Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore cennet

cennet

Published by Mehmet Sıddık Kılavuz, 2020-11-18 00:55:01

Description: cennet

Search

Read the Text Version

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 151 Üçüncüsü: Tesnîm nâmındaki çeşmedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu çeşmeden şöyle bahsedilir: ‫(“ يُ ْسـ َق ْو َن ِمـ ْن رَ ۪حيـ ٍق َ ْم ُتـو ٍم‬Onlara) o Cennet’e girenlere, Cennet’te (mühürlü) başka şeylerin karışmasından korunmuş (hális bir içkiden içirilecektir.) Onlar, o içkiden içince, büyük bir zevk ve lezzet alırlar. Kalbleri ferahlanmış olur. Aklın git- mesi ve baş ağrısı gibi hîçbir árızaya uğramazlar.”338 ‫(“ ِختَا ُمـ ُه ِم ْسـ ٌك َو ۪فـي ٰذ ِلـ َك فَ ْليَتَنَافَـ ِس ا ْل ُمتَنَا ِف ُسـو َن‬Onun) o Cennet’e mahsús iç- kinin (nihâyeti misk olup) kokusu çok güzeldir. Pek hóş bir koku ile sona erer. (Ar- tık ziyâde rağbet gösterenler,) nefîs bir şeye kavuşma arzûsunda bulunanlar, (bunun hakkında rağbet göstersinler.) Böyle pek lezzetli, pek nefîs bir ni‘mete kavuşmak için, büyük bir rağbet göstersinler. Buna lâyık olmak için çalışsınlar, biribirleriyle yarışsınlar; ibâdet ve itáatte bulunsunlar.”339 Müfessirîn-i izám, ‫ ِختَا ُمـ ُه ِم ْسـ ٌك‬cümlesinin üç ma‘nâya muhtemel olduğunu beyân buyurmuşlardır: Birinci Ma‘nâ: Mührü misktir. İkinci Ma‘nâ: Karışımı misktir. Üçüncü Ma‘nâ: Sonunda güzel kokusu, misktir.340 ‫(“ َو ِمزَا ُجـ ُه ِمـ ْن تَ ْسـ ۪ني ٍم‬Ve Onun) o Cennet’e giren zâtlara ikrâm edilecek içkinin (mizâcı,) ona karıştırılan şey (Tesnîm’dendir.) Onların üzerlerine yüksekten dökü- len bir Tesnîm suyundan ibârettir.”341 “Ya‘nî, ‫ تَ ْســ ۪نيم‬denilen bir ayndan (çeşmeden), bir menba‘dan içerler, demek- tir. Mezkûr çeşme, ehl-i Cennet’in en a‘lâ meşrûbâtındandır. Denildi ki: Tesnîm, bir nehirdir ki; ehl-i Cennet’in cihet-i fevkınden cereyân eder. Ya‘nî, onlara; büyût (evler), kusúr (kasırlar) ve ğurefte (yüksek binâlarda) cihet-i uluvvden (yüksek ta- raftan) gelip evânî (kaplar) ve akdâha (kadehlere) dolar. Ehl-i Cennet de ondan içip istifâde ederler.”342 338 Mutaffifîn, 83:25 339 Mutaffifîn, 83:26. 340 Tefsîr-i Taberî, Tefsîr-i Fahri Râzî. 341 Mutaffifîn, 83:27. 342 en-Nûru’l-Furkán fî Şerhi Lügati’l-Kur’ân, 1/261.

152 Dâr-ı Saádet ‫“ َع ْينًـا يَ ْشـرَ ُب بِ َهـا ا ْل ُم َق ّرَبُـو َن‬O Tesnîm ise, yüksekten akan (bir kaynaktır ki; on- dan ancak mukarrebûn kullar) Elláh tarafından seçilen ve kendisine yaklaştırılan muhles kullar (içerler.) Ondan lezzet alırlar. Böyle bir kurbiyyete mazhar olama- yanlar, o pek kıymetli çeşmenin suyundan içmeye nâil olamazlar.”343 ‫“ تَ ْسـ ۪نيم‬Tesnîm”, Cennet pınarlarının en şereflisidir. Cennet’in gáyet yüksek mahallerinden aktığı için ona “Tesnîm” denilmiştir. Cenâb-ı Hak, Rahmân Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesinde Cennet’in çeşme ve pınarlarından şöyle bahseder: ‫“ ۪في ِه َما َع ْينَا ِن َ ْت ِريَا ِن‬O iki Cennet’te cereyân eden iki nev‘ pınar vardır.”344 “Rahmân Sûresi’nin Tefsîri” adlı eserimizde bu âyet-i kerîmenin tefsîri sade- dinde şöyle denilmiştir: “Kur’ân, bu âyet-i kerîmede geçen iki pınar hakkında tafsílât vermemiş. Başka sûrelerde tafsílât verdiği için burada icmâl etmiştir. Zîrâ, Kur’ân’ın bir üslûbudur ki; bir yerde icmâl eder, başka yerde tafsíl eder. Ya‘nî, bir yerde mücmel bıraktığı bir mes’eleyi, diğer bir yerde tafsílâtıyla îzáh eder. “İşte bu âyet-i kerîmede geçen iki pınardan murâd ne olduğunu, başka sûrelerde îzáh etmiş, o pınarlardan biri ‘Selsebîl’345, diğeri ise ‘Tesnîm’346 olduğu- nu beyân buyurmuştur.”347 Başta İbn-i Abbâs (ra) ve Hasan-ı Basrî (ra) olmak üzere ba‘zı zevât-ı áliyye, bu iki pınardan murâdın, “Selsebîl ve Tesnîm” olduğunu ifâde etmektedirler. “‫‘ ۪في ِه َمــا َع ْينَــا ِن َ ْت ِريَــا ِن‬O iki Cennet’te cereyân eden iki nev‘ pınar vardır’ âyet-i kerîmesinin ifâde ettiği o iki kaynaktan birinden sürekli olarak sáfî, duru ve hîç bozulmayan su akar, diğerinden ise sarhóşluk vermeyen, baş ağrısı yapmayan ve içenlere lezzet veren içecekler akar. Onlardan birisi, rengi ve tadı bozulmayan su- dan; diğeri de içenlere lezzet veren içkidendir. “Veyâ o iki kaynaktan biri yukarıdan, diğeri aşağıdan olmak üzere sáhibinin istediği tarzda akabilen iki kaynaktır. 343 Mutaffifîn, 83:28. 344 Rahmân, 55:50. 345 İnsân, 76:18. 346 Mutaffifîn, 83:27. 347 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 609.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 153 “‫ َع ْينَـا ِن‬iki pınar, iki kaynak ma‘nâsındadır. ‫ َ ْت ِريَـا ِن‬kelimesi ifâde eder ki; ehl-i Cennet, o iki çeşmeyi istediği yerde istediği zamân akıtır. Ya‘nî, kaynağı sâbit ve belli bir yer değildir. Ehl-i Cennet, Cennet’te hangi bölgeye giderse gitsin parmağıyla işâret eder, o işâretle berâber o iki pınar, o tarafa doğru akar. İstediği yerde hemen iki pınar akmaya başlar. “Ayrıca bu iki pınar ve kaynağın yanında Cennet’te pek çok nehirler vardır. Bunlar; tadı, rengi ve kokusu bozulmayan sudan nehirler, tadı değişmeyen sütten nehirler, içenlere lezzet veren şarâbdan nehirler ve süzme baldan nehirlerdir.348 O nehirler, herkese áid bağ ve bahçeleri içinde akar.”349 Âyet-i kerîmede geçen ‫ َ ْت ِريَا ِن‬kelimesi işâret ediyor ki; bu pınarlar, dünyâda- ki sular gibi tek bir kanaldan akmazlar. Belki, nerede istersen orada akar. Hem bu âyet-i kerîmede geçen ‫ َ ْت ِريَــا ِن‬kelimesi ifâde eder ki; o çeşmeler cereyân hâlinde olduğu için, dâimî bir súrette akıp giderler. Dolayısıyla, Cen- netlerdeki sular hem boldur, hem de hîç kesilmez ve azalmazlar. Hâlbuki, dünyâdaki sular ba‘zan kesilir. Kesilmese dahi yaz ve kış mevsimlerinde aynı mikdârda akmazlar. Demek, Cennet’te zamân mefhûmu olmadığı için, Cennet ehli ve ni‘metleri üzerinde zamânın tahrîbâtı te’sir etmez. Cennet’teki pınarlar ve nehirler, içkiler ve şerbetler, Cennet’teki lezâizin cis- mânî olduğunu isbât eder. O hâlde, “Cennet’teki saádet ve lezâiz sâdece rûhânî- dir” şeklinde bir inanç, bâtıl ve merdûddur. Cenâb-ı Hak, Rahmân Sûresi’nde ehl-i îmân ve táate Cennet’te ihsân edece- ği pınarlar ve kaynakları müjde verdikten sonra, umûm cin ve inse hıtáben şöyle buyurur: ‫“ فَ ِبـأ َ ِ ّي ٰا َلء رَبِّ ُك َمـا تُ َك ِّذبَـا ِن‬Ey cin ve ins! Rahmân-ı Zü’l-cemâl’in Cennet’te sizin için ihzâr ettiği bu pınar ve kaynakların vücûdunu mu inkâr ve tekzîb edersiniz? “Yoksa onların benzerleri olan dünyâdaki pınar ve kaynakları mı inkâr edersi- niz? Mâdem bu dünyâda göz önünde görünen bu çeşme ve pınarları inkâr edemiyor- sunuz; öyle ise Cennet’teki çeşme ve pınarları da inkâr etmemelisiniz. Zîrâ, bunlar, onların nümûneleridir ve onlardan haber verirler. 348 Muhammed, 47:15. 349 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 612.

154 Dâr-ı Saádet “Sizler, sizin için gayb hükmünde olan Cennet’teki bu pınar ve kaynakların var- lığını Kur’ân’dan öğreniyorsunuz. Öyle ise, Kur’ân mu‘cizedir. Zîrâ, siz, gaybı bi- lemezsiniz. Mâdem Kur’ân, mu‘cizedir. İsbât eder ki; Hálık-ı kâinâtın fermânıdır. Öyle ise, o fermâna îmân ve ahkâmına itáat etmelisiniz ki; o Cennetler ve o pınarlara nâil olasınız. Şâyet îmân ve itáatten istinkâf ederseniz, dünyâda eski akvâm gibi semâvî ve Arzí belâ ve musíbetlerle helâk olursunuz. Âhirette de ‘tesnîm’ ve ‘sel- sebîl’’ denilen bu iki çeşmeden mahrûmiyyetle berâber, Cehennem’de ebedî olarak ‘hamîm’, ‘gassâk’ ve ‘sadîd’ içeceksiniz.”350 Hulâsa: Cennet çeşmelerinin isimleri ne olursa olsun; Cennet’te ehl-i Cen- net için, dâimâ istifâde edilecek birçok çeşme mevcûddur. Hem menba‘ları dahi ehl-i Cennet’in yanındadır. O çeşmeler dâimî olarak akarken; inkıtá‘, noksá- niyyet, eksikliğe de ma‘rûz kalmazlar. Cennet ehli, istedikleri zamân istedikleri yerden o çeşmeleri akıtırlar. Hem ehl-i Cennet’in şarâbları ba‘zan Kâfûr çeş- mesinden, ba‘zan Tesnîm çeşmesinden, ba‘zan da Zencebîl çeşmesinden (buna Selsebîl çeşmesi de denir) memzûc olup, Cennet ehli, istedikleri şekilde bunlar- dan istifâde ederler. Rahmân Sûresi’nin 66. âyet-i kerîmesinde ise, şöyle buyrulmaktadır: ‫“ ۪في ِه َمـا َع ْينَـا ِن نَ َّضا َختَـا ِن‬Ehl-i îmân için hâzırlanmış olan (iki Cennet’te, yerden fışkıran iki çeşme, şiddetli kaynayan iki pınar vardır) ki; bakanlara ferahlık verir.”351 “Rahmân Sûresi’nin Tefsîri” adlı eserimizde bu âyet-i kerîmenin tefsîri sade- dinde şöyle denilmiştir: “Rahmân-ı Zü’l-cemâl, evvelki iki Cennet’in pınarlarını, ‫‘ َ ْت ِريَــا ِن‬Cereyân edip akan’ diye vasfetti. Bu âyette mezkûr Cennet’lerdeki pınarları ise, ‫‘ نَ َّضا َختَــا ِن‬Yer- den fışkıran’ diye tavsíf buyurdu. Demek, evvelki âyette bahsi geçen Cennet’lerde- ki pınarlar, ehl-i Cennet’in istediği yerde nehir gibi akarken; bu âyette bahsi geçen Cennet pınarları, yine ehl-i Cennet’in istediği yerden fışkırarak çıkarlar. Nitekim, yu- karıda zikrettiğimiz İnsân Sûresi’nin 6. âyet-i kerîmesi de bu hakíkate işâret etmek- tedir. Evvelki pınarların güzelliği ve lezzet, daha ziyâde olup, suyu da daha boldur. Sonraki iki Cennet’in suyunun fışkırarak çıkması insâna ayrı bir lezzeti verse de, bu pınarlar, güzellik ve bolluk bakımından evvelkinden daha aşağı bir mertebededir. 350 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 617. 351 Rahmân, 55:66.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 155 “Evvelki âyette bahsi geçen Cennet’lerde ağaçların bolluğundan bahs edildi. Ağaçlar ise, akan bir su ile sulanır. Onun için, o iki Cennet’in pınarlarından bahs edilirken; ‫‘ َ ْت ِريَــا ِن‬cereyân edip akan’ ifâdesi kullanıldı. Sonraki âyet-i kerîmenin ifâdesiyle, diğer iki Cennet’in ise otları boldur. Otlar ise, fıskiyelerle sulanır. Bu se- beble, bu Cennet’ler için, ‫‘ نَ َّضا َختَــا ِن‬Yerden fışkıran’ ifâdesi kullanıldı. “Cennet’teki çeşmelerin suyu gáyet bol ve kuvvetli olduğu cihetle, fıskiye gibi havaya feverân eylediğinden; bakanlar ondan zevk alıp mesrûr olurlar. Nitekim, dünyâ hayâtında çok zengîn olan kimseler, pek çok masraf ederek zevk ve lezzet almak için fıskiyeler edinirler.”352 Demek, bu zevk, insânın fıtratında dercedilmiştir. ‫َو ُر ِو َي َعن أنس رَ ِضي الله َعن ُه قَا َل نضاختان بالمسك والعنبر ينضخان على‬ ‫دور ا ْلجنَّة َك َما ينضخ ا ْل َمطَر على دور أهل ال ُّد ْنيَا رَ َوا ُه ا ْبن أبي شيبَة َم ْوقُوفا‬ Enes (ra)’den şöyle rivâyet olundu: “(Cennet’te ‘misk’ ve ‘anber’ fışkıran iki fıskiye vardır. Dünyâ evlerini yağmu- run ıslattığı gibi, bunlar da Cennet köşklerini ıslatır) güzel koku verirler.”353 “Hem bu âyet-i kerîme ifâde eder ki; bu Cennetlerdeki sular hem boldur, hem de hîç kesilmez ve azalmazlar. Hâlbuki, dünyâdaki sular ba‘zan kesilirler. Kesilmese dahi yaz ve kış mevsimlerinde aynı mikdârda olmazlar. Demek, Cennet’te zamân olmadığından, zamânın eşyâ üzerindeki tahrîbâtı da yoktur. Bundan dolayı Cen- net’teki pınarlar ve sâir ni‘metler zevâl ve fenâya mahkûm olmuyorlar.” 354 Hulâsa: Kur’ân-ı Kerîm, mezkûr iki Cennet’teki iki çeşmeyi, ‫ نَ َّضا َختَــا ِن‬ifâ- desiyle tavsíf etti. İlk iki Cennet’teki iki çeşmeyi ise, ‫ َ ْت ِريَــا ِن‬ifâdesiyle tavsíf et- mişti. İlk Cennet’lerdeki çeşmeler sâbit olmayıp ehl-i Cennet’in istediği yerden akarken; diğer Cennet’lerdeki çeşmeler ise sâbit olup yine istenilen yerden fıskiye gibi aşağıdan yukarıya doğru fışkırır. Su kaynağı, cereyân etmeyip kendi yerinde sâbit kalırsa mı daha güzel ve lezzetlidir; yoksa istenilen yerde akıp giderse mi? Elbette, cereyân eden çeşmeler, sâbit olan çeşmelerden daha güzeldir. 352 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 690. 353 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 332. 354 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 689-690.

156 Dâr-ı Saádet Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, Cennet’te ehl-i îmân ve táate ihsân edilecek yer- den fışkıran ve şiddetle kaynayan çeşme ve pınarları müjde verdikten sonra, umûm cin ve inse şöyle buyurdu: ‫“ فَ ِبـأَ ِ ّي ٰا َلء رَبِّ ُك َمـا تُ َك ِّذبَـا ِن‬Ey cin ve ins! Size Cennet’te durmadan yerden fışkı- ran böyle su kaynaklarını ihsân eden Rabb-i Kerîm’inizin bu ihsân ve ikrâmını mı tekzîb ve inkâr edersiniz? “Yoksa, onların dünyevî nazírelerini mi inkâr ve tekzîb edersiniz? “Yoksa, bu ni‘metleri şöyle vecîz ifâdelerle size tavsíf eden Kur’ân’ın i‘câzını mı inkâr ve tekzîb edersiniz? “Hayır, bu tekvînî ve teklîfî ni‘metlerden ve âyetlerden hîçbirini inkâr ve tekzîb edemezsiniz! Zîrâ, inkâr ve tekzîb ettiğiniz takdîrde, yeryüzünde fışkıran her bir pı- nar sizi tekvînî olarak tekzîb edeceği gibi; bu tekvînî ni‘metleri ta‘rîf eden her bir âyet-i Kur’ân dahi sizi teklîfî olarak tekzîb edecektir. Böyle bir tekzîbden kurtulma- nın yegâne çâresi, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’a îmân etmektir. Ahkâm-ı Kur’âniyyeyi ilmî, amelî ve edebî sâhalarda icrâ ve tatbîk etmektir. Böylece şükür vazífesini edâ etmektir. Şâyet yaradılış gáyeniz olan bu vazífeyi îfâ etmezseniz, şükürden şirke düş- müş olursunuz. Bu ise dünyânızın harâbiyyetine, kıyâmetin kopmasına sebebiyyet verecek bir hâldir. Hem geçmiş asırlarda yaşayan ásí ve bâğí kavimlerin başına gelen belâ ve musíbetleri, felâket ve helâketleri biliyorsunuz. Öyle ise korkunuz, titreyiniz.”355 Bu âyetlerle ilgili tafsílâtlı bilgi için Rahle Yayınları’ndan “Rahmân Sûre- si’nin Tefsîri” adlı esere mürâcaat edilebilir. Cenâb-ı Hak, Ğâşiye Sûresi’nde ise, Cennet’in pınarlarından şöyle bahseder: ٌ‫(“ ۪في َهـا َعـ ْ ٌن َجا ِريَـة‬Orada) Cennet’te, ehl-i Cennet’in arzûlarına muvâfık olarak istedikleri yere (akar) ve arkası da kesilmez (pınarlar vardır.)”356 Bu âyet-i kerîmede geçen ‫“ َعـ ْ ٌن‬ayn” lafzı her ne kadar müfred ise de, bura- da ism-i cins olup, ‫“ ُع ُيــو ٌن‬çeşmeler” ma‘nâsındadır. Nitekim, bu kelime, birçok âyet-i kerîmede cem‘ sígasıyla ‫ ُع ُيو ٌن‬şeklinde gelmiştir.357 ‫ َع ْ ٌي‬lafzındaki tenkîr, ta‘zím içindir. Cennet’teki çeşmelerin kadr u kıymetinin 355 Rahmân Sûresi’nin Tefsîri, s. 694. 356 Gáşiye, 88:12. 357 Hicr, 15:45; Duhán, 44:52; Zâriyât, 51:15; Mürselât, 77:41.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 157 yüksekliğini bildirmektedir. Ma‘lûm ve ma‘rûftur ki; çeşmeden akan sular, zâten cârî ve akıcıdır. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın ayrıca o çeşmeleri, ٌ‫“ َجا ِريَــة‬akıcı” vasfı ile vasıflandırması, onlardaki derecenin yüksekliğine delâlet ederek çeşmelerin noksán ve eksik olmadığına ve dâimâ mübâlağa súretinde aktığına işâret içindir. Elhâsıl: Rahmân-ı Rahîm’in ehl-i îmân ve táate Cennet’teki lütuflarından biri de, Cennet’te, hem istenilen yerde akan hem de istenilen yerden fışkıran çeşme ve pınarları ebedî ve dâimî bir súrette ihsân ve ikrâm etmesidir. Cenâb-ı Hak, Cennet’e girmeyi ve Cennet’in çeşme ve pınarlarından içmeyi bizlere nasíb ü müyesser eylesin. Âmîn.  ALTINCI MEBHAS Cennet’in çarşı ve pazarları hakkındadır. Ehl-i Cennet için, Cennet’te çarşı ve pazarlar vardır. Cennet ehli orada top- lanırlar. Melâike-i kirâm, hîçbir gözün görmediği, hîçbir kulağın işitmediği ve hîçbir kalbe hutúr etmeyen ni‘metlerle onları kuşatır. Cenâb-ı Hak, ehl-i Cen- net’e “lâ zamânî, lâ mekânî ve lâ keyfî” bir şekilde görünüp, onların her biriyle husúsí olarak ayrı ayrı konuşur. Bu hâl, onlar için en büyük bir lezzet ve saádet- tir. Ehl-i Cennet, orada gönülleri ne isterse, karşılıksız ve bedelsiz bir şekilde onu, Cennet çarşısında bulup satın alırlar.358 Şimdi bu hakíkate dâir ba‘zı ehâdîs-i Nebeviyye’yi zikrediyoruz: ،‫ ِإ َّن ِفي ا ْل َجنَّ ِة لَ ُسوقًا‬: ‫ أَ َّن رَ ُسو َل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم قَا َل‬،‫َع ْن أَنَ ِس ْب ِن َما ِل ٍك‬ ‫ فَ َ ْي َدا ُدو َن ُح ْسنًا‬،‫ فَتَ ْحثُو ۪في ُو ُجو ِه ِه ْم َو ِثيَابِ ِه ْم‬،‫ فَتَ ُه ُّب ۪ري ُح ال َّش َما ِل‬،‫يَأْتُونَ َها ُك َّل ُجُ َع ٍة‬ ‫ لَ َق ِد‬،ِ‫ َوالّٰل‬:‫ فَيَ ُقو ُل لَ ُه ْم أَ ْه ُلو ُه ْم‬،ً‫ فَ َ ْي ِج ُعو َن ِإلَى أَ ْه ۪لي ِه ْم َوقَ ِد ا ْز َدا ُدوا ُح ْسنًا َو َجَالا‬،ً‫َو َجَالا‬ .»ً‫ لَ َق ِد ا ْز َد ْدتُ ْم بَ ْع َدنَا ُح ْسنًا َو َجَالا‬،ِ‫ َوالّٰل‬،‫ َوأَ ْن ُت ْم‬:‫ فَيَ ُقولُو َن‬،ً‫ا ْز َد ْدتُ ْم بَ ْع َدنَا ُح ْسنًا َو َجَالا‬ 358 Hâşiyetu’t-Tâc, 5/409.

‫‪158 Dâr-ı Saádet‬‬ ‫‪Enes (ra)’den Resûlulláh (sav), şöyle buyurmuştur:‬‬ ‫‪“(Cennet’te bir çarşı vardır ki; ehl-i Cennet, her Cum‘a o çarşıya gelirler. Kuzey‬‬ ‫‪rüzgârı eser; yüzlerine ve elbiselerine) güzel misk (kokuları siner. O zamân güzellik‬‬ ‫‪ve cemâlleri daha ziyâde olur. Áilelerine güzellik ve cemâlleri artmış olarak döner-‬‬ ‫‪ler. Áileleri onlara, ‘Bizden sonra güzellik ve cemâliniz daha da artmış!’ derler.‬‬ ‫‪Onlar da áilelerine, ‘Valláhi, bizden sonra sizin de güzellik ve cemâliniz art-‬‬ ‫‪mış’ diye mukábelede bulunurlar.’)”359‬‬ ‫‪Risâle-i Nûr’un “Sözler” adlı eserinde şöyle denilmiştir:‬‬ ‫‪“Hadîsin nassıyla, ‘O şuhûd, bütün lezâiz-i Cennet’in o derece fevkındedir ki,‬‬ ‫‪onları unutturur. Ve şuhûddan sonra ehl-i şuhûdun hüsn-i cemâli o derece fazla-‬‬ ‫‪laşır ki; döndükleri vakit, sarâylarındaki áileleri çok dikkat ile zor ile onları tanı-‬‬ ‫‪yabilirler’ hadîste vârid olmuştur.”360‬‬ ‫أَُ۪هفريَ ْي َهــرَاةَ ُفَسـَقـوا ٌَقل؟أَبقَُـا َول‪ُ :‬هنَرََعْيــ ْرَمةَ‪:،‬أَأَ ْْخس َـبَأَ۪نُـل ايلّٰرَلَ ُأَس ْـنو َُ ْلي اَملّٰـ ِلَع بََ ْيص۪ َّلن‬ ‫ْبـ ِن ال ُم َسـيَّ ِب‪ ،‬أَنَّـ ُه لَ ِقـ َي أَبَـا‬ ‫َعـ ْن َسـ ۪عي ِد‬ ‫ُسـو ِق ا ْل َجنَّـ ِة‪ ،‬فَ َقـا َل َسـ ۪عي ٌد‪:‬‬ ‫َوبَ ْينَـ َك ۪فـي‬ ‫الّٰ ُل َعلَ ْيـ ِه َو َسـ ّلَ َم‪« :‬أَ َّن أَ ْهـ َل ا ْل َجنَّـ ِة ِإذَا َد َخ ُلو َهـا نَزَلُـوا ۪في َهـا بِ َف ْضـ ِل أَ ْع َما ِل ِهـ ْم‪ ،‬ثُـ َّم يُـ ْؤذَ ُن‬ ‫۪فـي ِم ْقـ َدا ِر يَـ ْو ِم ا ْل ُج ُم َعـ ِة ِمـ ْن أَيَّـا ِم ال ُّد ْنيَـا فَـ َزُو ُرو َن رَبَّ ُهـ ْم‪َ ،‬ويُـ ْ ِرزُ لَ ُهـ ْم َع ْر َشـ ُه َويَتَبَـ ّٰدى‬ ‫لَ ُهـ ْم ۪فـي رَ ْو َضـ ٍة ِمـ ْن ِريَـا ِض ا ْل َجنَّـ ِة‪ ،‬فَ ُتو َضـ ُع لَ ُهـ ْم َمنَابِـ ُر ِمـ ْن نُـو ٍر َو َمنَابِ ُر ِمـ ْن لُ ْؤلُـ ٍؤ‪َ ،‬و َمنَابِ ُر‬ ‫ِمـ ْن يَاقُـو ٍت‪َ ،‬و َمنَابِـ ُر ِمـ ْن زَبَ ْر َجـ ٍد‪َ ،‬و َمنَابِـ ُر ِمـ ْن ذَ َهـ ٍب‪َ ،‬و َمنَابِـ ُر ِمـ ْن ِف َّضـ ٍة‪َ ،‬و َ ْي ِلـ ُس أَ ْدنَا ُهـ ْم‬ ‫َعـ ٰى ُك ْثبَـا ِن ا ْل ِم ْسـ ِك َوا ْل َكافُـورِ‪َ ،‬مـا يَـرَ ْو َن أَ َّن أَ ْص َحـا َب ا ْل َكرَا ِسـ ِ ّي‬ ‫َو َمـا ۪في ِهـ ْم ِمـ ْن‬ ‫ـا‪ ».‬قَـا َل أَبُـو ُهرَ ْيـرَةَ‪ :‬قُ ْلـ ُت‪ :‬يَـا رَ ُسـو َل الّٰ ِل َو َهـ ْل نَـ ٰرى رَبَّن َـا؟ قَـا َل‪:‬‬ ‫َد ِنـ ٍ ّي‬ ‫بِأَ ْف َضـ َل ِم ْن ُهـ ْم‬ ‫َ ْم ِل ًس‬ ‫«نَ َعـ ْم»‪ ،‬قَـا َل‪َ « :‬هـ ْل تَتَ َمـارَ ْو َن ۪فـي ُر ْؤيَـ ِة ال َّشـ ْم ِس َوال َق َمـ ِر لَ ْيلَـةَ البَـ ْد ِر»؟ قُ ْلنَـا‪َ :‬ل‪ .‬قَـا َل‪:‬‬ ‫َك َذ ِلـ َك َل تَتَ َمـارَ ْو َن ۪فـي ُر ْؤيَـ ِة رَبِّ ُكـ ْم َو َل يَ ْب ٰقـى ۪فـي ٰذ ِلـ َك ا ْل َم ْج ِلـ ِس رَ ُجـ ٌل ِإ َّل َحا َضـرَ ُه‬ ‫الّٰ ُل ُمَا َضـرَةً َحـ ّٰى يَ ُقـو َل ِلل ّرَ ُجـ ِل ِم ْن ُهـ ْم‪ :‬يَـا فُـ َا ُن ا ْبـ ُن فُـ َا ٍن أَتَ ْذ ُكـ ُر يَـ ْو َم قُ ْلـ َت‪َ :‬كـ َذا‬ ‫َو َكـ َذا؟ فَ ُي َذ ِّكـ ُر ُه ‪ -‬بِبَ ْعـ ِض َغ ْدرَا ِتـ ِه ِفـي ال ُّد ْنيَـا‪ ،‬فَيَ ُقـو ُل‪ :‬يَـا رَ ِّب أَفَلَـ ْم تَ ْغ ِفـ ْر ۪لـي؟ فَيَ ُقـو ُل‪:‬‬ ‫بَـ ٰى‪ ،‬فَ ِب َسـ َع ِة َم ْغ ِفرَ ۪تـي بَلَ ْغـ َت َم ْ ِنلَتَـ َك ٰهـ ِذ ِه‪ ،‬فَبَ ْينَ َمـا ُهـ ْم َعـ ٰى ٰذ ِلـ َك َغ ِشـ َي ْت ُه ْم َسـ َحابَةٌ‬ ‫‪359 Müslim, 2833; Sünen-i Dârimî, 2/339.‬‬ ‫‪360 Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 9. İşâret, Hâşiye, s. 650.‬‬

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 159 ‫ َويَ ُقـو ُل رَبُّن َـا تَبَـارَ َك‬،‫قَـ ُّط‬ ‫۪ري ِحـ ۪ه َشـ ْيئًا‬ ‫ِمـ ْن فَ ْو ِق ِهـ ْم فَأَ ْمطَـرَ ْت َعلَ ْي ِهـ ْم ۪طيبًـا لَـ ْم َ ِيـ ُدوا ِم ْثـ َل‬ ‫ فَنَأْ ۪تـي ُسـوقًا‬،‫ا ْشـتَ َه ْي ُت ْم‬ ‫فَ ُخـ ُذوا َمـا‬ ‫ قُو ُمـوا ِإ ٰلـى َمـا أَ ْعـ َد ْد ُت لَ ُكـ ْم ِمـ َن ا ْل َكرَا َمـ ِة‬:‫َوتَ َعا ٰلـى‬ ‫ َولَـ ْم‬،‫ َولَـ ْم تَ ْسـ َم ِع الآذَا ُن‬،‫ ۪فيـ ِه َمـا لَـ ْم تَ ْن ُظـ ِر ا ْل ُع ُيـو ُن ِإ ٰلـى ِم ْث ِلـ ۪ه‬،‫قَـ ْد َح ّفَـ ْت بِـ ِه ا ْل َم َلئِ َكـ ُة‬ ‫ َو ۪فـي ٰذ ِلـ َك‬،‫ لَ ْيـ َس يُبَـا ُع ۪في َهـا َو َل يُ ْشـ َ ٰرى‬،‫َ ْيطُـ ْر َعـ َى ا ْل ُق ُلـو ِب فَ ُي ْح َمـ ُل ِإلَ ْينَـا َمـا ا ْشـتَ َه ْينَا‬ ‫ فَ ُي ْق ِبـ ُل ال ّرَ ُجـ ُل ذُو ا ْل َم ْ ِنلَـ ِة ال ُم ْرتَ ِف َعـ ِة‬:‫ قَـا َل‬،‫ال ُّسـو ِق يَ ْل ٰقـى أَ ْهـ ُل ا ْل َجنَّـ ِة بَ ْع ُض ُهـ ْم بَ ْع ًضـا‬ ‫ فَ َمـا يَ ْن َق ۪ضي‬،‫فَيَ ْل ٰقـى َمـ ْن ُهـوَ ُدونَـ ُه َو َمـا ۪في ِهـ ْم َد ِنـ ٌّي فَ َ ُيو ُعـ ُه َمـا يَـ ٰرى َعلَ ْيـ ِه ِمـ َن ال ِّلبَـا ِس‬ ‫ َو ٰذ ِلـ َك أَنَّـ ُه َل يَ ْنبَ ۪غـي ِلَ َحـ ٍد أَ ْن‬،‫ٰا ِخـ ُر َح ۪دي ِثـ ۪ه َحـ ّٰى يَتَ َخيَّـ َل َعلَ ْيـ ِه َمـا ُهـوَ أَ ْح َسـ ُن ِم ْنـ ُه‬ ‫ لَ َقـ ْد‬،‫ فَيَتَلَ َّقانَـا أَ ْز َوا ُجنَـا فَيَ ُق ْلـ َن َم ْر َحبًـا َوأَ ْهـ ًا‬،‫ ثُـ َّم نَ ْن َصـ ِر ُف ِإ ٰلـى َمنَا ِز ِلنَـا‬،‫َ ْيـزَ َن ۪في َهـا‬ ‫ ِإنَّـا َجالَ ْسـنَا ا ْليَـ ْو َم رَبَّنَـا‬:‫ فَيَ ُقـو ُل‬،‫ِج ْئـ َت َو ِإ َّن بِـ َك ِمـ َن ال َج َمـا ِل أَ ْف َضـ َل ِ ّمَـا فَارَ ْقتَنَـا َعلَ ْيـ ِه‬ .‫ َو َ ِي ُّقنَـا أَ ْن نَ ْن َق ِلـ َب بِ ِم ْثـ ِل َمـا ا ْن َقلَ ْبنَـا‬،َ‫ا ْل َج ّبَـار‬ Saíd bin el-Müseyyeb (ra)’den rivâyet edildiğine göre, kendisi bir gün Ebû Hüreyre (ra)’a rastlamış ve Ebû Hüreyre (ra) kendisine, “Beni ve seni Cennet çarşısında, bir araya getirmesini Elláh’tan isterim” demiş. Bunun üzerine Saíd, “Cennet’te çarşı var mı?” diye sormuş. Ebû Hüreyre (ra), “Resûlulláh (sav), bana şu haberi verdi” demiştir: “Cennet halkı Cennet’e girdikleri zamân, iyi amellerinin çokluk derecesine göre makámlarına yerleşirler. Sonra dünyâ günlerinden Cum‘a günü kadar bir süre için onlara izin verilir. Ondan sonra Elláh’ı ziyâret ederler. Elláh, onlar için Arş’ını açar ve Cennet bahçelerinden bir bahçede (lâ zamânî, lâ mekânî ve lâ keyfî bir şekilde) onlara görünür. Cennet halkı için nûrdan, inciden, yâkúttan, zeberced (cevherin) den, altından ve gümüşten koltuklar konulur. Cennet halkının makámca en aşağı olanları, -onların içinde denî ve ádî kimse yoktur- misk ve kâfûr yığınları, ya‘nî tepecikleri üstünde otururlar. Bu koltuklarda oturanlar, diğerlerinin mertebelerini, kendi oturdukları yerlerden üstün sanmazlar. Tâ ki, üzülmesinler.” Ebû Hüreyre (ra) devâmla şöyle der: “Ben, ‘Yâ Resûlelláh! Biz Cennet’te Rab- bimizi görecek miyiz?’ dedim. O, ‘Evet göreceksiniz. Siz, Güneş’i görmek ve Ay’ın on dördüncü gecesinde, (ya‘nî dolunay hâlinde iken) Ay’ı görmek husúsunda şübheye düşer misiniz?’ diye sordu. Biz, ‘Hayır, şübheye düşmeden alenen görürüz’ dedik. “O, ‘İşte böylece, Rabbinizi Cennet’te görmek husúsunda şübheye düşmeyeceksiniz

160 Dâr-ı Saádet (ya‘nî, O’nun Zât’ını açıkça ‘lâ zamânî, lâ mekânî, lâ keyfî’ bir şekilde görmek şerefine kavuşacaksınız) ve Elláh, o mecliste bulunanlarla ayrı ayrı konuşacaktır. Hattâ, Elláh, sizden bir adama, ‘Yâ Filân! Şöyle şöyle yaptığın günü hátırlamıyor musun?’ diye soracak; dünyâdaki ba‘zı vefâsızlıklarını, günâhlarını ona hátırla- tacaktır. Adam da, ‘Yâ Rabbî! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Bunun üzerine Elláh, o adama, ‘Evet, seni bağışladım. Sen, şu mertebene, ancak Benim mağfi- retimin bolluğuyla eriştin’ buyuracaktır. “ ‘İşte Cennet halkı, böylece Elláh’ın cemâl ve sohbetiyle müşerref oldukları sı- ralarda bir bulut parçası, üstten onları kaplayarak üzerlerine öyle güzel bir koku yağdıracak ki; onun kokusu gibi güzel bir koku hîç koklanmamıştır. Sonra Elláh on- lara, ‘Sizin için hâzırladığım ikrâma kalkıp gidiniz ve arzûladığınızı, cânınızın çektiği şeyleri alınız’ buyuracaktır.’ “Hazret-i Peygamber (sav), devâmla buyurdu ki: ‘Bunun üzerine meleklerin kuşattığı bir çarşıya varacağız. Mislini gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kalblerden geçmeyen şeyler o çarşıda bulunur.’ “Hazret-i Peygamber (sav) buyurdu ki: ‘O çarşıda hîçbir şey, satılmadığı ve satın alınmadığı, ya‘nî her şey bedâva olduğu hâlde, arzûladığımız şeyler, bizim için köşk- lerimize nakledilecektir. Cennet halkı biribirlerini o çarşıda göreceklerdir. Yüksek makám sáhibi bir adam gelip kendisinden dûn, ya‘nî makámca düşük bir adama rastlar. -Cennet halkı içinde denî ve ádî bir kimse de yoktur.- Makámca düşük olan adam, makámca kendisinden yüksek olan adamın üstündeki elbiseyi beğenir, hóşu- na gider. Fakat, henüz beğenme işi tamâmlanmamış iken; kendi üstündeki elbisesi, gözüne, öteki beğendiği elbiseden daha güzel bir hâl alır. Bu hâlin sebebi, Cennet’te hîçbir kimsenin üzülmesine meydân verilmemesidir.’ “Peygamber (sav), buyurdu ki: ‘Sonra çarşıdan konaklarımıza, evlerimize dö- neceğiz. Zevcelerimiz, bizi karşılayarak: ‘Merhabâ, hóş geldin. Kasem olsun ki; bizden ayrıldığın vakitteki güzellik ve güzel kokudan daha üstün bir güzellik ve daha güzel koku ile geldin’ diyecekler. Biz de diyeceğiz ki: ‘Bugün biz, Cebbâr olan Rabbimiz’in meclisinde oturduk. Ya‘nî, O’nun sohbet ve cemâli ile şeref- lendik. Dolayısıyla, gördüğünüz şu üstün güzellik ve en güzel bir kokunun misli ile dönmemiz bize lâyıktır.’ ”361 Hazret-i Ali (ra)’dan, Resûlulláh (asm) şöyle buyurmuştur: 361 Tirmizî, 2549; İbn-i Mâce, 4336.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 161 ‫ِإ َّن ِفي ا ْل َجنَّ ِة لَ ُسوقًا َما ۪في َها ِشرَا ٌء َو َل بَ ْي ٌع ِإ َّل ال ُّصوَرَ ِم َن‬ .‫ال ِّر َجا ِل َوال ِنّ َسا ِء فَ ِإذَا ا ْشتَ َهى ال ّرَ ُج ُل ُصورَةً َد َخ َل ۪في َها‬ “Cennet’te bir çarşı vardır ki; o çarşıda alış-veriş yoktur. Sâdece kadın ve erkek súretleri vardır. Bir erkek, bir súreti beğenirse, hemen o súrete girer.”362 “ ‘(Nisâ-i dünyâ) dünyâdan Cennet’e giden kadınlar (da o çarşıda kocalarıyla birlikte hâzır bulunurlar. Onlar da o çarşıda bulunan kadın súretlerinden istedikleri súrete girerler.)’ “Bu hadîsten bu ma‘nâ dahi anlaşılır. Çünkü, o çarşıda kadın súretleri bu- lunduğuna göre, Cennet’teki nisâ-i dünyâ dahi o çarşılara gidip, istedikleri o súretlere girerler.”363 Hulâsa: Cennet’te, hakíkatını bilmediğimiz çarşı ve pazarlar vardır. Ehl-i Cennet, belli vakitlerde, o çarşı ve pazarlara gidip bir araya gelirler. Orada Rablerini görürler; alış-veriş yaparlar. Rableri, onlara pek çok ikrâm ve ihsânda bulunur. Böylece insânın alış-veriş yapma, istediğini alabilme arzûsu dahi Cennet’te en mükemmel bir súrette tatmîn edilir. YEDİNCİ MEBHAS Cennet’in genişliği hakkındadır. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, Cennet’in genişliğinden iki âyetiyle haber veriyor. O iki âyet-i kerîmeden birincisi: ‫َو َسا ِر ُٓعوا ِا ٰلى َم ْغ ِفرَ ٍة ِم ْن رَبِّ ُك ْم َو َجنَّ ٍة َع ْر ُض َها ال َّس ٰموَا ُت َوا ْلَ ْر ُض اُ ِع َّد ْت ِل ْل ُمتَّ ۪قي َن‬ “(Rabbinizin mağfiretine) ve ona vesîle olan îmâna, İslâm’a, ihlâsa, edâ-i ferâi- ze, namâzda tekbîr-i ûlâya, tevbeye, hicrete, salevât-ı hamseye, cihâda, a‘mâl-i sá- lihaya (müsâraat edin, koşun. Ve eni,) genişliği (yerle gökler kadar olan Cennet’e sür‘at edin) ki; (o Cennet,) şirki, meásíyi ve mâsivâyı terk edip ibâdet ve táatte bulunan (müttakíler için hâzırlanmıştır.) ”364 362 Ahmed, 1/156; Tirmizî, 2567; İbn-i Ebî Şeybe, 13/100. 363 Hâşiyetu’t-Tâc, 5/411. 364 Âl-i İmrân, 3:133.

162 Dâr-ı Saádet Cennet’in genişliğinden bahseden ikinci âyet: ‫َسابِ ُٓقوا ِا ٰلى َم ْغ ِفرَةٍ ِم ْن رَبِّ ُك ْم َو َجنَّ ٍة َع ْر ُض َها َك َع ْر ِض ال َّس َٓما ِء َوا ْلَ ْر ِض اُ ِع َّد ْت ِل ّلَ ۪ذي َن‬ ‫ٰا َمنُوا بِالّٰ ِل َو ُر ُس ِل ۪ه ٰذ ِل َك فَ ْض ُل الّٰ ِل يُ ْؤ ۪تي ِه َم ْن يَ َٓشا ُء َوالّٰ ُل ذُو ا ْل َف ْض ِل ا ْل َع ۪ظي ِم‬ “Mâdem bu dünyâ, fânîdir. Öyle ise, ey insânlar! (Rabbinizden bir mağfirete) tevbe ve istiğfâra; o yüce Ma‘bûd’unuzun mağfiretini celbetmeye vesîle olan sálih amelleri îfâya acele edin (ve öyle bir Cennet’e müsâbaka edin, sebkat edip yarışın ki; onun eni,) genişliği (gök ile yerin eni gibidir.) Her bir mü’mine verilecek Cennet, o kadar büyüktür. Onun yalnız eni, gök ile yerin enlerine eşittir. Artık onun uzunlu- ğunun ne kadar fazla olduğu düşünülsün. İşte böyle muazzam (bir Cennet, Elláh’a ve resûllerine îmân etmiş olanlar için hâzırlanmıştır) ve şu ânda mevcûddur. (İşte bu,) Cenâb-ı Hakk’ın böyle hâzırlamış olduğu Cennet álemi, (Elláh’ın lütfudur.) O’nun fazl ve rahmetinin bir eseridir. (Bunu, dilediği kimseye verir.) Bu, İlâhî bir lütuftur; yoksa böyle bir Cennet’i, hîçbir kimse kendi gayreti ile, kendi şahsí ameli ile hak etmiş olamaz. Bu, o kadar muazzam bir ni‘met ve ebedî bir saádettir ki; ta‘rîfi gayr-ı kábildir. (Ve Elláh, pek büyük lütuf sáhibidir.) İşte bunun içindir ki; mü’min kullarına öyle yüce makámları ihsân buyuracaktır.”365 Bu iki âyet-i kerîme, Cennet’in genişliğinden bahsetmektedir. Bu iki âyetin pek çok nüktelerinden dokuz nükteyi zikredeceğiz: Birinci Nükte: Mütekellim-i Ezelî, evvelki âyet-i kerîmede, ‫ َســا ِر ُعوا‬ya‘nî, “Müsâraat edin, koşun” buyurdu. İkinci âyet-i kerîmede ise, ‫ َســابِ ُقوا‬ya‘nî, “Müsâbaka edin, sebkat edip yarışın” emretti. Bu iki kelime arasında şöyle bir fark vardır ki; Evvelki âyet, müttakílere hıtábdır. Zîrâ, âyetin sonunda ‫“ اُ ِعــ َّد ْت ِل ْل ُمتَّ ۪قــ َن‬O Cennet, müttakíler için hâzırlanmıştır” denilmiştir. Ya‘nî, onlar, îmânı elde et- mekle berâber takvâ dâiresine dahi girmişlerdir. Çünkü, takvâ, îmânın netîcesi ve a‘lâ derecesidir. İkinci âyette ise; hıtáb, mücerred îmânı elde edip, daha takvâ ve amel-i sálih dâiresine girmeyenleredir. Zîrâ, ikinci âyetin sonunda, ‫“ اُ ِعـ َّد ْت ِل ّلَ ۪ذيـ َن ٰا َمنُوا بِـالّٰلِ َو ُر ُسـ ِل ۪ه‬Böyle muazzam (bir Cennet, Elláh’a ve resûllerine 365 Hadîd, 57:21.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 163 îmân etmiş olanlar için hâzırlanmıştır.)” buyrulmuştur. Elláh’a ve resûllerine îmân eden her kimse, müttakí değildir. Müttakíler, Elláh’ın mağfiret ve Cen- net’ine vâsıl edecek a‘mâl-i sálihada biribiriyle yarışırlar. Onlar, bu merhaleyi bitirmişlerdir. Onun için o müttakílere, artık ‫ َسـابِ ُقوا‬ya‘nî, “Müsâbaka edin, seb- kat edip yarışın” diye hıtáb etmeye gerek yoktur. Zîrâ, onlar bu merhaleyi bitir- dikleri için, o müttakílere, ‫“ َســا ِر ُعوا‬Müsâraat edin, koşun” diye takvâ ve amel-i sálihlerini ziyâde etmeleri, bu husústa müsâraat etmeleri emrediliyor. Bu sebeb- le, böyle bir hıtábta bulunmak daha münâsibdir. Evet, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, muhátaba göre hıtáb ediyor. İkinci âyette, mü- cerred îmân edip daha takvâ dâiresine girmeyenlere, ‫ َســابِ ُقوا‬hıtábıyla evvelâ birinci mertebeyi geçmelerini ve bu konuda müsâbakayı emreder. Çünkü, evvelâ müsâbaka; daha sonra isrâ‘, ya‘nî sür‘atlenmek, hızlanmak, acele etmek vardır. Mü’minler, daha müsâbakanın başındadırlar. Bu merhaleyi kat‘ edip isrâ‘ makámına, ya‘nî müttakílerin mazhar olduğu makáma geldiklerinde, onlar da ‫ َســا ِر ُعوا‬hıtábına mazhar olacaklardır. İkinci Nükte: ‫ َم ْغ ِفـرَ ٍة‬cümlesinin, ‫ َجنَّـ ٍة‬cümlesinden evvel gelmesi, işâret eder ki; Cennet’e girmek, ancak mağfiret-i İlâhiyye ile mümkündür. Afv-ı İlâhî’ye mazhariyyetten sonra, Elláh’ın rahmetiyle Cennet’e girilir. Her iki âyet-i kerî- medeki ٍ‫ َم ْغ ِفـرَة‬cümlesiyle murâd; “Mağfiret-i İlâhiyye’ye götürecek a‘mâl-i sáliha- ya acele edin” demektir. İbn-i Abbâs (ra)’a göre; bu âyetin ma‘nâsı: “Dîn-i İslâm’a ve tevbeye acele edin.” İmâm Ali (ra)’a göre: “Edâ-i ferâize acele edin.” Ebû Âliyye (ra)’a göre: “Hicrete acele edin.” Dehhâk (ra)’a göre: “Cihâda acele edin.” Mukátil (ra)’a göre: “A‘mâl-i sálihaya acele edin.” Enes bin Mâlik (ra)’ya göre, “Namazda ilk tekbîre kavuşmak için acele edin” demektir ve hâkezâ. Bütün bu ma‘nâlar hepsi murâddır. Hem ٍ‫ َم ْغ ِفرَة‬lafzının nekire gelmesi, ta‘zími ifâde eder.

164 Dâr-ı Saádet Üçüncü Nükte: Evvelki âyette müttakíler için hâzırlanan Cennet’in genişli- ğinden bahsedilirken; ‫“ َع ْر ُض َهـا ال َّسـ ٰموَا ُت َوا ْلَ ْر ُض‬O Cennet’in genişliği, semâvât ve Arz genişliğindedir” denildi; ‫ ال َّســ ٰموَا ُت‬kelimesi, cem‘ sígasıyla zikredildi. İkinci âyet-i kerîmede ise; ‫“ َع ْر ُض َهـا َك َعـ ْر ِض ال َّسـ َٓما ِء َوا ْلَ ْر ِض‬O Cennet’in ge- nişliği, semâ ve Arz’ın genişliği gibidir” cümlesinde, ‫ ال َّسـ َٓما ِء‬kelimesi müfred ola- rak zikredildi. Fahr-i Râzî (ra) gibi ba‘zı müfessirîn, “‫ ال َّســ َٓما ِء‬kelimesinden murâd, ism-i cinstir. Ya‘nî, yedi semâvât dahi murâddır. Nitekim, her iki âyette geçen ‫ا ْلَ ْر ِض‬ kelimesi dahi ism-i cins ma‘nâsında olup, yedi kat yer murâddır” demişlerdir.366 Ba‘zı müfessirîn de “‫ ال َّســ َٓما ِء‬lafzından murâd, bildiğimiz dünyâ semâsı olup, müfreddir. Dünyâ semâsı, tek başına bütün semâlardan daha büyüktür” demişler- dir. Dördüncü Nükte: Kur’ân-ı Hakîm, evvelki âyette “kâf-ı teşbîh”i kullanmayıp, ikinci âyette “kâf-ı teşbîh”i kullandı. Ya‘nî, evvelki âyette, ‫“ َع ْر ُض َهــا ال َّســ ٰموَا ُت َوا ْلَ ْر ُض‬Cennet’in genişliği, semâvât ve Arz kadardır” buyur- du. İkinci âyette ise, ‫“ َع ْر ُض َهـا َك َعـ ْر ِض ال َّسـ َٓما ِء َوا ْلَ ْر ِض‬Cennet’in genişliği, semâ ve Arz genişliği gibidir” buyurmakla teşbîh yaptı. Kur’ân-ı Hakîm’in evvelki âyette teşbîh yapmaması dahi gösterdi ki; müttakí- lere hâzırlanan Cennet, daha takvâ dâiresine girmemiş mü’minlere hâzırlanan Cennet’ten daha efdaldir. Müttakílere verilecek Cennet’in şebîhi, misli, benzeri yoktur ki; herhangi bir şeye teşbîh yapılabilsin. Derecesi düşük olan mü’minle- rin gireceği Cennet’in genişliği ise, semâ ve Arz’ın genişliğine teşbîh edilmiştir. Ayrıca ‫ ك‬harfi ile teşbîh yapılması gösteriyor ki; Cennet’in genişliği, semâ ve Arz’ın genişliğine benzemez. Çünkü, káideten, müşebbeh ve müşebbehun bihi biribirinden ayrıdır. Hem ikinci âyette zikredilen Cennet, evvelki âyette zikredilen Cennet’ten daha büyüktür. Çünkü, ikinci âyette teşbîh tarîkı kullanılması gösteriyor ki; Cennet, o kadar geniştir ki; ancak böyle teşbîh yapılarak bir nebze anlaşılabilir. 366 Mesâilü’r-Râzî ve Ecvibetühâ min Ğarâib-i Âyi’t-Tenzîl, 399.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 165 Kur’ân-ı Hakîm’in ikinci âyette teşbîh yapıp evvelki âyette teşbîh yapmaması gösteriyor ki; mü’minlerin gireceği Cennet, müttakílerin gireceği Cennet’ten daha geniştir. Öyle olması da gerekir. Çünkü, îmân ile berâber hakíkí ma‘nâda takvâyı elde edenler, daha azdır. Bu táife, mü’minler içinde daha hástır. Bunların derecesine gelmeyip Cennet’e giren mü’minler çok fazla olduğundan; bunların gireceği Cennet, hikmeten daha geniş olması gerekir. Çünkü, bu ikinci âyette zikredilen Cennet’in âhâlîsi daha çoktur. Öyleyse, evvelki âyette husúsí olarak müttakílere hâzırlanan Cennet, ikinci âyette mü’minlere ihzâr edilen Cennet’ten genişlik cihetiyle daha küçüktür, daha husúsídir. Çünkü, âhâlîsi azdır. Onun için, evvelki âyette teşbîh yapılmayıp, ikinci âyette teşbîh tarîkı kullanılmıştır. Beşinci Nükte: ‫ َع ْر ُض‬lafzı, genişliği ifâde eder. Cennet’in genişliği bu kadar- sa, túlunu, ya‘nî uzunluğunu ancak Elláh bilir. Altıncı Nükte: Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın, Cennet’in genişliğini anlamamız için semâ ve Arz’ın genişliğini misâl getirmesi, Cennet’in genişliğini tahdîd ve sınır- landırmak için değildir. Belki, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, bu ifâde ile şu ma‘nâya işâret edip diyor ki: “Ey mü’minler! Ey müttakíler! Sizin anlayabileceğiniz, bilebi- leceğiniz ve görebileceğiniz genişlik, ancak bu kadardır. Yoksa, hakíkatte Cennet’in genişliği, sizin anladığınız genişlikten daha geniş ve daha büyüktür. Akıl terâzîniz ancak bu kadarını tartar; daha fazlasını tartamaz.” Yedinci Nükte: ‫ َجنَّــ ٍة‬lafzının her iki âyette de müfred gelmesi gösteriyor ki; sâdece bir Cennet’in genişliği bu kadardır. ‫ َجنَّــ ٍة‬lafzının nekire gelmesi ise; ta‘zím içindir. O mekânın kadrini bildirir. Hem bu kelimenin nekire gelmesi, işâret eder ki; o Cennet’in ta‘rîf ve tavsí- fi, haddi zâtında mümkün değildir. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân ve ehâdîs-i Nebeviy- ye’deki ta‘rîfât ve tavsífât, dünyevî ni‘metlere kıyâsen yapılan bir ta‘rîfat ve tav- sífâttır. Sâdece isim olarak söylüyoruz; hakíkatını bilemiyoruz. Sekizinci Nükte: Her iki âyetteki ‫ اُ ِعـ َّد ْت‬ya‘nî, “ihzâr edildi, hâzırlandı” cüm- lesi, Cennet’in, hâlihâzırda mahlûk ve mevcûd olduğunu haber vermektedir. Bu mes’ele, “Birinci Bab”ın “Birinci Fasl”ının “Beşinci Mebhas”ında îzáh edildi. Dokuzuncu Nükte: İkinci âyette, daha müsâbakanın başında olan mü’minle- re ihzâr edilen Cennet’ten bahsedildikten sonra, ‫“ ٰذ ِلـ َك فَ ْضـ ُل الّٰ ِل يُ ْؤ ۪تيـ ِه َم ْن يَ َٓشـا ُء َوالّٰ ُل ذُو ا ْل َف ْضـ ِل ا ْل َع ۪ظيـ ِم‬İşte şu Cennet ve ni‘metleri

166 Dâr-ı Saádet ve Cennet’e girmek, yalnız Elláh’ın lütuf ve ihsânıdır. Binâenaleyh, Elláhu Teálâ, bu fazlını, dilediğine verir. Zîrâ, Elláh, büyük ihsân sáhibidir” şeklinde bir ifâde kul- lanıldığı hâlde; müttakílere ihzâr edilen Cennet’ten haber veren evvelki âyette böyle bir ifâdenin bulunmamasında şöyle bir nükte vardır ki: Daha müsâbakanın evvelinde olan mü’minler, bu müsâbakaya devâm ede- bilmeleri için, teşvîk ve teşcî‘e muhtâcdırlar. Cenâb-ı Hak, onları fazlına maz- har edeceğini söylemekle, onları bu konuda harekete ve cesârete getirmekte- dir. Ama, evvelki âyetteki müttakílerin dereceleri çok yüksek olduğundan ve müsâbakadan, müsâraata geçtiklerinden dolayı, onlara ayrıca böyle bir teşvîk ve teşcî‘e hâcet olmadığından; âyetin sonunda onlar için bu ta‘bîr kullanılmamıştır. Zâten onlar vazífelerini hakkıyla yapıyorlar; onların böyle bir teşvîke ihtiyâcları yoktur. Birçok hadîs-i şerîfte dahi Cennet’in genişliğinden bahsedilmektedir. Daha evvel zikrettiğimiz ba‘zı ehâdîste şöyle buyrulmaktadır: ‫ « ِإ ۪نّي‬:‫ قَا َل رَ ُسو ُل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬:‫َع ْن َع ْب ِد الّٰ ِل ْب ِن َم ْس ُعو ٍد رَ ِض َي الّٰ ُل َع ْن ُه قَا َل‬ ‫ رَ ُج ٌل َ ْي ُر ُج ِم َن‬.‫ َو ٰا ِخرَ أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة ُد ُخو َل ا ْل َجنَّ ِة‬،‫َلَ ْعلَ ُم ٰا ِخرَ أَ ْه ِل النَّا ِر ُخ ُروجاً ِم ْن َها‬ ‫ فَيَأْ ۪تي َها فَ ُي َخيَّ ُل ِإلَ ْي ِه أَنَّ َها‬.َ‫ ِا ْذ َه ْب فَا ْد ُخ ِل ا ْل َجنَّة‬:‫ فَيَ ُقو ُل الّٰ ُل تَبَارَ َك َوتَ َعا ٰلى لَ ُه‬.ً‫النَّا ِر َح ْبوا‬ ‫ ِا ْذ َه ْب فَا ْد ُخ ِل‬:‫ فَيَ ُقو ُل الّٰ ُل تَبَارَ َك َوتَ َعا ٰلى لَ ُه‬.‫ يَا رَ ِّب َو َج ْدتُ َها َم ِل ًئ‬:‫ فَ َ ْي ِج ُع فَيَ ُقو ُل‬،‫َم ِل ٌئ‬ ‫ فَيَ ُقو ُل الّٰ ُل‬.‫ يَا رَ ِّب َو َج ْدتُ َها َم ِل ًئ‬:‫ فَ َ ْي ِج ُع فَيَ ُقو ُل‬،‫ قَا َل فَيَأْ ِتيَ َها فَ ُي َخيَّ ُل ِإلَ ْي ِه أَنَّ َها َم ِل ٌئ‬.َ‫ا ْل َجنَّة‬ ‫ أَ ْو ِإ َّن لَ َك َع َشرَةَ أَ ْمثَا ِل‬.‫ فَ ِإ َّن لَ َك ِم ْث َل ال ُّد ْنيَا َو َع َشرَةَ أَ ْمثَا ِل َها‬.َ‫ ِا ْذ َه ْب فَا ْد ُخ ِل ا ْل َجنَّة‬:‫لَ ُه‬ ‫ لَ َق ْد رَأَ ْي ُت رَ ُسو َل‬:‫ أَتَ ْس َخ ُر ۪بي أَ ْو أَتَ ْض َح ُك ۪بي َوأَ ْن َت ا ْل َم ِل ُك؟» قَا َل‬:‫ قَا َل فَيَ ُقو ُل‬.‫ال ُّد ْنيَا‬ . ً‫ ذَا َك أَ ْدن ٰى أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة َم ْ ِنلَة‬:‫ قَا َل فَ َكا َن يُ َقا ُل‬.‫الّٰ ِل َض ِح َك َح ّٰت بَ َد ْت نَوَا ِج ُذ ُه‬ Abdulláh İbn-i Mes‘úd (ra)’dan rivâyetle, Resûl-i Ekrem (asm), şöyle buyur- muştur: “Muhakkak ki ben, Cehennem’den en son çıkacak ve Cennet’e en son girecek ki- şiyi biliyorum. O adam, Cehennem’den sürüklenerek çıkar. Cenâb-ı Hak, o adama; ‘Git, Cennet’e gir!’ der. O adam, bu emir üzerine Cennet’e gider. Tahayyül eder ki; Cennet dop doludur. Boş yer kalmamış zanneder ve netîcede geri döner. ‘Yâ Rab!

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 167 Ben, Cennet’i dop dolu gördüm’ der. Cenâb-ı Hak da tekrâr, ‘Cennet’e git, oraya gir!’ der. O adam, tekrâr Cennet’e gider ve zannınca tahayyül eder ki; Cennet dop doludur. Cenâb-ı Hakk’a dönerek, ‘Yâ Rab! Ben Cennet’i dop dolu buldum’ der. Cenâb-ı Hak, tekrâr ona emreder ki: ‘Git, Cennet’e gir! Cennet’te, Dünyâ ve onun on misli kadar yer senindir. Veyâhúd dünyânın on misli kadar yer senindir.’ O kul, ‘Yâ Rab! Sen, Melik-i Zü’l-celâl olduğun hâlde benimle alay mı ediyorsun? Veyâhúd bana gülüyor musun?’ der.” Râvî der ki: “(Bu va‘d-i İlâhî’yi, o kimse, alay ve istihzâ’ya hamlettiğinden dolayı) valláhi Resûlulláh (asm)’ın gerideki dişleri (azı dişleri) belirinceye kadar güldüğünü gördüm. Denilir ki: ‘Bu adam, makám ve menzil cihetinde, ehl-i Cennet’in en aşağı mertebesinde olandır.’ ”367 Cehennem’den en son çıkıp, Cennet’e en son giren kişiye, ta‘bîr câiz ise Cen- net’in en fakírine, bu dünyânın on misli büyüklüğünde ve genişliğinde bir mülk-i bâkí verilirse; Cennet’in genişliğini artık sen kıyâs eyle! ‫َو َعن ا ْبن َم ْس ُعود رَ ِضي الله َعن ُه قَا َل ِإن آخر أهل ا ْلجنَّة ُد ُخولا ا ْلجنَّة رجل مر بِ ِه ربه‬ ‫عز َوجل فَ َقا َل لَ ُه قُم فَا ْد ُخ ْل ا ْلجنَّة فَأقبل َعلَ ْي ِه َعابِسا فَ َقا َل َوهل أبقيت لي َش ْيئا قَا َل‬ ‫نعم لَك مثل َما طلعت َعلَ ْي ِه ال َّش ْمس أَو غربت‬ İbn-i Mes‘úd (ra)’den şöyle rivâyet olunmuştur: “Cennet’e en son girecek olan kişiye, Elláh (cc), ‘Kalk, Cennet’e gir’ deyince, adam suratını asarak bitkin bir durumda, ‘Bana bir şey bıraktın mı ki?’ der. Elláh (cc), ‘Evet, Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar olan her şey senindir’ cevâbını verir.”368 ‫ فَيَتَ َم ّٰن‬.‫ تَ َم َّن‬:‫ ِإ َّن أَ ْد ٰنى َم ْق َع ِد أَ َح ِد ُك ْم ِم َن ا ْل َجنَّ ِة أَ ْن يَ ُقو َل لَ ُه‬:‫ أَ َّن رَ ُسو َل الّٰلِقَا َل‬، َ‫َع ْن أَ۪بي ُهرَ ْيرَة‬ . ‫ فَإ َّن لَ َك َمـا تَ َمنَّ ْي َت َو ِم ْثلَـ ُه َم َع ُه‬:‫ فَيَ ُقو ُل لَـ ُه‬،‫ نَ َعـ ْم‬:‫ َهـ ْل تَ َمنَّ ْيـ َت؟ فَيَ ُقـو ُل‬:‫ فَيَ ُقـو ُل لَـ ُه‬،‫َويَتَ َمـ ّٰى‬ Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyet edildiğine göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: “Sizden Cennet’in en aşağı derecesinde bulunan birine Elláh; ‘Ne dilersen dile!’ diyecek. O da bütün dileklerini söyleyecek. Kendisine; ‘Kalbinden geçenlerin hepsini diledin mi?’ diyecek; o da, ‘Evet diledim’ diyecek. Bunun üzerine o kim- 367 Buhárî, Rikâk, 51; Müslim, Îmân, 308. 368 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 303.

168 Dâr-ı Saádet seye; ‘Bütün dilediklerin, bir misli fazlasıyla sana verilecektir’ denilecektir.”369 ‫ َع ْن رَ ُسو ِل الّٰلِ َص َّل‬،‫ َع ْن َس ْه ِل ْب ِن َسع ْ ٍد‬،‫َو ِفي ال َّص ۪حي َح ْ ِي أَ ْي ًضا ِم ْن َح ۪دي ِث َع ْن أَ۪بي َحا ِز ٍم‬ .‫ ِإ َّن ِفي ا ْل َجنَّ ِة لَ َش َجرَةً يَ ۪سي ُر ال ّرَا ِك ُب ۪في ِظ ِّل َها ِمائَةَ َعا ٍم لاَيَ ْقطَ ُع َها‬:‫الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم قَا َل‬ Buhárî ve Müslim’de, Ebû Hâzım hadîsinde, Sehl bin Sa‘d (ra), Resûlulláh (asm)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Cennet’te öyle bir ağaç vardır ki; bir binekli onun gölgesinde yüz yıl gider de yine o gölgeyi bitiremez.”370 Cennet’te bir ağacın gölgesini, ya‘nî kapladığı sâhayı, bir binekli yüz yıl gidip bitiremezse; artık Cennet’in ve bahçelerinin genişliğini sen kıyâs eyle! Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Cennet’in kapılarının genişliği, bir rivâyette kırk yıldır. Hâkezâ, sarây ve köşklerin genişliği de fevka’l-ádedir. Daha bunlar gibi birçok rivâyetlerden anlaşılan o ki; Cennet’in genişliği, akl-ı beşerin fevkındedir. Risâle-i Nûr’un “Lem‘alar” adlı mecmûasında, bu hakíkat şöyle îzáh edil- mektedir: “Âhirette tek bir adama beş yüz sene371HÂŞİYE ve yetmiş bin kasır ve hûrîler 369 Müslim, Îmân, 301. 370 Buhárî, 9/415; Müslim, 2827. 371HÂŞİYE Mühim bir taraftan ehemmiyyetli bir suâl: Rivâyette gelmiş ki: “Cennet’te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir.” Bu hakíkat, akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir? Elcevâb: Nasıl ki, bu dünyâda herkesin dünyâ kadar husúsí ve muvakkat bir dünyâsı var. Ve o dünyânın direği onun hayâtıdır. Ve záhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyâsından istifâde eder. ‘Gü- neş bir lambam, yıldızlar mumlarımdır’ der. Başka mahlûkát ve zî-rûhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyyetine mâni‘ olmadıkları gibi, bi’l-akis onun husúsí dünyâsını şenlendiriyorlar, zînetlen- diriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, her bir mü’min için binler kasır ve hûrîleri ihtivâ eden hás bahçesinden başka, umûmî Cennet’ten beş yüz sene genişliğinde birer husúsí Cen- net’i vardır. Derecesi nisbetinde inkişâf eden hissiyyâtıyla, duygularıyla Cennet’e ve ebediyyete lâyık bir súrette istifâde eder. Başkaların iştirâki onun mâlikiyyetine ve istifâdesine noksán ver- medikleri gibi, kuvvet verirler. Ve husúsí ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyâda bir adam, bir sâatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrângâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesîregâhta seyâhatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkıyle, zâikasıyla, sâir duygularıyla istifâde ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir sâatlik bir bahçeden ancak istifâde eden bu fânî memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika, o bâkí memlekette bir senelik bahçeden aynı istifâdeyi eder. Ve burada bir senelik mesîregâhtan ancak istifâde edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beş yüz senelik mesîregâhındaki seyâhattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifâde eder. Her mü’min derecesine ve dünyâda kazandığı sevâblar, haseneler nisbetinde inbisât ve inkişâf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefîd olur.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 169 verilmesi ve ehl-i Cennet’ten herkes kendi hissesinden kemâl-i rızá ile memnûn olması işâretiyle gösteriliyor ki; âhirette medâr-ı rekábet bir şey yoktur ve reká- bet de olamaz.”372 Risal-i Nûr’un “Sözler” adlı eserinde ise şöyle buyrulmaktadır: “Suâl: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar? “Elcevâb: Nasıl ki eğer mümkün olsa idi, hayâl sür‘atiyle zemînin aktárını ve yıldızların ekserini gezsen, ‘Bütün álem benimdir’ diyebilirsin. Melâike ve insân ve hayvânların iştirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O Cennet dahi dolu olsa, ‘O Cennet benimdir’ diyebilirsin. Hadîste ba‘zı ehl-i Cennet’e verilen beş yüz senelik bir Cennet sırrı, ‘Yirmi Sekizinci Söz’de ve ‘İhlâs Lem‘a’sında beyân edilmiştir.”373 “Suâl: Ehâdîs-i şerîfede denilmiştir ki: ‘Ba‘zı ehl-i Cennet’e, dünyâ kadar bir yer veriliyor; yüz binler kasr, yüz binler hûrî ihsân ediliyor.’ Bir tek adama bu kadar şeylerin ne lüzûmu var, ne ihtiyâcı var, nasıl olabilir ve ne demektir? “Elcevâb: Eğer insân yalnız câmid bir vücûd olsaydı veyâhúd yalnız mi‘deden ibâret nebâtî bir mahlûk olsaydı veyâhúd yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basît bir zât-ı cismâniyye ve bir cism-i hayvânîden ibâret olsaydı; öyle çok kasırlara, çok hûrîlere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat, insân öyle câmi‘ bir mu‘cize-i kudrettir ki; hattâ şu dünyâ-yı fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişâf etmemiş ba‘zı letáifinin ihtiyâcı cihetiyle bütün dünyânın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır. Hâlbuki, ebedî bir dâr-ı saádette, nihâyetsiz isti‘dâda mâlik, nihâ- yetsiz ihtiyâclar lisânıyla, nihâyetsiz arzûlar eliyle, nihâyetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insân; elbette ehâdîste beyân olunan ihsânât-ı İlâhiyye’ye mazhariyyeti ma‘kúldür ve haktır ve hakíkattır. Ve şu hakíkat-ı ulviyyeye bir temsîl dûrbîniyle rasad edeceğiz. Şöyle ki: “Bu dere bahçesi gibi,374HÂŞİYE şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu hâlde; Barla’da gıdâsı i‘tibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı, ‘Bütün Barla’nın bağ ve bostânları, benim nüz- hetgâhım ve seyrângâhımdır’ diyebilir. Barla’yı zabtedip dâire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştirâki onun bu hükmünü bozmaz. Hem insân olan bir insân diye- bilir ki: ‘Benim Hálık’ım bu dünyâyı bana háne yapmış, güneş benim bir lambam- 372 Lem‘alar, 20. Lem‘a, s. 156. 373 Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 690. 374HÂŞİYE Sekiz sene kemâl-i sadâkatla bu fakíre hizmet eden Süleymân’ın bahçesidir ki; bir veyâ iki sâat zarfında şu Söz orada yazıldı.

170 Dâr-ı Saádet dır, yıldızlar benim elektriklerimdir, yeryüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir’ der, Elláh’a şükreder. Sâir mahlûkátın iştirâki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bi’l-akis mahlûkát onun hánesini tezyîn eder. Hánenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar. Acabâ, bu dâracık dünyâda, insân insâniyyet i‘tibâriyle, hattâ bir kuş dahi böyle bir dâire-i azímede bir nev‘ı tasarruf da‘vâ etse, cesîm bir ni‘mete mazhar olsa; geniş ve ebedî bir dâr-ı saádette, ona beş yüz senelik bir mesâfede bir mülk ihsân etmek, nasıl istib‘ád edilebilir? “Hem nasıl ki, şu kesâfetli, karanlıklı, dâr dünyâda güneşin pek çok âyîneler- de bir ânda aynen bulunması gibi; öyle de, nûrânî bir zât, bir ânda çok yerlerde aynen bulunması -On Altıncı Söz’de isbât edildiği gibi- meselâ, Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm bin yıldızda bir ânda, hem Arş’ta, hem huzúr-i Nebevîde, hem huzúr-i İlâhîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haşirde bir ânda ekser etkıyâ-ı ümmetiyle görüşmesi ve dünyâda hadsiz makámlar- da bir ânda tezáhür etmesi; ve evliyânın bir nev‘ı garîbi olan ebdâlların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rü’yâda ba‘zan bir dakíkada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi ve herkesin kalb, rûh, hayâl cihetiyle bir ânda pek çok yerlerle temâs edip alâkadârâne bulunması, ma‘lûm ve meşhûd olduğundan; elbette nûrânî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet’te, cisimleri rûh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayâl sür‘atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulu- nup yüz bin hûrîlerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennet’e, o nihâyetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sádık (asm)’ın haber verdiği gibi hak ve hakíkattır. Bununla berâber, bu küçücük aklımızın terâzîsiyle o muazzam hakíkat- lar tartılmaz. “İdrâk-i meálî bu küçük akla gerekmez. “Zîrâ, bu terâzî o kadar sıkleti çekmez.”375 Hulâsa: Elláhu Azímü’ş-şân, hakíkatını bilmediğimiz bir tarzda, ehl-i îmân için, çok geniş bir Cennet’i hâzırlamıştır. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, bizleri, o hadsiz ve hudûdsuz Cennet’e hesâbsız bir súrette idhál eylesin. Âmîn.  375 Sözler, 28. Söz, s. 501-502.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 171 SEKİZİNCİ MEBHAS Cennet’in dereceleri hakkındadır. Derece ve mirkát kelimeleri, yüksek rütbe ve mertebelere denir. Rütbe, menzile ma‘nâsındadır. Aşağıdan yukarıya doğru suúd ettikçe, kat‘edilen men- zil ve rütbelere “derece” denir. Yukarıdan aşağıya doğru sukút ettikçe, meydâna gelen menzillere ise “dereke” denir. Cennet’in mertebe, menzil ve rütbelerine “derece” denir. Cehennem’in tabakaları, sâdece sukút ve aşağı menzillerden ibâ- ret olduğu için, Cehennem’in mertebelerine de “dereke” ta‘bîr olunur. Cennet’in pek çok mertebeleri vardır. Öyle ise, hem Cennetler çoktur, hem de çok Cennetlerin nev‘leri, mertebeleri muhteliftir; ayrı ayrı mertebeleri hâvî- dir. Amellere göre, ayrı ayrı mertebeleri vardır. Evet, Kur’ân-ı Kerîm’in işâre- tiyle376 ve Ehâdîs-i Nebeviyyenin ifâdesiyle377 Cennet’in sekiz mertebesi vardır. Bunlar: 1) Cennetü’l-Firdevs. 2) Cennetü’l-Adn. 3) Cennetü’n-Naím. 4) Cennetü’l-Me’vâ. 5) Daru’s-Selâm. 6) Dâru’l-Huld. 7) Daru’l-Mukáme. 8) Cennetü’l-Vesîle’dir. Risâle-i Nûr’da da sekiz nev‘ Cennet olduğu şöyle ifâde edilmektedir: “Cennet’in sekiz tabakası biribirinden yüksek oldukları hâlde, umûmun damı Arş-ı A‘zam’dır.”378 “O Hálık’ıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşmân súretini alan bütün şeyler düş- mânlıklarını terk ettiler; ağlattıran hazîn hâller, beni neş’elendirmeye başladılar. Hem çok risâlelerde kat‘í bürhânlarla da isbât ettiğimiz gibi, o hadsiz arzûlara karşı îmân-ı bi’l-âhiretten gelen nûr ile öyle bir nokta-i istimdâd verdi ki; değil küçü- 376 Zümer, 39:73. Tefsîr-i Kurtubî. 377 Müslim, Tahâra, 17. 378 Sözler, 28. Söz, s. 500.

172 Dâr-ı Saádet cük ve muvakkat, kısa, dünyevî ahbâblara karşı arzû ve râbıtalarıma, belki ebe- dü’l-âbâdda, Álem-i Bekáda, saádet-i ebediyyede hadsiz uzun arzûlarıma kâfî gelebilir bir nokta-i istimdâd verdi. Çünkü, bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misâfirhánesi olan bu dünyânın bir menzili olan şu zemînin yüzünde, o misâfirle- rini bir iki sâat sevindirmek için, bahâr sofrasında hadd ü hesâba gelmez san‘atlı, şîrîn ni‘metlerini her bahârda ihsân edip bir kahvaltı hükmünde o misâfirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz dâimî Cennet’i hadsiz bir zamân- da, hadsiz envâ-ı ni‘metiyle doldurup ibâdına ihzâr eden bir Rahmânürrahîm’in rahmetine îmân ile istinâd edip intisâbını bilen elbette öyle bir nokta-i istimdâd bulur ki; en ednâ derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip idâme eder.”379 Amellerin mertebe ve derecesine göre; Cennet’in merâtibi tenevvü‘ ederek ayrı ayrı derecelere inkısâm olunur. Bununla berâber, bu zikrettiğimiz isimler, bir Cennet’i diğer bir Cennet’ten ayırmak için kullanılmamıştır. Zîrâ, bunlarda, bütün Cennet’lere delâlet etme ma‘nâsı vardır. Meselâ: Müfred sígasıyla ma‘rife ‫ ا ْل َجنَّـ ُة‬veyâ nekire ٌ‫ َجنَّـة‬zikredilmiştir. Müfred zikre- dilmesi; zemînin bir olduğuna, ağaçlarının biribiriyle ittisâline, aralarında fâsıla olmadığına işârettir. Cem‘ sígasıyla zikredilmesi; genişliğine, ağaçlarının kesret ve tenevvüune; mesken, sarây ve nehir gibi müştemilâtının çokluğuna işârettir. Cennet’teki her bir şeyde, Cennet’in bir nümûnesi bulunduğu i‘tibârla; ba‘zan ma‘rife cem‘ sígası olan ‫ ال َجنَّــا ُت‬ile ba‘zan de nekire cem‘ sígası olan ‫ َجنَّــا ٌت‬ta‘bîri kullanılmıştır. Tesniye olarak ‫“ َجنَّتَا ِن‬iki Cennet” ta‘bîrinin ise, pek çok mâsadakı vardır. Bu mâsadaklardan on bir tânesini zikredeceğiz: Birincisi: Biri cinlerin Cennet’i; diğeri insânların Cennet’idir. İkincisi: Biri rûhun Cennet’i; diğeri cesedin Cennet’idir. Üçüncüsü: Biri mü’minin akídesi için olan Cennet; diğeri ameli için olan Cennet’tir. Dördüncüsü: Biri günâhların terkinden dolayı verilen Cennet; diğeri amel-i sálihden dolayı verilen Cennet’tir. Çünkü, ins ü cinne tekâlif iki şeyle olur: 379 Lem‘alar, 26. Lem‘a, 13. Ricâ, s. 250.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 173 Birincisi: Evâmir-i İlâhiyye’ye imtisâl etmektir. İkincisi: Nevâhî-yi İlâhiyye’den ictinâb etmektir. Binâenaleyh; bu iki teklîfi kabûl edip onlara riáyet edenler, iki Cennet’le taltíf olunurlar. Beşincisi: Biri yaptığı amelin karşılığı olan Cennet; diğeri fazl-ı İlâhî olarak verilen Cennet’tir. Altıncısı: Biri mü’minin kendisine verilen Cennet; diğeri hánımlarının Cen- net’idir. Ya‘nî, biri ehl-i Cennet’in misâfirlerini kabûl ettiği Cennet; diğeri eşleri için tahsís edilen Cennet’tir. Nitekim, dünyâ sultánlarının durumu da böyledir. Çünkü, sultánların köşkü ayrı, eşlerinin köşkü de ayrıdır. Yedincisi: Biri mü’minlerin ásíleri için verilen Cennet; diğeri ma‘súm olan peygamberlere verilen Cennet’tir. Sekizincisi: Biri yâkúttan; diğeri altından olan Cennet’tir. Dokuzuncusu: Biri mü’minin kendi Cennet’i; diğeri kâfirden irs olarak ken- disine kalan Cennet’tir. Onuncusu: Elláh’dan korkan ehl-i îmân için biri dünyâda ma‘nevî ve rûhî bir Cennet; diğeri âhirette hakíkí ve cismânî bir Cennet’tir. On Birincisi: Biri dâr-ı âhiretteki Cennet’in nümûnelerini ihtivâ eden dün- yevî Cennet; diğeri asıllarını ihtivâ eden uhrevî Cennet’tir. ‫ َو ِل َمـ ْن َخـا َف َم َقـا َم رَبِّـ ِه َجنَّت َـا ِن‬âyet-i kerîmesi, işârî ma‘nâsıyla bu hakíkati ifâde etmektedir.380 Ehl-i Cennet’in, îmân, takvâ ve a‘mâl-i sálihâ derecelerine göre Cennet’te de- rece ve mertebeleri vardır. Her ne kadar Cennet’e kimse ameliyle giremezse de, Cennet’te göreceği râhat ve lezzet, sáhib olacağı yüksek makám ve mevkı‘ler için, takvâ ve amel-i sálih şarttır. Herkesin takvâ ve amel-i sálihine göre, Cennet’te makám ve dereceleri vardır. Hattâ, içinde yaşayacağı sarâydan, giyeceği elbiseden, üzerinde oturacağı koltuktan, yiyeceği meyveden, içeceği şarâbdan alacağı lezzet, amelinin derecesine göredir. Herkesin ayrı ayrı dereceleri ve o derecelere göre ala- cağı ayrı ayrı lezzet ve mükâfâtları vardır. Cennet ehli, aynı sofrada berâber otu- rup yer ve içerler. Fakat, herkes, derecesine göre o ziyâfetten zevk ve lezzet alır. Risâle-i Nûr’un “Sözler” adlı mecmûasında, konu ile alâkalı şöyle buyrulmaktadır: 380 Rahman Sûresi’nin Tefsîri.

174 Dâr-ı Saádet “Suâl: ‫ اَ ْل َمـ ْر ُء َمـ َع َمـ ْن اَ َحـ َّب‬sırrınca: ‘Dost, dostuyla berâber Cennet’te buluna- caktır.’ Hâlbuki, basît bir bedevî, bir dakíkada sohbet-i Nebeviyyede lillâh için bir muhabbet peydâ eder; o muhabbetle, Cennet’te Peygamber aleyhissalâtü vesselâ- mın yanında bulunması lâzım gelir. Hâlbuki, gayr-ı mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın feyzi, bir basît bedevî feyziyle nasıl birleşir? “Elcevâb: Bir temsîl ile, şu ulvî hakíkata şöyle bir işâret ederiz ki; meselâ: Gáyet güzel ve şa‘şaalı bir bağda muhteşem bir zât gáyet büyük bir ziyâfet, gáyet müzey- yen bir seyrângâh öyle bir súrette ihzâr etmiş ki: Kuvve-i zâikanın hissedecek bü- tün lezâiz-i mat‘úmâtı câmi‘, kuvve-i bâsıranın hóşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayâliyyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil ve hâkezâ, bütün havâss-ı záhire ve bâtınayı okşayacak ve memnûn edecek her şeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var. Berâber o ziyâfete giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan cüz’î zevk alır. Gözü de az gö- rüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanâyi-ı garîbeden anlamaz. Hárika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın, binden ve belki milyondan birisini, kábiliyyeti nisbetinde ancak zev- kederek istifâde eder. Diğeri ise bütün záhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latífeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişâf etmiştir ki; o seyrângâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letáifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevkederek ayrı ayrı lezzet aldığı hâlde, o dost ile omuz omuzadır. Mâdem bu karma karışık, elemli ve dâracık şu dünyâda böyle oluyor. En küçük ile en büyük berâber iken, serâdan Süreyyâ’ya kadar fark oluyor. “Elbette dâr-ı saádet ve ebediyyet olan Cennet’te bi’t-tarîkı’l-evlâ dost dostu ile berâber iken, her birisi isti‘dâdına göre sofra-i Rahmânürrahîm’den, isti‘dâdları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, berâber bulunmalarına mâni‘ olmaz. Çünkü, Cennet’in sekiz tabakası biribirinden yüksek oldukları hâlde, umûmun damı Arş-ı A‘zam’dır. Nasıl ki, mahrûtî bir dağın etrâ- fında, biribiri içinde, biribirinden yüksek, káidesinden zirvesine kadar sûrlu dâireler bulunsa; o dâireler biribirinin üstündedir, fakat biribirinin güneş görmelerine mâni‘ olmaz, biribirinden geçebilir, biribirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdîsin mütenevvi‘ rivâyâtı işâret ediyor.”381 Cenâb-ı Hakk’ın fazl-ı keremindendir ki; aşağı derecede olan mü’minler, kendi derecelerinden yüksek olan mü’minlerin derecelerinin kendi makám ve 381 Sözler, 28. Söz, s. 499-500.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 175 derecelerinden álî ve yüksek olduğunu bilemezler. Kendi makámlarının daha güzel ve daha yüksek olduğunu zannederler. Tâ ki, üzülmesinler. Buna dâir “Cennet’in Çarşıları” mevzúundaki uzun hadîste, bu hakíkate işâret edildi. Ehl-i Cennet, kendinden yüksek olanların üzerlerindeki elbiseyi, oturdukları iskem- leyi, yedikleri meyveyi ve içtikleri şarâbı görürler. O yüksek derece sáhibleri, her cihette onlardan üstün, istifâde ve lezzet bakımından daha mükemmel oldukları hâlde; o derecesi düşük olanlar, kendi eşyâlarının, libâslarının, koltuklarının ve yiyecek ve içeceklerinin onlardan daha güzel ve daha hóş olduğunu zanneder- ler. Hâlbuki, ‫ اَ ْيــ َن الــ َّ ٰرى ِمــ َن ال ُّثَيَّــا‬ifâdesi sırrınca; aralarında, yer ile gök arası kadar fark vardır. İmâm Süyûtí (ra) Hazretleri, “ed-Dürru’l-Mensûr” adlı tefsîrinde şöyle bu- yurmaktadır: ‫ فَ َيَى الَّ ۪ذي ُهوَ فَ ْو َق فَ ْضلَ ُه‬،‫َدرَ َجا ُت أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة بِ َم ْع ٰن بَ ْع ُض ُه ْم فَ ْو َق بَ ْع ٍض‬ .‫ َو َل يَرَى الَّ ۪ذي ُهوَ أَ ْس َف َل أَنَّ ُه فَ ُض َل َعلَ ْي ِه أَ َح ٌد‬،‫َع َل الَّ ۪ذي ُهوَ أَ ْس َف َل ِم ْن ُه‬ “Ehl-i Cennet’in derecelerinden murâd; ‘Ba‘zıları, ba‘zılarının fevkındedir’ demektir. Makám ve derecesi yüksek olan, makám i‘tibâriyle kendinden düşük olanı bilir. Kendi derecesinin onunkinden hakíkaten yüksek olduğunu derkeder. Ama, derecesi düşük olan kişi, derece ve makámı kendisinden daha yüksek olanı bilemez. Ya‘nî, bilmez ki; bunun derecesi, lezzeti, benim derece ve lezzetimden daha üstündür.”382 ‫َو َعن أبي سعيد ا ْل ُخ ْد ِر ّي رَ ِضي الله َعن ُه أَن رَ ُسول الله صلى الله َعلَ ْي ِه َوسلم قَا َل ِإن أدنى‬ ‫أهل ا ْلجنَّة منزلَة رجل صرف الله َوجهه َعن النَّار قبل ا ْلجنَّة َومثل لَ ُه َش َجرَة ذَات ظ ّل‬ ‫فَ َقا َل أَي رب قربني من َه ِذه ال َّش َجرَة أكون ِفي ظلها فَذكر ال َح ِديث ِفي ُد ُخوله ا ْلجنَّة‬ ‫وتمنيه ِإلَى أَن قَا َل ِفي آ ِخره ِإذا ا ْن َقطَعت بِهِ ا ْلَ َما ِني قَا َل الله ُهوَ لَك َوعشرَة أَ ْمثَاله قَا َل‬ ‫ث َّم ي ْدخل بَيته فَتدخل َعلَ ْي ِه زوجتاه من ا ْلحور ا ْلعين فَيَ ُقو َل ِن ا ْل َحمد لله الَّ ِذي أحياك‬ ‫لنا َوأَ ْحيَانا لَك قَا َل فَيَ ُقول َما أعطي أحد مثل َما أُ ْع ۪طي ُت رَ َوا ُه ُمسلم‬ 382 Ed-Dürru’l-Mensûr, 2/93.

176 Dâr-ı Saádet Ebu Saíd el-Hudrî (ra), Resûlulláh (sav)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti: “Elláh (cc), Cennet ehlinin en aşağı derecede olanının yüzünü Cehennem’den Cennet tarafına çevirir. Ona gür yapraklı ve koyu gölgesi olan bir ağaç gösterir. Onu gören, ‘Rabbim! Beni bu ağaca yaklaştır, gölgesinde dinleneyim’ der. İstedikleri bütün ni‘mete kavuştuktan sonra Elláh ona, ‘Bütün bunlar senindir. On misli daha verilecektir’ der. Daha sonra Cennet’teki köşküne girince, yanına güzel gözlü hûrîlerden iki kadın gelir ve, ‘Çok şükür Elláh’a! Seni bizim için, bizi de senin için yaşattı, hâzırladı’ derler. O da, ‘Bana verilenler hîç kimseye verilmedi’ der.”383 Cennet’in derecelerine dâir ba‘zı âyet-i kerîmeleri aşağıda zikrediyoruz: Cennet’in derecelerinden haber veren âyet-i kerîmelerin birincisi: Cenâb-ı Hak, Âl-i İmrân Sûresi’nde şöyle buyuruyor: ‫اَفَ َمـ ِن اتَّب َـ َع ِر ْضـوَا َن الّٰ ِل َك َمـ ْن بَٓـا َء بِ َسـ َخ ٍط ِمـ َن الّٰ ِل َو َمأْ ٰويـ ُه َج َهنَّـ ُمۜ َوبِ ْئـ َس ا ْل َم ۪صـ ُر‬ “Elláhu Teálâ’nın rızásına tebaıyyetle hıyânetten sakınan kimse, hıyânetle El- láh’ın gazâbına uğrayan kimse gibi olur mu ki; onların mekânları Cehennem’dir. O, ne kötü varılacak yerdir!”384 ‫“ ُهـ ْم َدرَ َجـا ٌت ِع ْنـ َد الّٰ ِلۜ َوالّٰ ُل بَ ۪صـرٌ بِ َمـا يَ ْع َم ُلـو َن‬Ol emânete riáyet edip hıyânet- ten sakınan kimselere Elláh indinde, dâr-ı âhirette yüksek dereceler vardır. Elláhu Teálâ, emîn ve háinin yaptıklarını görücü ve amellerinin karşılığını vericidir.”385 Âyet-i kerîmede geçen ‫ ُهـ ْم َدرَ َجـا ٌت‬cümlesinin ma‘nâsı, “Onlar, derece sáhib- leridir” demektir. “Rızâ-yı İlâhîye mazhar olan ehl-i Cennet’in, îmân, takvâ ve amel-i sálihlerinin kuvvetine göre dereceleri vardır. Ba‘zısı, ba‘zısından daha yüksek ve âlîdir; daha ziyâde lütf-u İlâhî’ye mazhardır.”386 Cennet’in derecelerinden haber veren âyet-i kerîmelerin ikincisi: Cenâb-ı Hak, Nisâ Sûresi’nde şöyle buyuruyor: ‫َل يَ ْسـتَ ِوي ا ْل َقا ِعـ ُدو َن ِمـ َن ا ْل ُم ْؤ ِم ۪نـ َن َغـ ْ ُر اُ ۬ول ِـي ال َّضـرَ ِر َوا ْل ُم َجا ِهـ ُدو َن ۪فـي َسـ ۪بي ِل‬ 383 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c.7, s. 301. 384 Al-i İmrân, 3:162. 385 Al-i İmrân, 3:163. 386 Meániyyu’l-Kur’ân li’l-Ferrâ, 1/236; el-Muharreru’l-Vecîz, 2/287; Câmi’u’l-Ahkâm, 2/263; Bahru’l-Muhît, 3/102.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 177 ‫الّٰ ِل بِاَ ْموَا ِل ِهـ ْم َواَ ْن ُف ِسـ ِه ْ ۜم فَ َّضـ َل الّٰ ُل ا ْل ُم َجا ِه ۪ديـ َن بِاَ ْموَا ِل ِهـ ْم َواَ ْن ُف ِسـ ِه ْم َعـ َى ا ْل َقا ِع ۪ديـ َن‬ ‫َدرَ َجـةًۜ َو ُك ًّل َو َعـ َد الّٰ ُل ا ْل ُح ْسـ ٰ ۜى َوفَ َّضـ َل الّٰ ُل ا ْل ُم َجا ِه ۪ديـ َن َعـ َى ا ْل َقا ِع ۪ديـ َن اَ ْجـرًا َع ۪ظي ًمـا‬ “(Mü’minlerden) körlük, hastalık ve kötürüm olmak gibi (özür sáhibi olmak- sızın) cihâddan geri kalıp (oturanlar) savaşa iştirâk etmemiş olanlar (ve Elláhu Teálâ’nın yolunda) cihâd uğrunda (malları ve cânları ile mücâhedede bulunanlar) Kur’ân’ın hâkimiyyeti için küffârla savaşanlar, (müsâvî olmazlar.) Elbette mücâ- hidlerin mevkı‘ı daha yüksektir. Çünkü, (Elláhu Teálâ, mallarıyla ve cânlarıyla cihâd edenleri,) cihâddan geri kalıp (oturanlar üzerine derece) fazílet ve mükâfât (i‘tibâriyle tafdîl) tercîh ve takdîm (buyurmuştur.) Mücâhidlerin dereceleri daha álîdir. (Ve Elláhu Teálâ, hepsine de) mücâhidlere de bir özürden dolayı oturanla- ra da (hüsnâyı) Cennet’i (va‘d buyurmuştur.) Özür sáhibleri de ma‘zeretlerinden ve hüsn-i niyyetlerinden dolayı Cennet’e ve mükâfâta nâmzeddirler. (Ve) bunun- la berâber (Elláhu Teálâ, mücâhid olanları) özürsüz yere veyâ özürlerine mebnî cihâda iştirâk edemeyip (oturanlar üzerine pek büyük bir mükâfât ile tercîh) tafdîl ve takdîm (kılmıştır.) Her ne kadar ma‘zûr olanlar da hüsn-i niyyetlerinden do- layı mükâfâta nâil olacaklardır. Ancak cihâda bi’l-fiil iştirâk edenler, güzel niy- yetleri sebebiyle mükâfâta nâil olacakları gibi; bu vazífe-i mühimmeyi bi’l-fiil îfâ etmiş olduklarından dolayı da ayrıca mükâfâta müstehak olacaklardır.”387 ‫“ َدرَ َجـا ٍت ِم ْنـ ُه َو َم ْغ ِفـرَةً َورَ ْحَـةًۜ َو َكا َن الّٰ ُل َغ ُفـورًا رَ ۪حي ًمـا‬Mü’minlere va‘d edilen bu mükâfât, (taraf-ı İlâhî’den derecelerdir) yüksek makámlardır, biribirinin fevkın- de kerâmetlerdir, atiyyelerdir (ve mağfiret ve rahmettir.) Elláh (cc), bunları kulları- na ihsân buyuracaktır (ve Elláhu Teálâ, Ğafûr’dur,) kullarını çok bağışlayıcıdır ve (Rahîm’dir.) Kendisine ibâdet ve táatte bulunanları çok esîrgeyicidir. O’nun merha- met ve keremi, bütün mü’min kulları hakkında ale’d-devâm tecellî edip duracaktır.”388 Yukarıdaki âyetlerde de îzáh edildiği gibi; cihâda giden mücâhidlerle, ma‘ze- retsiz cihâda gitmeyen, evinde oturan kimselerin dereceleri elbette bir değil- dir. Cihâda gidenlerin elbette dereceleri daha yüksektir. Kezâ, bir ma‘zerete binâen cihâda gidemeyenlerle Elláh yolunda bi’l-fiil cihâd edenlerin dereceleri elbette bir değildir. Aynen bunun gibi, her sálih amelde dahi onu yapanlarla 387 Nisâ, 4:95. 388 Nisâ, 4:96.

178 Dâr-ı Saádet yapamayanlar arasında derece farkı vardır. O amellere göre Cennet’te derece ve makám alırlar ve o derece ve makámlara göre de zevk ve lezzetlere nâil olur- lar. Cennet’in derecelerinden haber veren âyet-i kerîmelerin üçüncüsü: Cenâb-ı Hak, Mücâdele Sûresi’nde şöyle buyuruyor: ‫يَٓا اَيُّ َها الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُٓوا ِاذَا ۪قي َل لَ ُك ْم تَ َف َّس ُحوا ِفي ا ْل َم َجا ِل ِس فَا ْف َس ُحوا يَ ْف َس ِح الّٰ ُل لَ ُك ْ ۚم َو ِاذَا‬ ‫۪قي َل ا ْن ُش ُزوا فَا ْن ُش ُزوا يَ ْرفَ ِع الّٰ ُل الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا ِم ْن ُك ْمۙ َوالَّ ۪ذي َن اُو۫تُوا ا ْل ِع ْل َم َدرَ َجا ٍ ۜت َوالّٰ ُل بِ َما‬ ‫تَ ْع َم ُلو َن َخ ۪بي ٌر‬ “(Ey mü’minler! Size) namâz, zikir ve tilâvet gibi (meclislerde genişlik göste- riniz!) Yanınıza gelecek kimselere yer veriniz; onları da meclisinize kabûl ediniz (denildiği zamân; hemen genişlik gösteriniz; onlara da yer açınız.) O gelenleri de yanınıza kabûl ediniz. Siz, bu emr-i İlâhî’ye ittibâ’ ederseniz, (Elláhu Teálâ da sizin için genişlik verir.) Sizi her husústa genişliğe, kolaylığa nâil buyurur. Meselâ; kabir- de ve Cennet’te yerinize; dünyâ ve âhirette kalbinize vüs‘at verir. (Ve size ‘kalkın’) ‘Gelen kimselere yer verin veyâ namâz ve cihâd gibi hayırlı bir işi yapmaya koşun!’ (denildiği vakit de hemen kalkın.) O husústaki emre uyun! (Elláhu Teálâ, sizden îmân etmiş olanların kadrini ve şerefini yüceltir. Ve kendilerine ilim verilmiş olan- ları ise, dereceler ile) daha fazla sevâblara, lütuflara, rızá-i İlâhîye mazhariyyet ile yükseltir; nice saádetlere nâil buyurur. (Elláh, yaptığınız her şeyden hakkıyla haber- dârdır.) Artık îmân edip sálih amellerde bulunanlar, elbette İlâhî ni‘metlere nâil olacaklardır. Aksine hareket edenler de lâyık oldukları cezâlara kavuşacaklardır.”389 Resûlulláh (sav), âyet-i kerimede ifâde edilen ehl-i ilmin derece bakımından üstünlüğünü, gelecek hadîsleriyle şöyle tefsîr buyurmuşlardır: ‫“ فَ ْضــ ُل ا ْل َعا ِلــم َعــ َى ا ْل َعابِــ ِد َك َف ْضــ۪ي َعــ ٰى أ ْدنَا ُكــ ْم‬Álimin ábide üstünlüğü, benim sizden en basîtinize olan üstünlüğüm gibidir.”390 ‫ َوإ َّن الملائِ َكةَ لَتَ َض ُع‬، ‫م ْن سلك طَريقاً يَ ْبتَ ِغي ِفي ِه ع ْلماً س ّهَل الَّل لَه طَريقاً إلى الجن ِة‬ ‫ َوإ َّن ا ْلعا ِلم لَيَ ْستَ ْغ ِف ُر لَ ُه م ْن في ال َّس َموا ِت‬، ‫أ ْج ِن َحتَ َها ِلطالب ا ْل ِع ْل ِم ِرضاً بِما يَ ْصنَ ُع‬ 389 Mücâdele, 58:11. 390 Tirmizî, İlim, 19, (2686).

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 179 ‫ وفَ ْض ُل ا ْل َعا ِلم على ا ْلعابِ ِد َك َف ْض ِل ا ْل َقمر َعلى‬، ‫وم ْن في الأ ْر ِض ح َّت ال ِحيتا ُن في الما ِء‬ ‫ وإ َّن ا ْل ُعلَما َء َورَثَ ُة الأ ْن ِبيا ِء وإ َّن الأ ْن ِبيا َء لَ ْم يُو ِّرثُوا ِدينَاراً َولا ِد ْر َهاً وإنَّما‬،‫سائر ا ْل َكوَا ِك ِب‬ ‫ فَم ْن أَ َخ َذ ُه أَ َخ َذ ِب ٍ ّظ َوا ِف ٍر‬، ‫و ّرَثُوا ا ْل ِع ْل َم‬ “Kim ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse; Elláhu Teálâ, onu Cennet’e giden yollardan birine dâhil etmiş demektir. Melekler, ilim tálibinden memnûn olarak ka- natlarını onların yolları üzerine koyarlar. Semâvât ve yerde olanlar ve hattâ deniz- deki balıklar, álim için istiğfâr ederler. Álimin ábid üzerindeki üstünlüğü, dolunaylı gecede Kamer’in diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Álimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dînâr, ne dirhem mîrâs bırakırlar; ancak ilim mîrâs bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasíb elde etmiştir.”391 Cennet’in derecelerinden haber veren âyet-i kerîmelerin dördüncüsü: Cenâb-ı Hak, Enfâl Sûresi’nde şöyle buyuruyor: ‫ِانَّ َما ا ْل ُم ْؤ ِمنُو َن الَّ ۪ذي َن ِاذَا ذُ ِكرَ الّٰ ُل َو ِجلَ ْت قُ ُلوبُ ُه ْم َواِذَا تُ ِليَ ْت‬ ‫َعلَ ْي ِه ْم ٰايَاتُ ُه زَا َد ْت ُه ْم ۪اي َمانًا َو َع ٰل رَبِّ ِه ْم يَتَوَ ّكَ ُلو َن‬ “Mü’min-i kâmiller onlardır ki: Elláhu Teálâ zikrolunduğunda; O’nun aza- met, celâl ve heybetinden kalbleri korkar ve titrer. Kendilerine Elláh’ın âyetleri okunduğunda; okunan o âyetler onların îmânlarını arttırır ve onlar bütün işle- rinde yalnız Rablerine tevekkül ederler.”392 ‫“ اَلَّ ۪ذيــ َن يُ ۪قي ُمــو َن ال َّص ٰلــوةَ َو ِ ّمَــا رَزَ ْقنَا ُهــ ْم يُ ْن ِف ُقــو َن‬Ol mü’min-i kâmiller, namâzı şerâit, erkân ve âdâbıyla edâ ederler ve verdiğimiz rızıktan infâk ederler.”393 ‫“ اُ ۬و ٰلٓ ِئـ َك ُهـ ُم ا ْل ُم ْؤ ِمنُـو َن َح ًّقـ ۜا لَ ُهـ ْم َدرَ َجـا ٌت ِع ْنـ َد رَبِّ ِهـ ْم َو َم ْغ ِفـرَ ٌة َو ِر ْز ٌق َك ۪ريـ ٌم‬Bu âyât-ı sâbıkada evsáfı mezkûr kimseler, hakkan mü’minlerdir. Rab’leri indinde onlar için Cennet dereceleri vardır ve taksírâtları hakkında mağfiret ve Cennet’te lâ yuád ve lâ intihâ rızk vardır.”394 391 Ebû Dâvûd, İlim 1, (3641); Tirmizî, İlim 19, (2683); İbnü Mâce, Mukaddime, 17, (223). 392 Enfâl, 8:2. 393 Enfâl, 8:3. 394 Enfâl, 8:4.

180 Dâr-ı Saádet Cennet’in derecelerinden haber veren âyet-i kerîmelerin beşincisi: Cenâb-ı Hak, Táhâ Sûresi’nde şöyle buyuruyor: ‫(“ َو َمــ ْن يَأْ ِتــ ۪ه ُم ْؤ ِمنًــا قَــ ْد َع ِمــ َل ال َّصا ِل َحــا ِت فَاُو۬ ٰلٓ ِئــ َك لَ ُهــ ُم ال َّدرَ َجــا ُت ا ْل ُعــ ٰى‬Her kim de sálih ameller işlemiş) dînî vazífelerini yerine getirmiş (olduğu hâlde, ona) âhirette, Elláhu Teálâ’nın huzúr-i ma‘nevîsine (mü’min olarak gelirse; işte onlar için en yüksek dereceler vardır.) Büyük mükâfâtlar, álî makámlar, yüce ikámetgâh- lar takdîr edilmiştir.”395 ‫“ َجنَّـا ُت َعـ ْد ٍن َ ْتـ ۪ري ِمـ ْن َ ْت ِت َهـا ا ْلَ ْن َهـا ُر َخا ِل ۪ديـ َن ۪في َهـ ۜا َو ٰذ ِلـ َك َجـ ٰزٓ ُؤ۬ا َمـ ْن تَزَ ّٰكـ ۟ى‬O yüksek dereceler ve ikámetgâhlar, (Adn Cennetleridir ki,) o Cennetlerin (altlarından ırmaklar akar.) O Cennetlere nâil olanlar, artık (orada ebediyyen kalıcılardır ve bu) ni‘met, böyle bir fevz ve kurtuluşa ermek, yüksek derecelere ulaşmak, (temizlenmiş olan) şirk, küfür, nifâk ve isyân kirlerinden arınmış olan (kimsenin mükâfâtıdır.)”396 Hulâsa: Nümûne olarak zikrettiğimiz âyet-i kerîmeler, Cennet’in derecelerinden sarâhaten bahsetmektedir.397 Ehl-i Cennet, îmân, takvâ ve a‘mâl-i sálihalarının kuvvetine göre Cennet’te derecât ve merâtibe mazhar olur ve o derecât ve merâtibe göre zevk ve lezzet alırlar. Şimdi Resûl-i Ekrem (asm)’ın Cennet’in derecelerine dâir ba‘zı hadîslerini zikredeceğiz: َ‫ ِإ َّن ِفي ا ْل َجنَّ ِة ِمائَة‬:‫ قَا َل‬-‫ َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬-ِ‫ أَ َّن رَ ُسو َل الّٰل‬-‫رَ ِض َي الّٰ ُل َع ْن ُه‬- َ‫َع ْن أَ۪بي ُهرَ ْيرَة‬ .‫ َما بَ ْ َي ال َّدرَ َجتَ ْ ِي َك َما بَ ْ َي ال َّس َما ِء َوا ْلَ ْر ِض‬, ‫ أَ َع َّد َها الّٰ ُل ِل ْل ُم َجا ِه ۪دي َن ۪في َس ۪بيلِ ۪ه‬, ‫َدرَ َج ٍة‬ Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle, Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyurmaktadır: “(Cennet’te yüz derece vardır. Cenâb-ı Hak, o dereceleri fî-sebîlillâh cihâd eden- ler için hâzırlamıştır. Her iki derece arası, semâ ile Arz arası gibidir.) Ya‘nî, her iki derece arası, semâ ve Arz arası gibi geniş ve yüksektir.”398 ‫ َحا َص ْرنَا َم َع النَِّ ِ ّب َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم اَلطَّائِ َف فَ َس ِم ْع ُت‬:‫َع ْن أَ ۪بي َ۪ني ٍح اَل ُّسلَ ِم ِ ّي قَا َل‬ 395 Táhâ, 20:75. 396 Táhâ, 20:76. 397 En‘ám, 6:83, 132; Tevbe, 9:20; İsrâ, 17:21; Ahkáf, 46:19; Hadîd, 57:10 âyet-i kerîmeleri de aynı ma‘nâyı ifâde etmektedir. 398 Sahîhu’l-Buhárî, Kitâb: 56, Cihâd ve Siyer Bâb: 4, Ellâh yolunda mücâhidlerin dereceleri, 3/202.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 181 .‫ َم ْن بَلَ َغ بِ َس ْه ٍم ۪في َس ۪بي ِل الّٰ ِل فَ ُهوَ لَ ُه َدرَ َجةٌ ِفي ا ْل َجنَّ ِة‬:‫النَِّ َّب َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم يَ ُقو ُل‬ . ‫ فَبَلَ ْغ ُت يَ ْو َم ِئ ٍذ ِستَّةَ َع َشرَ َس ْه ًما‬:‫قَا َل‬ Ebû Necîh es-Sülemî (ra)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Biz, Resûlulláh (asm) ile berâber Táif’i muhâsara altına aldık. Resûl-i Ek- rem (asm)’dan şöyle işittim: ‘Kim, Elláh yolunda bir ok atıp onu düşmâna ulaştı- rırsa, onun için Cennet’te bir derece vardır’ buyurdu. Ben, o gün düşmâna on altı ok atıp ulaştırdım.”399 .‫إ َّن ال ّرَ ُج َل ِم ْن أَ ْه ِل ِع ِّل ۪يّي َن لَ ُي ْش ِر ُف َع ٰل أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة فَ ُت ۪ضي ُء ا ْل َجنَّ ُة ِلوَ ْج ِه ۪ه َكأَنَّ َها َك ْو َك ٌب ُد ِّر ٌّي‬ Ebû Saíd el-Hudrî’den (ra) rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: “Cennet’te (Cennet’in en yüksek yerlerinin halkından olan bir kimse,) kendi makámının aşağısında bulunan (Cennet ehline bakar da) aşağıda bulunan (Cennet ehlinin yüzü, onun yüzünün parlaklığı ile aydınlanır.) Çünkü, o makámda bulunan Cennet ehlinin (yüzleri, inci parlaklığında bir yıldız gibidir.)”400 ‫ ِإ َّن أَ ْه َل ا ْل َجنَّ ِة لَيَ َتَا َء ْو َن ِفي‬:‫ أَنَّ ُه قَا َل‬- ‫ َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬- ‫َع ْن أَ ۪بى ُهرَ ْيرَةَ َع ِن النَّ ِ ِّب‬ ‫ا ْل ُغ ْرفَ ِة َك َما تَرَا َء ْو َن ا ْل َك ْو َك َب ال َّش ْر ِق َّى َوا ْل َك ْو َك َب ا ْل َغ ْربِ َّى ا ْل َغا ِر َب ِفى ا ْلُفُ ِق الطَّا ِل َع ۪فى‬ ‫ بَ ٰل َوالَّ ۪ذى نَ ْف ۪سي بِيَ ِد ۪ه‬:‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل أُولَ ِئ َك النَّ ِبيُّو َن؟ قَا َل‬:‫ فَ َقالُوا‬.‫تَ َفا ُض ِل ال َّدرَ َجا ِت‬ .‫َوأَ ْقوَا ٌم ٰا َمنُوا بِالّٰلِ َورَ ُسو ِل ِه َو َص َّدقُوا ا ْل ُم ْر َس ۪لي َن‬ Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (asm) şöyle buyurmuştur: “ ‘Cennetlik’ler, Cennet’te biribirlerinin köşk ve sarâylarını, derece farklılı- ğından dolayı ufukta batmakta ve doğmakta olan yıldızları görür gibi görecekler- dir.’ Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâm, ‘Ey Elláh’ın Resûlü! Onlar, peygamberlerin köşkleri midir?’ diye sordular. Resûlulláh (asm) şöyle cevâb verdi: ‘Nefsim yed-i kudretinde olan Elláh’a yemîn ederim ki; evet, onlar, peygamberlerin ve Elláh’ı ve Resûl’ünü tasdîk edip onlara îmân edenlerin köşkleridir.’ ”401 399 Sünen-i Nesâî bi Şerhi’s-Süyûtí, Kitâbü’l-Cihâd, 6/26. 400 Sünen-i Ebû Dâvûd, 3987. 401 Tirmizî, Sıfâtü’l-Cenneh, Bâb: 19, Hadîs no: 2556; Müslim, Cennet, 3.

182 Dâr-ı Saádet Ubâde b. Sâmit (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: ‫ِفى ا ْل َجنَّ ِة ِمائَ ُة َدرَ َج ٍة َما بَ ْ َي ُك ِّل َدرَ َجتَ ْ ِي َك َما بَ ْ َي ال َّس َما ِء َوا ْلَ ْر ِض َوا ْل ِف ْر َد ْو ُس اَ ْع َل َها‬ ‫َدرَ َجةً َو ِم ْن َها تَ َف َّج ُر اَ ْن َها ُر ا ْل َجنَّ ِة ا ْلَ ْربَ َع ُة َو ِم ْن فَ ْو ِق َها يَ ُكو ُن ا ْل َع ْر ُش فَ ِاذَا َساَ ْل ُت ُم الّٰلَ فَ َس ُلو ُه‬ .‫ا ْل ِف ْر َد ْو َس‬ “Cennet’te yüz derece vardır; her iki derece arasındaki mesâfe gökle yeryüzü arası kadardır. Firdevs, derece olarak en üstünü olup Cennet’in dört ırmağı bu- radan fışkırır. Arş da bunun üstünde bulunur. Elláh’tan Cennet’i istediğinizde Firdevs’i isteyiniz.”402 Ebû Saíd (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: ‫ ِا َّن ِفــي ا ْل َجنَّــ ِة ِمائَــةَ َدرَ َجــ ٍة لَــ ْو اَ َّن ا ْل َعالَ ۪مــ َن ا ْجتَ َم ُعــوا ۪فــي ِا ْح َدا ُهــ َّن لَوَ ِســ َع ْت ُه ْم‬. “Cennet’te yüz derece vardır. Tüm álemler, o derecelerin birinde toplanmış olsalar, onların hepsini içerisine alır.”403 ‫َع ْن أَ ۪بي ُهرَ ْيرَةَ َع ِن النَِّ ِ ّب َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم قَا َل‬ ‫ِفي ا ْل َجنَّ ِة ِمائَ ُة َدرَ َج ٍة َما بَ ْ َي ُك ِّل َدرَ َجتَ ْ ِي ِمائَ ُة َعا ٍم‬ Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (asm) şöyle buyurmuştur: “Cennet’te yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesâfe, yüz yıldır.”404 Muáz b. Cebel (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: “Kim, Ramazán orucunu tutar, namâzlarını kılar, Ka‘be’yi hacceder; -zekâtı söy- ledi mi söylemedi mi hátırlamıyorum- Elláh yolunda hicret etse de, doğduğu yerde kalsa da. Elláh onu mutlaka bağışlayacaktır.” Muáz, “Bunu Müslümânlara aktárayım mı?” dedi. Bunun üzerine Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: ‫ذَ ِر النَّا َس يَ ْع َم ُلو َن فَ ِا َّن ا ْل َجنَّةَ ِمائَةَ َدرَ َج ٍة َما بَ ْ َي ُك ِّل َدرَ َجتَ ْ ِي َك َما بَ ْ َي ال َّس َما ِء َوا ْلَ ْر ِض‬ ‫َوا ْل ِف ْر َد ْو ُس اَ ْع َل ا ْل َجنَّ ِة َواَ ْو َسطُ َها َوفَ ْو َق ٰذ ِل َك َع ْر ُش ال ّرَ ْحٰ ِن َو ِم ْن َها تَ َف َّج ُر اَ ْن َها ُر ا ْل َجنَّ ِة فَ ِاذَا‬ .‫َساَْل ُت ُم الّٰلَ فَ َس ُلو ُه ا ْل ِف ْر َد ْو َس‬ 402 Tirmizî, 38/4, Hadîs No: 2702. 403 Tirmizî, 38/4, Hadîs No: 2703. 404 Tirmizî, Sıfâtü’l-Cenneh, Bâb: 4, Hadîs no: 2529.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 183 “Bırak insânları, amel etsinler. Çünkü, Cennet’te yüz derece vardır. Her bir de- rece arasındaki mesâfe, gökle yer arası kadardır. Cennetlerin en güzel ve yüksek dereceli olanı Firdevs Cenneti olup Rahmân’ın Arşı bunun üzerindedir. Cennetlerin bütün nehirleri buradan fışkırır. Elláh’tan Cennet’i isteyeceğinizde Firdevs Cenne- ti’ni isteyiniz.”405 ‫َو َعن ا ْل ُمغيرَة بن ُش ْعبَة رَ ِضي الله َعن ُه َعن النَِّب صلى الله َعلَ ْي ِه َوسلم أَن ُمو َسى‬ ‫َعلَ ْي ِه ال َّس َلم َسأَ َل ربه َما أدنى أهل ا ْلجنَّة منزلَة فَ َقا َل رجل َ ِييء بعد َما دخل أهل‬ ‫ا ْلجنَّة ا ْلجنَّة فَ ُي َقال لَ ُه ادخل ا ْلجنَّة فَيَ ُقول رب َكي َف َوقد نزل النَّاس َمنَا ِزله ْم َوأخ ُذوا‬ ‫أخذاتهم فَ ُي َقال لَ ُه أترضى أَن يكون لَك مثل ملك من ُم ُلوك ال ُّد ْنيَا فَيَ ُقول رضيت‬ ‫رب فَيَ ُقول لَ ُه لَك ذَ ِلك َومثله َومثله َومثله فَ َقا َل ِفي ا ْل َخا ِم َسة رضيت رب فَيَ ُقول َه َذا‬ ‫لَك َوعشرَة أَ ْمثَاله َولَك َما اشتهت نَفسك ولذت َع ْينك فَيَ ُقول رضيت رب قَا َل رب‬ َ‫فأعلاهم منزلَة قَا َل أُولَ ِئ َك الَّذين أر ْدت غرست كرامتهم بيَدي وختمت َعلَ ْي َها فَلم تَر‬ ‫عين َولم تسمع أذن َولم ي ْخطر على قلب بشر رَ َوا ُه ُمسلم‬ Muğíre bin Şu‘be (ra), Resûlulláh (sav)’in söyle anlattığını rivâyet etti: “Mûsâ (as), Rabbine, ‘Cennet ehlinden derecesi en aşağı olana ne verilecektir?’ diye sorar. Elláh da şöyle cevâb verir: ‘Cennet ehli Cennet’e girdikten sonra bir adam gelir. Ona, ‘Cennet’e gir!’ denilince, ‘Rabbim! Nasıl gireyim? Herkes yerine yer- leşti, alacaklarını aldı, ni‘metlerine kavuştular’ der. Cenâb-ı Hak, ‘Dünyâ kral- larından bir kralın sáhib olduğuna râzı mısın?’ diye sorar. O adam, ‘Râzıyım Rabbim!’ der. “Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: ‘O hâlde, sana istediklerinden o kadar, bir misli daha, bir misli daha, bir misli daha, bir misli daha verilecektir.’ Bunun üzerine o adam beşincisinde, ‘Râzıyım Rabbim!’ der. Elláhu Teálâ, ‘İşte sana bunların hepsi ve on misli daha verilecek, seni sevinç ve huzúra kavuşturucu canının istediği her şey de senindir’ der. O da, ‘Râzıyım Rabbim’ der. “Mûsâ (as) tekrâr sorar: ‘Rabbim! En üst derecede olanlara ne verilecektir?’ Elláh da, ‘Onlar, indimde şeref ve ni‘mete en çok lâyık olan kimselerdir. Onların 405 Tirmizî, 38/4, Hadîs No: 2701.

184 Dâr-ı Saádet yerini ben elimle, ya‘nî kudretimle hâzırladım. Üzerini de mühürledim. Onlar için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hîçbir beşerin aklına gelmediği ni‘met- ler vardır’ der.”406 Abdulláh b. Mes‘úd (ra), Resûl-i Ekrem (sav)’den şöyle rivâyet etti: “Elláh (cc), ilk ve son gelen bütün insânları kıyâmet günü mahşer yerinde top- lar. İnsânlar, hayret ve korku içinde gözlerini yere dikip kırk yıl ayakta durarak haklarında verilecek hükmü beklerler. Daha sonra Elláh: ‘Başlarınızı kaldırın!’ der. Başlarını kaldırınca; Elláh, onları amellerine göre nûrlandırır. Kiminin nûru, büyük dağ gibi önlerini aydınlatır. Kiminin ki daha küçük. Kiminin nûru, hurma ağacı gibi kandîl hâlinde eline verilir. Kimininki de daha küçük olarak. Küçüle kü- çüle sona kalanların nûru, ayaklarının başparmağı üzerinde kalır, ba‘zan yolunu aydınlatır bir adım atar. Ba‘zan da söner, yerinde durur. Cennet’e giderken her- kes nûruna göre yol alır. Kimi, göz açıp yumuncaya kadar gider, kimisi yıldırım gibi geçer. Kimi, bulutların gidişi gibi, yol alır. Ba‘zı kimseler, yıldızların -fark edilemeyecek kadar- akışı gibi yavaş yavaş yol alırken, kimisi rüzgâr gibi geçer, kimi atın yürüyüşü gibi, kimi de yayaların yürüyüşü gibi gider. Hattâ, nûru sâdece ayak- larının üzerinde olanlar, yüzüstü sürünerek, ellerinin ve ayaklarının üzerine sürüne- rek giderken ba‘zan elleri, ba‘zan de ayakları kayar veyâ bir şeye takılır gidemezler. Böyle zorlukla giderken yanlarına ve yörelerine Cehennem âteşi dokunur, nihâyet tehlikeyi atlatıp Cennet’e yaklaşınca, ‘Bizi Cehennem’den kurtarıp, kimseye verme- diği ni‘metleri bize veren Elláh’a hamdolsun’ derler. “Bu sevinçle Cennet’in kapısının yanındaki ırmağa ulaşan, orada gusleder, yı- kanır. O sırada kendine Cennet ehlinin kokusu gelir ve rengârenk güzellikleri gö- rünür. Cennet’in kapısının aralığından Cennet’te olanları görünce, ‘Rabbim! Beni Cennet’e girdir’ der. O da, ‘Seni Cehennem’den kurtardığım yetmez mi? Bir de Cennet’i mi istiyorsun?’ deyince; ‘Rabbim! Bâri benimle Cehennem arasında bir duvar meydâna getir de, onun çirkin sesini işitmeyeyim’ der. “O sırada Cennet’e girer yâhúd da rü’yâ gibi Cennet’teki makámı ona gösteri- lir. O zamân, ‘Rabbim! O yeri bana ver’ der. Elláh da, ‘Orayı sana verirsem, belki başka şeyler de istersin’ deyince; ‘Hayır, izzet ve kudretine yemîn ederim ki, ondan başka bir şey istemem. Oradan güzel bir yer var mı ki isteyeyim?’ der. İstediği verilip oraya yerleşince ilerisinde daha güzel bir yer görür ve, ‘Rabbim! Bana orasını ver’ der. Yüce Elláh, ‘Orasını verirsem, daha başkasını istersin’ 406 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 300.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 185 buyurunca; ‘Hayır, kudret ve izzetine yemîn ederim, ondan daha güzeli var mı ki isteyeyim?’ der. Bu istediği de verilir. Oraya yerleştikten sonra susar. Bunun üze- rine Elláh, ‘Ne oldu sana? Neden başka bir şey istemiyorsun?’ deyince; ‘Rabbim! Senden başka bir şey istemeye utanıyorum. Üstelik başka bir şey istememeye de yemîn ettim’ der. “O zamân Elláh: ‘Dünyâyı ilk yarattığımdan kıyâmete kadar dünyâdaki bü- tün ni‘metler kadar ve on misli daha versem istemez misin?’ deyince; ‘Rabbim! Benimle alay mı ediyorsun? Sen kudret sáhibisin, yücesin’ der. O zamân Elláh ondan râzı olduğunu belirterek gülümser.” Abdulláh bin Mes‘úd burasını anlatırken o kadar güldü ki, yan dişleri gözük- tü. Daha sonra hadîsi anlatmaya şöyle devâm etti: “Bunun üzerine Elláhu Teâla, ‘Hayır kulum! Alay etmiyorum! Dediklerimi vermeye kádirim. Yeter ki sen iste!’ der. ‘Öyle ise beni Cennet’teki insânların yanına gönder.’ ‘Durma, hemen onların olduğu yere git’ deyince; koşarak Cen- net’e gider. İnsânlara yaklaşınca, ona inciden yüksek bir sarây gösterilir. Onu gö- rünce hemen secdeye kapanır. Ona, ‘Başını kaldır. Sana ne oluyor?’ denir. O da, ‘Bana Rabbim göründü’ deyince; ‘Hayır. O gördüğün Rabbin değil. O, sana ve- rilen yerlerden biridir’ denir. “Daha sonra bir kişiye rastlar, hemen ona secde etmeye hâzırlanırken kendisine, ‘Dur!’ denilir. ‘Senin, meleklerden bir melek olduğunu sandım’ deyince; ‘Hayır, ben senin muhâfızlarından, hizmetçilerinden biriyim. Elimin altında bin tâne özel vekîlim var. Hepimiz senin hizmetindeyiz’ der. Biraz ilerleyince ona sarâyın kapısı açılır. O sarâyın tavanları, kapıları, sürgüleri ve anahtarları hep elmâstan yapılmıştır. Karşısında kırmızı yâkútla süslenmiş yeşil zümrüdden bir hol görür. Orada yetmiş kapı vardır. Her kapı biribirinden güzel rengârenk taşlardan yapıl- mış iç içe odalara açılır. Her odada yataklar, kendine eş olacak hánımlar, hizmetçi kızlar vardır. Hûrîler o kadar güzeldirler ki, en çirkinleri güzel gözlü, bem beyâz, üzerine yetmiş kat elbise giyindikleri hâlde yine de bakınca bacak kemiklerinin ilik- leri görülür. Eşler bakınca biribirinin ciğerini görürler. Ayna gibi ciğerlerinden de kendilerini görürler. Yüzünü ondan çevirince, güzelliği gözünde yetmiş kat artar. Ona, ‘Yaklaş!’ denir. Yaklaşınca da; ‘Sana verilen mülkün büyüklüğü, yüz sene- lik mesâfe kadardır. Hepsini de görebileceksin’ denilir.” Abdulláh bin Mes‘úd hadîsin bu kısmını anlatırken, Hazret-i Ömer, “Ey Ka‘b! Ummi Abd’in oğlunun Cennet ehlinden en aşağı derecede olana verilenleri anlattı-

186 Dâr-ı Saádet ğını işitmedin mi? Ya derecesi yüksek olanlara neler verilir?” diye sordu. Ka‘b da, “Onlara, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ni‘metler verilir. Şübhesiz Yüce Elláh, bir sarây yarattı. Oraya kadınlardan, meyvelerden ve içeceklerden dilediğini koydu. Sonra da orasını kapattı. Onu yarattıklarından hîç kimse göremez. Ne Cibrîl, ne de meleklerden başka biri” dedikten sonra Ka‘b şu âyeti okudu: “Hîçbir kimse, onlar için dünyâda yaptıklarının karşılığı olarak saklanmış, memnûn edici ni‘met- lerin ne olduğunu bilemez.” (Secde, 32:17) Ka‘b sözüne şöyle devâm etti: “Elláh, o sarâyın berisinde iki Cennet halk etti. Onları dilediği gibi süsleyip kullarından dilediğine gösterdi. İşte kitâbı İlliyyîn’de olanlar, hîç kimsenin görmediği o sarâya yerleşirler. Şâyet onlardan biri çıkar gezi- nirse, yüzünün nûru Cennet’teki bütün çadırlara girer. Oradakiler de güzel kokusu- nu alarak, ‘Bu ne güzel koku! Bu, İlliyyîn ehlinden birinin kokusudur. Gezin- meye çıkmış herhâlde’ derler.”407 Ehâdîs-i Nebeviyyede “Şu, şu ameli işleyene, Cennet’te dereceler vardır. Şu ameli işleyenin şu kadar derecesi yükselir” gibi pek çok rivâyât mevcûddur. Bu rivâyetler de, ehl-i Cennet arasında derece farkı bulunduğunu ifâde eder. Şimdi bu rivâyetlerden birkaçını nümûne olarak zikredeceğiz: ‫ َصل َا ُة ال ّرَ ُج ِل َجَا َعةً تَ ِزي ُد َع َل َصلاَ ِت ِه ِفي ُسو ِق ِه‬: ‫ قال رَ ُسو ُل الَّ ِل‬:‫و َع ْن أبي ُهرَ ْيرَةَ قال‬ ‫ ثُ َّم أَتَى‬،‫َوبَ ْي ِت ِه بِ ْض ًعا َو ِع ْش ِري َن َدرَ َجةً َوذَ ِل َك أن أَ َح َد ُه ْم إذا تَوَ َّضأَ فَأَ ْح َس َن ا ْل ُو ُضو َء‬ ،ٌ‫ لَ ْم َ ْي ُط َخ ْطوَةً إلا ُرفِ َع له بِ َها َدرَ َجة‬،‫ لاَ يَ ْن َه ُز ُه إلا ال َّصل َا ُة‬،َ‫ا ْل َم ْس ِج َد لاَ يُ ِري ُد إلا ال َّصلاَة‬ َ‫ فَإذا َد َخ َل ا ْل َم ْس ِج َد كان ِفي ال َّصلاَ ِة ما‬,‫َو ُح َّط َع ْن ُه بِ َها َخ ِطيئَةٌ حتى يَ ْد ُخ ُل ا ْل َم ْس ِج َد‬ ‫ َوا ْل َملاَئِ َك ُة يُ َص ّلُو َن َع َل أَ َح ِد ُك ْم َما َدا َم ِفي َ ْم ِل ِس ِه الَّ ِذي‬،‫كانت ال َّصل َاةَ ِه َي َ ْت ِب ُس ُه‬ ‫ َما لَ ْم‬،ِ‫ َما لَ ْم يُ ْؤذِ ِفيه‬،ِ‫ اَل ّلَ ُه َّم تُ ْب َعلَ ْيه‬،‫ ال ّلَ ُه َّم ا ْر َحْ ُه اَل ّلَ ُه َّم اغفر له‬: ‫َص ِ ّل ِفيهِ يَق ُول ُو َن‬ . ‫ُ ْي ِد ْث ِفي ِه‬ Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyet edildiğine göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: “Kişinin, cemâatle kıldığı namâz, çarşıda, işyerinde ve evinde kıldığı namâz- dan yirmi bu kadar derece üstündür. Şöyle ki; bir kimse güzelce abdest alır, sâdece namâz kılmak niyyetiyle câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her adımla o 407 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 306-308.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 187 kimsenin derecesi yükselir ve bir günâhı bağışlanır. Câmiye girince de, namâz için kaldığı sürece namâz kılıyormuş gibi sevâb kazanır. Namâz kıldığı yerde kaldıkça kimseye -sözlü ve fiilli- eziyyet etmediği ve abdestini bozmadığı ve dünyevî sözler konuşmadığı sürece melekler, ona şöyle duá ederler: ‘Elláhım! Sen, ona rahmet et! Elláhım! Sen, onu afvet! Elláhım! Sen, onun tevbesini kabûl et.’ ”408 ‫ قال رسو ُل الَّ ِل ألا أَ ُدلُّ ُك ْم َع َل َما يَ ْم ُحو الَّ ُل بِ ِه ا ْل َخطَايَا َويَ ْرفَ ُع بِ ِه‬: ‫َع ْن أبي ُهرَ ْيرَةَ قال‬ ‫ ِإ ْسبَا ُغ ا ْل ُو ُضو ِء َع َل ا ْل َم َكا ِرهِ َو َك ْثَ ُة ا ْل ُخطَا ِإلَى‬: ‫ بَ َل يَا رَ ُسو َل الَّ ِل قال‬:‫ قالوا‬.‫ال َّدرَ َجا ِت‬ .‫ بَ ْع َد ال َّصل َا ِة‬،‫ َوانتظَا ُر ال َّصل َا ِة‬،‫ا ْل َم َسا ِج ِد‬ Ebû Hüreyre (ra)’den bildirildiğine göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurmuştur: “ ‘Elláh’ın günâhları silmesine ve dereceleri yükseltmesine sebeb olacak iyilik ve hayırları size açıklayayım mı?’ diye sordu. Sahâbîler, ‘Evet, açıkla’ dediler. Resûlulláh (sav), ‘Güç ve zor zamânlarda bile olsa abdesti tam ve mükemmel al- mak, mescidlere gidişte adımları çoğaltmak, namâzdan sonra ikinci bir namâzı beklemek’ buyurdu.”409 ‫ َِس ْع ُت رَ ُسو َل‬: ‫ أَب ُو َع ْب ِد ال ّرَ ْحَ ِن ثوبان َم ْولَى رَ ُسو ِل الَّلِ قال‬: ‫َع ْن أبي َع ْب ِد اللهِ َويُقال‬ ،ً‫الَّلِ يَق ُو ُل َعلَ ْي َك بِ َك ْثَةِ ال ُّس ُجو ِد! فَإن َك لَ ْن تَ ْس ُج َد ِ َّ ِل َس ْج َدةً إلا رَفَ َع َك الَّ ُل بِ َها َدرَ َجة‬ . ً‫َو َح َّط َع ْن َك بِ َها َخ ِطيئَة‬ Ebû Abdurrahmân da denilen Peygamber (sav)’in âzâd ettiği Ebû Abdul- láh’dan rivâyet edildiğine göre, “Resûlulláh (sav)’i şöyle buyururken işittim” de- miştir: “Çok secde etmeye bak! Zîrâ, Elláh için yaptığın her secde karşılığında, Elláh seni bir derece yükseltir ve bir günâhını siler.”410 Hulâsa: Ehl-i Cennet için, Cennet’te dereceler vardır. Herkesin îmân, tak- vâ ve amel-i sálih kuvvet ve derecesine göre Cennet’te makám, derece, rütbe, menzile ve lezzeti vardır. Kişinin giyeceği elbiseden, yiyeceği meyveden, otura- cağı tahtından, berâber olduğu zevcelerinden alacağı lezzetler; dünyâdaki îmân, takvâ ve amel-i sálihine göredir. Cennet ehlinin, Cennet’te aldığı makám ve 408 Buhárî, Salât 87; Müslim, Tahârât, 12. 409 Müslim, Tahâret, 41. 410 Müslim, Salât, 225.

188 Dâr-ı Saádet dereceler nisbetinde lezzeti ve saádeti vardır. Muazzam ve hassâs ve ádilâne bir şekilde küçük ve büyük her bir ameli nisbetinde makám ve derecelere mazhar olur. Hem o makám ve derecelere göre de bir saádeti vardır. Her ne kadar Cennet’e girmek fazl-ı İlâhî ile olsa da, Cennet’e girdikten sonra a‘mâl-i sálihâ devreye girer. Cennet’te, sáhibine makám, mevkı‘ ve derece kazandırır. Cenâb-ı Hak, bizleri de Cennetü’l-Firdevs’te álî ve yüksek derecelere maz- har eylesin. Âmîn.  DOKUZUNCU MEBHAS Cennet’in yatak, yastık, koltuk, halı, kilim vesâire tefrîşâtları hakkındadır. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, kendi fazlından ehl-i îmâna Cennet’i ve Cennet’te çeşit çeşit mesken, köşk ve sarâyları ihsân ettiği gibi; o köşk ve sarâyları ayrı ayrı müştemilât ve tefrîşât ile dahi süslemiştir. Hîçbir gözün görmediği, hîçbir kula- ğın işitmediği ve hîçbir kalbin hátırına gelmediği bir tarzda o sarâyları tefrîş edip donatmıştır. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, bu tefrîşâtın yedi kısmından bahsetmekte- dir. Şöyle ki: Birinci kısım tefrîşât: ٍ‫ ُســ ُرر‬ta‘bîr edilen “taht ve koltuklar”dır. Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde, ٍ‫ ُســ ُرر‬lafzı, “Cennet’teki tahtlar” ma‘nâsında kullanılmıştır. Şimdi bu âyetleri zikrediyoruz: ٍ‫ ُس ُرر‬kelimesinin geçtiği birinci âyet: Túr Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫“ ُك ُلـوا َوا ْشـرَبُوا َه ۪ ٓنئ ًــا بِ َمـا ُك ْن ُتـ ْم تَ ْع َم ُلـو َن‬Cennet’te, Cennet ehline denilecektir ki: ‘Ey ehl-i Cennet! (Yiyiniz ve içiniz,) Cennet’lerin ni‘metlerinden istifâde edi- niz! Size (áfiyetler olsun.) Hîçbir zahmete ve sıkıntıya düşmeksizin bu pek lezzetli ve eşsiz Cennet’in yiyeceklerinden yiyin ve sularından için. Böyle pek muazzam bir ni‘mete, bir lütfa kavuşmanız ise, dünyâda iken (işlediğiniz şey) sálih ameller (sebebiyle)dir.”411 411 Túr, 52:19.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 189 ‫“ ُمتَّ ِك۪ٔــ َن َعـ ٰى ُسـ ُررٍ َم ْص ُفوفَـ ٍة َوزَ ّوَ ْجنَا ُهـ ْم ِبُـورٍ ۪عـ ٍن‬O pek mes‘úd zâtlara, Cen- net’lerde (sıra sıra dizilmiş tahtlara) biribirine bitişik bir hizâda bulunan koltuk- lara (yaslanarak) tam bir zevk ve huzúr ile oturduğunuz hâlde, Cennet’in yiyecek ve içeceklerinden telezzüz ediniz, denilecektir. (ve) kerem sáhibi Rab’lerinin onlar hakkında büyük bir ni‘meti olmak üzere (onları, siyâh iri gözlü, sîmâları gáyet güzel hûrîler ile evlendiririz.) O takvâ sáhibi kullara, Cennet’te huzúr ve sükûnet bul- maları için, kendileri ve elbiseleri gáyet güzel, kara ve iri gözlü Cennet hátûnlarını, hayât arkadaşı olmak üzere ihsân ve ikrâm ederiz.”412 Cenâb-ı Hak, evvelki âyette, Cennet’in yiyecek ve içeceklerinden bahseder- ken; “Yiyiniz, içiniz!” buyurdu; “İsrâf etmeyin!” diye bir yasak getirmedi. Fakat, dünyâ ni‘metlerinden istifâde etmemizi emrederken şöyle buyurmaktadır: ‫“ َو ُك ُلـوا َوا ْشـرَبُوا َو َل تُ ْسـ ِرفُو ۚا ِانَّـ ُه َل ُ ِيـ ُّب ا ْل ُم ْسـ ِر ۪في َن‬Yiyiniz, içiniz. Lâkin, isrâf etmeyiniz. Çünkü, Elláh, isrâf edenleri sevmez.”413 Cenâb-ı Hak, dünyâda, bize yeme içmeyi emrederken; ardından hemen “İsrâf etmeyin!” emreder. Fakat, Cennet’te ehl-i îmâna, “Yiyiniz, içiniz!” buyu- rurken; “İsrâf etmeyin!” demiyor. Çünkü, Cennet, teklîf yeri değildir; mükâfât yeridir. Orada bu tür nehiyler yoktur. Bi’l-akis, ehl-i Cennet neyi arzû ederse ve ne kadar isterse ondan yiyip içer. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, evvelâ ehl-i Cennet’e, áfiyetle yeme ve içmelerini zik- retti. Yemenin en râhat şekli ise; bir yere yaslanarak ve dayanarak yemektir. Buna binâen, ‫“ ُمتَّ ِك۪ٔـــ َن َعــ ٰى ُســ ُررٍ َم ْص ُفوفَــ ٍة‬Biribirine bitişik, bir hizâda sıra sıra dizilmiş tahtlar üzerine oturucu ve dayanıcı olduğunuz hâlde yeme ve içmenize devâm ediniz” buyurmuş; bununla, ehl-i Cennet’in ne kadar kemâl-i râhatta ol- duklarını ifâde etmiştir. Ehl-i Cennet, hem her çeşit taám ve şarâbdan áfiyetle yiyip içerler. Hem de yiyip içerken sıra sıra dizilmiş, mükemmel mücevherâtla tezyîn edilmiş koltuk ve tahtlarında otururlar. Ehl-i Cennet, tahtlar üzerinde arka arkaya ve dağınık bir şekilde oturmazlar. Tahtlar yan yana, bir hizâda bulunur. Hem ehl-i Cennet, o tahtlarda otururken yalnız değildirler. Ba‘zan misâfirleriyle berâber otururlar. 412 Túr, 52:20. 413 A‘râf, 7:31.

190 Dâr-ı Saádet Onlar için yan yana, aynı hizâda tahtlar hâzırlanmıştır. Ehl-i Cennet, karşılıklı olarak o tahtlara oturup sohbet ederler ve envâ-ı çeşit taám ve şarâbdan yiyip içerler. Hâlbuki, Dünyâ’da bu şekilde bir yere dayanıp, yaslanarak yiyip içmek, Resûlulláh (asm) tarafından nehy edilmiştir. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrul- maktadır. ‫ ُك ْن ُت ِع ْن َد النَِّ ِ ّب‬:‫ قَا َل‬- ‫ رَ ِض َي الّٰ ُل َع ْنه‬- َ‫َع ْن أَ ۪بي ُج َح ْي َفة‬ .‫ لاَ ٰا ُك ُل َوأَنَا ُمتَّ ِك ٌئ‬:‫ فَ َقا َل ِلرَ ُج ٍل ِع ْن َد ُه‬- ‫ َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬- Ebû Cuheyfe (ra), şöyle demiştir: “Ben, Resûlulláh (asm)’ın yanında idim. Resûlulláh (asm), yanında bulunan bir adama şöyle dedi: ‘Ben, bir yere yaslanıyor olduğum hâlde, bir şey yemem.’ ”414 Bir yastığa dayanarak veyâ bir elini yere koyarak bir şey yemek, hadîste ya- saklanmıştır. Çünkü, böyle yemek, hem çok yemeğe sebeb olur; hem vücûdda ağırlık meydâna getirir; hem de bedene zararlıdır. Cennet’te böyle bir durum ol- madığı ve hem Cennet teklîf yeri olmadığı için, ehl-i Cennet, istedikleri zamân, istedikleri yere yaslanarak kemâl-i râhatla yiyip, içerler. Ehl-i Cennet, ba‘zan misâfirleriyle tahtlara oturup, yaslanarak yiyip içtikleri gibi; ba‘zan da zevceleriyle berâber taht, koltuk ve yataklar üzerinde yiyip içip zevklenirler. Hulâsa: Cenâb-ı Hak, evvelâ ehl-i Cennet’e áfiyetle yeme ve içmelerini emretti. Daha sonra, yiyip içerken, en râhat şekil olan koltuklarına yaslanmış olduklarından bahsetti. Ta‘bîr câizse, nasıl ki, insânın misâfiri geldiğinde ona ikrâm eder. Bu ikrâmda dahi isrâf olmaz ve misâfirine râhat oturmasını söyler. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’i ebedî Cennet’e aldığı zamân onlara hıtáben der ki: “Yiyin, için, size áfiyet olsun! Hem dahi yiyip içerken, en râhat şekil- de oturun! Uzanıp yaslanın!” Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’in, koltuklarına yaslanarak kemâl-i râhatla yiyip içtikleri hâlde; yalnız olmayıp, yanlarında Cennet kadınları olan hûrîler bulun- duğunu beyân etmek üzere, ‫ َوزَ ّوَ ْجنَا ُهـ ْم ِبُـورٍ ۪عـ ٍن‬ya‘nî, “Biz Azímü’ş-şân, o ehl-i Cennet’i, Cennet kadını olan hûrîler ile tezvîc edip, evlendiririz”415 buyurdu. Artık 414 Buhárî, Et‘ıme, 13; Tirmizî, Et‘ıme, 28; İbn-i Mâce, Et‘ıme, 6; Dârimî, Et‘ıme, 31. 415 Túr, 52:20.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 191 Cennet’teki râhatlığın, zevkın kemâlini bununla anla ki; en mükemmel tahtlar üzerinde hánımlarıyla envâ-ı çeşit taám ve şarâblar yiyip içerek yüz binler cihet- te zevk ve lezzet almak, gösteriyor ki; lezzet-i cismâniyyenin medârı olan “ekl, şürb, mesken ve nikâh”, Cennet’te en a‘lâ bir şekilde vardır. Cenâb-ı Hak, bizleri, bu ni‘metlerden mahrûm eylemesin. Âmîn. Not: ٍ‫ ُس ُرر‬lafzını, bu kelimenin geçtiği âyetlerin zikrinden sonra îzáh edeceğiz. ٍ‫ ُس ُرر‬kelimesinin geçtiği ikinci âyet: Vâkıa Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ٍ‫“ َعــ ٰى ُســ ُررٍ َم ْو ُضونَــة‬Ehl-i Cennet, Cennet’te (altından yapılmış, örülmüş) İnciler ve yâkútlar ile süslenmiş gáyet süslü (tahtlar üzerindedirler.) Öyle kıymetli istirâhat vâsıtalarına sáhib olacaklardır.”416 ‫(“ ُمتَّ ِك۪ٔـــ َن َعلَ ْي َهــا ُمتَ َقابِ ۪لــ َن‬Onlar,) o güzel tahtların (üzerine yaslanarak karşı karşıya oturup biribirleriyle sohbet ederler.) Dünyevî mâcerâları tahattur ederler; biribirlerine nakledip o mâcerâları seyrederler.”417 Âyet-i kerîmede geçen ٍ‫ َم ْو ُضونَــة‬kelimesi, “altın, inci ve yâkútla işlenmiş” demektir. Veyâ, “ba‘zısı, ba‘zısına mütedâhil olup, sanki zırhın halkaları gibi örülmüş” demektir.418 ‫“ اَ ْلوَ ْضــ ُن‬Serîr, taht, iskemle ve benzerlerinin mücevherât ve kumaş ile nescedi- lip tezyîn edilmesidir.”419 ٍ‫“ ُسـ ُررٍ َم ْو ُضونَـة‬altın ve mücevherât ile nescedilip yapılmış tahtlar” demektir.420 İbn-i Abbâs ve Mücâhid (ra) şöyle demiştir: “‫ َم ْو ُضونَــ ٍة‬kelimesi, ‫َم ْر ُمولَــ ٍة‬ demektir. Ya‘nî, ‘mücevherât ve benzeri şeylerle yapılıp tezyîn edilmiş’ ma‘nâ- sındadır.”421 416 Vâkıa, 56:15. 417 Vâkıa, 56:16. 418 el-Kutuf min Lügati’l-Kur’ân, 1156. 419 Lisânü’l-Arab, 13/450; Tâcu’l-Arûs, 9/363; el-Mu‘cemü’l-Vesît, 2/1040. 420 Câmi’u’l-Beyân, 13/27/172; Tefsîru’l-Beydávî, 2/459; Tefsîru’l-Hâzın, 4/217; Tefsîru Ebî Suúd: 4/191. 421 Câmi’u’l-Beyân, 13/27/172; Hâdiyü’l-Ervâh, 252.

192 Dâr-ı Saádet İkrime (ra) ise, şöyle demiştir: “‫ َم ْو ُضونَـ ٍة‬kelimesinin ma‘nâsı, ‘inci ve yâkút ile tezyîn edilmiş’ demektir.”422 Hulâsa: Cennet’teki taht, serîr ve iskemleler, basît koltuklar değildir. Belki akl-ı beşerin anlamayacağı bir tarzda çeşit çeşit mücevherât ile tezyîn edilmiş; farklı farklı kumaşlardan nescedilmiş; ehl-i Cennet’in, üzerinde râhat edip en- vâ-ı çeşit lezâizi tadacağı Cennet’e lâyık taht ve koltuklardır. ٍ‫ ُس ُرر‬kelimesinin geçtiği üçüncü âyet: Ğâşiye Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ٌ‫(“ ۪في َهـا ُسـ ُررٌ َم ْرفُو َعـة‬Ol Cennet’te mürtefi‘, yüksek tahtlar vardır.) Cennet’te altın ve gümüşten yapılmış; yâkút, inci, mercân gibi mücevherâtla süslenmiş yüksek kol- tuklar vardır. Onların üzerinde oturanlar, Cennet’in her tarafını müşâhede ederler. Kendilerine Elláh tarafından verilen ni‘metleri seyrederek, mükemmel bir zevkle yaşarlar. Cennet ehli, o tahtlardan birine oturmak istediğinde; o taht hemen aşağı doğru iner. O kişi de o tahtın üzerine oturup, istediği mikdâr yükselir.”423 Âyet-i kerîmede geçen ٌ‫ َم ْرفُو َع ـة‬kelimesi, ٌ‫ َعا ِليَـة‬demektir. Ya‘nî, “yüksek taht ve koltuklar”ma‘nâsındadır.424 ٌ‫ َم ْرفُو َعــة‬:“ ‘Uluvv ve irtifâ‘’ ma‘nâsındadır. Tâ ki, ehl-i Cennet, o yüksek ve álî tahtların üzerine oturarak Cennet’teki Cenâb-ı Hakk’ın onlara in‘ám ve ikrâm et- tiği ni‘metleri ve o mülk-i azími görsünler. Gözleri, onlara verilen her şeyi görsün.”425 Veyâhúd ٌ‫“ َم ْرفُو َعــة‬Kadr, şân ve mekân cihetiyle mürtefi‘ ve álîdirler” ma‘nâsındadır.426 İmâm el-Kelbî (ra), bu serîrlerin uzunluğu hakkında şöyle demiştir: ‫َوقَا َل ا ْل َك ْل ِ ُّب ُطو ُل ال َّس ۪ري ِر ِفي ال َّس َما ِء ِمائَ ُة ِذرَا ٍع فَ ِاذَا أَرَا َد ال ّرَ ُج ُل أَ ْن َ ْي ِل َس‬ .‫َعلَ ْي ِه تَوَا َض َع لَ ُه َح ّٰت َ ْي ِل َس َعلَ ْي ِه فَ ِإذاَ َجلَ َس َعلَ ْي ِه ِا ْرتَ َف َع ِإ ٰلى َم َكا ِن ۪ه‬ 422 Câmi’u’l-Beyân, 13/27/172. 423 Gáşiye, 88:13. 424 Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azím, 8/408. 425 Câmi’u’l-Beyân, 15/30/164; Sıfâtü’l-Cenneti fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, 286. 426 Eyseru’t-Tefâsîr li’l-Cezâirî, 4/658.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 193 “Bir tek serîrin, tahtın uzunluğu, semâya doğru yüz arşın yüksekliğindedir. Ehl-i Cennet’ten biri o tahtın üzerine oturmak istediği zamân; o taht, izn-i İlâhî ile aşağı doğru eğilir. O ehl-i Cennet, o tahtın üzerine bindikten sonra, o taht tekrâr yukarı doğru kendi yüksekliğine gelir.”427 ٍ‫ ُس ُرر‬kelimesinin geçtiği dördüncü âyet: Hicr Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫(“ َونَزَ ْعنَـا َمـا ۪فـي ُص ُدو ِر ِهـ ْم ِمـ ْن ِغـ ٍّل ِا ْخوَانًـا َعـ ٰى ُسـ ُررٍ ُمتَ َقابِ ۪لـ َن‬Ve Biz, onların) ehl-i Cennet’in (gönüllerindeki kîni) dünyâda iken, kalblere bulaşmış olan hased, cimrilik, düşmânlık, hıyânet gibi kötü ve ahlâkí olmayan hasletleri (çıkarıp attık.) Artık ehl-i Cennet arasında bu gibi lâyık olmayan şeylerden bir eser bulunmayacak- tır. (Onlar) o Cennet âhâlîsi, (tahtlar üzerinde) koltuklarda, sandalyelerde, yüksek mevkı‘lerde oturacaklar (kardeşler olarak karşı karşıya bulunacaklardır.) Araların- da böyle karşılıklı artan bir sevgi ve muhabbet zuhûr edecektir.”428 ‫(“ َل يَ َم ُّســ ُه ْم ۪في َهــا نَ َصــ ٌب َو َمــا ُهــ ْم ِم ْن َهــا بِ ُم ْخرَ ۪جــ َن‬Onlara) o mes‘úd zâtlara (orada) o saádet bahşeden Cennet’lerde (bir yorgunluk dokunmaz.) Onlar, o Cen- net áleminde bir kedere, bir meşakkate aslâ ma‘rûz kalmazlar. (Onlar,) o Cen- netlere giren zâtlar, (oradan) o Cennetlerden (çıkarılacak da değillerdir.) Orada ebediyyen ikámet ederek sonsuz ni‘metlere, tecellîlere mazhar olacaklardır. Bu ka- vuşacakları eşsiz ve benzersiz lütuflar, mükâfâtlar aslâ yok olmayacaktır.”429 Ehl-i Cennet’in, biribirine karşı kemâl-i emniyyet içinde olması, biribirlerine kîn, adâvet, hıyânet ve hased beslememesi; Cennet’in en büyük ni‘metlerinden biridir. Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’i, bu ahlâk-ı habîselerden táhir, pâk ve temiz ederek Cennet’e koyar. Onlar, biribirlerine zerre kadar adâvet, kîn ve hıyânet beslemezler. Kalblerinde kıskançlık ve hased nâmına bir şey bulunmaz. Bu kötü hasletlerden arınmışlardır. Cenâb-ı Hak, onları, Cennet’e lâyık ahlâk-ı hasene ile techîz etmiştir. Biribirlerine kardeş olarak, o tahtlar üzerinde karşılıklı otu- rurlar. Kimse kimseye sırtını dönmez; yanını çevirmez. Cennet’te koltuklar üze- rinde karşılıklı bir şekilde oturup, kemâl-i ferah ve emniyyet içinde lezzetlenip, zevklenirler. 427 Hâdiyü’l-Ervâh ilâ Bilâdi’l-Efrâh, 51. Bâb, s. 212. 428 Hicr, 15:47. 429 Hicr, 15:48.

194 Dâr-ı Saádet Hem ehl-i îmânın amelleri, sinema levhaları súretinde Cennet’e gider. Ehl-i îmân Cennet’te karşılıklı iskemlelere oturup o súretleri seyretmekten lezzet alırlar. Hazret-i Âdem’den kıyâmete kadar bütün ehl-i îmânın mâcerâ-i hayât- ları, belki kâinâtın yaratıldığı günden tâ kıyâmete kadar kâinâtta cârî olan bütün fa‘áliyyet-i Rabbâniyye, sinema levhaları gibi Cennet’e intikál ettirilmektedir. Ehl-i Cennet, Cennet’te bu levhaları seyretmekten pek çok lezzet alırlar. Evet, kâinâttaki hadsiz tebeddülât ve tegayyürâtın bir muktezísi de, ehl-i Cennet’e, Cennet’te hadsiz sinema levhalarını seyrettirmek için hadsiz levhaları teşkîl ettirmektir. Nasıl ki; sinemada gösterilecek bir film için büyük bir masá- rifle evvelâ levhalar tesbît edilir, sahneler hâzırlanır, daha sonra levhalar kayde- dilip o sahneler dağıtılır. Yeni yeni sahneler teşkîl ettirilir. Böylece o kaydedilen levhalardan bir film oluşturulup sinemada seyircilere gösterilir. Aynen öyle de; her gün, belki her sâat zarfında binlerce mahlûkát, pek çok masárifle vücûda geliyor. Daha sonra onlar dağıtılıp yerlerine yenileri getirili- yor. Bu toplayıp dağıtmakta elbette bir gáye ve maksad vardır. Bu masárif bo- şuna yapılmıyor. Demek, teşkîl olunan bu levhalar, ebedî bir Cennet’te mukím seyircilere gösterilmek içindir. Ehl-i Cennet, Cennet’te karşılıklı tahtlara otura- rak o manzaraları seyredeceklerdir. ٍ‫ ُس ُرر‬kelimesinin geçtiği beşinci âyet: Sáffât Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫“ َعــ ٰى ُســ ُررٍ ُمتَ َقابِ ۪لــ َن‬Ehl-i Cennet, Cennet’lerde (serîrler ve tahtlar üzerine karşılıklı otururlar.) Biribirleriyle samîmî dostluk ve hakíkí arkadaşlık vaz‘ıyyeti içinde bulunurlar. Dünyevî mâcerâlarını tahattur edip seyrederler.”430 Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, ‫ ُمتَ َقابِ ۪لــ َن‬ya‘nî, “biribirlerine mukábil oldukları hâlde” ta‘bîri ile şu ma‘nâlara dikkat çekmektedir: “Cennet ehlinin ba‘zısı, ba‘zısına mukábil otururlar. Onlardan hîçbiri, ötekisi- nin kafasına bakacak şekilde oturmaz. Karşılıklı aynı hizâdadırlar.”431 “Karşılıklı oturmak, insânın nefsine surûr, ünsiyyet, behçet ve sevinç verir.”432 “Ehl-i Cennet, yüksek ve müzeyyen meclislerinde çok güzel giysileriyle envâ-ı 430 Sáffât, 37:44. 431 Câmi’u’l-Beyân, 12/23/52; Meálimü’t-Tenzîl, 4/23/561; e’t-Tezkire, 2/607. 432 Keşşâf, 3/340; Kitâbü’t-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl, 3/373.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 195 çeşit mefrûşât üzerinde râhat-ı tâmme ve itmi’nân-ı azím içindedirler. Şâibe-i keder onları mükedder etmez. Gáyet râhattırlar. Kalbleri sáfî, biribirlerine muhabbet ve ülfet üzeredirler. Yan yana gelmekle, bir arada toplanmakla çok mesrûr olurlar. Kemâl-i edeb ve azím sürûrlarından dolayı tahtlar üzerinde otururken, biribirlerine yanlarını ve arkalarını dönmezler. Biribirlerine mukábil otururlar.”433 Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, fazl ve keremiyle, rahmet ve ihsânıyla bizleri de bu zümreden eylesin. Âmîn. Hulâsa: Cennet’teki en güzel ni‘metlerden biri de, Cennet ehlinin, dostla- rıyla berâber tahtlar, koltuklar, serîrler, iskemleler üzerinde oturup, biribiriy- le muhabbet ve sohbet etmeleridir. Risâle-i Nûr’un “Sözler” adlı eserinde, bu mes’ele hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Beşinci İşâret: Dünyâda ‘El-hubbu fillâh’ hükmünce sálih ahbâblara mu- habbetin netîcesi: Cennet’te ‫ َعـ ٰى ُسـ ُررٍ ُمتَ َقابِ ۪لـ َن‬ile ta‘bîr edilen, karşı karşıya ku- rulmuş Cennet iskemlelerinde oturup hóş, şîrîn, güzel, tatlı bir súrette, dünyâ mâ- cerâlarını ve kadîm olan hátırâtlarını biribirine nakledip eğlendirmeleri súretinde; firâksız, sáfî bir muhabbet ve sohbet súretinde ahbâblarıyla görüştüreceği, Kur’ân’ın nassıyla sâbittir.”434 Risâle-i Nûr’un “Mektûbât” adlı mecmûasında ise şöyle denilmiştir: “Üçüncü İşâret: ِ‫ َمـ َع نَ ْشـ ِر الثَّ َمـرَا ِت ْالاُ ْخرَوِيَّـ ِة َوا ْل َمنَا ِظـ ِر ال َّسـ ْر َم ِديَّة‬: ‫ َوثَا ِلثًـا‬fıkrası ifâde ediyor ki: Dünyâ bir destgâh ve bir mezraadır, âhiret pazarına münâsib olan mahsúlâtı yetiştirir. Çok ‘Sözler’de isbât etmişiz: Nasıl ki, cinn ve insin amelleri âhi- ret pazarına gönderiliyor. Öyle de: Dünyânın sâir mevcûdâtı dahi âhiret hesâbına çok vazífeler görüyorlar ve çok mahsúlât yetiştiriyorlar. Belki, küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki: ‘Onun içindir.’ Bu sefîne-i Rabbâniyye, yirmi dört bin senelik bir mesâfeyi bir senede geçip, meydân-ı haşrin etrâfında dönüyor. Meselâ, ehl-i Cennet, elbette arzû ederler ki; dünyâ mâcerâlarını tahattur etsinler ve biribi- rine nakletsinler; belki o mâcerâların levhalarını ve misâllerini görmeyi çok merâk ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhaları, o vak‘aları müşâhe- de etseler çok mütelezziz olurlar. Mâdem öyledir, herhâlde dâr-ı lezzet ve menzil-i saádet olan dâr-ı Cennet’te, ‫ َعــ ٰى ُســ ُررٍ ُمتَ َقابِ ۪لــ َن‬işâretiyle; sermedî manzaralarda, 433 Teysîru’l-Kerîmü’r-Rahmân fî Tefsîr-i Kelâmi’l-Mennân, 6/377. 434 Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 689.

196 Dâr-ı Saádet dünyevî mâcerâların muhâveresi ve dünyevî hâdisâtın manzaraları Cennet’te bu- lunacaktır.”435 Evet, şu gördüğümüz küre-i Arz, yevmî ve senevî denilen iki hareketiyle Álem-i Âhirete sinema levhaları gibi manzaralar gönderiyor. Meselâ; her gece, içindeki mevcûdâtıyla bir manzara olduğu gibi; her gündüz de içindeki mevcû- dâtıyla ayrı bir manzaradır. Kezâ, her bahâr mevsimi, içindeki mevcûdâtıyla bir manzara olduğu gibi; her kış mevsimi de içindeki mevcûdâtıyla ayrı bir manza- radır. Ve hâkezâ, álemde cereyân eden her hâdise, Cennet’te gösterilmek üze- re sinema şerîtleri hâline getiriliyor. Cenâb-ı Hak, bütün bu manzaraları, kü- re-i Arz’ı çevirmekle zabtediyor. Bütün bu manzaralar, Cennet’te seyredilmek üzere Cennet’e gönderiliyor. Álemde hîçbir şey kaybolmuyor. Bunların hepsi levha hâline getirilir, ehl-i Cennet, Cennet’te tahtlar üzerinde karşılıklı oturur- ken, o manzaraların cümlesi gözleri önünden gelip geçer, onlar da o manzarala- rı seyretmekten pek çok lezzet alırlar. Demek, álemdeki tebeddülât ve tegayyürâtın bir gáyesi de, ebedî áleme ebe- dî manzaraları teşkîl etmektir. Bu gáye için mevcûdâtı bir def‘a yaratması kâfî değil midir? Hayır. Dâimî ve ayrı ayrı manzaraları teşkîl için, devâmlı tebed- dülât ve tegayyürat lâzımdır. Cennet’te insânı mahcûb ve râhatsız edecek kötü manzaralar yoktur. En gü- zel şekil ne ise, o şekilde gösterilir. Elláh hesâbına yapılan şeyler güzeldir ve bu manzaraların tümü Cennet’e gönderilir. Ehl-i Cennet, Elláh hesâbına o manza- ralara bakıp lezzet alır. Bütün günâhlar ise, Elláh’ın rızásı olmadığı için çirkin- dir ve bu çirkin manzaralar Cennet’e giremez. Teklîfî olan manzaralar, şerîat- ça güzel kabûl edilen amellerdir. Tekvînî olan manzaralar ise, nefis hesâbına bakıldığında çirkin olsa bile, Elláh’ın san‘atı nazarıyla bakıldığında güzeldir. Bu güzel manzaralar da Cennet’e gelir. Meselâ; kış mevsimi soğuk olduğu için insânlar tarafından záhiren hóş görülmez. Ancak san‘at-ı İlâhiyye ve hikmet-i Rabbâniyye noktasında bakıldığında yeryüzünün beyâz bir kefene bürünmesi, gáyet güzel bir manzaradır. Elbette bu güzel manzara, ehl-i Cennet’e Cennet’te gösterilecektir. Kezâ, bulutların birdenbire toplanması, o bulutlardan yağmurun boşalma- sı, o yağmur vâsıtasıyla yeryüzünün yeşillenip cânlanması, nebâtât ve hayvânât táifelerinin yeryüzünü şenlendirmesi; Cennet’te seyredilmeye şâyân ne güzel 435 Mektûbât, 24. Mektûb, s. 293-294.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 197 manzaralardır! Cenâb-ı Hak, kâinâtın yaratılışından kıyâmete kadar kâinâtta cereyân eden bütün tekvînî hâdisâtı Álem-i Âhirete manzaralar súretinde gön- derdiği gibi; insânlık áleminde ise ilk insân Hazret-i Âdem (as)’dan kıyâmete kadar nev-ı beşer arasında cereyân eden hâdisâtı da Álem-i Âhirete manzaralar súretinde göndermektedir. Ehl-i Cennet, Cennet’te bu manzaraları seyretmek- ten hadsiz derece lezzet alırlar. Meselâ; Hazret-i Nûh (as) ile putperest kavmi arasında asırlar boyu devâm eden mücâdeleyi, Hazret-i İbrâhîm (as) ile Nem- rûd ve etbaı arasında, Hazret-i Mûsâ ve Hârûn ile Fir‘avn ve ehli arasında geçen mücâdeleleri ve bu mücâdeleler sonunda peygamberler ve onlara tâbi‘ olanlara gelen necâtı ve muháliflerine gelen itâbı, Yûsuf (as)’ın kıssasını, Hazret-i Mu- hammed (asm) ile sahâbe-i kirâmın târîhçe-i hayâtlarını seyretmekten, ehl-i hakkın gálibiyyetini, ehl-i küfür ve dalâletin mağlûbiyyetini müşâhede etmekten elbette hadsiz derecede lezzet alırlar. Ey ehl-i îmân! Cenâb-ı Hak, kemâl-i fazlından böyle bir Cennet’i sana vere- ceğini va‘detmiştir. Va‘d-i İlâhîye i‘timâd edip ona göre çalış. Hulâsa: Küre-i Arz’ın dönmesiyle gece-gündüz ve mevsimler meydâna geliyor. Zamân bir şerît gibidir. Bütün mevcûdât, o şerîde takılıp gösteriliyor. Aynı ânda sermedî manzaralar meydâna geliyor. Ehl-i Cennet, küre-i Arz’ın dönüşünden meydâna gelen o sermedî manzaraları Cennet’te seyrederler. Ya‘nî, küre-i Arz, bir tezgâh gibi sürekli olarak ehl-i Cennet için sermedî man- zaraları dokuyor. Meselâ; gece-gündüz, yaz-kış, Güneş’in doğup batması, Ay ve Güneş’in tutulması, Güneş’in bulutlar ve geceyle kapanması, insânların toplanmaları ve dağılmaları gibi hâdiseler, küre-i Arz’ın tezgâh olmasına birer örnektir. Küre-i Arz tezgâhında, ehl-i Cennet’in lehinde ve ehl-i Cehennem’in de aleyhinde dokunan o sermedî manzaraları ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem, ebedî bir súrette seyredeceklerdir. Ehl-i îmânın dünyâda yaptıkları iyilikler, Cennet’te kendilerine seyrettirile- ceği gibi; kâfirlerin yapmış oldukları kötülükler de Cehennem’de kendilerine ebedî olarak seyrettirilerek onlara azâb verilecektir. Bu hâl, kabirde Cennet-i Misâliyye ve Cehennem-i Misâliyyede cereyân ettiği gibi; Cennet-i Hakíkıyye ve Cehennem-i Hakíkıyyede dahi cereyân edecektir.”436 ٍ‫ ُس ُرر‬lafzı, Cennet’teki serîrler, tahtlar ve iskemlelere delâlet etmesi cihetiyle, 436 24. Mektûb ve Şerhi.

198 Dâr-ı Saádet Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da beş yerde geçtiğine dâir âyetleri yukarıda zikrettik. Şimdi ٍ‫ ُســ ُرر‬lafzını tahlîl edeceğiz. Şöyle ki: Evvelâ:ٍ‫ ُسـ ُرر‬lafzı, ‫ َسـ ۪ري ٌر‬lafzının cem‘ıdir. Ayrı bir cem‘ı de ‫ أسـرة‬gelir.437 ‫َس ۪ري ٌر‬ demek, ‫ اَ ْل ُم ْضطَ َجـ ُع‬ya‘nî “uzanılıp istirâhat edilen yer”438 demektir. Kur’ân-ı Azí- mü’ş-şân’da, nerede ٍ‫ ُســ ُرر‬lafzı geçerse, ‫ َســ ۪ري ٌر‬lafzının cem‘ı murâddır. “Taht ve erîke”demektir.439 ٍ‫ ُسـ ُرر‬lafzı, ‫ َسـ ۪ري ٌر‬lafzının cem‘ıdir. “Üzerine oturulup, uzanılan taht ma‘nâsın- dadır.”440 “Sürûr ve sevinç için müheyyâ edilen yüksek meclislere denir.”441 Sâniyen: ٍ‫ ُســ ُرر‬lafzının, tüm âyetlerde cem‘ gelmesi; o serîrlerin, tahtların çokluğuna delâlet eder. Sâlisen: ٍ‫ ُســ ُرر‬lafzının nekire gelmesi, hem ta‘zím içindir; ya‘nî o tahtların kadr u şânları çok âlîdir, demektir. Hem de tenkîr içindir; ya‘nî o serîrlerin ta‘rî- fi mümkün değildir; künh-i mâhiyyeti bizce mechûldür, demektir. Râbian: ‫ َعــ ٰى‬harf-i cerri, isti‘lâ içindir. Ya‘nî, Cennet ehli, Cennet’te o taht- lar üzerine otururlar. İşârî ma‘nâsıyla da bildiriyor ki: Ehl-i Cennet’in, izn-i İlâhî ile o tahtlar üzerinde hâkimiyyetleri vardır. Ya‘nî, o tahtlar, ehl-i Cennet’in emri dâiresinde hareket ederler. “Aşağı in!” deseler; o tahtlar hemen aşağı iner. “Yu- karı çık!” deseler; hemen yukarı çıkar. Veyâ o tahtlar üzerinde otururken, taht ile berâber Cennet’te uçarlar. Hámisen: ٍ‫ ُس ُرر‬lafzı, Kur’ân-ı Kerîm’de üç sıfatla vasflandırılmıştır: Birincisi: ‫ ُس ُررٍ َم ْص ُفوفَ ٍة‬ya‘nî, “sáf sáf bir hizâda dizilmiş tahtlar.” İkincisi: ٍ‫ ُس ُررٍ َم ْو ُضونَة‬ya‘nî, “altın, inci ve yâkútla işlenmiş koltuklar.” Üçüncüsü: ٌ‫ ُس ُررٌ َم ْرفُو َعة‬ya‘nî, “yüksek, álî iskemleler, döşekler.” 437 Mu‘cemü Mekáyisi’l-Luğat, 3/457. 438 es-Sıhâh, 2/682. 439 en-Nûru’l-Furkán fî Şerhi Lügati’l-Kur’ân, 494. 440 el-Kutuf min lügati’l-Kur’ân, 1432. 441 Fethu’l-Kadîr li’ş-Şevkánî, 3/134.

Birinci Bâb/İkinci Fasıl 199 Hulâsa: Mezkûr âyetlerde ٍ‫ ُسـ ُرر‬lafzı, üç vasıfla vasıflandırılmıştır. O tahtlar, hem gáyet yüksek ve álîdir; hem gáyet kıymetli mücevherâtla müzeyyendir; hem de intizámlı bir şekilde sáf sáf dizilmiştir. Cennet’teki ikinci kısım tefrîşât: ‫ اَ ْلَرَٓائِــ ِك‬ta‘bîr edilen “süslü taht ve koltuk- lar”dır. Bu kelime, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da beş yerde zikredilmektedir. Birincisi: Kehf Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫اُو۬ ٰلٓ ِئ َك لَ ُه ْم َجنَّا ُت َع ْد ٍن َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت ِه ُم ا ْلَ ْن َها ُر ُيَ ّلَ ْو َن ۪في َها ِم ْن اَ َسا ِورَ ِم ْن ذَ َه ٍب‬ ‫َويَ ْلبَ ُسو َن ِثيَابًا ُخ ْضرًا ِم ْن ُس ْن ُد ٍس َو ِا ْستَ ْبَ ٍق ُمتَّ ِك۪ٔـي َن ۪في َها َع َل ا ْلَرَٓائِ ِك ِن ْع َم الثَّوَا ُب‬ ‫َو َح ُسنَ ْت ُم ْرتَ َف ًقا‬ “(İşte onlar için) îmân edip amel-i sálih işleyenler için, Âhiret áleminde (Adn Cennet’leri vardır ki;) orada ebedî bir súrette ikámet edeceklerdir. İkámetgâhları- nın, köşk ve sarâylarının veyâ ağaçlarının (altlarından ırmaklar akar.) Onlar, öyle güzel ve lezzetli suların akmasını, rûha gıdâ veren manzarasını görür, mutlu olurlar. Cennet ehli, (orada tahtlar üzerine kurularak altından bilezikler ile süsleneceklerdir ve ipekten ma‘mûl ince ve kalın kumaştan yeşil elbiseler giyeceklerdir. O Cennet, ne güzel mükâfâttır ve ne güzel bir karârgâhtır.)”442 ‫ اَ ْلَرَ ٓائِ ِك‬kelimesinin geçtiği ikinci âyet: Yâsîn Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫(“ ُهـ ْم َواَ ْز َوا ُج ُهـ ْم ۪فـي ِظـ َا ٍل َعـ َى ا ْلَرَ ٓائِـ ِك ُمتَّ ِكـ ُ۫ؤ َن‬Onlar) Cennet ni‘metine maz- har olan o mü’minler (ve) îmân şerefine nâil olmuş (eşleri,) Cennet’te son dere- ce istirâhatı te’mîn eden (gölgeler içinde) ya‘nî, kendilerini râhatsız edecek ışık ve sıcaklığa ma‘rûz kalmaksızın, huzúr ve emniyyet içinde (tahtlar üzerine dayanıp oturmuşlardır.)”443 “25. Mektûb Yasîn Sûresi’nin Tefsîri (3)” adlı eserimizde bu âyet-i kerîmenin tefsîri sadedinde şöyle denilmiştir: “‫اَ ْلَرَ ٓائِــ ِك‬: Bir mahâlde bulunan süslü taht ve koltuk manâsına olan ‫اَ ْلَ ۪ري َكــ ُة‬ kelimesinin çoğuludur. Üzerine yatak, şilte atılan sedire de denilir. Çadır veyâ evde 442 Kehf, 18:31. 443 Yâsîn, 36:56.

200 Dâr-ı Saádet bulunan süslenmiş taht, dîvân, koltuk ve benzeri ya da karyola ma‘nâsına gelir. “Ba‘zıları, ‫ اَ ْلَ ۪ري َكــ ُة‬yastık ma‘nâsına gelmektedir, demiştir. Zührî; ‘Her nereye yaslanırsan onun ismi erîkedir’ demiştir. “‫ اَ ْلَ ۪ري َك ُة‬Haclede, ya‘nî gelin odasında bulunan süslü koltuktur. “Mezkûr ma‘nâlara göre âyet-i kerîmede geçen ‫ اَ ْلَرَٓائِــ ِك‬kelimesi ifâde eder ki: Ashâb-ı Cennet, zifâf için hâzırlanan örtünün altında veyâ gerdek odasındaki taht- lar ve sedirler üzerinde zevceleriyle cimâ‘ edip eğlenirler, koltuklar üzerinde oturup hóş sohbetler ederler. “Ebû Saíd el-Hudrî (ra), Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmek- tedir: ‘Cennetlikler, hánımları ile cimâ‘ ettikleri her seferinde, onlar tekrâr bâkireye dönerler.’ “İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: ‘Cennet ehli olan bir kimse, yetmiş yıl hûrînin boynuna sarılır. Ne o ondan usanır; ne de o ondan. Ona vardığı her seferinde bâkire olduğunu görür. Ona varmak istediği her seferinde de tekrâr şehveti avdet eder. Yet- miş erkek gücüyle onunla cimâ‘ eder. Onlardan meni gelmez. Erkekten de, hûrîden de meni gelmeksizin cimâ‘ ederler.’444 “‫اَ ْل ُمتَّ ِكــ ُئ‬: ‘Bir şeye dayanıp yaslanan’ demektir. Ehl-i Cennet, Cennet’te kemâl-i râhat ve zevk içinde tahtlara ve koltuklara yaslanıp otururlar, döşeklere uzanıp eşleriyle berâber olurlar.”445 Cennet’te bir mü’mine yetmiş bin hûrî veriliyor. Her bir mü’min, bir ânda o yetmiş bin hûrînin yanında hâzır bulunup ayrı ayrı lezâize mazhar olur. Zîrâ, insân, orada nûrâniyyet kesbeder. Bir şahıs iken, bir milyon yerde aynı ânda hâ- zır olur, bütün o hûrîlerle berâber oturup kalkar ve cinsî münâsebette bulunur, hîçbir iş bir işe mâni‘ olmaz. Bu hakíkati anlamak için şöyle bir misâl zikredelim: Televizyona çıkan bir insân, bir iken bir milyon, belki birkaç milyon insân olur. Farazâ o súretlere hayât girse, o súretler milyonlarca hakíkí insân olmaz mı? Aynen öyle de, Cennet’te bir mü’min nûrânî olduğundan, cismiyle, súretiyle hayâtdâr bir tarzda, bir ânda binlerce yerde bulunur. Bu cisimler ve súretler, o insânın aynı cismi ve súretidir, hem de aynı hayâtıdır. Zîrâ, nûrânî şeylerin aksi, o şeylerin aynısıdır. 444 Tefsîr-i Kurtubî. 445 25. Mektûb Yasîn Sûresi’nin Tefsîri-3, s.32.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook