gözlü çevik ve mert bir genç mülazım840 var.Ona sokuldum. Kimse çok konuşmuyor, aradabir, çok uzaktan bir nal sesi kulağımıza çarpıpgeçiyor, soğuk bir rüzgâr yerden tozlarıkaldırıyor. Önümüzdeki karanlık bir ağaçlık vesırt gibi bir kümbet841 var. Onun seyyarhastahane olduğunu söyledikleri zamanyüreğim ağzıma geldi. ......’inci Kolordu’nun netarafta olduğunu sordum. Verdikleri cevaptanbu kümbet hastahanesinin Ayşe’den çok uzakolduğunu anladım. Biraz sonra boşluktanboşluğa akar gibi beyaz ve berrak köpüren birdeğirmen harkına842 yaklaştık. Hayvanlarhayli delirdi. Fakat biz onu da aştık geçtik.İrademde843 orduya dahil olduğum şu ikisaatten beri bir felç var. Artık ismi ve hüviyetiolan bir adam değilim, bu hâkî insan denizininsadece bir damlasıyım.Nihayet birkaç sırt vadi dolaştıktan sonra
yumuşak inhinalarla844 yükselen yamaçlarortasında bir köycüğe geldik. Bunun sadece birçiftlik olduğunu, beş altı evden ibaretbulunduğunu söylediler. Yamaçtan inerkençadırlar ve nöbetçiler soğuk, beyaz ışıktankırmızılı, siyahlı, sabit eşkâl845 gibikabarıyordu. Köyde ilk duyduğumuz sesaskerî, muttarit846, tek ayak sesleri ve bizesaldıran köpeklerin havlaması.Ortası balkonlu basit, iki katlı bir köyevinden geçtik, önündeki iki nöbetçi karargâhflamasının kızıl ziyâsı altında bana Yeniçerimüzesinin iki modeli gibi sabit ve vakurgöründüler.Bizim şube biraz daha yüksekte, dört köşetahta bir bina. Yatacak yerim Zihni Efendi ilemüşterek bir küçük çadır. Şube baş âmiriKumandan Paşa’nın yanında meşgulmüş, bizimçadırın kapısında durdum, bu esrar847 köyüne
baktım. Karşımdaki biraz yüksek köy binasındaBaşkumandan varmış. Penceresindenmavimtırak bir ışık parlıyor, ortadan dikkalpaklı gölgeler gelip geçiyor. Başkumandanbinasının arkasında bir nevi848 dekor gibiyükselen sarı yamaçta oyuncak gibi muntazamküçük çadırlar dizilmiş, ortalarında ay ışığındauzun bir iğne gibi telsiz yükseliyor.İşte Sakarya’yı idare eden ilk tarihî nokta.Biliyorum ki bu Türk’ün hayatında bir dönümyeridir. Sakarya’dan sonra hayatımız başka birsafhaya849 girecek. Onun için bu muazzamsahneyi idare eden küçük mütevazı köyüyalnız kafamda değil, kalbimde ezberledim.İlk görüşte kalbe çizgileri kazılan bir simagibi bu mütevazı köy beni altüst etti. İlkheyecan. İkincisi küçük çadırlardan telefonlaalınıp verilen raporlar ve emirlerdir.Bunlar Asurîlerin kralı Baltazar’ın850
sarayında, karanlıkta ateş harflerle meçhul birparmağın yazdığı hükmün kelimeleri gibihafızamı hâlâ yakıyor.— İnler, Katrancı, Çambaklı!Bence “Ayşe” kelimesinden sonra insanlarıntelâffuz ettiği en kuvvetli iki kelime bunlardır.Bu Sakarya’da henüz büyük ateş başlamadanevveldi. İki ordu, iki pehlivan gibi karşı karşıyavaziyet alıyordu. Kafamda namütenahi kesikcümleler var, bu vaziyeti bana tersim eder851durur:— Cenûbdan gelen piyade ve topçukıtaatı852 ile bir alay!… Bayırına takrib eden853 bölük; …yolunda bir kilometre ve tulünde854 ağırlıklarıile ilerleyen kuvvet; …istikametinde yarımkilometre tulünde, bir yürüyüş kolu!Sonra tiz, kavî, ma’denî bir ses:— İnler, Katrancı, İnler, Katrancı!
Çadırların içi kızıl bir şule855 ile yanıyor.Bana bu esrarlı sesler, bu ateşlerin lisanı gibigeliyor ve bu çadırların gölgesi yamru yumruyollara uzanıyor ve yarım ışıkta acele ile emirçavuşları, yaverler gelip geçiyor ve hepsininüstünde tehditkâr bir telsiz motoruhomurdanıyor.Çok şükür, gündüzleri Rizospastis856 veKatimerini’nin857 makaleleri üstündeçalıştıktan sonra geceleri bizim baş âmir beni deyıldırım kuvvetiyle başımızı döndürerek, dönenharb makinesi içinde çalıştırıyor, ben bazanBaşkumandanlık’a, bazan yukarıda yanançadırlara gidip geliyorum, harekâtta emriyevmileri858 yazıyorum. Telefonlakonuşuyorum, resmen nöbetçi olduğumgeceler var. Başkumandanlık’ın ve CepheKarargâhı’nın ışıkları sabaha kadar sönmüyor,sabaha kadar hayat ve faaliyet var. Erkânıharp
Reisi’nin859 nazik, biraz ince sesini sabahakadar kumandanlarla telefonda konuşurkenduyuyorum, resmî cümleleri altında dost birperdesi var, Başkumandan’ın hiç uyumadığınısöylüyorlar. Dairesinde daima aynı parlak ışık,aynı gölgelerde hareket.Harekâtta uzun bir masa etrafında hiçkalkmayan bir genç yüzbaşı ve binbaşı dizisivar ki, onların hiç gölgelenmeyen imanlı gençyüzlerini çok seviyorum. Hepsi kılıcını İzmiryolunda kınına koymamaya yemin etmişebenziyorlar.İlk hafta karşı karşıya çekilen, uzanan,tahaşşüt eden860, orada burada teksifedilen861 bir insan satrancı oynanıyor.İkinci hafta top sesleriyle beraber büyükateş başlıyor, şimdi gece sesleri daha tiz vedaha daimi. Arada karargâhın önünde birkaçsüvari duruyor ve gece yarısından sonra
köyden çıkıyor. İnler, Katrancı, Çambaklı’nınyanına Üzümbeyli, Haymana, Toydemirkelimeleri sıra ile dizildiler. O kadar çok bayır,dağ, tepe ismi var ki, kafamda bunları tekrarederken bana bir coğrafya lügati arasınayazılmış bir facia seyrediyorum gibi geliyor.Çadırıma komşu olan bir çadır var;şoförlerle meskûn862. Bu küçük, çamur evler,namütenahi çadırlar arasında onların çadırı enşahsiyeti olan yerdir.Şoförler uyumadıkları ve kumandantaşımadıkları zamanlar Xavier deMontépin’in863 romanını okuyorlar. Herzaman bir ses ilân ediyor:— Gelin be! Roman başlıyor!Sonra:“Mâsum kız, çeşmânı kebudunu melekânebir edâ ile Arman’a refederek dilhiraş bir sadaile kelâma ağaz etti,” 864diye devam ediyor.
Bazan şarkı söylüyorlar. Bazan taklityapıyorlar. Bu keyifli günleri, hepsi tehlikekarşısında Anadolulu kardeşleri gibi sabit velâkayd, fakat İstanbul’un şuh, müstehzî sesiylehayata gülüyorlar. Nasıl her sabah onlarınsesindeki neşeyi veyahut düşük perdeyidinlerdim. Neferim Salim de aynı benim gibionları dinliyor. Onun ruhu benden fazlahavadan iyi ve kötü haberleri seziyor.— İşler iyi gidiyor efendim, millet türküsöylüyor, hele bir bak.İşler kötü olursa hiç konuşmuyor. Gözleriufukta, dalgın ve uzak, susuyor.Akşamları karşıki yamaca gidip küçük köyebakıyorum. Karargâhın önünde sinemamuzikalarını hatırlatan havalar çalıyor. Soltarafımızda kızaran bulutlarda derin derin topsesleri gürlüyor, esmer ışıkta İsmet Paşa’nınsakin uzaklara bakan başını görüyorum, bazanBaşkumandan da orada. Fakat onun başı keskin
ve kat’î hareketlerle kımıldanıyor, elleriylebazan ufuktaki dağları gösteriyor, mutlakharbden bahsediyorlar. İki kumandanı dayakından görmedim ve seslerini işitmedim. Benkimim ki? Zâbit vekili Peyami.Muzika nöbet çalarken bütün Sakarya banamuazzam bir sinema şeridi gibi geliyor. Muzikaçalıyor, film takılıyor, dönüyor, Sakaryakaranlık içinde kıpkırmızı akıyor.Artık ikinci haftanın sonundayız. İki orduda soluyor, gözleri ateş gibi yanıyor ve dizlerinekadar kan içinde yürüyorlar. Hangi tarafın başıdaha sağlam? Hangi taraf bu kan içinde başıdönmeden, gözleri kararmadan yumruğunuhasmının865 kafasına nişan alarak indirecek?Bunu sorduğum anla cevap aldığım anbirbirinden o kadar uzak değil.Eylülün dokuzuncu sabahı, kuyuya dalargibi uykuya dalmışım. Zihni Efendi beni zorlauyandırıyor:
— Kalk Peyami Efendi, gidiyoruz.— Nereye?— İleriye, bütün karargâh ileriye gidiyor.Nasıl yayı çekilmiş gibi sıçradım. Karşıdaşoförler bülend avaz866 ile şarkı söylüyorlar:Atımı bağladım aman meşeye, meşeyeBenden selâm söyle kara gözlü Ayşe’ye,Ayşe’ye!— Yeşil olsa ne olur Zihni Efendi?— Ne diyorsun Peyami Efendi?Tıpkı mektep günlerindeki gibi güldüm.Başımı çadırdan çıkardım, bağırdım:— Salim, iki kahve!— İletiyom efendim.Küçük köyün üstünde muhteşem bir güneşve bir gök var. Yukarıdan yük arabaları koşupgeçiyor. Çadırların kapısında arkadaşlar başlarıaçık, ceketsiz, neferlerin döktüğü teneke
ibrikten yüzlerini yıkıyorlar. Hepsi yükseksesle şakalaşıyor. Neferlerin ağızlarıkulaklarında. Çadırların üstüne tayyaredentahaffuz867 için konulup da sararan dallarbana yeşermiş gibi geliyor, hem giyiniyor, hemıslık çalıyor, hem de konuşuyorum. ZihniEfendi beni ilk defa böyle lâkırdıcı ve şengörüyor.— Bilir misin, burada en çok neye hevesettim Zihni Efendi?— Neye kardeşim?— Başkumandan’ın bir defa yanına kâğıtgötürmeye.— Hiç gitmedin mi?— Gittim, ama kâğıdı hep yâverine verdim.— Ben kaç defa yanına girdim.— Allah aşkına bir anlat.— Önünde küçük bir masa durur. Üstündeharita yayılıdır. Başı daima onun üstündedir,elinde bir altın kalem, hep ölçer, çizer ve başını
geriye çeker, gözlerini kısar bakar.— Sana ne dedi?— İlk götürdüğüm gün, beni ilk gördüğüiçin mi bilmem, yüzüme sert sert baktı. “Nehaber, iyi mi, fena mı?” dedi. Şaşırdım:“......’inci grubun raporu,” dedim. “Anlatma, iyimi, fena mı söyle,” dedi. “İyi efendim,” dedim.“Getiriniz!” dedi. Kaşları çatık okudu, haylisert, “İyi değil, anlamamışsınız,” dedi. İkincigittiğim zaman yüzümü tanıdı, yine: “İyi mi,fena mı?” “Pek iyi değil Efendim,” dedim.“Veriniz,” dedi. Dikkatle okudu, bu defa hakikîbir tekdir868 sesiyle, “Bu iyidir Efendi,” dedi.“Okuduğunuzu anlamıyorsunuz.” Sonramüthiş bir vuzuhla869, birkaç cümle içindeneden iyi olduğunu anlattı. O akşam başka birkâğıt daha götürdüm. Girdiğim zamantitriyordum.— Yine sordu mu?
— Aynı şeyi, “Evvelâ fena gibi, sonraiyileşiyor,” dedim, aldı okudu, sonra yanındagözleri harita üzerinde çalışan İsmet Paşa ilekonuştu, konuştu.Gözü bir aralık bana ilişince kaşları çatıldıve getirdiğim kâğıdı imzaladı. Muhakkak beniçok tekdir edecek sandım, fakat birdenbire tagözlerimin içine doğru tatlı bir tebessüm etti,“Al, çocuğum,” dedi, ben galiba en iyi haberi enson götürmüş olacağım. Onun alelâderaporlardan bizim hatırımıza gelmeyen birşeyler çıkarışı var ki...— İsmet Paşa’nın yanına da gidiyor musun?— Çok...— Ben onun yanına da girmedim.— Artık her mütercim, her fotoğrafçıkumandanlara çıkmaz ya...— Merak etme, ben onların resminialacağım ve belki...— Ne belkisi?
— Bir tanesinin altına imzalarını koyacaklar.Bana, Hâriciyye’nin köhne kâtibine bütünbu şeyler bir çocuk, bir genç mülâzım gibiheyecan veriyordu.Yine beyâbân ve çoraklık gibi görünenköyün yolundan dokuz eylül sabahı YahyaKemal’in “Türk atlıları”870 gibi şen geçtik.Güneş ovanın kırmızı, yeşil renkliyamaçlarında altın ışıklarıyla oynadı ve biz ikiyüz genç atların nallarını şakırdatarakSakarya’ya doğru ilerledik.Gece ikinci karargâhımız olan vagonlarayerleştiğimiz zaman Zihni Efendi ile yalnızkalmak için yanıyordum. Nihayet on beşgencin seyyar karyolasının dizildiği bir kırklıktahorlamak konseri başladığı zaman yavaşçaZihni Efendi’ye sordum:— Uyudun mu?— Ne var?
— Acaba... Kolordu seyyar hastahanesiburaya yakın mı?— Ne yapacaksın?— Yaralanmaya niyetim var.— O hâlde hemen yaralan, buraya ondakikalık bir yer.Uzun bir sükûttan sonra:— Zihni Efendi.— Ne var, hâlâ uyumadın mı?— ......’inci Kolordu’ya geçmek istiyorum,acaba ne yapmalı?— Seni kolordu istiyor mu bakalım? Yinebir sükût... Sonra o:— Peyami Efendi!— Ha!— Bugün ......’inci Kolordu’dan baş âmiregelen bir tezkere gördüm.— Nee...— Cepheden, Rumca bilen bir zâbitistiyorlar.
— Aman Zihni Efendi, senin baş âmirinlearan iyi, söylemez misin?— Âmir benim sözümden çıkmaz ama durbakalım. Yarın sana söylerim.826. 8 Aralık.827. Çok isteme, can atma.828. Hatırladım.829. Sıkıntının, üzüntünün.830. Tek, kendi başına olan.831. Sözü geçen, etkili olan.832. Onayladım.833. Çevirmeni.834. Ne yapıp yapıp, muhakkak.835. Mesleği askerlik olan subay.836. Ulaştık, vardık.837. Geometrik.
838. Çöl.839. Söyleyişli.840. Teğmen.841. Kubbe biçiminde toparlak kabartı.842. Ark, içinden su akıtmak için toprağı kazarakyapılan açık oluk.843. İsteğimde.844. Eğrilmelerle, bükülmelerle.845. Şekiller, biçimler.846. Düzenli, tekdüze.847. Gizler, sırlar.848. Çeşit, cins, tür.849. Evreye.850. Kutsal Kitap’ta, belşatsar, Eski Ahit’teDanyal’in kitabına göre (bap 5,) son Babil kralı.851. Resmini çizer.852. Askerî birlikleri.853. Yaklaşan.854. Uzunluğunda.
855. Alev, alaz.856. Yunanistan Komünist Partisi’nin resmî yayınorganı olan ve günümüzde de yayımını sürdürengazete.857. Geniş bir okuyucu kitlesine sahip günlükYunan gazetesi.858. Günlük emirleri.859. Kurmay Başkanı’nın.860. Yığılan, biriken.861. Yoğunlaştırılan.862. İnsan oturan, şenelmiş yer. Burada: Şoförlerledolu.863. Fransız yazarı Xavier de Montepin.864. “Günahsız kız, gök mavisi gözlerini melekvaribir tavırla Arman’a kaldırarak yürek parçalayan birsesle söze başladı...”865. Düşmanının.866. Yüksek ses.867. Korunma.
868. Azarlama, paylama.869. Açıklıkla.870. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncı” adlışiirinden:“Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan /Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.”
11Ateşten Gömlek10 Kânûn-ı Evvel871Beni kolordu emrine veren kâğıtla dörtnalagidiyordum. Akşam karanlığı basıyordu. Yinevadide çadırlar kocaman birer ateşböceği gibisarı tarlalarda yanıyorlar. Ötede beride titreyenbüyük alevler önünde insan karaltıları havadaçarpan birer kanat gibi... Ağırlıkları nim872kızıllık içinde garip ve gayri tabiî şekillerde...Seyyar hastahane en aydınlık ve en kocaman,ötekilerden ayrılıyor. Bakmadan seyyarın içindeAyşe’nin sâkin adımlarla dolaştığını, büyükrahîm873 ellerinin şifa ve teselli dağıttığınıbiliyorum. Köyün methalinde874 nöbetçiyeErkânıharp Reisi’nin yerini sordum. “Doğru
git, sağa sap,” dedi. Köyün üstündeki dağkocaman kara bir yığıntı hâlinde miniminibeyaz evlerin üstüne abanmış görünüyor.Sağda köy evleri ile muhât875 müstakil876bir meydana girdim. Burası bir Tatar köyü idi.Önlerindeki uzun teraslara kapalıpencerelerden tek tük ışıklar vuruyordu. Başörtüsünü arkasına atmış bir Tatar kadın, birelinde süt kovası, bir elinde küçük bir mahlûk,bir ahırdan çıkıyordu. Ötede beride gübreyığınları yanında inek başları teressümediyor877, ta nihayette aydınlıkça bir evinönünde bir posta ayakta duruyor. Seslendim:— Posta, Erkânıharp Reisi nerede?— Şu yandan efendim.İhsan’ı küçük köy odasında bir tahtamasaya eğilmiş buldum. Arkasında paltosuçalışıyordu. Yüzü fevkalâde gergin ve sarı idi.Başını kaldırıp bakmadan dalgın yazısıyla
meşgul oldu.— Kolordu emrine gönderilen GarpCephesi istihbaratı mülhaklarından878Peyami.Zembereğine dokunulmuş ok gibi sıçradı.Kendine benzemeyen bir tehalükle879 ellerimesarıldı:— Sen misin Peyami? Nasılsın? Ben deevrakı yarın sabah halefime880 teslimedebilmek için çalışıyordum.— Sen buradan gidiyor musun, İhsan? Hâl-bu-ki ben kolorduya biraz da senin için gelmekistedim.— …’inci Alay’ın kumandanı şehit oldu.Kumandan Bey’den, Alay’ın kumandasınıalmak için rica ettim. Ateşe yakındandokunmak istiyorum. Görüyorsun ya, havalarne kadar soğuk. Odada bile palto ileoturuyorum.
Gülmeye çalıştı, fakat yüzündeburuşukluklar hâsıl olmasından başka bir işeyaramadı, gözleri soluk ve derindi.Yanına gittim, bilmem niçin, omzunuokşadım:— Beni de beraber alamaz mısın, ben de çoküşüyorum, ben de ateşe yaklaşmak istiyorum.— İnsan ateşten bazan kolunu bacağını,bazan da canını yakar, Peyami...— Bunu ben zaten biliyorum, İhsan.Cevap vermedi. “Posta!” diye haykırdı.Sonra celb ettiği881 genç zâbitlere bazı emirlerverdi. Kâğıtlarını sükûnla topladı. Eldivenlerini,kamçısını aldı:— Yemekten evvel seninle şu dağa doğrugidelim, Peyami.— Sen üşüyordun, İhsan.— Öyleydi ama artık üşümüyorum.Hissettim ki bu akşam bu dağ karaltıları
arasında İhsan’ın ruhunu çıplak göreceğim.Bana mutlak bir şeyler söyleyecek. Ben dekürkümün yakasını kaldırdım, beraber çıktık.Vadide ateşler, kızıl çadırlar görünecek kadaryükseldik, dağın arkasından beyaz bir ışıkayrıca havayı yavaş yavaş istilâ ediyordu.Durdu, ışıklara uzun uzun baktı:— Zaten yukarıya, tarassuda882 kadargitmek lâzım, yolda konuşuruz.Ben susuyor ve bekliyordum. O da arkasınıışıklara ve köye çevirince başladı. Başlarkeniçimde iki senedir taşıdığım hayli kesif883karanlık yırtılıyor ve bu yeni ışık içindeİhsan’ın yüzünü, Ayşe’nin yüzünügörüyordum. İhsan’ın yüzünü çok vâzıh884gördüm, esasen onun ruhunu sezmiştim; fakatdağda bu ruhun üzerine perde inmeden Ayşeelimden kaçtı, karanlığa, meçhule gitti.İhsan eski İstanbul günlerinden, Ayşe’den,
birbirine bağlamadan bahsetmeye başladı.Oradan oraya atlıyor ve asıl söyleyeceği şeylerehafif dokunarak kaçıyordu. Büyük bir operanınasıl facia, asıl hayat noktasına girmeden,hepsini sezdirmeden bir mukaddemenin885müphem886 nağmelerine, gezintilerinebenziyordu. Hiç tasavvur etmediğim887 birdakika birdenbire başladı:— Sözün kısası, senin gibi, herkes gibi bende Ayşe sıtmasına tutuldum, fakat ötekiler gibiben sadece sırtımı ateş kamçısının darbesineverip İzmir’e doğru yürümedim; herkesİzmir’e doğru giderken ben Ayşe’ye doğrugittim. Ta ilk günlerde rıhtımda onun yeşilgözlerini, kırmızı dudaklarını gördüğüm an bucihanın zehirleri kanıma, damarlarıma geçti.Ben kadını yakından görmüş bir insanım; fakatbu defa bu, kadın sıtmasından, aşktan başka birşeye, bir tauna888, bir felâkete benziyordu.
Onun ruhunda karıştırmadığı bir nokta, altüstetmediği bir köşe kalmadı. Her şey birdenbireyıkıldı. Her bağ çözüldü, her insan simasısoldu. Dünya simsiyah oldu; yalnız o, Ayşe,ateşten dudakları, zehirli gözleriyle yegâne şeyolarak karşıma dikildi durdu. Bütün arzumonun arkasından koştukça insandan uzaklaşanyüzüne yaklaşmak, gözlerinin, dudaklarınınarkasındaki o harikulâde şeyi (ölüm mü, hayatmı bilmiyorum) almak. Ayşe’nin gözleri,dudakları ne ifade ederse, onun ben enmuti889 esiri oldum. Bir serap gibidokunulmayan bu kadına temas etmek içinhayatta vermeyeceğim, yapmayacağım bir şey,kat etmeyeceğim bir mesafe yoktu.Bu zehir, bu sıtma beni nerelere sevk etti,ne ateş ne kan ne ölüm; bunu bir şey teskinetmedi. Onu tanıdığım günden beri bir gecerüyamda görmeden uyuduğum vaki
değildir890. Yaptığım, söylediğim her şeyinarkasında o vardı.Allah kalbimi olduğu gibi görüyor. Ben,demir gibi şeref ve haysiyete bağlı asker,utanmadan itiraf ederim ki, o bir gün bana“Muhârebeden891 kaç!” diyeydi, beş dakikasonra beynimi kendi elimle parçalamak şartıylao söyledi diye hatt-ı harbi892 terk ederdim.Bu humma, İstanbul’da her gün müthiş birsüratle artıyordu. Son ayrıldığımız günühatırlıyor musun? Bir an yalnız kalıp içimdekopan kıyameti ona söyleyebilmek için seniöldürmeyi bile kurmuştum.Anadolu’da onsuz kalınca bu içimdeki ateşbir cinnet hâlini aldı. Ordunun haricinde hiçbirkuvvete inanmayan ben, ihtilâlin icabatı893diye çeteler idare ettiğim zaman hep Ayşe’yidüşündüm. Memleketi baştan başa yiyenisyanları hâlâ titreyerek hatırladığım bir
şiddetle bastırırken, asi köyleri yakar, asiinsanları asarken Ayşe’nin gözlerindeki yeşilışıkların aydınlattığı İzmir yolunu açıyordum.Bütün bu dehşeti telkin eden894 aynı kadınınbana merhametin, rikkatin en incetecellilerini895 de telkin ettiğini hissettim.Bambaşka bir adam, Ayşe’nin yenidenyoğurduğu, şekil verdiği bir adam olmuştum.Ayşe ile sen Adapazarı’na ilk geldiğinizzaman hani yanınızda küçük yüzlü sarışın birmülâzım vardı: Ahmed Rıfkı. Tanıdın değil mi?Ona Bolşevik896 derlerdi. On kişilik bir nimmuntazam Laz kuvvetiyle bana merbuttu897.Ayşe’yi onunla hayvan üstünde gördüğümzaman ne ıztırâb, ne azap çektim. Ayşe’nin onasadece bir büyük kardeş şefkati vardı,biliyordum, bazan bu şefkat benim kalbime desirayet eder; o küçük mülâzımı, canımı verecekkadar severdim. Bazan uykum kaçar ve o
çocuğu pusuya getirip öldürmek için plânyapacak kadar kıskançlıktan muztaribolurdum. Çok zaman yüksek sesle kendikendime:— Ben deli oldum, ben çıldırdım, diyehaykırdığım vakidir.Sonra o zavallıyı Hendek yolunda Çerkesleröldürdüğü zaman Ayşe’nin yalnız başınadörtnal gittiği günü hatırlar mısın? Onu Ayşeyerden bir çocuk gibi kollarıyla kaldırdığızaman ve arkadaşlar onu sedyenin yanındaağlayarak getirirken iki hissin tesiri altındaidim. Kudurmuş gibi ölüyü parçalamak, yahutcanımı o genç vücudun içine akıtıp, “Ayşe,senin ağladığın bu çocuğa işte ben canımıverdim. O yaşasın, sen ağlama!” diyebilmekiçin yandım.Bu aralık dağın tepesine doğruyaklaşıyorduk. Uzaklarda patlayan bir
şarapnel898, berrak, esmer havanın üstündekimavi gökte aşağıya sarkan yıldız kandilleri gibidüşüyordu. Anadolu’nun bülend, sarı dağlarıay ışığından titrek bir rüya renginebürünmüşlerdi. Dağın önündeki düz ovadabeyaz bir dumanın mavimtırak havasındayarınki tertibat899 için ileriye yaklaşan hâkîkütleler hareket ediyordu. Önümüzdekitarassut dürbününün derin siperinde iki hâkîgölge ayakta duruyordu.İhsan lâkırdısını kesti, ilerledi. Sipere atladı.O dürbünle karşıki sıra dağlarda düşmanharekâtını tarassut ederken ben oturdum.İçimde senelerden beri tırmandığım müthiş vegüzel bir dağın zirvesine gelmiş gibi bir hisvardı. İçimdeki ıztırâb mı, sevinç mi,bilmiyorum. Her ne ise o bir şahika900 idi.Oradan artık bir daha yukarı çıkamazdım.Siperdeki şu ince, zarif gölge gelinceye kadar
bekleyecek, onunla beraber şahikanın sondakikalarını yaşayacaktım. Ne kadar kaldıbilmiyorum. Telefonu aldı, bu muhtelif, ıssız,uzak dağların bize ait zirvelerindekiarkadaşlarla konuştu. Askerlerle selâmlaştı,döndü ve bıraktığı yerden başladı. Onun içinhayat Ayşe’ye taallûk eden901 ıztırâb ve aşkınhikâyesiydi. Bütün zâhirî902 vazifelerirüyaî903 ve şuursuz hareketlerdi. Fakat bumanzara ve bu gece bir an onda eskibenliğinden bir şerare904 tutuşturmuştu.— Ayşe’den müstakil olan yegâne hissimkalbimde ancak, Anadolu gayri muntazamharekâtı kırıp muntazam ordu yaptığı zamanuyandı. Bu, İzmir’den, Ayşe’den başka birşeydi. Benliğimi İnönü’nde biraz bulur gibioldum. Harp devam ettikçe Ayşe’nin zulmükalbimde tahaffüf etti905. O zaman Ayşe
Eskişehir’de idi, fakat harbden sonra Geyveetrafındaki vazifeme dönünce yeniden dahamütehakkim906 daha çılgın hastalıknüksetti907. Kısa bir müddet için birsefahat908 adamı oldum; zannettim ki işle,tehlike ile ölmeyen bu ateş zulmünden kuvvetliiçkiler ve sunî909 aşklarla kurtulurum.Çadırımda ne kadar içtim. Ne kadar yeşilgözlü, ateşli kavî kızlar tanıdım. Ne kadar birincizapla910 ateş etrafındaki pervaneler gibi butoprak ve cennet kokan kadınlar adalî911kollarını boynuma doladılar. Fakat hepsindensonra yine Ayşe hummasını daha kudretle,daha şiddetle nüksetmiş buldum. O butopraktan, güneşten, tabiatten gelen şeylerlemüşterekti912. Fakat bunların hepsindenbaşka, ismi konulmamış, temas edilmemiş,anlaşılmamış esrarı vardı. Nereden geliyordu?
Ne idi?Anladım ki, Ayşe’nin maddiyetini hatırlatanneye temas etsem Ayşe olmadığını anladığıman, Ayşe için arzum, Ayşe için iştiyakım913azıyor, kabarıyordu. Nihayet bir papaz gibiperhizkâr914 ve iş içinde yaşamaya kararverdim.İkinci İnönü’nde alayın başında başımıkurşunlara uzatarak ölüm bekledim vegöğsümden ölümün yıldırım gibi geçtiğini,Metris Tepe’de duyarak bayıldığım an herşeyin bitmiş olduğunu zannediyordum.Kaybettiğim kandan sık sık bayılıyordum,mütemadiyen başım dönüyordu. Hastahaneninameliyat masasına getirdikleri zaman tekrarbayılmışım. Bir aralık biçimini, temasını915ezberden bildiğim iki elin alnıma soğuk bezlerkoyduğunu, dudaklarımı soğuk su ile ıslattığını,kolonya koklattığını hissettim. Ayşe’nin ellerini
bilirsin, değil mi, Peyami? Uzun beyazparmaklarının temasında kuvvet veren, şifaveren bir şey vardır. Gözleri kadar bu ellerin desevk eden, sükûnet veyahut humma telkineden bir teması vardır. Gözlerimi büyük birhazla açtım. Etrafım kloroform kokuyor, beyazgömlekli, siyah örtülü bir hemşire eğilmişti.Başının siyah çerçevesi arasında Ayşe’nin yüzü,yeşil gözlerinde ömrümde görmediğim birrikkat ve tatlılıkla, dudaklarında çocuğunuseven bir ananın derin iptilâsıyla916 yüzümebakıyordu. Gözlerinden Ayşe kalbime akıyor,elleri başımı, bütün varlığımı çekiyordu. Yeminederim ki bir an etrafımı en tatlı ve ezelî917 birbeyaz esîr918 içinde görüyor ve kendimi ölmüşve cennete gitmiş bir adam farz ediyordum.Evet, şehit olmuştum. Şehadet919 benicennete, Ayşe’nin gözlerine kadar götürmüştü.Gözlerine bakarken tekrar vecd içinde
kendimden geçmişim. Bu, ne mesut ve nemutlak bir minnetti.Beni hastahanede yer olmadığı için MadamTadia’ nın otelindeki küçük odaya naklettiler.Ayşe sedyenin yanında geldi, kavî ve gençkollarıyla beni bir çocuk gibi sarsmadankaldırdı; temiz, kuştüyü yastıklar içine bıraktı.Artık fanîlerin920 erişebileceği şeye benerişmiştim. Sustum ve uyudum.Ayşe ile konuşurken, doktorun sesinidinlerken hâlâ içimden bunun bir cennet veşehadet rüyası olduğuna kâniydim. Şimdi…Neyse, sabahları Ayşe geliyor, yaramıdeğiştiriyor, yatağımı düzeltiyor, derecemikoyup gidiyordu. Öğleye kadar onunparmaklarının yüzümde ve başımda dolaştığınıtahayyül ederek dalıyordum. Yemek zamanlarıyanımda beni kaldırmadan eliyle yemeğimiyediriyordu. Gece nihayet hastahanede iş
bittikten sonra geliyor, ben uyuyuncaya kadaryanımda kalıyordu. Onun karşımdaki çiviyeastığı hastabakıcı mantosuna kadar hayatınbirinci derecede lezzetlerini bahşeden921hayalât içinde mest922 idim; yanımdakikoltuğa oturduğu zaman bütün vücudum esîriçinde çöken bir aziz gibi hayatın serabına923dalmış olduğumu duyardım. Sesini hâlâhatırlıyorum. Biraz kalın, biraz sıcakanatıyla924 bana basit ve ne her cümlesi birnefaset925 olan şeyler anlattı. Onun bir çiftlikiçinde, İzmir’in yeşil kırlarında bir kırçiçeği gibibüyüyen çocukluğunu biliyordum. Atlarını,buzağılarını, hatta kuzularını bile ayrı ayrıhatırlardı. Sonra izdivacından926 bahsetti.Öyle sâkin bir bahsedişi vardı ki... Kenditelâffuz etmeden bu kadar şükranla,muhabbetle hatırladığı belki kendi için ölen
Mukbil Bey’in silik yüzü Ayşe’de aşkuyandırmamış olduğunu anlıyordum. Oköylerde kollarımın arasında sıktığım kızlardandaha bâkir927, daha dudakları busenin yıldırımrâşesini928 duymamıştı. Onun hakikî sahibiben olacak, ihtirasımın929, cennetimin bütünhummasını ona telkin edecektim. Günleringeçtiğini duymuyor, bu hastalığın ebedîolmasını istiyordum. Fakat iyileşiyordum;hararetim düşüyordu.Bir akşam onunla, İzmir’e ineceğimiz günükonuştuk. Ben de artık konuşabiliyor ve okadar çabuk yorulmuyordum. İzmir’insokaklarında boru çalarak ilk yürüyecek Türkfırkasını tahayyül ediyorduk. İzmir’de ilkAkdeniz’i görecek, kırmızı bayrağı sahilde Türkkanları akan rıhtımda dolaştıracak kıtayı yâdettik. O zaman Ayşe birdenbire ayağa kalktı,kısılmış lâmbanın zayıf ziyâsına rağmen
gözlerindeki ateşi, vecd ile açılan kırmızıdudaklarının titreyişini, bütün vücudunun,bütün ruhunun uyanışını gördüm. Aşkının ilkbusesini dudaklarından alan bir ateşîn kadıngibi canlanmıştı. O arzın en iptidâîmahlûkatından daha derin bir aşk ve ihtirastaşıyor, onun İzmir hülyası onu, tarihin enmuhteris930 kadınından fazla sarsıyordu.Hiçbir busenin sadmesi931 beni Ayşe’ninİzmir’in yeşil hayaliyle sarsılması kadarsarstığını bilmiyorum. Elimi uzattım, eliniyakaladım:— Ayşe, eğer İzmir’e ilk giren fırka benimmensup olduğum fırka olmasa bile ben yine birsancaktar932 nefer gibi ilk bayrağıgötüreceğim. İzmir’e girersem benim olurmusun, söyle?Elini tuttum, sarstım. Hâlâ dudakları nimaçık, hâlâ gözleri vecd içinde, hâlâ ellerinde
ateş var.Kendine gelir gibi toplandı. Yüzüme baktı.Vaziyeti anlamış gibiydi. Fakat hastabakıcıolduğunu hâlâ hatırlamıyor. Ayşe’liğinidüşünüyordu.— İhsan, dedi, ben o adama hayatta neisterse “hayır” diyemem, yalnız benim içinevlenmek kabil değildir. Farz et ki hayatımdanbir taun geçti, beni bütün insanlardanuzaklaştırdı. Yalnız İzmir yoluna bağladı.O zaman yatağımdan inmek, onunayaklarına kapanmak ve aşkımınkutsiyetini933, mutlak mukabele934 bekleyenezelî hasretini anlatmak istedim. Yavaş yavaşdoğruluyor, hızlı hızlı konuşuyor, onu nekadar zamandır ve nasıl istediğimianlatıyordum. Göğsümdeki yara, içinden birdemir geçer gibi, acıyor, şakaklarım ve bütündamarlarım içinden kaynıyor, yanıyor, dışarıyafırlamak için şiddetle atıyordu. Ellerini
yapışmış gibi yakalamış, bırakmıyordum.Birdenbire nasıl oldu bilmiyorum.Gözlerinden, ürken bir çocuk gibi korku geçti.Avcıdan kaçmak isteyen vahşi bir geyik gibietrafını arıyordu. Silkindi, mantosunu kaptı,kaçıyordu. Ben o zaman vahşetle, cinnetlegöğsümün sargılarına parmaklarımı geçirdim,sargıyı, sonra yaramı parçalamaya başladım.Acı filân kalmamıştı. Nihayetsiz bir acı ve dalgavardı.O hemen koştu, kollarımı yakaladı.Yaramdan fışkıran kan, ağzıma kadargeliyordu. Kollarımı boynuna doladım.Dudaklarımı yakıp vücuduma giden sıcaksarhoşluk kanımdan mı, onun dudaklarındanmı bilmiyordum; lezzetinin mislini bir dahatatmak kabil olmayan dudaklarını kaç defaöptüm bilmiyorum. Bir sene oluyor. Dişlerihâlâ hâtırasıyla kızgın bir bıçak gibi beni ikiyebölüyor, hâlâ o dakikada gibi vücudum eriyor.
O akşam son hatırladığım şey yaramıyıkayıp bağlaması, beni ve kanlı yatağımıdeğiştirmesidir. En nihayet, kendi beyazgömleğinin kanına garip gözlerle baktı. Arkasınıçözdü, gömleğini çıkardı. Kanıyla devşirdi,topladı. Arkasına mantosunu giydi. Yanımageldi. Ellerini başımın altına koydu, başımıkaldırdı. Gözlerini artık açık tutmaya zor kadirolduğum gözlerime daldırdı.— İhsan, dedi, İzmir’e girdikten veAkdeniz’in kıyılarında yeşil İzmir için akankanları tesit ettikten935 sonra istediğin zamanseninle evlenirim. O ana kadar yemin et,kalbinin bütün ateşi sade İzmir’e gitmek içinyanacak...— Sen ne istersen, o olacak Ayşe, dedim,gözlerimi öyle serin ve yumuşak bir temas ilekapadı ki, bir daha uyanmamak üzereuyuyacağım en mesut an o oldu.
Ondan sonra bir mucize gibi iyileştim.Anadolu’ya geldiğim günden beri ilk defaolarak izinle Ankara’ya hava tebdiline936gidiyordum. Tabiî olarak amcazadem mebusunevine misafir oldum. Dünya tamamen değişmişpembeleşmişti. Öyle mesuttum ki, İzmir’egirmemeyi hatırımdan bile geçirmiyordum,amcazademin şen, güzel kızlarıyla kırlardadolaşıyor, tabiî ve genç bir insan oluyordum.İstanbul’dan beri beni kıskıvrak mütemadî937hummasında esir eden zalim ateş, hayat vesaadet getiren bir hülya olmuştu.Ayşe’den ayrılırken o da Karahisar’a,Cemal’e gideceğini söylemiş, mektupyazmamaya karar vermiştik. Ona rağmen biribadet gibi ona her akşam bir sayfa yazıyor,saadetimden bahsediyordum. Nihayet bu izinde geldi geçti. Yaramın beni faal hizmetebırakmayacağını görerek beni alaydan ayırdılar;
......’inci Kolordu Erkân-ı Harbiyyeriyasetine938 verdiler.Ankara’dan bir gece geç vakit hareket ettim.Amcazademin kızları beni istasyona getirdiler.Bütün aile boynuma sarıldı. Amcazademinküçük kızı Sabiha da istasyonda bir çığlıkkopardı, boynuma sarıldı. İki yanaklarımdanöptü. Bana “Ağabey” derdi ve yaşı da böyle birhareket için müsaitti. Yalnız ailesi onu banavermek istiyorlardı; kendisi de bunamütemayil939 göründüğünden azıcıksıkılıyordum. Bununla beraber harekâtbaşlamak üzere idi. Ve biz de İzmir’e doğrugidecektik. O kadar mesuttum ki, herkesiöptükten sonra onun da taze yanaklarındanöptüm. Kompartımana atladım.Bana ve yanımdaki genç arkadaşlaraüçüncüden bir kompartıman hazırlamışlardı.Hava hayli soğuktu. Bununla beraber pek
neşeliydik. Sincan İstasyonu’nu geçtikten sonragençlerden biri oldukça açık bir hikâyenakletmeye940 başladı. Yanımda ciddî yüzlübir arkadaş parmağını dudaklarına götürereksükût işareti yaptıktan sonra yanımızdakikompartımanı gösterdi:— Yanımızda kim var?— Eskişehir’e giden bir hemşire.Ben süratle döndüm:— Acaba kim, biliyor musunuz?— Hayır, bir genç binbaşı getirdi. Galibaİzmirli imiş, hemşire üniforması giyiyor.Karşıdan biri:— Acaba Cemal’in hemşiresi mi, dedi.— Bilmem, mavi gözlü genç bir binbaşı,ince uzun.Kalktım, kafam o kadar atıyordu ki...Karahisar’da olan Cemal ne zaman Ankara’yagelmiş ve ne zaman Ayşe’yi getirmişti, beniniçin aramamışlardı? Ben hiçbir
kompartımandan bir kadın başının baktığınıgörmemiştim. Zihnime bin türlü karadüşünceler geldi, fakat Ayşe’nin şu tahtabölmenin ötesinde olması hepsine hâkim birheyecandı. Mallı’ya kadar nasıl sabrettiğimibilmiyorum. Mallı’da atladım. Neferi Ayşe’ninkompartımanına gönderdim.— Hemşire Ayşe Hanım siz misiniz, diyesoracaktı.İstasyonda ayakta titriyordum. Neferimdöndü.— Ayşe Hanım burada, dedi.Nasıl tehalükle941 koştum. Vekompartıman kapısını vurdum.Kapı açıldı. Yere koyduğu bir fenerin ziyâsıyüzünün aşağı kısmını tenvir etmiş942, gözlerigölgeler içinde oturuyordu. Onu hemşireüniformasıyla köşede büzülmüş gördüğüm anhiç başka bir düşünceye yer kalmamıştı.
Atladım, kapıyı kapadım. Dizlerinin dibineçöktüm. Elleriyle beni kuvvetle itti. Sesinde deistihzalı zannettiğim bir şive ile:— Bizim nişanlı olduğumuzu kimse bilmez,rica ederim kendinize hâkim olunuz, dedi.Ben hemen kalktım, karşısına oturdum.Yüzünün gölgelerine ve sesinin istihzasınarağmen “nişanlı olduğumuzu” cümleleri beniteskin etti. Ayşe ile aramızdaki mahrem943bağ mevcuttu, başka bir şey düşünemezdim.Fakat onun bir şey söylemeyen, derin birteessürle kararan yüzü içimdeki endişe vekorkuyu artırıyordu:— Ne var Ayşe? Ne zamandan beriAnkara’dasın? Cemal ile beraber mi geldiniz?— Cemal geleli on beş gün oluyor. Benyalnız üç gün için geldim. Bir tabip bazı şeyleristemişti, onları almaya geldim. Bir deAnadolu’nun kâbesi olan Ankara’yı bir defagörmek lâzım değil mi?
— Beni niçin aramadın?— Evvelâ nerede olduğunu bilmiyordum.— Sonra?— Sonra öğrendim, fakat amcazadelerinitanımıyordum.Ayşe’ye istasyondaki sahnenin yapacağıtesiri944 düşünerek hem korkuyor, hem deher şeyi nasıl olsa izah edebileceğimden birazkıskanmış olması ihtimaline seviniyordum.— Beni istasyona gelirken görmedin miAyşe?Cevap vermedi. Biraz bekledim. Sonraeğildim, yüzüne baktım. Yüzünde öyle birkesel945 ve düşkünlük var ki, yine hemendizlerinin dibine çöktüm. Tren hareket etmiş,gidiyorduk. Her sallantıda başım dizlerinedokunuyordu.— İstasyonda muhacir çocukları vardı, birtanesi...
Lâkırdısını bitirmedi. Boğulur gibi sessizsessiz ağlamaya başladı. Demek ıstırabı,uzaklığı mazisine, başka şeylere aitti. Ellerinibir kardeş gibi tuttum. Hürmetkâr ve yavaşokşadım. Dizlerime dokunan potinleriüzerinden bir çocuk gibi ayaklarınıokşuyordum. Pek uzun ağladıktan sonra sükûngeldi. Fakat şahsî bir şey konuşmadı. Ertesisabah ben trenle Eskişehir’i geçip gidecektim.Polatlı’da yanından ayrılmaya mecburdum.Buna rağmen beni dinlemiyor, hasta, titiz birçocuk gibi:— İçimde fena şeyler var, konuşamam,diyordu.— Benim Ankara’da nasıl vakit geçirdiğimisormaz mısın?Kemali lakaydiyle946 omuzlarını silkti:— İstersen anlat, dedi.Bu korktuğum mevzudan beni uzak tuttu.
Polatlı’da ayrılırken elini bile öpmeme zormüsaade etti. Fakat ben yine yanımdakibölmenin arkasında olmasından nihayetsiz birheyecan duyuyordum. İçimden bir şeyAnkara’da amcazadelerimle beraber gezdiğimihaber aldı. Bir kadın şübhesi geldi, diyordum.Ve bu fikrin verdiği gurur, ona koşup ne kadarsevdiğimi, nasıl onun için yaşadığımı anlatmakisteyen azap kadar kuvvetli idi.Ertesi sabah Eskişehir’de istasyondaherkesin içinde elimi sıktı, gitti. Tren hemenhareket etti. Ağaçların arasından üniformasınınetekleri kayboluncaya kadar penceredensarktım. Sonra yapayalnız kompartımanadüştüm.Eskişehir tahliye edildikten sonra bizSeyitgazi üzerinde dövüşüyorduk. Seyitgazitaarruz ve mukabil taarruzlarının en ateşlidevrelerinde zihnimde en hâkim nokta yineAyşe idi. Hastahane ile Ankara’ya döndü mü?
Yoksa Polatlı’da mı? Harbin mesai947 makinesiarasında hep onu düşünüyordum. Bir gün enateşli bir devrede süvari fırkaları948Seyitgazi’ye geldikleri zamandı. Çadırdakâğıtların yanı başında getirdikleri yemeğiyutmaya çalışıyordum. Çadırın kapısı vuruldu.Kuvvetli ve iyi sesiyle Cemal seslendi:— Seni ne kadar aradım yahu!Üstü başı, hatta kirpikleri, bıyıkları bile toziçinde, siyah kalpağı toz olmuş; mahmuzlarınıen kat’î darbesiyle vurdu. Ellerimi yakaladı.Koltuğumdan koparacak gibi sıktı. Cemal’incanlı neşesinin verdiği kuvvet bana nihayetsizsıkıntıları unutturdu. Ona ait bir adama,bilhassa Cemal’e temas ne iyi bir şeydi.Çadırımın kıyısında bucağında ne varsaçıkardım; Cemal’in önüne döktüm. Kahveısmarladım. O beni dinlemeden hepsöylüyordu:
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 495
Pages: