği yere gidecektim. Hem nekadar genç olduğunu, mutlak yanında bir erkekkardeş olmadan kanlı bir sergüzeşte atılmasıdoğru olmayacağını anlattım. Mektubum gitti.İki gün sabırsızlıkla bekledim. Cevap yoktu.Seyfi gelmiş, Zeyneb’den mektubu almış, fakatondan sonra artık uğramamıştı. Kendimi sokakortasında kalmış bir çocuk gibi bî-çârehissetmeye başladım. Anadolu’dan hayli

haberler geliyordu. Gazeteler çok fena şeyleryazıyorlar. Hepsi doğru mu? İhsan hakikatAdapazarı’nda mı? Nisanın haftasındaİstanbul’a kadar araba ile gittim. Ahmed Ağa’yıbuldum. Başını salladı. Üsküdar’dan Zeyneb’egelen giden yoktu. Fakat azabın en büyüğünübir hafta sonra duydum. Ahmed Ağa banageldi. Yüzü mazlum484 ve telâşlı idi.Memleketlisi bir polis ona bazı şeyler söylemiş.Üsküdar’da bir yerde İzmirli bir kadınİstanbul ile Anadolu arasındakimuhabereye485 vasıta oluyor,beyannameleri486 tevzi ediyormuş487.Kendisi orada, burada muallimlik ettiği içinteşhis edilmiş. Şiddetle aranıyormuş. Ah, buAyşe idi! Mustafa Paşa Divanı Harbi488mutlak onu da idama, hiç olmazsa beş onseneye mahkûm edecekti. Zaten kadınlarmahkûm edilmişti. Belki Ayşe henüz benim

iyileşmemi bekleyerek Anadolu’ya geçmedi.Belki bu işi yapıyor. Allahım onu neredebulmalı? Mektubunda Seyfi’ye Doğancılar’datesadüf etmiş olduğunu yazıyor. O hâldeoralardan uzak olmayacak. Fakat Seyfi dearanacağı için, belki sokağa çıkmıyor. Bu kadınıben nasıl bulacaktım?Sırtımdaki alevden bir gömlek olduğunu enhakikî ma’nâsı ile o günler artık anladım. Hergün Üsküdar’ın o civardaki izbe489sokaklarında dolaşıyorum. Loş, üstü çardaklımahallelerde, mor salkım sarılı çeşmebaşlarında her siyah çarşaflı kadına beniazarlayıncaya kadar bakıyordum: “İlahi gözünçıksın! Gâvur hafiyyesi490 misin, nesin?”Uzun bir ıztırâb haftasının sonunda, geçzaman, ben Üsküdar İskelesi’nden vapurabinerken lâmbaların ziyâsı altında Seyfi’ninbaşında siyah bir kalpak, acele ile çıktığını

gördüm. Fırtınada boğulan bir insanıntahlisiye491 simidine sarılışı gibi Seyfi’ninyakasından yakaladım. Beraber tekrarÜsküdar’a döndüm:— Öyle yakamı tutma, nazarı dikkati celbedeceksin492, diyordu.Fakat bence hiçbir ehemmiyeti haizdeğildi493. Ayşe’nin daima kaçan eteğinin ucuelimde idi; artık bırakamazdım. Meydandaikimize de biraz sükûn geldi. Bir çekçekarabasına494 bindik. Bizim Seyfi’nin evinegittik. Seyfi takip edildiğinden ve Ayşe teşhisedildiğinden artık İstanbul’a Zeyneb’egidemiyormuş.Ayşe’yi yer minderi üstünde diz çökmüş,Seyfi’nin annesine kahve pişirir buldum. Elini,ötekiler gibi ben de yaşlar boşanarak öptüm.Ninenin de elini öptüğüm zaman ihtiyarkadınla karşılıklı ağlamıştık. Ayşe’nin yüzü

incelmiş, gözleri büyümüştü. O hiç ağlamıyor,o muhitteki insanların en sâkin ve en kavîsi495görünüyordu. Artık yegâne yapılacak şey,sürati mümküne496 ile oradan kaçıp gitmekti.Planımız da şu oldu: Köylülerden bir öküzarabası satın alınacak ve esvap tedarik edilecek;Seyfi ve ben iki köylü, Ayşe de arkasında siyahyeldirme, öküzleri sürecek, Adapazarı’nageçecektik. Samandıra’dan sonra arkadaşlara,teşkilâta dayanabilecektik. Bursa yolundanAyşe’yi kaçırmak gayri kabildi497. Çünkübütün polislere tarif edilmiş, şiddetlearanıyordu.2 Teşrîn-i Sânî498Şimdi onun başına attığı siyah astar köylüyeldirmesinin altında, yine yemeni ile çenesialtından bağlanmış küçük başını düşünüyorum.

Zümrüt gözleri bazan iki yaşında çocuk gibikorkaktı. Sonra Seyfi ile benim titrediğimizdakikalar, bu yeşil ziyâlar harikulâde bir alevleyanar, siyah kirpiklerinin arasından enkadir499 bir erkek iradesiyle bakardı. Yüzüyanmış, altın gibi tunçlaşmıştı. Dudakları herzamandan daha canlı ve daha kırmızıgörünüyordu. Ne güzel bir köylü kadını idi.Babasının çiftliğinde öküze, sığıra alışık olmasıona, yürüyüşünde, hayvanları kullanışındafevkâlade bir emniyet veriyordu. Yıldızlarınaltında, güneşin altında, beyâbân500 içinde,bazan sürülmüş yeşil tarlaların ortasındamütemadiyen gidiyorduk. Köylerde daimaaçıkta yatıyorduk. Üstü kömürle örtülmüş ikidolu çuval eşyamız vardı. Ayşe’ye arabanıniçine otlarla yatak yapıyor, biz sıra ile uyuyor,nöbet bekliyorduk. Bu kadar musibet501 vekorku içinde bütün dünyada bizden mesut

adam olamazdı. Onun küçük yüzünün bazanterlediğini, solduğunu, gözlerinin etrafınınsimsiyah olduğunu görüyordum. Bazan da birçocuk gibi kocaman köylü galoşlarını atıyor,berrak sularda, beyaz, uzun ayaklarınıyıkıyordu. Kandıra’da üçümüz de öküzlerinyanında durduk, denize son defa baktık. İzmitKoyu iki tarafın yumuşak, zeytunî yeşillikleriortasında mavi ve mesut kıvrılıp beyazİstanbul’a gidiyordu. Bunu gözlerimizle takipederken Seyfi ve ben ağladık. Onun gözlerikuru ve ateşli idi. Ben ilk defa bu memleketıztırâbları içinde İzmir’den evvel İstanbul’ugörüyordum. Gözümüzle küçük, dar deniziselâmladık, öptük, ayrıldık. Bundan sonraİstanbul hasretinin karşısına iki yeşil parlakziyâ koydum. Artık Ateşten Gömlek arkamda,ateşten kamçı Ayşe’nin elinde onun götürdüğüyola gidiyordum. Deniz son beyaz nazlıköpüğü ile kıvrılıp giderken son defa olarak iki

siyah kadın gözü düşündüm. Bunlar donuk,bunlar ihtiyar, bunlar yaşlı idi ve bana bedduaediyorlardı.— Dilerim Allah’tan, için yanmaktankurtulmasın, dilerim Allah’tan, ömrün açlıktan,hasretten başka bir şey görmesin!435. 17 Kasım.436. Ateşle.437. Tanı koyuyorlardı, bulgularına bakarakhastalığının ne olduğunu belirliyorlardı.438. Katılınca, eklenince.439. (Fr.) Grip, paçavra hastalığı.440. İstencimi.441. Gümbürtüler.442. Norveçli tiyatro yazarı Henrik Ibsen’in biroyunu.443. Işık halkaları, ağılı.

444. Osmanlı İmparatorluğu’nda iki milletmeclisinden, üyeleri, halk tarafından seçilmiş olanı.445. Güçsüzlüğümden.446. Mümkün.447. İşgal şeklinden, işgalin nasıl olduğundan.448. Can atma, çok isteme.449. Alışılmamış.450. Aralıksız.451. Lanetli, kötü.452. Kızılay’ı.453. Doktoru.454. Talim ve Terbiye Cemiyeti’nde çalışmış veMilli Kongre’yi kurmuş, Malta’da iki yıl sürgünhayatı yaşamıştır.455. Aşağılayarak.456. Subayları.457. İngiliz Deniz Kuvvetleri’ne bağlı askerler.458. Utanç.459. Hor görülme, alçalma.

460. On dokuzuncu yüzyılın önemli eğlencemerkezlerinden biri. Şehzadebaşı’ndaydı.461. Tümende.462. Ulu, büyük.463. (Fr.) Mitrailleuse. Makineli tüfek.464. Acı ile bağırmaları, inlemeleri.465. Çaresiz.466. Tarikattan olanların barındıkları, ibadet vetören yaptıkları yer, dergâh.467. Görkemli.468. Utkulu, zafer kazanmış.469. Ut.470. Soğuk davranışlarla hoşlanmadığını bellietmesine.471. Teğmen.472. Burada: Tenha.473. Baş, başlangıç.474. Öfkesini, kızgınlığını.

475. Kışkırtma.476. Kâfir’in çoğulu. Tanrı’nın varlığını inkâr eden,zalimler, acımasızlar.477. Perişan.478. Soruşturacak.479. Dervişlerin giydiği, kolsuz, kısa, aba hırka.480. Eski evlerde pencere hizasında sokağa doğruçıkıntısı olan kafesli bölüm.481. Söz konusuymuş.482. Bir konuyu görüşmek, konuşmak.483. Katılacak.484. Sessiz ve uysal, boynu bükük.485. Haberleşmeye.486. Bildirgeleri.487. Dağıtıyormuş.488. Askerî mahkemesi.489. Sapa.490. Özel soruşturmalarla edindiği bilgileri ilgililereileten kimse, dedektif.

491. Kurtarma, can kurtarma.492. İlgiyi, dikkati çekeceksin.493. Hiçbir önemi yoktu.494. Dört tekerlekli el arabasına.495. Dayanıklısı, güçlüsü.496. Olası hızla, çabuklukla.497. Olanaksızdı.498. 2 Kasım.499. Güçlü.500. Çöl. Bu metinde, kır.501. Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey.

5İhtilâl günleri21 Teşrîn-i Sânî502Geçtiğimiz köylerde hep daha evvelgeçenlerin hikâyelerini dinledik, izlerine bastık.Bir alay isyanla, acılıkla dolu İstanbulmültecisi503 kadın, erkek buralardan gelipgeçmişlerdi. Yollar çok garipti. Bazan birpalaskalı504 asker, fişek kemerli, başı Lazbaşlıklı insanlar birer ikişer sırtların üstündegörünüp kayboluyorlardı. Bazan bütün birİstanbul kafilesi uzaktan gelip, geçiyordu. İptendizginli tahta semerler üzerinde nefer esvaplızâbitler, paltolu siviller görüyorduk. Biz kimseile konuşmuyorduk. Köylerde mütereddit birsükût vardı. Anadolu’dan isyan haberleri

geliyor, İngilizlerin Halifesi505 ile milletin asiçocuklarının dövüştükleri söyleniyordu. Bizancak üçüncü gün onlara tesadüf ettik ve buyeni ihtilâl örneğini görebildik. Hepsininboğazından beline kadar fişekleri var,kuşaklarında tabanca ve bıçak asılı. Hepsiayaklarının altında zemberek varmış gibi yeredokunur dokunmaz ayakları sıçrıyor,tüfenglerini506 bazan omuzlarında, bazanbaşlarında sallayarak gidiyorlar. Hepsiningözleri ateşli, fakat geldikleri sınıflar ayrı idi.Bunlar arasında Rumeli dağlarında Bulgareşkıyasıyla senelerce vuruşmuş, pişmiş;çetelerle, zâbit üniformasını ihtilâlkisvesine507 çevirmiş İstanbul gençleri vardı.Bunlara ilk temas Ayşe’ye zayıf bir yadırgamakhissi verdi. Sonra çarçabuk alıştı. Bunlarla ilktemasımızda Ayşe’nin, Binbaşı Cemal’inkardeşi olduğunu, İngilizlerden kaçtığını

söylemek mecburiyetinde kaldık. O köylüesvabıyla fazla genç, fazla cazipti. Fakat onunfeci hikâyesini hangisi dinlese gözünde ihtilâlinen hakikî ateşi yanıyor, Ayşe İzmirmücadelesinin mukaddes bir alâmeti oluyordu.Köylüler bütün bu gayri vâzıh508 vaziyetortasında tarlalarında ürkek ördekler gibiçalışıyorlar ve uzak karaltılardan kaçıyorlardı.Nihayet Adapazarı’na bir konak509 kalmıştı.Kandıra köylerinin birinde asıl bizimkiler,Anadolu hayatımızın arkadaşları göründü.Sabah horozlar öterken köyden çıkmıştık.Karşıki sarı sırtlar ve eteklerindeki çimenli yeşiltarlalar, kızıl bulutların altında eflâtun bir gölgeiçinde idiler. Dağdan sekiz atlı, Karadeniz’insiyah esvaplarıyla doludizgin bize doğrugeldiler. Öndeki, başında kalpağını muhafazaeden genç ve küçük bir zâbitti. Evvelâ bizigeçiyorlardı. Sonra durdular:

— Merhaba!— Merhaba!Ayşe’nin yeşil gözleri gülüyordu. Hepsietrafını aldılar. Zâbitin küçük, uzun ve pembebir yüzü var. Yanaklarında, çenesinde birerçukur, dişleri bembeyaz, en bariz510 Trabzonşivesiyle konuşuyordu. İstanbul’dan kaçan ikierkekle bir kadının bu yollardan geçipgeçmediğini sordular. Kadının adı Ayşe imiş.Ayşe yollarda bir çocuk gibi gençleşen yüzüyleonların kalbine güldü:— Ayşe benim, arkadaşlar, dedi.Onun muntazam şehir şivesi hepsinişaşırttı. Birer birer dindar bir huşû511 ileyanmış elini öptüler ve başlarına koydular.Bunlar Geyve’de çarpışan İhsan’ın maiyetindenküçük bir müfreze512 idi. Bizi almayagelmişlerdi. Şimdi yapılacak ilk iş öküzarabasını bırakmak, üçümüze de birer at ve

eşyamıza birer mekkâre513 tedarik etmekti.Bundan sonra Adapazarı’na kadar süren üçgünlük seyahat en canlı günler oldu. Çerkesköyleri etrafında Türk, Çerkes, Rum, hattaErmeni bir hayli eşkıya Halife ordusuna iltihaketmiş, bizim kuvvetlerle yer yervuruşuyorlardı. İki tarafı meyilli sırtlarlayükselen bir nevi dere içinden geçiyorduk.Ayşe herhangi bir köylü kadını gibi hayvanınaoturmuş, Ahmed Rıfkı’nın siyah Laz esvaplımaiyeti arasında konuşa konuşa gidiyordu.Hayli derin bir su geçmek üzere idik. Karşıdaçalı yığınları ve söğütlerin toplandığı bir nevibatak ve sazlık vardı. Hayvanları suyasalmadan kulağımın dibinden bir şey vızladı, birtüfeng tarrâkası duydum. Göz kırpıp açmayavakit kalmadan Ahmed Rıfkı’nın arkadaşlarıhayvanlarından atlamışlar, biraz gerideki küçükkayaların arkasında vaziyet almışlardı. Ayşe’yiAhmed Rıfkı âdeta atından kapmış, yanlarına

götürmüştü. Hepimiz yere uzanmış, taşınarkasına tahassun514 etmiştik. Onlar dizlerininüstünde tüfengleri karşıki sazlığa çevrilmiş,bekliyorlardı. Karşıki sazlıkların arkasından birtüfeğin ucu görünüyordu. Kısık bir seshaykırdı:— Yere yatın, tüfengleri beriye atın!Ahmed Rıfkı’nın daha yüksek, fakat billûrgibi genç sesi sövdü:— Pez…nkler, gelin de alın bakalım!Karşıdaki kısık ses bir perde daha yüksek,sövdü. Ahmed Rıfkı ile aralarında bir sövmedüellosu başlamıştı. Nihayet bağırdı:— Defolun köpekler, derinizi yüzeceğim!Hakikat ateş başladı. Kurşunlar vız vız ikitaraftan uçuyordu. Sövüşme daha yüksekti.Hepsinin arasında Ahmed Rıfkı:— Ayşe Hanım, başını kaldırma ha, diyebağırıyordu. Nihayet karşı tarafın, sazlar

arasında yüzükoyun sıvıştığını görüyorduk.Bunu gören genç çeteler hep birden büyük birsayha515 ile koşuyorlardı. Birkaç yaylımateşten sonra döndüler. Karşıdan bir tek kişibîruh516 sazlar arasında kalmıştı, bizimarkadaşlardan birinin bacağından bir kurşungeçti. Ayşe hemen kendi yükünü açtırdı;tentürdiyot, pamuk ve sargı çıkardı. Yarayısardı. Tekrar hepsinin gözlerinde ibadetebenzer bir muhabbetle etrafına toplandılar.Sonra hastayı bindirdik; yavaş yavaş ilerledik.Avlunun yanından geçerken herkes Ayşe’ninyüzüne bakıyordu. Fakat o sararmamıştı bileve bunu Ahmed Rıfkı Müfrezesi hiç unutmadı.Her köyden geçtiğimiz zaman birkaçı köyegidiyor, cebinde yumurta, peynir ne bulursaAyşe’ye getiriyorlardı. Sonra hepsi birdentabakasını çıkarıp tütün ikram ediyorlardı.Ayşe hepsine bakıyor, hatırları kalmasın diye

gözlerini kapıyor, elini uzatıyor, birini alıyordu.Ayşe’ye tabakasından tütün verenin yüzünişan almış bir adam gururuyla etrafınabakınıyordu. Hepsi çok basit, hepsi iyiçocuklardı. En kanlı vakayii517 en tabiî birşeymiş gibi anlatıyor, en tahammülsûz518felâketleri sabûr519 ve metin gençomuzlarında taşıyorlardı. İsyanlarının felsefesimeşru520 ve açıktı. Memleketlerine haklarıolmayarak, mütareke521 diye aldatarakbirtakım yabancılar sokulmuşlar, soyuyorlardı.Harp malzemesini tedarik522 ne kadar müşkülve uzun olursa olsun, mukavemet523 için,karşıdakine zarar vermek için ne yapılmaklâzım gelirse, ne pahasına olursa olsun gülerekyapıyorlardı. Ayşe bunların ruhlarının iyitarafını herkesten iyi anlamıştı. Onun içinİzmir’in dağlarında büyüyen müstakil524

ruhu, istiklâl askerlerini, oldukları gibifaziletleriyle525, hatalarıyla beraber seviyordu.Ahmed Rıfkı, bu Anadolu yollarındagördüğüm en güzel, en billûr yürekli çocuk. Oda genç gözlerini kapayıncaya kadar Ayşe’ninen hakikî İzmir askerlerindendi. Şimdi atlarıyan yana saatlerce koşarak gittiklerinigörüyorum. Onda Ayşe’ye hürmetle,perestişle526, himaye ile karışık bir alâkauyanmıştı. Ayşe onu son dakikasına kadarbüyük bir kardeş, belki genç bir anarikkatiyle527 ve düşkünlüğü ile sevdi.Adapazarı’na çok geç bir akşam yaklaştık.Adapazarı’nda günle değil saatle değişen birihtilâl vaziyeti vardı. Adapazarı, Arnavutçetelerinin, Çerkeslerin, Abazaların, Türklerin,her iki tarafa mensupların, ikide birde isyaneden köylülerin saatten saate dövüştükleri,

hâkim oldukları, bıraktıkları bir sahne528olmuştu. Ahmed Rıfkı gülerek:— En fenası baltalarıyla gelen köylüler,diyordu, bir balta indi mi, kafa tuz buz oluyor.Şimdi daha o kadar azmadılar; iki tarafa dazaman zaman kızıp bir balta sallıyorlar; fakatsahiden kızarlarsa berbattır. Bakalım Bolu,Düzce ne olacak? Adapazarı henüz pusuyayatmış, geleni gideni pusuya düşürüyor.Geç zaman, Adapazarı’na bir saat kala birkahveye geldik ve şehre yaya bir arkadaşgönderdik. Burası karanlık, mustatil529, küfkokulu, altı toprak bir kahvehane idi. Aydınlıkyapmak için çevik, siyah gölgeler odun yığdılar,ocağı parlattılar. Çok yorulmuşlardı; galiba birköşede aynı şişeden beyaz bir şey içiyorlardı.Ayşe derin gözleriyle ilk defa bunların yaptığınıgörmemezliğe geliyordu. Seyfi şikâyet etti,bana:

— Mukavemet bunlarla olmaz. Yalnız orduile olur, diyordu.— Üç jandarma görseler hepsi dağılır.Bunu, bunların arasında eskiden asker ikenİstanbul’dan kaçmış ve iltihak etmiş iri birAnadolu çavuşu söylüyordu.Hepsi sarardı ve rencide olmuş530ruhlarıyla baktılar, Ayşe olmasa Çavuş’un veSeyfi’nin vaziyeti çok iyi olmazdı, zannederim.Fakat ikisinin de öyle gayri şuurî531 birsöyleyişi vardı ki, bana bunu iki sene kadardeğil, henüz sahnede görünmeyen TürkOrdusu’nun neferi, zâbiti söylüyor gibi geldi.Ayşe’nin ağır sesi yükseldi:— Bunlar ordu değil mi? Bugün bunlaradokunan jandarma İngiliz ve Yunan’dan başkane olabilir? Bunlar hepsi istiklâlin, İzmir’inaskeri, hepsi milletin ilk ordusu!Ateşin gölgesinde köylü yemenisi altında

yeşil gözleri çocuk gibi genç ve canlı idi.Birdenbire siyah gölgeler onun etrafınamünkat532 ve minnettar533 toplandılar. Ah,sevgili ve ateşli İzmir! Seni Ayşe’de mi görüpateşe gidiyoruz; yoksa Ayşe senin kızın olduğuiçin mi bizi yeşil İzmir’e kızıl kanlarımızıakıtarak sürüklüyor? Yine itina ile yanpeykelerin534 üstüne Ayşe’nin battaniyesiniyaydık. Yine itina ile önüne haşlanmışyumurtasını, peynirini koyduk. O bağdaşkurmuş, bir çocuk ciddiyeti ile yiyor, toprağınüstünde siyahlı gölgeler çepçevre karşısındaoturuyorlar. Ahmed Rıfkı küçük bir iskemleyeonun önüne oturmuş, arada bir başını kaldırıparkasına bakıyor ve konuşuyor. Ayşe hiç oeski, sessiz ıztırâb heykeli değil. O kadar alevle,gençlikle, dünyaya sığmayan bir kudretleyaşıyor ki... Alevlerin en parlak bir dakikasındaidi. Sekiz maden tabakayı, sekiz siyah kol ona

uzatmış bekliyor, Ahmed Rıfkı başını peykeyedayamış, pembe yüzünün üç küçük çukuru iletebessüm ediyor.Kapı açıldı, bir mahmuz535 şıkırtısı var,başımızı hep birden çevirdik, gelen de, gördüğütablo karşısında, elinde kamçısı, durmuş bizebakıyor. İhsan, genç Binbaşı, iki süvarisi ile toziçinde yanmış, yavuzlaşmış, nazik yüzütamamen hakikatin, korkunç mukavemetintunç kalıbını almış.— İhsan Bey, İhsan Bey!Bütün siyah gölgeler pire gibi sıçradılar, o,heyecan içinde atıldı. Ayşe’nin iki yanmış elinibirer birer, rıhtımda gördüğüm o dinî birmerasim huşû ile öptü, başına koydu. Sonra,cüz’î536 münakaşadan sonra Adapazarı’nasokulmadan Ayşe’yi Doğançay’a yakınhazırlanmış bir eve götürmeye karar verdik.İhsan’ın kuvvetlerinin yanında şimdilik Ayşe,

hastabakıcı sıfatıyla kalacaktı. Köyde üç beşyataklı bir de hastahane hazırlamışlardı.Adapazarı’na uğramadan Ayşe’yi muhafazaaltına alıp götürmek var. İhsan, Ayşe ile benimalelâde birer yolcu gibi bu kıyafetimizle geçipgitmemizi terviç etti537. Ahmed Rıfkı ve sekizarkadaşı Ayşe’yi kendileri geçirmek ve icapederse dövüşmek istiyorlardı. Genç yüzütebessüm içinde:— Bu sefer hepimiz yaralanırız İhsan Bey,Hemşire Ayşe yaramızı saracak, diyordu.İhsan’ın yüzü karardı ve Ayşe’ye baktı. Oda mutlak kalabalıkla, İhsan’ın, AhmedRıfkı’nın kuvvetleriyle beraber geçmekistiyordu. İhsan’ın, Ahmed Rıfkı’ya ve sekizarkadaşına bakışından anladım ki, Ayşe oradaolmasa itaat meselesinde hiç şakası olmayan birreistir. Fakat sesini çıkarmadı, bana:— Sen Peyami, bir ağabey sıfatıyla sonsözünü söyle, dedi.

O zaman Ayşe döndü. Mütemadiyentazelenen alevlerin kesif isini, kahvenin karanlıkka’rine538 sindiren meş’alenin ziyâsında,kaşlarının arasında derin ve çatkın bir çizgi ilebaktı. O iki zümrüt göz simsiyahtı. Hakikikadınla iptidâî539 hilkatler540 arasında çoksıkı bir alâka var. Bunlar, tahsilleri ne olursaolsun kuvvetin, heyecanın ve arzın541çocuğudurlar.— Ben sizin kuvvetlerin hastabakıcısı değilmiyim? Tehlikeli yerlerde mutlak sizinleberaber olmam lâzım değil mi? Siz hemenhareket saatinizi kararlaştırınız.Karanlıktan istifade ederek yürüyüşegeçmeye, Adapazarı’nı arkada bırakmaya kararverdiler. Meşaleleri çıkarmadan, sessizhayvanlara bindik. Ayşe artık benim elimdençıkıyordu. O, Ahmed Rıfkı’nın ve İhsan’ınhimayesine geçmişti. Öndeki iki yüz adım

mesafede iki süvari tehlike hissederlerse ateşetmek üzere gidiyorlar. Ayşe, Ahmed Rıfkı ileSeyfi’nin arasında ben İhsan’la onlarınarkasındayım. Adapazarı’nın batak çayırlarını,oraya buraya serpilmiş münasebetsizsöğütlerini ne iyi hatırlıyorum. Fakat bunlarınhepsinden fazla İhsan’ı, yanımda, kalbinikaranlıkta o kadar şiddetle hissettiğim zavallıİhsan’ı hatırlıyorum. Öyle derin bir ıztırâbkasırgası içinde, öyle münkat bir esir sıfatıylasesini çıkarmamaya azmetmiş bir adam ki... Oönündeki iki gölgeye karanlığı delen gözleriylebakıyor, arada hafif bir sesle konuşan AhmedRıfkı’nın atına Ayşe eğilip bir şey söylediğinigördüğü zaman ceketinin karanlıkta kabardığınıgörecek kadar kalbi attığını hissediyorum.Ne kadar zaman karanlıkta, rutubette sessizve kemiklerimiz titreyerek gittik. Her sugeçtiğimiz zaman İhsan atını sürüyor, Ayşe’ninhayvanını yedeğe alıyor, karanlığa taş atılmış,

karanlık etrafa sıçrıyor gibi, atların sudaçıkardığı şıpırtıyı duyuyorum.İlk ziyâ karanlığı dağıtmaya ve önümüzdeeşkâl542 seçilmeye başladığı zaman, İhsan daben de en evvel dilber köylünün siyahyeldirmesini, pembe yemenisini gördük.Ayaklarını sallayarak hayvanının üstündesessizce gidiyor, sabahı seyrediyordu. Hafif birboğaza benzeyen iki tarafı ağaçlıklı bir yoldangidiyorduk. İhsan’ın yüzü kansız vemuztaribdi. Bana yavaşça dedi ki:— Ayşe Hanım bana korku nedir öğretti, buboğaz hayli uğursuz bir boğazdır. Çok dikkatlâzım.Sonra emir verdi. Ahmed Rıfkı önde, kendiarkada ve bütün kuvvet Ayşe’nin hayvanınınetrafında idi. Herhalde pusudan atılabilecekkurşunlar Ayşe’ye değmeden etrafındaki siyahgölgelere dokunacaktı.Öğleüstü köye yaklaştık. Önü ağaçlıklı,

yolları tozlu bir köydü. Birkaç kadın köyünmenfezlerinde543 durdular. Elleriyle gözlerinisiper ederek bize baktılar. Biz hayli uzaktık,birdenbire geriye koşmaya başladılar. Ne oldubilmiyorum, köyde birdenbire bir panik havasıesti, evlerden çocuklar, kadınlar fırlıyor,uçuyor, koşuyor; kazlar, tavuklar kanatlarınıçırparak kaçışıyor, bağırışıyor; köpekler, buçocuk, kadın girdâbı544 köyün etrafındamüthiş bir süratle dönüyordu. İhsan dörtnalgitti, haykırdı:— Binbaşı İhsan Kuvvetleri, korkmayın!Şimdi köy halkı yeldirmeleri uçarak İhsan’adoğru koşuyorlar. Yalın ayak genç kızlar atınındizginini yakalamış, kimi mahmuzunadayanmış, yüzlerini ona emniyetle, muhabbetleçevirmişler, tehlikesiz ve dost, hepsi birağızdan konuşuyor. Yalnız “panik”in bittiğinianlamayan iki şaşkın tavuk hâlâ kanatlarını

çırparak toz kaldırıyorlar. İhsan hayvanındanatladı, hayvanı yürüyor, arkasında genç,ihtiyar, kadın, çocuk geliyor. Onunadamlarından bir ikisi zaten siyah yeldirmelerarasına dalmaya gitti; o köyün adamlarındanolacaklar. Köy bizim kuvveti benimsemiş,kendisinin addetmiş545 olacak, yalnız yabancıbir kuvvet zannıyla zihinleri perişan olmuş,çünkü Halife kuvvetlerinin eline düşse köyherhalde hâk ile yeksan olacak546.İhsan’ın dirseğinden ayrılmayan genç,kırmızı şalvarlı, uzun baş örtülü, derin yeşilgözlü bir köylü kızı var ki nazarı dikkatimi celbediyor. Bütün köy kadınları Ayşe’nin etrafınıaldıkları, onun boynuna sarıldıkları zaman o,İhsan’ın atını tutan çocuğun yanında dalgındalgın duruyor. İhsan bağırıyor:— Kezban, sen neden orada duruyorsun?Gel, Hemşire Ayşe’nin elini öp!

O İhsan’ın sesiyle hemen geliyor, Ayşe’ninnazarından bu sahne kaçtı mı bilmiyorum; o dasâkin, fakat köylü kadınların gösterdiğimuhabbetten müteessir547 görünüyor,herhalde Kezban’ın iki kırmızı hışır548yanaklarından bir büyük kardeş gibi öptüğünügördüm.23 Teşrîn-i Sânî549Bugün dışarıda müthiş bir soğuk var,mevcut olmayan ayaklarım donuyor gibi,parmaklarımın ucu bir türlü ısınmıyor; Salim’eellerimi, kollarımı ovduruyorum. Taşlarınüstünde silinmiş yerler donmuş, o kadarsıcaklığa ve yakın bir insana tahassürüm550var ki... Son notlarımı okumaya çalıştım.Evvelâ bir şey anlamadım, fakat yavaş yavaşiçimde ılık bir hatıra uyandı. Doğançay’daki

Sarılar Köyü’nü düşünüyorum. Yanındanberrak sular geçen tozlu yolları, önünde yeşilsöğütlerin arkasında hastahane yapılan beyazsıvalı küçük terasalı evi hatırlıyorum. Ne sıcakve ne heyecanlı günlerdi. İhtilâlin, kanın,ıstırabın ortasında bana hep o ev, terasındasabahları kolları sıvalı, beyaz gömlekli, siyahbaş örtülü kadınla güldü. Her sabah Ayşe’ninyaşadığı bu eve giderdim. Seyfi, İhsan’ınkuvvetlerine iltihak etmişti. Biz AhmedRıfkı’nın adamları ile köyde oturuyorduk. Evinetrafında kırmızı şalvarlı, rengi belirsiz uzunyazma örtüsüyle her vakit Kezban’ıgörüyorum. Orada ağaçların arkasında gözüdalar beklerdi. Ben kimi beklediğini biliyorum.Fakat beyaz gömlekli kadın da biliyor mu?Oraya herhangi saat İhsan’ın gelmesininihtimali vardır. Fakat bunu Ayşe’den iyiKezban biliyor. Ayşe kolları sıvalı girer, çıkar,ağaçlar arasından gelip, giden beli fişekli,

arkaları tüfengli dolaşanlara ya ilâç ya da akılvermekle meşguldür. Artık her şeylerini gelipona soruyorlar, dertlerini ona anlatıyorlar.Bunlar arasında Ahmed Rıfkı mutlaka herakşamüstü atını söğütlere bağlar, ona gelir.Neşeli, genç sesiyle haykırır:— Hemşire Ayşe!Ayşe terasta, tahtadan iskemlesinde gözleriyeşilliklerde dinlenir. Bazan siyah atınınüstünde İhsan’ın gölgesi ağaçlar arasından uçar,terasın altına gölge gibi yapışık duran Kezbanbunu hepimizden evvel görür.— İhsan Bey geliyor...İhsan girerken daima müteheyyic551 vegözleri terastadır. Bununla beraber kapıdakiyeşil genç gözlere de bakar:— Nasılsın Kezban? Senin yeni buzağı nasılgidiyor, bakayım?Ve her zaman Letafet Apartımanı’ndaİngilizlerin öldürdüğü bir çavuşun kızı olan

öksüz Kezban hakkında bize ma’lûmat verir.Zavallı İhsan, mesut olduğu kadar muztarib,Ateşten Gömlek taşıyanlar sıcağın ısıttığı kadaryaktığını da bilirler. Burada Ayşe ile en çokmeşgul Ahmed Rıfkı, İhsan ile en çok meşgulKezban’dır. Mutlaka İhsan’a biraz taze süt,yoğurt, yahut koynunda, baş örtüsününucunda yemiş getirir ve yedirmek için ısrareder. Zavallı çocuğun içi içine sığmaz; İhsan’ıngideceği ana kadar, kendisinin“Allahaısmarladık” diyeceği dakikaya kadarhastahanenin etrafında heyulâ552 gibi dolaşır.Hep İhsan, Ayşe’ye Kezban’ı alıp hastahanedeyetiştirmesini tavsiye ediyor, Ayşe de herzaman müphem553 bir cevap veriyor. BenKezban’ın, Ayşe’ye yanaşmadığını, bârid, hattahırçın mukabele ettiğini, ona karşı âdetagayzla554 dolu olduğunu biliyorum. BunuAyşe de biliyor, fakat bildiğini belli etmiyor.

Diğer taraftan İhsan’ın, Ahmed Rıfkı’ya karşıartan ve katılaşan bir kini var. Onun sebebinide yalnız ben anlıyorum. Ahmed Rıfkı bunuanlamıyor; o kadar iyi, o kadar berrak bir ruhuvar ki... Köylüler onun cinnet derecesine varannamuskârlığından, fedakârlığından bahsederler,bütün sıkıntısına rağmen, şahsı için paravermeden köylüden bir şey almamıştır.Zavallının parası da hiçbir zaman yoktur.Günler, gittikçe artan bir ihtilâl havasıylailerliyor. Köyün yakınlarına kadar gelen ihtilâlve mukâbil555 ihtilâlin boğuşmasınıduyuyoruz. Ahmed Rıfkı bazı günler, hattageceleri bile köye gelemiyor. İhsan yalnızçavuşu ile Ayşe’nin hatırını sorduruyor.Hastahaneye beş tane yaralı geldi. Ben de bazanAyşe’ye yardım ediyorum.Ayşe bütün işlerine rağmen İhsan’ı veAhmed Rıfkı’yı şiddetle merak ediyor venihayet zihnime çivi gibi saplanmış olan gün

geliyor.Yine bir akşam, ben söğütlerin arasındangelen İhsan’a doğru gidiyordum. O hayvanınıadamlarına vermiş bize geliyor. Yüzü çok ciddî,fakat sâkin, gözleri Ayşe’yi hasretle, zebun556bir iştiyakla557 arıyor. Orada birkaç gündürkendisini bekleye bekleye yanakları solanKezban’a bile bugün selâm vermiyor.— Ayşe Hanım, beni affediniz, sizi ziyâretedemedim. Çok işlerim var ve sizi deEskişehir’e göndermeyi düşünüyoruz.— Niçin? Beni tehlike var diye migönderiyorsunuz?— Cemal Eskişehir’de...Ayşe cümlenin arkasını dinlemeden terastanindi ve söğütlere doğru koştu. Orada AhmedRıfkı’nın adamlarından biriyle konuşuyor,sonra İhsan’ın adamlarının gezdirdiği ataatlıyor, gelen adamla süratle gidiyorlar. İhsan’la

ben nasıl koştuk ve nasıl yetiştik? O bir şeysöylemiyor, kaşları çatık, dudakları kısık:— Ne var, Ayşe Hanım?Yanında giden adam bir nevi kuru hıçkırıklacevap veriyor:— Bizim kaptan vuruldu.İhsan’ın kalbinin kininden hemen nâdim558olduğunu, belki de Ayşe’yi yüzünde buıztırâbla koşturan felâketi kıskandığınıhissediyorum ve hepimiz mütemadiyen uçarakgidiyoruz.Nihayet onu tozlu yol üstünde bir ağacınaltında uzanmış bulduk. Çenesini, yanaklarınınçukurlarıyla hâlâ genç yüzü mütebessim,kalbini delen bir kurşunla yatıyor. Hepimiz onakoşuyoruz. En evvel Ayşe yetişiyor, bir çocukgibi onu kaldırıyor:— Rıfkı Bey, Rıfkı Bey!Göğsünü çözüyor, açıyor. Allahım omanzarayı hiç unutmayacağım. Ceketinin

altında gömlek yok, ucu yırtık bir yün kuşakpantolonunu tutuyor. Beyaz ince vücudusolundaki kırmızı ölüm yarasıyla nasıl garipgörünüyor.Ona söğüt dallarından bir sedye yaptık.Onu Ayşe ile beraber büyük bir dikkatle söğütdallarının üstüne yatırdık, yanında hepimizağlayarak yürüyoruz.Bütün gece terasta yatan ölünün etrafındaAyşe dolaştı. Artık kuvvetlerimiz o sıradayardım almadan uzun müddet kalamazdı.İhsan, Ayşe ile beni hemen götürmeye kararverdi. Ayşe asi ve kat’î559 idi. Ahmed Rıfkı’yıgömmeden gitmeyeceğini söyledi. İhsan,Ahmed Rıfkı’nın adamları ve kendi iki süvarisiile bir baskın ihtimaline karşı sabaha kadarnöbet bekledi. Sabahleyin köyün imamıylaküçük cemaat onu mezarlığa götürürken Ayşesöğütlerin altında bir çocuk gibi hıçkırıyordu.

Bu ıssız Anadolu mezarlıklarında ne kadarsevgili bıraktık, geçtik...Mezarlıktan döndüğümüz zaman harekethazırlığı yaptık. Hastalar doktora bırakılıyor,fazla araba ile arkamızdan hemen nakilleri içinemir veriliyordu.Ayşe gözleri ağlamaktan kırmızı ve şişolarak köyden hareket etti. Umum560 köydebir telâş ve korku vardı. Ayşe’nin boynunakadınlar tekrar sarıldılar ve ağladılar. Ayşe’yebir yaylı561 bulmuş, içini hazırlamıştık.Nihayet vedalar bitti, söğütleri bıraktık. Tozluve uzun yolda hayli ilerledik. İhsan da, ben deAyşe’nin kederi dağılmayan yüzüylealâkadardık; ikide birde ikimiz de eğiliyor, ye’siçinde, başı önünde giden kapanık gözlü yüzeendişe ile bakıyorduk. İhsan, Ayşe’ninyüzünden başka her şeyi, hatta zavallı gençölüyü, hatta ihtilâlin çok vuzuhsuz562 ve


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook