karışık tehlikesini unutmuş gibiydi.Bilmiyorum, ne kadar gittik. Arkadan ince birkadın sesi haykırdı.Döndük, yalın ayak genç bir köylü kız,ağlayarak, ellerini sallayarak bize doğrukoşuyordu. Ben hemen anladım, fakat İhsan,ancak çocuk yanımıza geldiği zaman, hattakendi atının başını yakaladığı zaman anladı.— Babamı gâvurlar öldürdüler, anam yok,dedem yok, beni nerelere bırakıyorsunuz, diyorve mütemadiyen ağlıyordu. İhsan birazrikkatle, fakat çok canı sıkılmış bir tavırlaKezban’ı geri çevirmek için iknaya563çalışıyordu. İlk defa o gün, Ayşe bizi gördü vealâkadar gözlerle bu sahneyi takip etti. Kezbankani olmuyordu564.— Gitmicam, gitmicam! Tüfeng atamammı, elin şehrinden karılar gelir de ben gelip biriş tutamam mı, diyordu.
Hakikat yeşil gözleri öyle genç birihtirasla565 tutuşuyordu ki, bu küçükmahlûkun herhangi bir ihtilâlci gibidövüşebileceğine kaniydim. İhsan onu sonragelip alacaklarını, şimdi dönmesini tavsiyeettikçe o, coşuyor ve haykırıyordu:— Amanın anam, içim yanıyo, ben galaman,ben galaman.Ayşe bu genç ıztırâbdan müteessir miydi,bilmiyorum; arabadan atladı geldi, başınıokşamak, teskin etmek566 istedi. Kezban’ıngözlerindeki ateş bütün bütün tutuştu; onu,nefretle, şiddetle itti. Şimdi Ayşe arabadaninince yere atlayan İhsan’ın kolunu yakalamış,gözleri gözlerinde yalvarıyordu:— Beni de al, sen nereye varırsan ben devarırım. Her işini idem, guzum, guzum, ben buşehir garısı gibi, hastaya da baharım... diyebaşlayan uzun nutkunda İhsan’ın eğilmeyen
soğuk inadıyla birdenbire meyus567 tozlaraçömeldi. Başı ellerinde sarsıla sarsıla ağlıyordu,herkes garip bir sarsıntı ile zavallı çocuğabakıyor ve ne diyeceğini bilmiyorlardı. Hattagençlerden biri:— Beraber alsak olmaz mı efendim, diyecekoldu. O zaman İhsan en ağır, en dürüst sesiylebirdenbire emreden, hükmeden bir reis, birerkek oldu:— Bana akıl öğretmeyiniz, bu çocuğu buhâlde nereye götürürsünüz? Sen de, Kezban,kalk bakayım, haydi kalk, şimdi yürü, geri dön,ben yapacağımı bilirim.Kezban, İhsan’ın sesiyle kalktı, yaşlıgözleriyle ona sinmiş bir çocuk gibi baktı.Evvelâ bir şey söylemek istiyordu; sonrakarşısında hâlâ sert ve âmir568 duran erkeknazarları altında eridi. Sesi ve kalbi kırılmış,fakat hâlâ ağlayarak döndü, köyün yolunu
tuttu.İhsan:— Herkes hayvana, diye emir verdiktensonra elini uzattı, Ayşe’yi arabaya bindirdi.Arabanın basamağının başında bir andurduklarını, birbirlerinin gözlerine baktıklarınızannediyorum. Kezban’ın yaşları bana da çokdokunmuştu; tozlu yolda yalnız metrûk569,kalbi kırılmış dönen çocuğun ye’si bana dasirayet etmişti570.Ayşe’nin biraz acı tahayyül ettiğim571sesiyle:— İhsan Bey, bu zavallı çocuğu niçinalmadınız, dediğini duydum.— Bu kadar genç bir çocuğu nasıl bizimkuvvetlerin arasına alırım. Ötede beridemuharip572 kadınlar var ama, hiçbiri bu kadargenç değil. Siz isteseydiniz onu Eskişehir’egötürebilirdiniz.
— Fakat Kezban beni istemiyordu ki...— İnsana istediğini verdiklerini neredegördünüz?Bu bir his düellosu mu? Yoksa iki kalbinçekişmesi mi? Yeşil gözlü kadınların, İzmir’inkızı da olsalar, hemşire de olsalar, yine zehirlihançerle dolu, yine insanın yüreğinde daim ateşyakan alev gibi kızıl dudakları, kalbi ısıran fildişi gibi dişleri oluyor. Ayşe’nin kızıl dudaklarıo gün zalim573 bir hatla açıldı, beyaz dişlerimerhametsiz ve hissiz acı bir istihza ile İhsan’agüldü.Geyve’de Ayşe ile İhsan’ın evine misafirolduk, burası iki odalı bir köy evi idi. İhsan,kendi odasını derhal tahliye etmiş574, Ayşe’yetahsis ettirmiş575, kendisi de benimlekarşısındaki odaya çekilmişti. Ayşe odasında
temizlenir ve değişirken İhsan’la karşıdakiodada biz konuşuyorduk.İhsan, Ayşe’nin ertesi akşam Lefke’denhareket edecek trenle Eskişehir’e gitmesi lâzımolduğunu ve Cemal’den de Ayşe’yi isteyen birmektup aldığını söylüyordu. Geyve merkezolarak, etraf hakikî bir ihtilâl cehennemi içindeidi. Arnavutköy’ü Rumları isyan etmiş, aşağıdaBolu kıyamı576 Geyve kapılarına kadaruzanıyordu. İhsan, Ayşe’nin selâmeti577 içinhem bir çocuk gibi titriyor, hem de ondanayrılmak varlığını ikiye bölüyordu. İlk defaolarak İhsan’ın yüzünde endişe hatlarını bukadar derin gördüm, onun sâkin zevahiri578altında sakladığı kasırga ve işkenceyi tamamenhissediyordum. Bir aralık dalgın dalgın:— Pembe yemenili dilber köylü; beyazgömlekli hemşire aramızdan giderse,hakikat[en] yalnızın, demirin, ateşin adamı
olup kalacağız, dedi.Dudaklarının etrafında nihayetsiz bir rikkat,yüksek bir tahassür uçuyordu:— Ayşe gitmek istemeyecektir.— Geyve’de, onun selâmetle kalabilmesinitemin edecek bir köşe bulabilsek. Amazannedersem yanılıyorsun, Ahmed Rıfkıöldükten sonra bizim kuvvetlerin Ayşe Hanımiçin şuuru579 kalmadı ki...Bunları endişeden yanan, karşısındakinidelen bir burgu gibi söylüyordu. Ben azıcıkgaddar580 oldum:— Ahmed Rıfkı hakikat[en] Adapazarıihtilâlinin şuuru idi; genç hayatını istiklâl içintozlu yollarda bırakan bu güzel çocuğunarkasında gömleği bile olmaması hangi İzmirKızı’nı lâkayd bırakabilir?Tozlu uzun yollarda bir tek ağacın altındasoğuyan başı Ayşe’nin kolları arasında, beyaz
çıplak göğsü üzerinde lâle gibi açılan kırmızıyarasıyla gözümden uçtu gitti. Ne zamanakadar kan, ne zamana kadar ıztırâb vemeşakkat!581 Ne zaman bu kadar mebzul582akan genç kanı ve gözyaşına mukabil bir avuçtoprağımız bize kalacak?İhsan kızarmış, düşünüyordu. Birdenbire:— Ahmed Rıfkı çok iyi çocuktu, Peyami,fakat gömleği olmaması bizim çektiklerimizinen ucuz ve basit tarafı.— Ayşe Hanım sizi istiyor efendim, nefersöylüyordu.İhsan ok gibi yerinden fırladı:— Peyami Bey’i istiyor, efendim.Ok gibi fırlayıp gitmek benim sıramdı.Ayşe üstünü değiştirmiş, arkasınaİstanbul’daki ebedi583 siyah entarisinitakmıştı. Bir tahta masa başında, duvara asılmışküçük bir lâmbanın ziyâsı altında oturuyor.
Ben girince yorgun ve mütefekkir584 görünengözlerini bana çevirdi:— Gel kardeşim, seninle konuşacağım.— Ne var Ayşe?Yalnız onun gözlerinde gördüğüm çocukemniyeti ve şefkati ile ruhuma sokuluyor, bunazar açlıktan ölen bir adama ekmek yerine taşvermek tesirini yapıyor. İçim boş değildirbiliyorum. Ayşe’nin en güzel kardeşliği vedostluğu ile dolu, fakat onun yeşil gözlerindenuçacak hiddet, sitem, hatta nefret olsa da birdefa İhsan’a arabanın basamağında baktığı gibibana baksa. O hâlâ kardeş gibi bakıyor:— Ben İhsan’ın seyyar kuvvetleriylehemşire, hastabakıcı olarak gelemez miyim?— Fazla tehlikeli olur Ayşe.— Tehlikeli mi? İhsan’ın geçeceğitehlikeden ben neden geçemem? Eğer Cemalhâlâ İzmir’de olsaydı onun yanına gidecektim.Fakat şimdi Eskişehir’de ben ne yapayım?
— İhsan burasını bir kadın için fazlatehlikeli buluyor.Ayşe’nin, yeşil söğütlerin sık yapraklarıaltına saklanan kuytu pınarlar gibi rakit585gözleri denizin en hain ve gazablı dakikasındaköpürürken aldığı yeşil rengi aldı.— İhsan beni bu kuvvetlerin arasındaistemiyor; İhsan yalnız kalmak, bizimgözlerimizden uzak yaşamak istiyor. Kezban’ınma’nâsını ben tamamen bugün anladım.— Haksızlık ediyorsun, Ayşe.— Belki, fakat benim burada olduğumuherhalde istemiyor.İnsanın ne kuvvetli temayülâtı586 vardır.Ayşe’ye neler söyleyebilirdim? Sadece:— İhsan seni koruyor, Ayşe, dedim.— Bana bak, Peyami, ben, en çok benikorumak isteyenlerden, rafta saklanacak birnevi mahlûk gibi beni sakınanlardan nefret
ederim. Ben, İzmir için ne tüfeng atabilirim nede İzmir’in düşmanlarını at üstündekovalayabilirim. Fakat İzmir yolundagömleksiz, tütünsüz, hatta ekmeksiz, kimsesizölenlerin hayatında biraz teselli olabilirim.Hastalıklarına bakarım, ölürlerken bir kardeşgibi gözlerini kaparım. Biraz da onlarınmeşakkatini, yükünü ben taşırım. İhsan benineden bundan men ediyor? Eğer bizimgözlerimizin göreceği hayatı yaşayamayacakkadar düşmüş ise çok ayıp, yok, beni korumakistiyorsa ben bundan nefret ediyorum. Ben,yalnız benim çekeceğim kadarını değil, dahafazlasını bana yükletmek isteyenleri, elimdentutup ateşe sürükleyenleri severim, içimdeyanan şeyi, içimdeki ateşi kim tezyîd ederse587o benim hakikî arkadaşım olabilir. ZavallıAhmed Rıfkı her çarpışmaya gittiği gün, hertehlike günü bana hemşire gömleğini atıpberaber gelmemi teklif ederdi. Beni hâlâ bir
şehir kadını gibi emniyette ve selâmette tutmakistiyorsunuz. Fakat geçende buradan geçenlerarasından İstanbullu yirmi yaşında genç kadınkocasıyla tüfeği omzunda İzmir yolu üzerindegülerek gitmiş. Kezban bile tüfeng istiyor,haykırıyor. Bana yara sarmayı çokgörüyorsunuz.Ayşe’nin nefes almadan yüzüme fırlattığı buisyan nutku burada bitti. Sonra çocuk gibisomurttu, oturdu. Kendimi çok müşkülbuluyordum. Nihayet:— Eğer bu kadar kalmak istiyorsan İhsan’ıçağırayım, bunları söyle, dedim.Ayşe’nin gözleri fırtına bulutları altındakigüneşe benziyordu. Bir an ateşli, bir ansimsiyah. Anladım ki, ilk defa kadınlıkizzetinefsine memleket aşkı mağlûb oluyor.— Hayır, hayır. İhsan, benim aralarındayaşayabilecek ruhta bir kadın olduğuma kanideğilse ben kalamam. Ben ilk trenle Eskişehir’e
giderim, sonra kendi yolumu kendim bulur,yine İzmir’e giden yola çıkarım.Ayşe’nin bu akşam bir çocuk gibi olduğunu,fazla söylemek onu zıt ve çılgın şeyler yapmayasevk edeceğini anladım.Akşam yemeğini üçümüz beraber yedik,İhsan kederini muzlim588 bir sima589 altındasaklıyor; fakat bir an Ayşe ile meşgul olmadanhâli değil590. Sofrada Ayşe’nin Eskişehir’egitmesinden, Cemal’in mektubundan bahsetti.Bana öyle geldi ki, Ayşe’nin selâmeti için canınıikiye bölerek Eskişehir’e gönderen bu adam,aynı kadından isyan ve ısrarla burada kalmakarzusunu bekliyor. Hâl-bu-ki Ayşe öyle bir şeyyapmadı. Gözlerini tabaktan kaldırmadan:— Eskişehir’e ilk tren ne zaman, dedi.İhsan’ın yüzünde, içinden soğuk bir duşalmış adam hâli vardı. Gayri ihtiyarî içini çekti:— Yarın gece... Sabah buradan hareket
ederseniz akşam Lefke’yi tutarsınız.— Bu akşam siz arabayı temin ediniz.— Emredersiniz.Bir zaman lâkırdı bitti. İki taraf da ayrı ayrıazap içinde. Ben, ben bütün hayatta kanlara,ıztırâblara, başkalarının aşkına bakmaktanbaşka ne işe yarar bir adamım? Kendi aşkımı,kendi yaramı sade kendi gözlerim gördü.Ayşe’nin çocuk feveranından591 sonrayüzünde hâsıl olan sükûtla beraber çok zehirlive zalim bir acılık dolaşıyor.Bârid gözlerle İhsan’a bakarak:— Peyami için Anadolu’da ne yapmasınıtavsiye edersiniz?— Sizin yanınızda kalmayacak mı?— Zavallı Peyami, kocaman bir yeğenelalalık için Anadolu’ya gelmek çok garip bir şeyolurdu; Peyami de sizin gibi çarpışmaya,İzmir’i kurtarmaya geldi. Hemen çarpışanlara,orduya iltihak etmelidir.
Ayşe’ye beni yanından ayıran bu fikri içindarılmadım, minnet hissettim. İlk defa beniİzmir yolunda çarpışanlardan biri olmaya lâyıkgörüyor, dairemin sarı kâğıt tomarlarını, tozluhavasını unutuyordu. Hâl-bu-ki ben gençaskerlerle beraber alenen592 yeminetmemiştim.İhsan acı acı güldü:— Hakkınız var Ayşe Hanım, zâbit vekiliolmak için Ankara’ya ta’lîm-gâha593göndeririz; fakat daha evvel benim yanımdabiraz kalsın, yeğeninizi öldürmemeye çalışırım.— Ölmekten korkmamak askerlerinnefsine594 mi münhasırdır?595— Tamamen, Ayşe Hanım.— İki çocuk gibi kavga etmeyiniz. BenAyşe’yi götürür, Cemal’e teslim eder, dönerim.— Ben Ahmed Çavuş’u göndereceğim.Ayşe Hanım fazla muhafaza sevmiyor.
İhsan, Ayşe’yi Çavuş’un daha iyi muhafazaedeceğini mi düşünüyor, yoksa beni de miAyşe’nin yanında görmekten muztarib oluyor?Sonra anladım ki zavallı çocuk, Ayşe’ye aitbir insanın kendi yanında bulunmasından aldığıteselli için beni alıkoymuştur.502. 21 Kasım.503. Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olankimse, sığınık.504. Askerlerin bellerine bağladıkları veyagöğüslerine çaprazlama taktıkları, üzerinde fişek,kasatura vb. koymak için yerleri bulunan, genellikleköseleden yapılmış kayış.505. Yazar burada, Osmanlı padişahını ve onunaskerlerini kastediyor.506. Tüfek.507. Kılığına.
508. Anlaşılmaz, belirsiz.509. Yolculukta iki konaklama yeri arasındakimesafe.510. Açık, göze çarpan.511. Gönlü korku ve saygı ile dolu olarak.512. Türlü askerî görev ve hizmetlerin yapılmasıiçin, küçük birliklerden, belli bir kuruluşa bağlıkalmadan geçici olarak oluşturulan gruplara verilenad.513. Osmanlı ordusunda taşıma işlerindekullanılan at, deve, katır gibi hayvanlara verilen ad;bu amaçla halktan ücret karşılığında kiralanan yükhayvanı.514. Korunmak için bir yere çekilme, sığınma.515. Bağırış, çığlık.516. Cansız, ruhsuz.517. Olayları.518. Tahammülü yok eden tahammül: katlanma.519. Sabırlı.520. Yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru
bulduğu.521. Ateşkes.522. Sağlamak.523. Direnme.524. Bağımsız.525. Erdemleriyle.526. Tapınma, taparcasına sevme.527. Sevecenliğiyle.528. Burada “yer” anlamında.529. Dikdörtgen.530. İncinmiş, kalbi kırılmış.531. Bilinçsizce.532. Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.533. Gönül borçlusu.534. Genellikle eski kahvelerde ve evlerdebulunan, duvara bitişik alçak, tahta sedir, kerevet.535. Çizmenin veya potinin arkasına takılan vebinek hayvanlarını dürtüp hızlandırmaya yarayandemir veya çelik parça.
536. Az, azıcık.537. Destekledi.538. Derinliğine.539. İlkel.540. Yaradılışlar.541. Yeryüzünün, dünyanın.542. Şekiller, biçimler.543. Girecek veya geçecek yer.544. Çevrinti, anaforu.545. Saymış.546. Temelinden yıkılıp harap olacak, bütünüyleortadan kalkacak.547. Üzüntülü.548. Burada, meyve gibi anlamındadır.549. 23 Kasım.550. Özlemim.551. Heyecana kapılmış, heyecanlı.552. Hayal.
553. Belirsiz.554. Öfkeyle, kinle.555. Bir şeye karşılık olarak yapılan, karşılık.556. Güçsüz, zayıf, âciz.557. Özlemle, güçlü istekle.558. Pişman olduğunu.559. Kesin kararlı.560. Bütün, tüm.561. Üstü ve yanları kapalı, dört tekerlekli, altındayayları olan, atla çekilen bir tür binek arabası.562. Karışık, karanlık.563. Kandırmaya.564. İnanmıyordu, kanmıyordu.565. Tutkuyla.566. Yatıştırmak.567. Umutsuz, karamsar.568. Buyuran, emreden.569. Bırakılmış, terk edilmiş.
570. Bulaşmıştı.571. Hayal ettiğim.572. Savaşan.573. Acımasız ve haksız davranan, kıyıcı.574. Boşaltmış.575. Ayırtmıştı.576. Ayaklanması, başkaldırması.577. Esenliği.578. Görünümü.579. Burada: Manası, değeri.580. Acıması olmayan, insafsız.581. Güçlük, sıkıntı, zorluk.582. Bol, çok.583. Ölümsüz [eskimeyen, değişmeyen].584. Düşünceli.585. Durgun.586. Eğilimi.587. Artırırsa, çoğaltırsa.
588. Karanlık, belirsiz.589. Yüz, çehre.590. Uzak değil.591. Birdenbire öfkelenmesinden, parlamasından.592. Herkesin gözü önünde, herkesin içinde.593. Uygulamalı olarak subay adayı yetiştirilenkuruluş.594. Öz varlığına, kişiliğine.595. Mahsus, özgü.
6Mehmet Çavuş27 Teşrîn-i Sânî596Ayşe’nin gidişi bende garip bir hürriyethissi uyandırdı. Anladım ki hakikat Anadolu’yayalnız Ayşe’nin yanında bulunmak, ona bir neviağabeylik, bekçilik vazifesi etmek içingelmedim. Ayşe’nin karşısında, Ayşe’ninkalbinde belki mevkiimin menfi597 olmasımukadderdi598. Fakat Ayşe’nin İzmir yolundadövüşen, yaşayan ve ölenlere bakarken yeşilgözlerinde hâsıl olan599 yumuşak şey, benimiçin de hâsıl olsun istiyordum. Hiç olmazsabeni de ebediyyen Hâriciyye’nin silik bir kâtibigörmesin. Beni de er ve mert olarak tanısın.Hatta kardeşi Cemal’in yaralarından, harb
menakıbından600 ihtilâl sergüzeştlerindenbahsederken sesinde titreyen kardeşten ziyâdekadın gururu benden de bahsederken hâsılolsun. Anadolu’ya gelen kadın erkekihtilâlcilerin meşakkate gülen ve tehlikekarşısında bililtizam601 çalımla vaziyet alantavırlarını azıcık kıskanıyorum. Şimdi ben deGeyve’de Ayşe’nin gözlerinden uzak tehlikemümaresesi602 yapacağım. Hayvanıma,tüfeğime onlar kadar sahip olacağım. Onlargibi tozlu yollarda ölüm olan herhangi birvazifeye, bir gezintiye gider gibi gideceğim.İhsan, Ayşe gittikten sonra hayli suratsız vesessiz oldu. Fakat faaliyetinde daha kadir603,daha korkunç bir reisin tahakkümü vardı.Yalnız kaldığımız zaman bana karşı iki türlüvaziyet aldı. Biri Ayşe’ye temas eden birmahlûka karşı payansız604 zaafı ve ihtiyacı;
ikincisi bu yatkınlığı, bu akrabalığı çekemeyenve bu imtiyazımdan605 dolayı benden intikamalmak isteyen bir adamın vaziyeti. Birinci hissintesiri altında olduğu günler bana bir çocuğabakar gibi bakar, terleyip soğuk almamdanendişe eder, hatta gece odama girer ve beniörterdi. Hem bundan müteessir oluyor, hem deson derece sıkılıyordum. İkinci kısımhassasiyeti beni, bu korumadan birdenbire,kırk seneden beri dağlarda yaşamış adamlarınmeşakkatine atardı. Ta’lîm-gâhtagöremeyeceğim en çetin ve haşin bir ihtilâl veaskerlik tecrübesini burada yapıyordum.Hayvan üstünde benden kafamın, gözümünsağlam kaldığına hâlâ hayret ettiğimcambazlıklar ister, dağ, tepe, taşlık, mâni,hendek hepsinin üstünden merhametsiz biristihza ile beni dört nal koşturtur, atlatırdı vebunlardan yarı ölü, yarı diri, fakat muvaffakolarak döndüğüm zaman en küçük bir takdir
kelimesi ağzından çıkmazdı.Silâh talimini bana Mehmet Çavuşyaptırıyordu. Bu vaktiyle Rumeli’de Bulgarçeteleriyle vuruşmuş Makedonya’nın kanlıihtilâllerinde pişmiş, Anadolulu bir nevi siyasîşaki606 idi. Onda bütün gâvurların, Türk’üncanına kast ettiklerine dair kazılmaz bir kanaatvardı. Bir de Bulgarları yegâne607 imtisâle608lâyık bilirdi. Üçüncü ve en kuvvetli itikadı609da Pâdişâh düşmanlığı idi. “Artık millet işi elinealsın,” derdi. Fakat millet kimdir, işi nasıl elinealır, buna dair hiç efkârında vuzuh yoktu610.Herhalde elinde silâhla düşmanlarlaboğuşmayanları kim olursa olsun millettensaymıyordu. İhsan’ın reislik illeti tutup da banayüz çevirmediği zamanlar Mehmet Çavuş’uçağırır, konuşurdum. Çok harikulâde şeylersöylerdi. Bazan bilmem hangi para ile Hayber
Geçidi’nden Hindistan’a indiğini tahayyül eder,bazan Mustafa Kemal Paşa ile Atina’yı zaptagideceği günkü muhayyel icraatını611anlatırdı. Bütün bunların arasından “Ahİstanbul’a bir girsem!” derdi. Türk’ündünyasının nizam ve intizamına kendinemahsus bir görüşü vardı. Onca, dövüşmeyenefradı millet612 dövüşenlere bakmak, onlarıbilmekle muvazzaftılar613. O, bütçe, para gibişeyleri pek anlamazdı. Bütün Hıristiyandünyasının zulmettiği, katlettiği bir Müslümanve Türk milleti tanıyor, bir de milletikurtarmak için dağa çıkan bir sınıf insanbiliyordu. Bu dağdaki sınıf ölüyor ve meşakkatçekiyordu. Ötekiler onların yüzündenkurtulacaklar, neden bunların karnınıdoyurmasın, sırtını giydirmesin? İhsan’ın herşeyi para ile almasına çok kızıyordu.— Para, derdi, parayı nereden alıyorsunuz?
Yine milletten değil mi? Hem de jandarma,tahsildar filân tarafından vergi diyealıyorsunuz. Eğer biz sade bu kavga bitinceyekadar yesek içsek köylüye daha ucuz gelir, işbitince herkes kendisi için çalışır vesselâm!614Onun Yunan’dan sonra sevmediği jandarmaidi, jandarmasız ve Yunansız bir memleket, işteMehmet Çavuş’un mefkûresi615.Hayli korkunç hâtırasına rağmen bu adamınyeni imanına tevfikan616 yaşadığını yanındadolaşırken gördüm. Patlayıncaya kadarköylerde yiyor ve bulursa kendisine tütünhediye ettiriyordu. Fakat bunun haricinde birpara almıyordu. Acaba şimdi nerede neyapıyor?Yunanlılar Bursa’ya girdikten sonra Geyvetarafından Arnavutköy’ü Rumları azmışlar,çeteler, bombalarla mücehhez617, bizi tehditediyorlardı. Bir taraftan Hendek, bir taraftan
Arnavutköy’ünde hissedilen isyan vekargaşalığı İhsan’ın kuvvetleri teskine618memurdu. Fakat o aralık ceb-hâne vaziyeti iyideğildi. İhsan yemiyor, içmiyor, humma içindeçalışıyor ve konuşmuyordu. Suratının en yavuzolduğu bir sabah beni ve Mehmet Çavuş’uçağırdı. Kandıra’da ilk zamanlarda kaçırılıp daismini bilmediği bir yere gömülü kalan bir yığınceb-hâne haber almıştı. Ta ilk zamanlardan berio havalide İstanbul milliyetçilerini kaçıran veçalışan Yüzbaşı Saffet isminde bir genç zâbitvardı. Ceb-hânenin nerede olduğunu biliyor vebilvasıta619 Yunanlıların eline düşmeden ceb-hânenin kaçırılmasını tavsiye ediyordu. Şimdiİhsan elimize bir kâğıt veriyor, bizi Saffet Bey’ibulmaya gönderiyordu. Ceb-hâneyigetirecektik. Mehmet Çavuş silâhkaçakçılığında rekor yapmış bir adam olduğuiçin benim yanıma veriyordu.
— Yoksa, dedi, senin yanına başka biradamın lüzumu yok.— Nakliyatı... diye başlamak istedim.— Onu nasıl yaparsanız yapınız, dedi,şimdilik yanımda ona tahsis edilmiş para yok.— Millet yapar efendim. Bunu MehmetÇavuş söylüyordu.İhsan’ın açık gözleri birdenbire korkunç birziyâ ile şaşılaştı:— Bana bak, Mehmet Çavuş, dedi, nakliyatıköylüler her zaman isteyerek yapıyorlar. Fakatgözünü aç, ne alırsanız parasını verecek, ahaliyitazyik etmeyeceksiniz620, anladın mı? Haydiarş! İki hayvanla heybeleri hazırla.Mehmet Çavuş’un da siyah alev gözleriiçinden yandı. Fakat genç zâbitin öyle bârid vemütehakkim621 bir nazarı vardı ki, isteristemez askerî bir temenna622 ile çıktı.Yalnız kalınca, hâlâ düzelmeyen ve biraz
gaddar gözlerle bana baktı. İstihfaf623 mı, acımı bilmiyorum.— Sağ salim gelmeli, Peyami. Ayşe Hanım’asonra nasıl lâf anlatırız, dedi.28 Teşrîn-i Sânî624Yerler buz, dağlar renksiz, umumî bir sarırenk ahengi625 ötede beride bir avuç subirikintisi etrafındaki ağaçlıklar kırçıl, cılız.Mehmet Çavuş ve ben hep rahvan626yürüyen yerli küçük hayvanlar üzerinde tıkırtıkır gidiyoruz. Cehennem gibi sıcak var.Ateşten bir rüzgâr bu kırçıl, sarı tabiatınüstünden tozları önümüze katmış götürüyor.Gök açık bir mavi. Yerler hiç tükenmiyor,saatler geçiyor, biz hâlâ solunda dağlaryükselen bir nevi düzlük içinde çalkana çalkanagidiyoruz. Ne ıssız ve insansız, yeknesak627
ebedi bir arz628. Ne rengi, ne hayatı, netenevvüü629 var.Ne oldu, efsunlanmış630 gibi bu yavan, sarıtopraklara güzel kızıl eflâtunlar, parlak morlarve maviler indi. Mavi gökte akşamın gölgeleriarasından beyaz, yuvarlak ay bize bakıyor.Mehmet Çavuş bana yeşil söğütlerle örülüSarılar Köyü’nü gösteriyor. O bize Kandıra’dandağılan kuvvetlerden Geyve’de iltihak ettiğiiçin bu köydeki geçen hayatımızı bilmiyor.Fakat burada Ahmed Rıfkı’nın kuvvetleriyaşamış olduğunu biliyor ve Ahmed Rıfkı’nınhayatı etrafında bütün bu havalide631toplanan rivayetleri632, o da öğrenmiş.— Tosun delikanlı, diyor, intikamını mutlakalacağız.Sonra İhsan’ın fazla asker tavrından birazrencide633 olan ruhu açılıyor.
— Bizim Kumandan da çok sert olmasa,yavuz adam. Biraz terslik, serkeşlik oldu muçekip vuruyor. İstanbul’un bu tüysüzdelikanlılarına şaşıyorum. Hepsi Köroğlu’nunyanında yetişmiş gibi...İhsan’ın eliyle çekip adam öldürdüğüneinanmak istemiyorum; fakat bu hikâyeninbunlar arasında intişârı634 itaat ve intizamnoktainazarından635 fena bir şey değil.— Bu akşam köyde kalmayalım, dedi. Neolur ne olmaz, şurada boş bir ağıl var, ateşyakarız, geceyi orada geçiririz.Ağıl küçük bir sırtın üstüne en iptidâî birtarzda yapılan dört duvar taslağından ibaret.Biz de beyliklerimizi636 bir köşesine yaydık,uzandık. Kuru devedikenleri, sarı otlar vetaşlar üstünde ay pırıl pırıl yanıyor. Hayvanlarbir nevi hülya ile başları torbada yem yiyorlar.Mehmet Çavuş bana on altı marttan sonra
İstanbul’dan kaçanların maceralarını, bilhassakendisinin en [sıkı] İngiliz tarassudu637 altındakaçırdığı silâhları anlatıyor. Bunda kendirolünü müthiş büyütüyor. Hiçbir taraftan ümitve kuvvet gelmediği bu kara günlerde bu basitinsanların ruhlarındaki derunî638 kudreti vekabiliyeti düşünüyor, onun iftiharla göğsükabarmasını mazur639 görüyordum.— Tam kırk araba silâh vardı. His Köyü’negetirdiler. Kodular gittiler. İngilizler İstanbul’ualınca köylüler korktu, hemen martini[mi]640aldım, başlarına gittim. “Bana bakın,” dedim,“sizin kitapta sayınız yoktur. Kafanıza kurşunusıkar, leşinizi gübreye gömerim. Kimseninhaberi olmaz. Hadi bakalım, arabaları bir yolagetirin!” Arabaları doldurdular, iki saatkaranlıkta sürdük. Sonra İngiliz süvarileriningeldiğini haber verdiler. O sefer hemen benarabaları yıkıverdim. Yeri açtık, gömdük.
Allahtan yaprak süprüntüsü vardı, yeri belliolmadı. Ertesi gün saklandım, üç gün köylüleregözükmedim. Sonra gene çıktım. Bu seferköylüler kendi kendilerine yüklettiler, köydenköye taşıdık. Ah, Ağam bilsen, İstanbul’dankaçan askerler nasıl yardım ediyor, biz deindirip bindiriyorduk. Ben onları hep nefersanırdım, meğer çoğu zâbitmiş. Hep silâhlarıbizimle arkalarından uğardılar641, durdular.Yeniköy’ün ne kadar Rum eşkıyasıyla çatıştık.Keratalardan şimdi bir tane kalmadı. Ağam,birçok çile çektik ama bu iş biterse bizlere tilkigibi tuzak kurar, derimizi yüzersiniz, değil mi?Ayın altında güzel ve korkunç yüzünüseyrediyordum. Anadolu’da ender görünençevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşeağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak vetepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyahperçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri
kor gibi siyah, burnu mutaazzım642, birazuzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun,gazab, istihza ve hassasiyetle dolu birhususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içindedünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah,genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor,boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta ikiboynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvaravermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanındaçocuğu gibi yatan martini[sini] derunî birdüşünce ile okşuyor. Düşünüyorum kiKöroğlu, Çamlıbel’den bu akşam kalksa gelsekafası böyle olur, gözleri böyle parlar.Toprağını, taşını müdafaa için dağdankopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çokseviyor. Bütün türküsü, bütün masallarıonların etrafındadır.Garbın kafamıza indirdiği küsküden643bizim sersem ve mebhut kaldığımız644 an,
bunlar, sayha645 ile bizi uyandırdılar. Şarkdünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilkyeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı.Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen birordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilkateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilkmüdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan raprap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusugeliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mıolacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?Yanımda birdenbire susan MehmetÇavuş’un kor gözleri, uzun bıyıkları beyazışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi.Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları vegünahları var.— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasılkaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârıgeçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:— Gırk araba gadana vadı...
Bu uzun ve sıkıntılı ceb-hâne avındanhatırımda bir gece sahnesi daha kaldı. Yollardahep Yüzbaşı Saffet Bey’i bulmaya çalışıyorduk.Sakarya’yı geçerken Mehmet Çavuş’u birmuhacirin ot yüklü arabasının otları altınasakladık. Her yerde Rumeli köylülerigördükleri faciaya aşina bir gözle millîkuvvetlere taraftar oldular. Onlar da cennetgibi yeşil tarlaları, bülbüllere yurt olan gülbahçelerini, beyaz sıvalı temiz ve mesut evleri,düşmana bırakmış kaçmışlardı. O beyazyurtların içinde öldürülen duvaklı gelinlerekadar, sevgililerin kızıl hâtıraları vardı. OnlarıAnadolu’ya doğru iten kanlı kasırganınGarp’tan gelen eski siyah bulutlardan, kesif646 dumanlardan doğduğunu biliyorlardı.Zavallı toprağında henüz düşman görmemişolan Anadolu bu felâkete aksülâmel647yapmadan biraz durdu, fakat nihayet o da
uyandı ve nasıl uyandı...Rumeli’nin kanlı boğuşmasına şahit olanMehmet Çavuş, kendini köylülere bu hakikatianlatmaya nazil olmuş648 eli sopalı ve silâhlıbir nevi resul addediyordu649.En son Sakarya’nın ötesinde bir Kandıraköyünde kaldık. Köyün âyanından650 MürselAğa’nın evinde misafir olmuştuk. En iyi odasınıbizi açmıştı ve iki oğlu ile bize hizmetediyordu. O etraftaki ihtilâl gürültülerini, harbdedikodusunu hiç mütalaa etmeden651, fakatmetin ve muzlim bir çehre ile dinliyordu.Anadolu’nun hülyaya çabuk kapılmayanmütevâzın652 ruhuyla etrafındaki kargaşalığıngaliba biraz vuzuh kesbetmesini653bekliyordu. Kır sakallı, başı kocaman abanî654sarıklı, içinden gelen, fakat pek ender görünenaydınlık bir tebessümle insana öyle bir bakışı
vardı ki, içimden:— Bu ihtiyar çok akıllı, bizimbilmediklerimizi biliyor, bize bir nevi çocukbozuntusu gibi bakıyor, diyordum.İki oğlu uzun, geniş ablak655 yüzlü, arslanbaşlı Anadolu delikanlılarıydı. Bunlarınpotur656 yerine ayaklarında yamalı, fakattemiz pantolonları, kollarını sıvadıkları zamanmintanlarının öyle bir intizamı, üzeri yemenisizfeslerinin öyle askerî bir vaziyeti vardı ki,mutlak bunların İstanbul’da askerlik ettiklerinifarz ettiriyordu. İhtiyara askerlik edipetmediklerini sorduğum zaman aydınlıktebessümü ile gülümsedi ve bir fotoğraf getirdi.Bu, maiyet efradı657 üniformasıyla dev gibigenç ve sağlam bir neferin resmi idi. Birdenbirebu güzel neferin büyük ve namuslu gözlerindeihtiyarın oğullarından birini tanıdım. Ah, nasılİstanbul içimden uçtu, geçti. Ortaköy’ün
şahane beyaz yollarında kocaman beyazkalpağı, kırmızı pantolonu, mavi ceketiylearkasında bir çanta, at üstünde uçup gidenhayalleri düşündüm. Sonra Mehmet Çavuşaçık Anadolu hitabetine koyduğu biraz biberli,biraz ateşli Rumeli mizâcı ile bunlara ihtilâldenbahsederken, bilhassa Pâdişâh’ın Türk milletinialdatmış olduğunu söylerken gözlerine dikkatlebaktım. Efendisi için ne düşünüyordu?Anladım ki, onun gözlerinin ka’rinde enmukaddes yerinden vurulmuş, en aziz itikadınıkaybetmiş bir ruhun sessiz, isyansız ıstırabıvar.Bunlardan çok erken ayrılıp gittikten sonrabu çocuklardan birini yolun yanındaki yamaçtagördük. Bize mendil salladı. Bizi tevkif etti658ve yanımıza geldi, geçeceğimiz muhtelit659 birÇerkes köyü hakkında bize ma’lûmat verdi.İstanbul’dan birtakım şübheli adamların oraya
geldiğini, kendimizi bunlardan sakınmamızıtavsiye etti. Nihayet en tabiî sesiyle:— Saffet Bey, Kaymaz’da saklıdır, dedi.İkizce’yi sağ geçerseniz, onu orada bulursunuz.Haydi uğurlar olsun Ağam!Bizi hayret ve merak içinde bıraktı, gitti. Buda mutlak Kuvâ-yi Milliyye’dendi660. Çünkübiz dün gece ihtiyarın ihtiyatlı661 yüzündenendişe ederek hiç Saffet Bey’denbahsetmemiştik.İkizce’ye giden ormanlık, çalılık sırtı gecegeçtik. Hava bulutlanmış, ayın ışığı kısılmıştı.Bize her biri bir bacak, bir kol gibi gelen sıkdikenli gür çalıların arasından hayvanlarımızzorla geçiyor, yüzümüz, ellerimiz tırmık vebere içinde kalıyordu. Biz ilerledikçe ayın ışığıkısılmakta devam ediyor, nihayet tepeyegeldiğimiz zaman sönmek üzere bulunuyordu.Çalılardan kurtulunca karanlık uçlarıyla
birbirine giren bu ağaçlığa yukarıdan durduk,baktık. Aşağıya doğru, yerden birbirinesarılarak siyah parmaklar fışkırmış gibi birçalılık ovanın zulmetine662 uzanıyor ve ovayıancak ortasında ağaran ve uzanan beyaz su ilegeçiyorduk. Bu uzun, beyaz suyun kenarlarınınbir noktasında muazzam bir alev, siyahlığınınumkuna663 dalıyor ve etrafındaki karanlığıkızıllık içinde eritiyordu. Orada ateşyakıyorlardı. Hâl-bu-ki biz oradan geçerkenkimseyi görmemiştik. İçimizde garip eza664 veşübhe ile sırtın sağında beyaz minaresinin ucuile gölgelerini gösteren köye doğru ihtiyatlailerledik. Yanından sessizce gelip geçecektik.Fakat yaklaşırken ayın üstünden geçenbulutlardan biri inceldi. Esmer bir bulutperdesi altından ay ışığını kandil ziyâsı gibiköyün üstüne serpti. Ne cazip ve hulyalı birköydü. Evleri birbirinden uzak, beyaz, hepsi
teraslı ve dört köşeli yuvalardı. Solda kırmızıtopraklı geniş bir yolda Çerkes kostümüyleince belli, geniş omuzlu, bülend bir mahlûketrafı kollayarak yavaş yavaş ilerliyordu. Veyolun ağzında dört köşesi de balkonlu birevden, bu esmer kısık ışıklar arasından birefsane gibi görünen beyazlı bir kız balkonunyeşil parmaklıklarına dayanmış sükût içindeuzaklara bakıyordu. O şiir ve güzellikdakikasında kendi kendime yaptığım felsefeyiburada tekrar ediyorum:“Niçin beş on Çerkes, Pâdişâh’la berabermillet yolundan başka bir yolda gidiyor, diyekızıyorduk. Onlardan Türk toprakları üzerindevaat edilen hükûmetin bir efsane olduğunubilenler bizimle beraber değil midirler? Bizimleel ele ihtilâlin en fedakâr uzuvlarından665bazıları onlar değil miydi? Öbür taraftavuruşanlar arasında [bir] kaç tane nankör Türkevlâdımız yok muydu? Bu güzellik, bu şiirle
kanımızda akan kardeşlerimiz ne kadar zamanvefa ile kahramanlık ile omuz omuzakendilerinin olan bu memlekette ölmüşlerdi.Kaç nâm-dâr666 paşa, kaç isimsiz fedakâr,yüzlerce seneden beri bizimle ve bizden değilmiydi?”Bulutların açıp kıstığı muzlim667 bir deliışığın altında yeşil balkondaki beyaz efsanekadın, kırmızı topraklı yolda giden zarif veerkek hayal, kalbimi iyilik ve muhabbetledoldurdu. Her millet hakkını aldığı vakitŞimalî668 Kafkas’ın kartal tepeleri üstünde bugüzel kardeşlerimiz vatanlarını kurarkenistedim ki benim de onlar için akıtacak kanım,dövüşecek bir tek sağlam kolum olsun.Atımı köye doğru sürdüm ve köyün kırmızıtopraklı yolundan, masal evlerine benzeyenevleri arasından geçmeye karar verdim.Mehmet Çavuş burnundan soluyor ve nefes
alır gibi bana:— Ne yapıyorsun Ağam, çıldırdın mı,diyordu.Hayvanların nal seslerinden başka sesçıkmayan köye dalmış, ilerliyorduk. Köyügeçinceye kadar köpek havlamasından başkabir eseri hayat669 duymadık. Fakat ennihayette büyücek bir meydanda duran camiigeçerken bazı evlerin kapılarının açıldığınıduyar gibi olduk. Ay örtüldü ve biz atlarımızıkaranlığa sürdük. Köyün öbür tarafında hayliarızalı bir araziden geçtiğimizi hissediyor, fakatetrafı göremiyorduk; bulutlar alçalmış, elimize,yüzümüze arada bir ılık damlalar düşüyordu.Ben ne görüyor ne de bir şey işitiyordum. FakatMehmet Çavuş birdenbire hayvandan atladı veben de sebebini anlamadan onu taklide mecburoldum. Bu kalın, siyah hava tabakası içindeölüm sükûnu varken o, ne duymuştu?
Hayvanları bıraktık. Küçük bir höyük670yavrusuna benzeyen bir toprak kümbeti671arkasına yattık. Gözlerimi olanca kuvvetiyleküçültüyor, yukarıya doğru çıkan karanlıksırtında bir şey sezmeye çalışıyordum.Önümüzdeki kesif karanlık bir aralık kımıldadıgibi oldu.— Kim var orada?Kavi ve tanınan bir ses haykırdı. Bu hareketeden karanlıkta bana bir ordu var gibi geldi.Mehmet Çavuş’un kalbimin atmasınıduymasından korkuyordum. Ben de hayliboğuk bulduğum bir sesle ve nümayişkâr672bir cesaretle bağırdım:— Siz kimsiniz? İlerlemeyiniz. Ateş ederiz.Müteharrik673 karanlıkla büyük bir zulmetparçası süratle ilerledi.— Siz kimsiniz, çabuk cevap verin, ateşediyorum. Benim telâşla yakaladığım tüfeği
Mehmet Çavuş tuttu, çekti. Ona emniyet geldi,zannediyorum:— Biz iki yolcu!— Kalkın, buraya gelin!Kalktık, ilerledik. Bu müteharrik karaltılararasından en öndeki ve en büyük parça yanınayaklaştıkça kalpağıyla uzun bir insan oluyordu.— Nereden geliyorsunuz, arkadaşlar?— Geyve’den geliyoruz.— Kuvâ-yi Milliyye’den mi?Mehmet Çavuş atıldı:— Evet Paşam!— Vay, Mehmet Çavuş!— Beyim!Uzun gölge karanlıkta hemen elimi buldusıktı:— Sizi düşman zannettik. Affediniz.Kiminle müşerref oluyorum?674— Peyami!
— Yüzbaşı Saffet.Bana asabi bir gülme geldi:— Bizi hayli korkuttunuz Saffet Bey, siziaramaya gelen iki adamı, az dahakatledecektiniz675.— Zatıâliniz İstanbullu olacaksınız.Hemen İhsan tarafından geldiğimizi vesebebini anlattım:— Mehmet Çavuş’tan, silâh işi olduğunuanladım, ben de bir haftadır bu iş içindolaşıyorum. Vasıta temini için uğraşıyorum.Yürüyelim, İkizce’de misafir oluruz, hem dekonuşuruz.Mehmet Çavuş atıldı:— Bu köy tehlikeli diyorlar.— Bizim adamlarımız da var; hememniyetli.Bu küçük Çerkes köyünde bizimle beraberçarpışanlar olmasına çocuk gibi sevindim.
Köyün sırtında temiz bir eve girdik. Siyahsakallı, çetin yüzlü Çerkes üniformalı ev sahibibizi karşıladı.Saffet Bey’i odanın ışığında gördüm. Uzunsiyah kalpağı, kahverengi av kostümü, aynırenkte gömleğinin üstündeki kırmızı boyunbağıyla hiç de dağ başında ihtilâl çetesi idareeden bir adama benzemiyordu. Biraz müstehzisarı gözleri, mütemadiyen gülen beyaz dişlerivardı. Tabakasını uzattığı zaman tırnaklarınınitina ile parlatılmış olduğuna dikkat ettim. Buhavalide Rum çetelerine dehşet veren ve hiçboşa kurşun atmayan müthiş şöhretli gençzâbit, ihtilâl oyunu oynamaya çıkmış birprense benziyordu.— Yarın akşam silâhlarla hareket edersiniz;yalnız gece yürürsünüz. Gündüz ihtiyatensilâhları saklarsınız.— Kaç araba?— Otuz araba kadar var.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 495
Pages: