Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:12:42

Description: Ateşten Gömlek-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

© 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti. Tümhakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısaalıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızınhiçbir yolla çoğaltılamaz.1. basım: Teşebbüs Matbaası, 1923 CanYayınları’nda 1. basım: 2007 26. basım: Aralık2013, İstanbul E-kitap 1. sürüm Ocak 2014,İstanbul 2013 tarihli 26. basım esas alınarakhazırlanmıştır.Yayına hazırlayan: Mehmet Kalpaklı - GülbünTürkgeldiKapak tasarımı: Ayşe Çelem DesignISBN 9789750720048CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAĞITIM,TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. HayriyeCaddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbulTelefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 5989 Faks: (0212) 252 72 [email protected] Sertifika No: 10758

HALİDE EDİB ADIVARATEŞTENGÖMLEKROMAN

Halide Edib Adıvar’ın CanYayınları’ndaki diğer kitapları:Handan, 2007Mor Salkımlı Ev, 2007Sinekli Bakkal, 2007Türk’ün Ateşle İmtihanı, 2007Vurun Kahpeye, 2007Son Eseri, 2008Yolpalas Cinayeti, 2008Tatarcık, 2009Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri, 2009Âkile Hanım Sokağı, 2010Kalp Ağrısı, 2010Zeyno’nun Oğlu, 2010Çaresaz, 2011Sevda Sokağı Komedyası, 2011

Kerim Usta’nın Oğlu, 2012

HALİDE EDİB ADIVAR, 1882’deİstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan KızKoleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmayabaşladığı kadın haklarıyla ilgili yazılarındanötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 MartAyaklanması sırasında bir süre için Mısır’akaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitimalanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlikyaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerdeçalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda,İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili birkonuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarakKurtuluş Savaşı’na katıldı. Kendisine önceonbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşıizleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ilesiyasal görüş ayrılığına düştü. Ardından1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’labirlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dışülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslarvermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandi

tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’daİstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbulÜniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsübaşkanı oldu, 1950’de Demokrat Partilistesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’teistifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.

Sakarya Ordusu’na...

SunuşHalide Edib Adıvar’ın en çok sevilen veokunan romanı Ateşten Gömlek ilk olarak 1922yılının Haziran ayında İkdam gazetesindeyayımlanmaya başladı. Bu ilk yayın, gazeteninikinci sayfasında, tefrika hâlinde 11 Ağustos1922’ye kadar sürdü ve roman ertesi yıl kitapolarak eski harflerle okuyucusuna sunuldu.Zamanın gazetecilik ve matbaacılık tekniklerinedeniyle bu ilk basımlarda pek çok basımhataları oluşmuştur. Hatta, İkdam’dakiyayında, belki de devrin siyasi şartlarındandolayı, metnin bazı bölümleriyayımlanmamıştır. Bu iki esas ama birtakımhataları da beraberinde bulunduran yayınıizleyen, son yıllara kadar yapılmış yeni harfli,sadeleştirilmiş baskılar, eski harfli baskılarınhatalarını sürdürmüşler, dahası bu hata veeksikliklere yenilerini de eklemişlerdir. Eksik,hatalı ve yanlış yayımlanmış bir kitap okumayıhiçbir okuyucu hak etmez. Üstelik, hatalar

normal okuyucuyu olduğu kadar, yapıtüzerinde yapılacak eleştirel çalışmaları daolumsuz yönde etkiler. Biz, Halide EdibAdıvar’ın okuyucuya yeniden sunulanmetinlerini ilk basımından başlayarak buhatalardan kurtarmaya, aynı zamanda yazarınözgün dilini ve üslubunu korumaya çalıştık. Bunedenle bu metni sadeleştirmedik; ancak,anlaşılması günümüz okuru için zor olansözcüklerin anlamlarını aynı sayfanın hemenaltında verdik.MEHMET KALPAKLI

Yakup Kadri Bey’e açık mektup1Anadolu’nun, yalçın kayalar gibi, insanınkafasına, suratına, âdeta maddî bir acı ileçarpan hayatına girdiğim zaman onuyadırgamamıştım. Göçmüş bir harabe ilekanlar içinde doğan taze şeyi bu emsalsiz veıssız “dekor” içinde göreceğimi biliyor gibiydim.Bana [öyle] geldi ki millet de ben de hep bugünü hazırlamak için geçirdiğimiz şeylerigeçirmişiz ve mazimin hep bu günü anlayan birma’nâsı varmış. Yalnız bu duyduğum şeylerinen renksiz gölgelerini bile sanata sokmaya nearzum, ne de kâbiliyetim vardı. Dağının,çölünün, ovasının, muztarib insanlarının;2hepsinin içindeki Anadolu, damarlarımdadaraban ediyordu . Sanatın teyit eden , küçük34parçalara ayıran fırçasının, sazının, kalemininbu sahneyi verebileceğine kail değildim. Sanat5idealimin burada gök ile yer kadarkâbiliyetimden yüksek olduğunu gördüm.

Küçük sanatımla Anadolu’yuresmetmekten feragat ettim belki sanat6namına isabet etmiştim. Böyle bir zamanda siz7Anadolu’ya geldiniz. Anadolu hayli buhranlıgünler geçiriyordu. Anadolu harekâtınınhilkat günlerindeki ruhların izdihamı89ihtilâcı10 ve hâilesi11 artık geçmiş gibiydi.Havada daha mütekâmil12 ve müşkül 13 birihtilâl ve harb kokusu vardı. Bununla berabersiz eski günleri sezmiş olacaksınız ki birdenbirebütün bu isimsiz şeyleri bir cümle içindetopladınız ve bana dediniz ki:— Ben “Ateşten Gömlek” isminde birAnadolu romanı yazacağım.Ben biraz sizi arkadaşça tazip14 için:— Ben de bir “Ateşten Gömlek” yazacağım,dedim.Siz yarı ciddî, yarı şaka:— Yapmayınız, başka roman ismi yok mu,dediniz.Ben ondan sonra Anadolu’ya bakarken,

Anadolu’yu hissederken sadece “AteştenGömlek” diyorum. Sizin bu kadarmuvaffakiyetle15 bulduğunuz ismi almayıdüşünemeyecek kadar dürüst bir meslektaştım.Yalnız sizin o dam altındaki küçük odayaçekilip de “Ateşten Gömlek”i yazdığınızzamanlar bende bir çocuk tecessüsü16uyanıyordu. Biliyordum ki bütün eserlerinizgibi bunu da içinize bakarak, içinizdenyazıyorsunuz. Bütün hayatı kendi kuvvetinizinumkunu17 kazıyarak çıkarıyorsunuz.Binaenaleyh18 sizin “Ateşten Gömlek”itaşıyanlar benimkiler değildir.Sakarya ve ordu hayatı bana romanyazmayı hayalen bile unutturmuş, beni almışgötürmüştü. Sakarya arkadaşlarımın basit,fakat ilâhi meşakkatlerini19 ben de onlar kadarsade görüyor, Türk gençliğinin bu şaheserini,bütün güneş ve gölgesi içinde seyretmeksaadetini kâfi addediyordum20. Ankara’yauzun bir izinle döndüğüm günlerde birdenbire

eski zamanların roman yazmak hummasına21tutuldum. Karşıma birdenbire çıkan Peyamiler,İhsanlar, Ayşeler bir çocuk ısrarıylahikâyelerine “Ateşten Gömlek” diyorlardı. Buanut 22 çocuklara bu ismi kullanmak doğruolamayacağını o kadar söyledim; o kadar başkaisimler buldum; beni dinlemediler. İnsan,romanına koyduğu insan timsallerinin23 elindeesir olduğunu benim kadar siz de bilirsiniz. Bizonların yüzünü, ruhunu, hayatını biraz seçilirçizgilerle hazırlar hazırlamaz insanın elindençıkıyorlar, istediklerini söylüyorlar veyapıyorlar. Bunlara lâkırdı anlatamayıncayapılacak şey bu romanı kâğıt üzerinekoymaktan sarfınazar etmekti24. Sanathayatının en hâkim ve heyecanlı bir emribütün tabiat ve hilkat kendini ifade etmekisteyen kuvvetlerin inkişafından25 başka birşey değil ki. Rodin’in26 en mükemmel mermerheykelini yaparken duyduğu güzel heyecanı,topraktan bebek yoğuran çocuk da duymuyor

mu? Ben de eskiden itaate27 alıştığım bukuvvete bir daha mağlûb oldum. Çocuk gibioturdum, iki ay emsalsiz28 bir heyecan içindeesasları tunçtan olan insanları çamurdanyoğurdum. İhtilâl ve isyan günlerinden berikoza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilenmahlûkat29 gibi Sakarya silâh arkadaşlarımın“Ateşten Gömlek”te birkaç solgun aksiniİstanbul, ihtilâl ve ordu günlerinden alıp kâğıtüstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibiolmadığı için silâh arkadaşlarımdan af dilemekisterdim. Bize onlar ilham ettiler. Dahadoğrusu, Karadağ Muhaberesi’nde dağınortasında ismini hiçbir zaman bilemeyeceğimyağız atlı bir zâbitin dumanlar içinde kaybolupmeydana çıkışı bana kocaman bir kalp hikâyesitahayyül30 ettirdi. Eser Sakarya’nındır. Fenaolabilir; fakat benim sanatımın yapabileceği eniyi şeydir. İnsan en çok sevdiklerine ancak eniyi yapabileceği şeyi verebiliyor.Size de bu kadar Anadolu’ya yakışan vekendi başına bir şaheser olan isim için teşekkür

etmek ve sizden af dilemek isterim, YakupKadri Bey. İsmin kudreti[nin] eserden kavî31olması benim kabahatim değildir.Benim “Ateşten Gömlek”i eğer zamansöndürüp bir tarafa atmazsa Türk romanlarıarasında iki tane “Ateşten Gömlek” olacak.Belki elli sene sonra bir kütüphane rafında yanyana oturacak olan bu iki kitap HansAndersen’in32 masallarındaki gibi belki dilegelir, birbirlerine geçmiş günleri söylerler. Kimbilir o uzak atide33 Türk gençliğinin sırtındaki“Ateşten Gömlek” ne kadar bizimkilerdenbaşka olacaktır...HALİDE EDİB1 . İkdam: Nr. 9067’de (14 Haziran 1922)yayımlanan mektubun başlığı.2. Istırap ve acı çeken.

3. Atıyordu.4. Doğrulayan.5. İnanmış.6. Vazgeçtim.7. Adına.8. Doğuş, yaradılış.9. Sıkışması.10. Çırpınması.11. Trajedisi.12. Olgun.13. Güç, çetin.14. Üzmek.15. Başarıyla.16. Merakı.17. Derinliğini.18. Bunun için.19. Güçlüklerini20. Yeterli sayıyordum.

21. Ateşine.22. İnatçı.23. Örneklerinin.24. Vazgeçmekti.25. Gelişmesinden.26. Fransız heykelci Auguste Rodin.27. Boyun eğmeye.28. Eşsiz29. Yaratıklar.30. Hayal.31. Güçlü.32. Danimarkalı masalcı Hans Christian Andersen.33. Gelecekte.

1Cemal - İhsanHikâyemin başladığı ana kadar silik, cansızbir Hâriciyye34 memuru idim. Yazdığımhikâye benden ziyâde, sevdiğim insanlarınhayatına aittir. Fakat ben de onların arasındayaşıyorum ve kendi hayatım onların hikâyesiile başlıyor. Onun için kendimi de bazan buateş ve kan hikâyesine karıştırmaktan korkarakbaşlıyorum.Daire ve sararmış kâğıt kokan hüviyetimibu sıcak, kırmızı kanlarla yıkadım ve artık onatâbi olmam35 zannediyorum. Muvaffak36 olurmuyum? Bilmem. Şunu da itiraf ederim kikalbimin dertlerini, talihsiz başımınsergüzeştlerini37 anlatmak için yanıyorum.Fakat bu romanda ben, yeryüzündekileri

alâkadar edecek insanlardan bahsedeceğim. Bendaha daimî bir dert ortağı istiyorum. Benimdünya seyahatim artık fazla uzamayacak, vasılolacağım38 yerde kendimden bahsedecek birruh bulmak isterdim. Ahrete39 ve ahretteruhlar olduğuna inanan basit bir adamım.Elbet, mezar hudutlarından ötede,mütekabilen40 dertlerini anlatacak benim gibisafdil41 bir varlık vardır.Şimdi Ankara Cebeci Hastahanesi’ninküçük bir odasından dışarıya bakıyorum.Uzun, sarı toprak yığınları yükselerek,alçalarak nihayetsiz uzanıyor. Fakat arkasındaöyle kızıl bir gök var ki... Her şey acayip birsurette kızıl, galiba onun kanı! A... bunu böyledüşünmemek lâzım. Doktor ne dedi?Başımdaki kurşun bende hayalâtyapıyormuş42. “Çıkarırız!” diyorum. Beyaz

gömleğinin kollarına ciddî ciddî bakıyor.Bacaklarımı keseli daha kaç ay oldu? Yatağımınalt tarafı gülünç bir surette boş. Kurşun çıkarsakafam da boşalır diye mi çıkarmıyorlar; nebileyim? Belki başımdakileri çıkarıp beni yalnızbırakmamak için kafamdaki kurşunadokunmuyorlar. Bazan başım çok ağrırsadoktor, “Bir ay sonra ameliyat yaparım,” diyor.“Şimdi İstanbul’a, ailene yaz,” diye ısrar ediyor.Ne yazayım? İstanbul’dakileri unutmuşgibiyim. Orada esmer, ince yüzlü, saçlarıgergin, bir türlü ihtiyar olmayan bir anam var.O da beni bu sergüzeşte atılırken reddetti.Sergüzeşt mi dedim? O hâlde başımdangeçenlerin hepsi doğru. Belki de bazıları değil;fakat ne zararı var? Belki de bu hikâyeninortasında başım bunalacak; ben buradan başkabir dünyaya göçeceğim, onun da zararı yok.Başlamak istiyorum. Başlamak içinyanıyorum. Fakat nereden? Yemek yemeden

yemiş yemek isteyen çocuklar gibi hep sonunusöylemek istiyorum. Ya başım boşalırsa?Cemal’in geldiği gün, annemin “Bulgarlarmütareke43 yaptılar!” dediği gün hikâyenin ilksatırı teressüm etti44. Bu beni neden bu kadarrahatsız etti; Bulgar Mütarekesi niçin beni bukadar sızlandırdı, bilmiyorum. Yalnız anneminalafranga salonunda eşyanın yerini bozacakkadar yerimi değiştirdim, dolaştım. Annembundan başka da bir şey söylemek istiyordu,dinlemedim. Hoş... mütareke, sulh istemiyordeğilim. Esasen bütün milletlerin kudurmuşgibi, boğaz boğaza, milyonlarca insanıparçalamalarını ma’nâsız buluyordum. Helebizim harbe girmemiz bütün bütün canımısıkmıştı. Fakat uzun harb seneleri bende yenibir his yapmadı. Birkaç defa resmî işler içinAlmanya’ya gittim, geldim. Harb, siyasî kâğıtyığınlarını çoğalttı, o kadar, hayli sefalet, açlık

filân da oldu. Fakat biz bunu duymadık.Annem, İzmirli zengin bir ailenin İstanbul’dabüyümüş bir kızıdır; hâlâ çiftliklerinden paragelir. İtiyatlarımın45 hiçbiri harble bozulmadı.Şimdi hikâyemden ayrıca annemidüşünüyordum. Yaşlı, alafranga, zeki bir Şişlihanımı. Allahım, o Şişli Büyükada arasında nededikodu, ne kukla oyunları olur. Hepsiannemin salonunda başlamasa bile onunsalonundan intişâr eder46. Ne alafrangaefendiler, ne sürmeli gözlü, sinirli, süslühanımlar gelir, gider.Annem, benim Bulgar Mütarekesi’nidinlemediğimi görünce somurtkan, sigarasınıyaktı. Koltukta dargın ve çatkın yerleşti. Bençıngırağı çaldım; Katina’ya bir kahveısmarladım; bir yaldızlı sigara da ben yaktım.Müziç47 bir diş ağrısından birdenbirekurtulmuş bir adam sevinci duydum ve o

zaman Katina, kahve ile beraber Cemal’ingeldiğini haber verdi. Evet, annem mütarekelâkırdısından sonra onu söylemek istiyordu,galiba. Neme lazım? Alman İmparatoru gelsesigaramın verdiği sükûnu48 bozamaz. Cemal,annemin amcasının oğludur. HarbiUmumî’de49 zâbitti50. Dünyayı dolaştı.Galiba birçok da yaralandı, durdu. Fakat oyaralı geldiği zaman ben ya Almanya’da idim,yahut da alâkadar olmadım. Cemal’i asıl kızkardeşinden dolayı hatırımda tutuyordum.Galiba on iki sene oluyor, annem benievlendirmek istedi ve kızı İstanbul’a davet etti.Aman ya Rabbim... Adı Ayşe olan İzmirli birkız. Çantamı topladım, Avrupa’ya kaçtım.Bereket versin Meşrutiyet olmuştu da bu firarkolay oldu. Altı ay sonra babamınakrabalarından Mukbil Bey isminde bir adamlaevlendiğini ve İzmir’e döndüğünü haber aldım

ve ancak o zaman döndüm. Annem bukaçtığım servet için beni çok aptal buldu. Fakato da vilâyet51 alaturkalığından çokmüteneffir52 olduğu için çabuk unuttu. Benimanşonlu53, yüksek ökçeli, Şişli küçükhanımlarıyla evlendirmeye uğraştı. Bu günlerde geldi, geçti; o zaman yirmi dört yaşındaidim. Şimdi otuz altısında orta yaşlı biradamım. Cemal’in geldiği zaman kız kardeşiniherhalde senelerden beri evli ve çok gençolmayan bir kadın diye düşünüyordum.Mukbil Bey Hâriciyye’yi bırakmış, karısınınçiftliğine çekilmişti. Son senelerde ismi üzüm,incir ticareti, vagon, koli ve daha bilmem negibi kelimelerle beraber anılıyordu.Cemal annemin elini öptü. Ben, en sunî54tavrımla onu selamlayacaktım. Fakat o katıelleriyle benim pomat55 kokan yüzüklü elimi

öyle bir sıktı ki, ister istemez bu vilâyetliyeğenin yüzüne gözlerimi açarak bakmayamecbur oldum.Başım, başım karışıyor. Bugün artıkyazamayacağım.3 Teşrîn-i Sânî 33756Cemal’in gözleriyle yeni hayatıma başladım.Siyah kirpikli, mavi, açık, emniyet venikbinlikle57 dolu gözleri vardı. Güneşletunçlaşmış yüzünde ikinci nazarı dikkati celbeden58 şey yuvarlak, çocuk tebessümü taşıyanağzıydı. Bülend59 ve ince vücudu harbmücadelesinde, meşakkatte60, kudret veçeviklikle yoğrulmuş görünüyordu. İnsanıselâmlarken kalın ve büyük çizmelerini seri veaskerî bir maharetle61 “şark” diye birbirine

çarpıyordu. Biraz ağır ve tok bir şive62 ilekonuşuyordu. Elimi bırakınca kalpağını63arkaya itti. Cebinden mendilini çıkardı. Terlibir alın siler gibi itina ile64 kuru alnını sildi.— Alnında ter yok, niçin siliyorsun, dedim.Beyaz dişlerini baştan başa açarak sırıttı.Kemali itina ile65 bir koltuğa oturdu, sigarasınıyaktı; sonra cevap verdi:— Gelirken tramvayda bir arkadaşla BulgarMütarekesi’ni uzun uzadıya münakaşa ettik66.Terlemiş gibi yorulmuşum.Sonra birdenbire ciddîleşti. Gözlerimin içinebakarak bir çocuk saffeti67 ve itimadıyla68sordu:— Siz Hâriciyye’den bileceksiniz; Bulgarlarmütareke yaptı, yani mağlûbiyeti69 kabul etti.Biz ne yapacağız?Ben ne ukalâlık söyledim, hatırlamıyorum.

Yalnız hatırladığım şey Cemal’i sevmişolmamdır. Ve zannediyorum ki nim70 uyku,nim rüya gibi gelen eski ma’nâsız hayatımaevvelâ beni, o veda ettirdi.— Teyze, Ayşe ile Mukbil Bey de İstanbul’agelmek istiyorlar. Fakat küçük Hasan kızamıkçıkardı. Henüz seyahat edemiyorlar.Sonra Ayşe’nin oğlunun ne güzel, ne gürbüzbir oğlan olduğunu uzun uzun anlattı.Cemal ile dostluğumun tarihçesiniçizemiyorum. Bildiğim bir şey varsa hayatımdasaf, menfaatsiz kavî bir arkadaş muhabbetini71ilk defa olarak ihtirasa72 yakın bir şiddetleduymuş olmamdır. Her gün beraberdik. Hergün o dörtten sonra Hâriciyye’nin kapısındanbeni alıyor. Meserret Oteli’nin altındakikırâathâneye73 gidiyor, orada onun zâbitarkadaşlarıyla buluşuyorduk. Hepsi iyiçocuklardı. Fakat birinin ayrıca bir hususiyeti

yoktu. Cemal yalnız onlar kadar basit olduğuhâlde bende çok kuvvetli bir tesir yapmıştı.Bu günlerde İstanbul, harb sahnesi gibiolmuştu, Her gün, her gece İngiliz tayyareleritepemizden bombalar atıp duruyorlardı.Herkeste asabiyet74 artmıştı. MeserretKırâathânesi’ndeki75 zâbitler hep sulh ve harbmünakaşası76 yapıyorlardı. Harbe niçingirdiğimize dair birçok uzun bahisler oluyordu.Bir kısmı Enver Paşa’ya kızıyor, bir kısmıAlmanlara açıktan açığa sövüyor, bir kısmıbizim kendi başımıza bir şey yapamayacağımızıhaykırarak söylüyor. Seyfi isminde ateşli biryüzbaşı hâlâ harbi kazanacağımızı iddia ediyor,hep Çanakkale’nin ve Çöl’ün harikulâdekahramanlıklarını anlatıyordu. Bütün buhararetli münakaşaya rağmen bende derin birkesel77 ve her muhârebeyi78 kazandıktansonra ordumuzun neden yenildiğini anlamayan

gizlice bir şiddet vardı.Benim bu yeni hayata girişimdeunutamayacağım bir gün var. Cemal Erkân-ıHarbiyye Mektebi’ne79 devam ediyordu. Benialmaya geldiği bir gün:— Seninle Beyazid’e kadar yürüyelim, havaaçık... dedi.O gün somurtkandı. Başımıza gelen felâketiyükletecek yer arıyordu. Nihayet kendikendine, “Cumhuriyet olsak başımıza birfelâket gelemezdi,” diyordu. Onuncumhuriyetçiliği biraz damdan düşer gibiydi.Fakat o kadar hoş bir tarafıydı ki...— Senin mektepteki şehzade arkadaşlarınlabu cumhuriyetçiliği bir münakaşa etsen nasılolur, dedim. Bu bile onu pek açmadı. HarbiyyeNezâreti’nin80 önüne gelince daha ileri gitmekistemedi.— Haydi Mercan’dan inelim Peyami, dedi.

Yalnız Nezâret’ten çıkan ve bize doğru gelengenç ve şık bir zâbiti beklemek için durduk.Beli ince, çizmeleri dar ve parlak, kalpağıçarpık, bıyıkları küçük, kendisi ince birİstanbul çocuğu idi. O biraz çarpılarak eliniuzattı. Cemal “şark” diye kalın çizmeleriniçarptı, katı pençesiyle, arkadaşının eldivenini,zarif bir eda ile çıkardığı beyaz elini sıktı:— Nereden geliyorsun, İhsan?— Üçüncü Ordu’dan, Cemal!Sonra beni takdim etti81 ve ayakta birazkonuştuk. Hemen yine Bulgar Mütarekesi vesulh lâkırdıları. Cemal, anladım ki gayrişuurî82 olarak arkadaşının şehir zarafetine83tahammül edemiyor ve İhsan da Cemal’e birvilâyet çocuğu gibi bakıyor, ancak şehirnezaketinin kap ettirdiği84 kadar tahammülediyor. Zavallı memleketin şehrini ve vilâyetinide nasıl bir kasırganın kucak kucağa attığını

düşünüyorum da bana bu günler çok uzakgörünüyor. Galiba ayrılacaktı. Birdenbireikisinin de kulakları kabardı. Ortalığı dinlediler;sonra sakin ve sert:— İngiliz tayyareleri; Harbiyye Nezâreticivarından uzaklaşalım, dediler, acele etmedenaçık adımlarla Mercan’a doğru inmeyebaşladık, ben dizlerimde, kalbimde garip garipbir şey hissettim. İçim fazla yumuşaktı;belkemiğim erimek istiyormuş gibi bir şeyleroluyordu. Fakat harice85 bir şey belli etmedenyürüyordum. Ahali86 de aynı surette87,süratle civardan uzaklaşıyor, yokuştaniniyordu. İlk anlarda kimsenin koştuğunu iddiaedemem. Zembilleri88 ile çarşıdan dönenesnaf, acul89 adımlarla çocuğunu sürükleyenbirkaç kadın ve karışık bir halk.Ahalinin kesafet kesbettiği90 bir yerde

birdenbire vızıltı arttı. Baktık, beş tayyare aşağıiniyor, etraflarında tayyere topları bulutları kargibi, tül gibi didikliyordu.Muazzam bir gümbürtü, etrafımızda kalın,siyah bir duman ve toprak bulutu, anî birsayha91... Dumanlar arasından soluğuhissedilecek kadar sessiz mütemadiyen kaçışan,karışan bir halk. Arkamı bir dükkânadayadığımı, dizlerimin, arka kemiğimin pişmişpaça gibi yılıştığını, döküldüğünü duydum.Gözlerimi açtım. Yalnız Harbiyye Nezâreti’nintayyare topları uzaktan havayı yırtıyordu.Yerde ev, dükkân enkazı92, kol, bacak, insanbünyesi93 vardı. Ta karşıda, yokuşun başındaçocuğunun elinden tutup acele giden kadınıayakta, elleriyle başını döver buldum. Yerdeküçük bir kan yığını, boğuk bir çocuk hırıltısıvardı. Beyaz saçlı, siyah esvaplı bir ihtiyarErmeni kadını, yarısı yaya kaldırımın, yarısı

şosenin94 üstünde, gözleri dönmüş, yatıyordu.Açık, kıllı esmer göğsü kan içinde bir hamalonun yanına düşmüştü. Yerler kan içinde. Yinemidem bulanıyor. Kan ta o zamandan başlıyor.Cemal ile İhsan sakin. Biri kadının çocuğununyanına diz çökmüş, öteki sıhhiye sedyesine95yaralı hamalı koydurmak için yardım ediyordu.Gözlerimi hemen kapadım. Ne kadar zamansonra Cemal’in sert eli omzuma dokundu:— Kalk Peyami, pantolonunun ütüsünübozacaksın.Gözlerimi yine açtım baktım. İhsan dagelmiş, sarı ve sakin96 bize bakıyordu.— Ben korktum zannediyorum, dedim.Cemal gülerek:— Ben de, dedi.Ve bunu söylediği için onu daha çoksevdim. Çünkü hayat bana en korkakadamların iddia ile cesaretten bahsedenler

olduğunu öğretti. İki askerin uzattığı iki elibirden aldım, kalktım. Ölümün ortasındanyürüyerek geçtik, gittik. Tünel’de hatta neşeliolduk. Çünkü bütün şapkalılar Cemal veİhsan’a garip garip bakıyor; yüzlerinin şeklibozulmaksızın acı ve muzaffer97, içlerindengülüyorlardı. Tünel’in öbür tarafında İhsan:— Löbon’da98 bir çay içelim, diye bizidavet etti.Cemal:— Bu gâvurların arasında gülerek sabahakadar dolaşmak isterdim. Ama bu sakatkolumun eski yarası çok sızlıyor, dedi.Hakikat o akşam Beyoğlu’nda yemek yedikve Tepebaşı’da barda eğlendik ve gece sarhoşayakın bir hâle döndük.Bunları niçin hatırlıyorum? Bu ne benim, nede onların mukayesesi99...

* * *Bu sabah neferimin100 yüzüne baktım:— Salim, ben güneşe çıkmak istiyorum,dedim.Biraz maymuna benzeyen birbirine yakınyeşil gözleri yaşla doldu:— Götürün101 efendim, dedi.Neferimi bana bırakmalarına ne kadarseviniyorum; hayatta beni bilen, beni sevenondan başka kimse kalmadı. İki bacağımkesildi. Kafamın içini de açmak için müddet102bekliyorlar. Bu ameliyattan da korkuyorum. Yaiyi olursam. Dünyada yalnız ne yapacağım?İstanbul’da anam sadece eski Hâriciyyememurunun anası idi; ben Sakarya’dabacaklarını kaybetmiş, kafasından vurulmuş biraskerim. Neferim beni bırakıp gittiği gün elimitutacak kimsem yok.Niçin bunları düşünüyorum? Salim’in kara

boynuna kollarımı atıyorum. Beni ana gibikaldırıp yatırmıyor mu? Uzun müddetyaşamaya mahkûm olursam, Allah o felâketide çektirirse, Salim’in boynuna sarılır ağlarım“Varım yoğum sensin, beni köyünün birköşesine götür, beni yanından ayırma,” derim.Belki, belki uzun seneler yaşarsam ve eskigünler içimden taşarsa ahreti beklemez, onaderdimi dökerim. Ayşe’nin hikâyesine,Cemal’e, İhsan’a ve ötekilere o benden bileyakın değil mi?Şimdi odama geldi. Kaputumu,battaniyelerimi aldı, götürdü, güneşli, taşkoridora bir sedye çıkarmış, beni kucaklayıporaya götürecek, orada eski günlerin ateşini,kanını damarlarımda kaynarken duyacağım.Uzun uzun güneşte uyumuşum. Odamhayli soğuk.Salim çocuk gibi beni hırkaya, battaniyeyesardı; başımda bir lâmba, elimde defterim var,

tuhaf bir sükûn duyuyor ve düşünüyorum.Nerede idim? İhsan’ı da sevmeyebaşlamıştım. Dairenin, kâğıtların zincirleri artıktamamen çözülüyor. Cemal ile İhsanbirbirlerini hâlâ çok sevmiyorlar. Fakat ikisi debeni o kadar seviyor ki, ekseri103 üç kişiberaberiz. İhsan’ın ailesi de Şişli’de, kibar veeski bir aile, annemle ahbap olduklarını104sonra anladım. Fakat anası medenî bir hanımolmakla beraber erkekle konuşmuyor,kendisinde eski bir Bâb-ı Âli105 görgüsüyletemizlik, fart-ı nezaket106 azıcık damuhafazakârlık hâkim107, fakat oğulları başkabir şey. O, Cemal kadar konuşmuyor,Cemal’in çok kere onu kızdırmak içinİstanbullulara, İstanbul ananesine108hücumuna cevap vermiyor. Fakat bu sadecesükûn ve nezaketinden değil. İçinde bu şeylerin

dokunamayacağı bir kale var. İhsan, yüksek,kayadan bir uzviyet109. Onun biraz çilli,küçük bir yüzü, zarif ince burnu, beyaz dişlerive bazan eski resimlere benzeyen ortası ayrıkderin gözleri var; alafranga genç bir zâbitruhundan başka hususî şeyler taşıdığınıseziyorum. Fakat o kendinden bir şeyvermiyor. Her vakit nazik, her vakitetrafındakilerin rahat ve arzusunu düşünenyeni bir Osmanlı enmûzeci110, Türkdemiyorum. Çünkü yeni Türk genci dahamütecaviz111, daha dalgalı, daha istediği çokolan bir mahlûktur112. İhsan’ın muayyen113bir istediği yok. Şeref ve namus hissi içincepheden cepheye koşmuş, yaralanmış,fedakârlığı nümayişkâr114 olmayan biraz damağrur bir insan. Löbon’u tercih etmekleberaber o da ekseri bizimle geliyor, Cemal’in

sevdiği bir Sirkeci salonunda oturuyor, rakıiçiyoruz. Sonra konuşarak, gülerek Köprü’yüberaber geçip gidiyoruz. Bu iki gencin birbirinisevdiğini çok istiyorum, fakat biraz da benimiçin beraber gezmelerine karşı gururhissediyorum, yalnız anlıyorum ki dahanatamam115 olmakla beraber Anadolu gencitipi Cemal, daha yeni ve daha saridir116. İhsanüzerinde iradesini117 şimdilik hissedilmeyecekkadar yavaş, fakat kat’î118 olarak hâkimkılıyor. Bu iki genç birbirlerinden o kadar ayrımıdırlar? Bilmiyorum. Bir sikkenin119 yazı,tura tarafı gibi birbirini itmam eden120 şeylerdeğil midirler? İkisine de aynı şeyi yaptıran,aynı şeyi hissettiren derin ve iptidâî121kuvvetler yok mu?Ne iyi hatırlarım. Mütarekeden birkaç gün

sonra üçümüz Bâb-ı Âli’den beraber indik.Sokaklar o kadar sessiz, herkesin yüzündekendini ta içine çekmiş öyle somurtkan, öyleketum122 bir şey var ki! Halk o kadar harbdenbıkmıştı. Niçin şimdi sevinmiyor? Harbde akanbî-hûde123 kanları mı, yoksa Mütarekeninİstanbul’da karıştıracağı, saçacağı dahilî124çirkefi, deşilecek eski, kokmuş yaralarınakıtacağı cerahati125 mi düşünüyor?O akşam rakı içmeden geçtik. Birbirimizebir şey söylemeden yürüdük, yürüdük, tamBeşiktaş Sarayı’nın önünde; mavi denizinüstünden azametli126, kocaman demirzırhlıların geçtiğini gördük. Cemal ellerinicebine koydu, kaşları çatık, rengi sarı, denizkenarına doğru yürüdü. İhsan’ın yüzü dahasarı, fakat daha kapalı görünüyordu. İkimiz degittik. Sahile beyaz köpükleriyle gelen

firuze127 gibi yeşilimtırak ve hain rengi ileBoğaziçi suları üstünden, artık düşmanımızolmayan muzaffer ecnebi128 bayraklı demirzırhlılara baktık. Ne kadar ağır ve uzungeçiyorlar.Bizim olduğumuz yerde hiç ses yok, belkiinsan da yok. Galata, Tophane taraflarında biruğultu duyuyoruz. Hayır, bir şeyduymuyoruz. Yalnız benim kalbim pat patatıyor, yanımdakilerin belki zavallı yaralarısızlıyor, soğuk, sabit129 gözlerinde bin birkanlı meydan muhârebesinde düşenler uçuyor.Cemal uykuda konuşuyor gibi:— Çanakkale’de bunlar girmesin diye saatteon bin Türk’ün şehit düştüğü harbler yaptık,dedi.İhsan bârid130 ve sakin:— Yine girdiler... dedi.— Marifet biz kapıları beklerken girmekti,

şimdi nideyim.Birdenbire döndük, paçaları lime limeyarım kunduralı, göğsünde harb madalyasınınyırtık bir kordelâsı, uzun heyulâ131 gibi birAnadolu neferi... İhsan ve Cemal ona doğrugittiler. Bana öyle geldi ki bu üçü de bir örnekinsandır. Yüzleri, vücutları kaybolacak, üçübirbirine karışacak, hepsinden birdenbire birtek insan çıkacak. Fakat onların yalnız gözlerikarıştı. Başlarını eğdiler. Birbirlerine ne dediler?Ben, o an kendimi yabancı ve mukaddes132 birdinin münkiri133 hissettim. Bir yabancıhürmetiyle sahile doğru gittim ve ilk defaolarak onların yaptığı ezelî134 şeyi yapmamışolmanın mahrumiyetini135 duydum. Yara,kan, ölüm bana cazip136 ve erişilmez birazametle göründü. Hatta bu muzaffer demirgemileri arkamdaki üç adamdan küçük ve

tatsız buldum. Döndüğüm zaman neferin bireli İhsan’da, bir eli Cemal’de idi.Haykırıyorum:— Cemal! İhsan! Bak benim de iki bacağımkoptu, kafam parçalandı. Bana karşımuhabbetinizde aşağı eğilen bir şey vardı.Niçin bunları görmeden öldünüz? Ben de buezelî şeyler için, bayrak için, namus içinparçalandım.Neferim başıma kolonya sürüyor, gözlerinemli:— Beğim, Beğim, onlar şehit oldu. Nemutlu, ağlama, diyor.Salim’in elini tuttum; çektim, gözünün içinebaktım:— Sen bacaklarını kaybetsen, Fatman senidaha çok sever mi?Salim anlamamış gibi gözlerini açtı. Sonrayavaş yavaş gözlerine eski ma’nâsızlığı geldi:— Yavuklunu mu düşünüyon Beğim, dedi.

Salim’in ağzını elimle kapadım. Başımdüştü.Niçin ruhumun bu ateşten gömleği,sırtımdan canıma geçiyor? Gözümden,dilimden kızıl, yakıcı yenlerini gösteriyor.4 Teşrîn-i Sânî 337137Gök kurşunî. Başım biraz yorgun ve içimtitriyor. Gök ziyâsını138 benim için kısmış gibi;içimde dinlenmek ihtiyacı var, içimde hafifgıcıklayıcı bir tebessüm var. Şimdi İstanbul’unMütareke’den sonraki ilk günlerinidüşünüyorum. Meserret Kırâathânesi’ndekilerbir gün bizim eve toplanmış, propagandacereyanına bizim de yardım etmemize kararvermişlerdi. Cemal ateşli ve samimî ruhuylabuna çok inananlardan olmuştu. İhsan dahabedbin139, yalnız silâh arkadaşlarının yaptığını

yapıyordu. Propagandayı millî derdimizin enbüyük devası140 telâkki ediyorduk141. BunaBâb-ı Âli’nin köhne142 daireleri, hattaşehzadeler ve Pâdişâh bile inanmış,İttihâdcı143, İ’tilâfçı144 bütün bir milletpropagandaya atılmıştı. Titreyerek hatırlarım.Dünyanın bütün insanlığı birdenbire alnımızakötü, karanlık bir damga yapıştırmıştı. Ermenikıtalini145 yapan ve medeniyyet düşmanıAlmanlarla teşriki mesai146 eden medeniyyetdüşmanları bizdik. Zalim, barbar ve insaniyetinortadan kaldırması lâzım gelen insanlar bizdik.Bizde ye’s147 filân yoktu, çocuk gibi yepyeni,taptaze ruhlarımızla medenî dünyanın bufikrini tashih etmeye148 karar vermiştik.Zalim olmadığımızı, söylenen şeylerin yalanolduğunu ispat eder etmez149 Avrupa,

hakkımızı teslim edecekti150. Hem hakkımızıteslim edecekti, hem hakkımızı mütevazı151ve şâyan-ı kabûl152 bir şekle sokmuştuk.Gazeteler, risaleler153, makaleler neşredecek,tercüme edip Avrupa’ya gönderecektik, sonraTürk gençliği bunu İstanbul’a giren ecnebilereanlatacaktı. Her genç, ecnebi muhabirleriniarıyor, her kadın kocasının, kardeşinin davetettiği ecnebilere bu hakikatleri anlatıyor.İstanbul birbirine muhalif154 düşmananasırıyla155 hep bunu yapıyordu. Şişli’de bupropagandaları yapan salonların başındaannemin salonu vardı. Onun yaşlı başlı veşâyân-ı hürmet156 bir hanım olması salonunubu işler için müsait157 bir hâle sokuyordu.Bütün Darülfünun158 gençleri, birçokzâbit, bütün Türk Ocağı159 bununla meşgul.

İhsan, Cemal, ben hep bu işteyiz. BenimHâriciyye’deki mevkiimden istifade ediliyor.Bana iyi lisan bildiğim için bir nevi160mümtaz161 insan diye bakıyorlar. Kimsehepimizin ne kadar çocuk ve gülünçolduğumuzun farkında değil. Fırsatlı, fırsatsızzehirlerini akıtan matbuat162 bu noktadamüttehid163. Yalnız içimizde, ırkan Türkolmadığını Mütareke’den sonra gelen bir neviilhamla anlayanlar bu işe dahil olmuyorlar,onlar Ermeni ve Rum kardeşleriyle beraber...Onlar da başka bir propaganda oyununda...Her evde, her ictimâda164 bundanbahsediliyor.Bu günlerde dikkatle bakınca görüyorum kibunları başkaları için değil, kendimiz içinyaptık. Kendi içimizden kaynadık. YoksaFransızca, İngilizce neşriyat; değil Avrupa’da,

İstanbul’da bile lehimizde olursa165 intişâredemiyordu166. Böyle olduğu hâlde bile bumakaleler dişleri dökülmüş, ihtiyar ağızlar gibi,delik deşik çıkıyorlar. Fakat bizim grup butarzda hareket etmeyecek, vakur167,haysiyetli bir propaganda yapacaktı. Kendikendimize yüzümüze hata, cinayet diyeattıkları şeylerin daha fenalarını onların yapmışolduklarını söyledikten sonra, güya dünyabütün dediğimizi işitmiş ve bize hak vermişgibi sakin ayrılıyorduk. Davamızın, hakkımızınkuvvetini hissettikçe bunu herkes anladı gibihissediyorduk. Belki bu derunî168 çocukpropagandasının en güzel yeri burasıdır.Çünkü İstiklâl Harbi’nde çektiklerimizi çekmekihtiyarî169 bir şahadete170 atılmak için enevvel kendimiz kendimize inanmayamuhtaçtık171.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook