Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore cennet

cennet

Published by Mehmet Sıddık Kılavuz, 2020-11-18 00:55:01

Description: cennet

Search

Read the Text Version

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 401 “Cennet’e girecek herkes, Âdem (as)’ın súreti (boyu) üzere girecektir. Âdem (as)’dan bugüne kadar hılkat-i beşer, noksán olarak gelmiştir.”1060 (Ya‘nî, Âdem (as)’ın yaratılışından bugüne kadar insânın boyu, küçüle küçüle gelmiştir. Âhi- ret’te ise; ehl-i Cennet, Âdem (as)’ın ilk yaratılışı olan altmış zirâ’ üzere halk edilip Cennet’e idhál edilir.) ،‫ يَ ْد ُخ ُل أَ ْه ُل ا ْل َجنَّ ِة ا ْل َجنَّةَ ُج ْر ًدا‬:‫ قَا َل‬،‫ َع ِن النَِّ ِ ّب َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬،َ‫َع ْن أَ ۪بي ُهرَ ْيرَة‬ ‫ ِستُّو َن ِذرَا ًعا ۪في‬،‫ َع ٰل َخ ْل ِق ٰا َد َم‬،‫ أَ ْبنَا َء ثَ َل ٍث َوثَ َل ۪ثي َن‬،‫ ُم َك َّح ۪لي َن‬،‫ ِج َعا ًدا‬،‫ ۪بي ًضا‬،‫ُم ْر ًدا‬ .‫َع ْر ِض َس ْب ِع أَ ْذ ُر ٍع‬ Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle, Resûlulláh (asm) şöyle buyurmuştur: “Ehl-i Cennet; tüysüz, bıyığı yeni terlemiş, beyâz, saçları toplu kıvırcık, göz- leri sürmeli, otuz üç yaşında, Âdem (as)’ın yaratılışı üzere eni yedi, boyu altmış zirâ’ olarak Cennet’e gireceklerdir.”1061 .‫ِإ َّن أَ ْه َل ا ْل َجنَّ ِة يَ ْد ُخ ُلو َن ا ْل َجنَّةَ َع ٰل ِقوَا ِم ٰا َد َم ِستُّو َن ِذرَا ًعا َو َع ٰل ٰذ ِل َك قُ ِط َع ْت ُس ُر ُر ُه ْم‬ “Ehl-i Cennet, Âdem (as)’ın boyu olan altmış zirâ’ üzere Cennet’e dâhil olur- lar. Döşekleri de boylarına göre kesilir.”1062 Ehl-i Cennet’in ahlâkí özelliklerine gelince; Cenâb-ı Hak, dâr-ı âhirette mü’minlerden her türlü kötü hasleti alır ve onları öylece Cennet’e dâhil eder. Buna dâir Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da Hicr Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır: ‫(“ َونَزَ ْعنَـا َمـا ۪فـي ُص ُدو ِر ِهـ ْم ِمـ ْن ِغـ ٍّل ِا ْخوَانًـا َعـ ٰى ُسـ ُر ٍر ُمتَ َقابِ ۪لـ َن‬Ve Biz, onların) ehl-i Cennet’in (gönüllerindeki kîni) dünyâda iken kalblere bulaşmış olan hased, cimrilik, düşmânlık, hıyânet gibi kötü olan ve ahlâkí olmayan hasletleri (çıkarıp attık.) Artık ehl-i Cennet arasında bu gibi lâyık olmayan şeylerden bir eser bulun- mayacaktır. (Onlar) o Cennet âhâlîsi, (tahtlar üzerinde) koltuklarda, sandalye- lerde, yüksek mevkı‘lerde oturacaklar; (kardeşler olarak karşı karşıya bulunacak- lardır.) Aralarında böyle karşılıklı artan bir sevgi zuhûr edecektir.”1063 1060 Buhárî, 3148; Müslim, 2841. 1061 Müsned, Ahmed b. Hanbel, 2/295; İbn-i Ebî Şeybe, 7/59; Ebû Dâvûd: 63; İbn-i Ebi’d-Dünyâ Fî Sıfâti’l-Cenneh,15; Taberânî Fî Sağírihi, 808, Ve’l-Evset:5422; İbn-i Ádî Fi’l-Kâmil, 5/198; Ebû Nuaym Fî Sıfâti’l-Cenneh, 255; Beyhekí Fi’l-Ba’si Ve’n-Nüşûr, 463. 1062 Sıfâtü’l-Cenneh, 2/92. 1063 Hicr, 15:47.

402 Dâr-ı Saádet A‘râf Sûresi’nde ise şöyle buyrulmuştur: ‫َونَزَ ْعنَا َما ۪في ُص ُدو ِر ِه ْم ِم ْن ِغ ٍّل َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت ِه ُم ا ْلَ ْن َها ُۚر َوقَالُوا ا ْل َح ْم ُد ِ ّٰ ِل الَّ ۪ذي َه ٰدينَا‬ ‫ِل ٰه َذا َو َما ُكنَّا ِلنَ ْهتَ ِد َي لَ ْو َٓل اَ ْن َه ٰدينَا الّٰ ُۚل لَ َق ْد َٓجا َء ْت ُر ُس ُل رَبِّن َا بِا ْل َح ِّ ۜق َونُو ُدٓوا اَ ْن ِت ْل ُك ُم‬ ‫ا ْل َجنَّ ُة اُ ۫و ِر ْث ُت ُمو َها بِ َما ُك ْن ُت ْم تَ ْع َم ُلو َن‬ “(Ve Biz, onların) Cennet ehlinin (göğüslerinde kînden her ne varsa, hepsini söküp atmışızdır.) Onların kalbleri; sáf, temiz ve biribirine karşı muhabbetle dolu bulunacaktır. Şâyet dünyâda iken aralarında bir kîn ve hîle bulunmuş ise de, artık Cennet’te ondan bir eser kalmayacaktır. (Onların altlarından) köşklerinin, bahçelerinin yanı başından (ırmaklar akar.) Bunlar, onların zevklerini ve lezzet- lerini devâmlı arttırırlar. (Ve) onlar da Cenâb-ı Hakk’a şükür için (şunu derler: ‘Elláhu Teálâ’ya hamd olsun ki; bize hidâyeti nasíb etmek súretiyle bizi bu ni‘metlere kavuşturdu. Eğer Elláhu Teálâ bize hidâyet etmeseydi;) eğer O’nun tevfîk ve inâyeti bize erişmeseydi, (biz, kendi kendimize hidâyete eremezdik.) Bedbahtlıkta kalır, böyle ni‘metlere kavuşamazdık. İşte insânlara lâzım olan şu- dur ki; herhangi bir şeye muvaffak olduğunda, bunu, Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak görmesi ve bilmesi; kendi ilmine ve kudretine güvenerek kibre düşmekten sakınması gerekir. (Ve muhakkak) kasem olsun ki; (Rabbimizin peygamberleri hak ile geldiler.) Biz de onların irşâdı ile hidâyete kavuşarak bu hüsn-i ákıbe- te eriştik.’ (Ve onlara) Cennet sâkinlerine hıtáben, (‘İşte bu, Cennet’tir ki; siz, buna, sálih amelleriniz sebebiyle vâris oldunuz’ diye) melekler vâsıtasıyla (nidâ olunacaktır.) Evet, bu ni‘met, dünyâdaki sahîh i‘tikádınızın ve sálih amellerinizin mükâfâtı olarak size Elláh tarafından ihsân buyrulmuştur. İşte îmânın ve sálih amellerin muazzam mükâfâtı!”1064 Aşağıda zikredeceğimiz hadîs-i şerîfte de, ehl-i Cennet’in ba‘zı bedenî ve ah- lâkí evsáfı şöyle zikredilmektedir: ‫ َو َل يَتَ َم َّخطُو َن‬،‫ َل يَ ْب ُص ُقو َن ۪في َها‬،‫أَ ّوَ ُل زُ ْمرَ ٍة تَ ِل ُج ا ْل َجنَّةَ ُصوَ ُر ُه ْم َع ٰل ُصورَةِ ا ْل َق َم ِر لَ ْيلَةَ ا ْلبَ ْد ِر‬ ‫ َورَ ْش ُح ُه ُم‬،‫ َو َمَا ِم ُر ُه ُم ا ْلُلُ ّوَ ُة‬،‫ ٰا ِنيَ ُت ُه ْم َوأَ ْم َشا ُط ُه ُم ال َّذ َه ُب َوا ْل ِف َّض ُة‬،‫ َو َل يَتَ َغ ّوَ ُطو َن ۪في َها‬،‫۪في َها‬ ‫ َل‬،‫ يَ ٰرى ُم َّخ َساقَ ْي ِه َما ِم ْن َورَا ِء ال ّلَ ْح ِم ِم َن ا ْل ُح ْس ِن‬،‫ َولِ ُك ِّل َوا ِح ٍد ِم ْن ُه ْم زَ ْو َجتَا ِن‬،‫ا ْل ِم ْس ُك‬ 1064 A‘râf, 7:43.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 403 .‫ يُ َس ِّب ُحو َن الّٰلَ بُ ْكرَةً َو َع ِشيًّا‬،‫ قُ ُلوبُ ُه ْم َع ٰل قَ ْل ٍب َوا ِح ٍد‬،‫ا ْخ ِت َل َف بَ ْينَ ُه ْم َو َل تَبَا ُغ َض‬ Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle Resûlulláh (asm) şöyle buyurmuştur: “Cennet’e ilk girecek olanların súretleri, Ay’ın on dördüncü gecesindeki sú- reti (parlaklığı) üzeredir. Ehl-i Cennet, Cennet’te tükürmezler, sümkürmezler ve abdest bozmazlar. Kapları ve tarakları, altın ve gümüştür. Buhurdânlıkla- rının (tüttürüldüğü ağaç) ûd, terleri ise misktir. Her biri için iki zevce vardır. O kadınların güzelliklerinden dolayı etlerinin arkasından bacaklarının ilikleri görülür. Ehl-i Cennet arasında ihtilâf, buğz ve adâvet de yoktur. Kalbleri tek bir kişinin kalbi üzeredir. Sabâh ve akşâm Elláhu Teálâ’yı tesbîh ederler.”1065 Ehl-i Cennet’in biribirine kemâl-i emniyyetle bağlanması; biribirlerine karşı kîn, adâvet, hıyânet ve hased beslememesi; Cennet’in en büyük ni‘metlerinden biridir. Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’i, bu ahlâk-ı habîselerden táhir, pâk ve temiz kılarak Cennet’e koyar. Biribirlerine zerre kadar adâvet, kîn ve hıyânet bes- lemezler. Kalblerinde kıskançlık ve hased nâmına bir şey bulunmaz. Bu kötü hasletlerden arınmışlardır. Cenâb-ı Hak, onları, Cennet’e lâyık ahlâk-ı hasene ile techîz etmiştir. Biribirlerine kardeş olarak, o tahtlar üzerinde karşılıklı otu- rurlar. Kimse kimseye sırtını dönmez; yanını çevirmez. Cennet’te koltuklar üze- rinde karşılıklı bir şekilde oturup kemâl-i ferah ve emniyyet içinde lezzetlenip zevklenirler. Sekizinci Mes’ele: Ehl-i Cennet’in dünyâ hayâtını, dünyâda yaşadıklarını hátırlamasına dâirdir. Ehl-i Cennet, dünyâda yaşadıkları hayâtlarını hátırlar; dünyâdan gitme dost- larıyla bu mâcerâlarını konuşurlar. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, bu hakíkati pek çok âyâtıyla beyân etmektedir. Misâl olarak birkaçını zikredeceğiz: Ehl-i Cennet’in dünyâ hayâtını, dünyâda yaşadıklarını hátırlayıp biribirle- rine hátırlattıklarına dâir birinci misâl: ‫(“ فَاَ ْقبَـ َل بَ ْع ُض ُهـ ْم َعـ ٰى بَ ْعـ ٍض يَتَ َٓسـا َءلُو َن‬Onların) o Cennet ni‘metlerinden is- tifâde eden Cennet ehlinin (ba‘zıları, ba‘zılarına karşı yönelerek) sohbette bu- lunurlar ve biribirlerinden (sorarlar.) Dünyâda iken görmüş, geçirmiş oldukları birtakım işleri hátırlarlar.”1066 1065 Buhárî: 3149; Müslim: 2834. 1066 Sáffât, 37:50.

404 Dâr-ı Saádet ‫(“ قَــا َل قَٓائِــ ٌل ِم ْن ُهــ ْم ِا ۪نّــي َكا َن ۪لــي قَ ۪ريــ ٌن‬Onlardan) o Cennet ehlinden (biri der ki: ‘Benim) dünyâda iken, (muhakkak bir arkadaşım var idi.’) Âhiret hayâtını tasdîk etiğim için beni kınardı; kendisi, bu ebedî hayâta aslá inanmazdı.”1067 ‫“ يَ ُقــو ُل اَئِنَّــ َك لَ ِمــ َن ا ْل ُم َص ِّد ۪قــ َن‬İnancımdan dolayı taaccüb ederek (derdi ki: ‘Sen de hakíkaten) âhiret hayâtını (tasdîk edenlerden misin?’) Sen de öyle ol- mayacak bir şeye inanır mısın?”1068 ‫‘(“ َء ِاذَا ِم ْتنَـا َو ُكنَّـا تُرَابًـا َو ِعظَا ًمـا َء ِانَّـا لَ َم ۪دينُـو َن‬Biz, öldüğümüz, toprak ve ke- mikler olduğumuz vakit mi?) Yeniden hayâta kavuşacağız? Ne garîb bir iddiá! (Hakíkaten biz mi tekrâr hayât bulup, cezâlandırılanlar olacağız?) Sen de buna inanıyor musun; bu, nasıl olabilir?’ ”1069 ‫“ قَــا َل َهــ ْل اَ ْن ُتــ ْم ُمطَّ ِل ُعــو َن‬Bu kıssayı anlatan zât, Cennet’te sohbet ettiği arka- daşlarına hıtáben (der ki: ‘Siz, onun) o âhireti inkâr eden arkadaşımın (hâlin- den haberdâr olmak isteyen kimseler misiniz?) Onu, Cehennem’de görmek ister misiniz? Şimdi onun Cehennem’de nasıl azâb gördüğünü görüp öğrenirsek, kendi hâlimizden dolayı ne kadar gönül râhatlığı içinde olduğumuzu anlarız. Cenâb-ı Hakk’a ne kadar hamd ve şükr etsek, azdır. Zîrâ, öyle aldatıcıların aldatmalarına kapılmadık da şimdi böyle muazzam İlâhî lütuflara nâil olduk.’ ”1070 ‫(“ فَاطَّلَــ َع فَــرَ ٰا ُه ۪فــي َســوَٓا ِء ا ْل َج ۪حيــ ِم‬Derken kendisi) Cennet’te arkadaşlarına öyle hıtábta bulunan zât, (bakar ki; onu,) o dünyâdayken haşri inkâr eden arka- daşını (Cehennem’in ortasında görür.) Onun, âteşler içinde çırpınıp durduğunu müşâhede eder. Cennet ehli olanlar, Elláh’ın bir ihsânı olarak böyle bir görme kábiliyyetine sáhib bulunacaklar ve bulundukları yüce makámlardan bakıp Ce- hennemlik’leri seyredeceklerdir.”1071 ‫“ قَــا َل تَــالّٰ ِل ِا ْن ِكــ ْد َت لَ ُ ْت ۪ديــ ِن‬Cehennem’e bakıp da haşri inkâr eden arkadaşı- nı Cehennem’de azâb çekerken gören zât, Cehennem’deki o arkadaşını kınamak 1067 Sáffât, 37:51. 1068 Sáffât, 37:52. 1069 Sáffât, 37:53. 1070 Sáffât, 37:54. 1071 Sáffât, 37:55.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 405 üzere, yemîn ederek (der ki: ‘Valláhi) Cenâb-ı Hakk’a kasem olsun ki; (sen, az kaldı neredeyse beni de aldatıp helâk edecek idin.) Eğer ben, senin aldatmana kapılarak bu âhiret hayâtını inkâr etmiş olsa idim; şimdi ben de senin gibi Cehen- nem’e atılmış, ebedî helâke uğramış olacaktım. İşte insânları doğru yoldan ayırmak isteyen o gibi şeytán tabîatlı zındîklara uyanların ákıbetleri, böyle bir helâkten başka bir şey değildir.’ ”1072 ‫“ َولَـ ْو َل ِن ْع َمـ ُة رَ ۪بّـي لَ ُك ْنـ ُت ِمـ َن ا ْل ُم ْح َض ۪ريـ َن‬O zât, devâmla diyecektir ki: (‘Ve eğer Rabbimin ni‘meti) ihsânı ve beni hidâyete erdirmesi, şeytánî vesveselerden koruması (olmasa idi, elbette ben de) ey Cehennem’e atılmış arkadaş, şimdi Ce- hennem’de seninle berâber (hâzır bulunmuşlardan olacak idim.) Elláh’a hamd olsun, senin bâtıl sözlerine kıymet vermedim ve dînimi muhâfazaya muvaffak oldum da böyle müdhiş bir ákıbetten emîn bulundum.’ ”1073 ‫(“ اَفَ َمــا َ ْنــ ُن بِ َم ِّي ۪تــ َن‬O Cennet’teki zât) Cehennem’deki şahsa karşı olan hıtábına nihâyet verince; Cennet ehlinden olan arkadaşlarına yönelerek (diye- cektir ki: ‘Değil mi; biz, artık ölüler olmayacağız?’) Biz, bu Cennet’te ebedî kalacak; bir daha hayâttan mahrûm kalmayacağız.”1074 ‫‘(“ ِا َّل َم ْوتَتَنَـا ا ْلُ ۫و ٰلـى َو َمـا َ ْنـ ُن بِ ُم َع َّذ ۪بـ َن‬İlk ölümümüz müstesnâ) dünyâda iken öldük; kabirde de geçici bir hayât bularak sorgudan sonra yine hayâttan mahrûm kaldık. Fakat, şimdi bu âhiret hayâtında ebedî hayâta kavuştuk, artık bir daha ölümü tatmayacağız. Bu, bizim için bir büyük ni‘mettir (ve biz, azâb görücüler de olmayacağız, değil mi?) Bu da muhakkaktır.’ ”1075 ‫(“ ِا َّن ٰهـ َذا لَ ُهـوَ ا ْل َفـ ْوزُ ا ْل َع ۪ظيـ ُم‬Şübhe yok ki; bu,) Cennet ehlinin nâil olacak- ları bu ebedî hayât, bu azâbdan tamâmen uzak bulunmak, (elbette en büyük bir kurtuluştur.)”1076 ‫(“ ِل ِم ْثـ ِل ٰهـ َذا فَ ْليَ ْع َمـ ِل ا ْل َعا ِم ُلـو َن‬İşte çalışanlar,) dünyâda iken iş yapan ve gay- rette bulunanlar, (böylesi bir kurtuluş için çalışıversinler.) Cennet ehline mahsús 1072 Sáffât, 37:56. 1073 Sáffât, 37:57. 1074 Sáffât, 37:58. 1075 Sáffât, 37:59. 1076 Sáffât, 37:60.

406 Dâr-ı Saádet böyle bir kurtuluş ve saádet için, böyle ebedî saádete nâiliyyet için ibâdet ve táatte bulunsunlar. Hayâtın asıl gáyesi de budur. Yoksa, çabucak geçen, içinde bir kısım elem ve kederlerin de bulunduğu dünyevî zevkler uğruna böyle kıymetli ve paha biçilmez bir hayâtı fedâ etmek, elbette kâr-ı akıl değildir.”1077 Konuyla alâkalı zikrettiğimiz âyetlerden anlaşılacağı üzere, ehl-i Cennet, dünyâda geçirdikleri mâcerâları, hátırâtları bilirler. Biribirleriyle bu mâcerâları konuşurken, dünyevî manzaraları dahi seyrederler. Risâle-i Nûr’un “Sözler” adlı eserinde, bu mes’ele hakkında şöyle buyrul- maktadır: “Dünyâda ‫ اَ ْل ُحــ ُّب ِفــى الّٰ ِل‬hükmünce, sálih ahbâblara muhabbetin netîcesi: Cennet’te ‫ َع ٰل ُسـ ُر ٍر ُمتَ َقابِ ۪لي َن‬ile ta‘bîr edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskem- lelerinde oturup hóş, şîrîn, güzel, tatlı bir súrette, dünyâ mâcerâlarını ve kadîm olan hátırâtlarını biribirine nakledip eğlendirmeleri súretinde firâksız, sáfî bir muhabbet ve sohbet súretinde ahbâblarıyla görüştüreceği, Kur’ân’ın nassıyla sâbittir.”1078 Risâle-i Nûr’un “Mektûbât” adlı mecmûasında ise, şöyle denilmiştir: “Üçüncü İşâret: ‫ َمـ َع نَ ْشـ ِر الثَّ َمـرَا ِت ْالاُ ْخرَ ِويَّـ ِة َوا ْل َمنَا ِظـ ِر ال َّسـ ْر َم ِديَّ ِة‬: ‫ َوثَا ِلثًـا‬fıkrası ifâde ediyor ki: Dünyâ bir destgâh ve bir mezraadır, âhiret pazarına münâsib olan mahsúlâtı yetiştirir. Çok ‘Sözler’de isbât etmişiz: Nasıl ki, cinn ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor; öyle de, dünyânın sâir mevcûdâtı dahi âhiret hesâbına çok vazífeler görüyorlar ve çok mahsúlât yetiştiriyorlar. Belki, küre-i Arz onlar için geziyor; belki denilebilir ki: ‘Onun içindir.’ Bu sefîne-i Rabbâniyye, yirmi dört bin senelik bir mesâfeyi bir senede geçip meydân-ı haşrin etrâfında dönüyor. Meselâ; ehl-i Cennet, elbette arzû ederler ki; dünyâ mâcerâlarını tahattur etsinler ve biribi- rine nakletsinler; belki o mâcerâların levhalarını ve misâllerini görmeyi çok merâk ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi; o levhaları, o vak‘aları müşâhede etseler, çok mütelezziz olurlar. “Mâdem öyledir, herhâlde dâr-ı lezzet ve menzil-i saádet olan dâr-ı Cennet’te, ‫ َعــ ٰى ُســ ُررٍ ُمتَ َقابِ ۪لــ َن‬işâretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî mâcerâların muhâ- veresi ve dünyevî hâdisâtın manzaraları Cennet’te bulunacaktır. İşte, bu güzel 1077 Sáffât, 37:61. 1078 Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 689.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 407 mevcûdâtın bir ân görünmesiyle kaybolması ve biribiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyyeyi teşkîl etmek için, bir fabrika destgâhları hükmünde görü- nüyor. “Meselâ: Nasıl ki, ehl-i medeniyyet, fânî vaz‘ıyyetlere bir nev‘ı beká vermek ve ehl-i istikbâle yâdigâr bırakmak için; güzel veyâ garîb vaz‘ıyyetlerin súretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbâle hediyye ediyor, zamân-ı mâzíyi zamân-ı hâl- de ve istikbâlde gösteriyor ve dercediyorlar. Aynen öyle de: Şu mevcûdât-ı bahâ- riyye ve dünyeviyyede kısa bir hayât geçirdikten sonra, onların Sáni‘-ı Hakîm’i Álem-i Beká’ya áid gáyelerini o áleme kaydetmekle berâber, Álem-i Ebedîde ser- medî manzaralarda onların etvâr-ı hayâtlarında gördükleri vezáif-i hayâtiyyeyi ve mu‘cizât-ı Sübhâniyyeyi, menâzır-ı sermediyyede kaydetmek, muktezá-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûd’dur.”1079 “Yirmi Dördüncü Mektûb ve Şerhi” adlı eserde şöyle deniliyor: “Nasıl ki, ehl-i medeniyyet, fânî vaz‘ıyyetlere bir nev‘ı beká vermek ve ehl-i istik- bâle hediyye bırakmak için çok masraflarla güzel ve garîb vaz‘ıyyetlerin súretlerini yan yana getirip şerîtler teşkîl ederek sinemada veyâ televizyonda gösterirler. Aynen bunun gibi; Cenâb-ı Hakk’ın da bir şerîdi, zamândır; bütün mevcûdâtı ona takmış; Güneş’ten, Ay’dan, tâ yıldızlara kadar hepsini ebedî bir áleme manzaralar teşkîl etmek için o şerîde takıp gösteriyor. Onları götürüp arkalarından yenilerini getiriyor. “Nasıl ki; sinemada gösterilecek bir film için büyük bir masárifle evvelâ lev- halar tesbît edilir, sahneler hâzırlanır, daha sonra levhalar kaydedilip o sahneler dağıtılır. Yeni yeni sahneler teşkîl ettirilir. Böylece, o kaydedilen levhalardan bir film oluşturulup sinemada seyircilere gösterilir. Aynen öyle de; her gün, belki her sâat zarfında binlerce mahlûkát, pek çok masárifle vücûda geliyor. Daha sonra onlar dağıtılıp yerlerine yenileri getiriliyor. Bu toplayıp dağıtmakta elbette bir gáye ve maksad vardır. Bu masárif boşu boşuna yapılmıyor. “Demek, teşkîl olunan bu levhalar, ebedî bir Cennet’te mukím seyircilere gösterilmek içindir.”1080 “Şuá‘lar” adlı eserde ise şöyle deniliyor: “Sırr-ı vahdet ile kâinât öyle cesîm ve cismânî bir melâike hükmünde olur ki; mevcûdâtın nev‘leri adedince yüz binler başlı ve her başında o nev‘de bulunan 1079 Mektûbât, 24. Mektûb, s. 293-294. 1080 24. Mektûb ve Şerhi, s. 414.

408 Dâr-ı Saádet ferdlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihâzât ve eczâ ve a‘zá ve hüceyrâtı mikdârınca yüz binler diller ile Sáni‘ıni takdîs ederek tesbîhât yapan İsrâfîl-misâl ubûdiyyette ulvî bir makám sáhibi bir acâibü’l-mahlûkát iken; hem sırr-ı tevhîd ile Âhiret Álemlerine ve menzillerine çok mahsúlât yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saádet tabakalarına a‘mâl-i beşeriyye gibi çok hâsılâtıyla levâzımât tedâ- rik eden bir fabrika ve Álem-i Beká’da husúsan Cennet-i A‘lâ’daki ehl-i temâşâya dünyâdan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemâdiyyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğrâf iken; şirk ise, bu çok acîb ve tam mutí‘, hayâtdâr ve cismânî melâikeyi câmid, rûhsuz, fânî, vazífesiz, hâlik, ma‘nâsız hâdisâtıın herc ü merci altında ve inkılâbların fırtınaları içinde adem zulümâtında yuvarlanan bir perîşân mecmûa-yı vâhiyyesi, hem bu çok garîb ve tam muntazam, menfaatdâr fabrikayı mahsúlâtsız, netîcesiz, işsiz, muattal, karma karışık olarak şuúrsuz tesâ- düflerin oyuncağı ve sağır tabîatın ve kör kuvvetin mel‘abegâhı ve umûm zî-şuúrun mâtemhánesi ve bütün zî-hayâtın mezbahası ve hüzüngâhı súretine çevirir. “İşte, ‫ ِا َّن ال ِّشـ ْر َك لَ ُظ ْلـ ٌم َع ۪ظيـ ٌم‬sırrıyla, şirk, bir tek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinâyetlere medâr oluyor ki; Cehennem’de hadsiz azâba müstehak eder. Her ne ise...”1081 Hulâsa: Yukarıdaki îzáhâttan da anlaşılacağı üzere; ehl-i Cennet, hem dün- yevî mâcerâları biribirlerine tahattur ettirip naklederler; hem de o mâcerâları, manzara şeklinde sinema levhaları gibi seyrederler. Dünyânın gam, keder, derd ve sıkıntısından ebediyyen kurtuldukları için sevinirler, Rablerine hamdederler. Gelecek âyet-i kerîmeler, bunu ifâde etmektedir: ٌ‫(“ َوقَالُـوا ا ْل َح ْمـ ُد ِ ّٰ ِل الَّـ ۪ ٓذي اَ ْذ َهـ َب َعنَّـا ا ْل َحـزَ َۜن ِا َّن رَبَّنَـا لَ َغ ُفـورٌ َشـ ُكور‬Ve) o Cen- net’lere nâil olan mü’minler (diyeceklerdir ki: ‘Hamd, o Elláh’a olsun ki; bizden üzüntüyü giderdi.) Bizi dünyânın elem ve kederlerinden kurtardı; Cehennem korkusundan halâs etti; böyle büyük ve ebedî bir rızka nâil buyurdu. (Şübhe yok ki, bizim Rabbimiz çok bağışlayıcıdır.) Kusúrlarımızı afv buyurmuştur ve Kerîm Hálık’ımız (şükrü kabûl edicidir.) İtáatkâr kullarının güzel amellerini kabûl ederek, kendilerini birçok mükâfâtlara nâil buyurmuştur.’ ”1082 ‫اَلَّ ۪ذٓي اَ َح ّلَنَا َدارَ ا ْل ُم َقا َم ِة ِم ْن فَ ْض ِل ۪هۚ َل يَ َم ُّسنَا ۪في َها نَ َص ٌب َو َل يَ َم ُّسنَا ۪في َها لُ ُغو ٌب‬ 1081 Şuá‘lar, 2. Şuá‘, Tevhîd’in İkinci Meyvesi, s. 13. 1082 Fâtır, 35:34.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 409 “Öyle Cennet’lere nâil olacak olan ehl-i îmân orada devâmlı olarak kalacak- larından, fevka’l-áde olan sevinçlerini göstererek ve Cenâb-ı Hakk’a arz-ı şükrân ederek diyeceklerdir ki: ‘Rabbimiz, (öyle) kerem sáhibi bir Zât-ı Zü’l-cemâl’dir (ki; O, bizi, lütfundan) sırf lütuf ve keremi gereği olarak ebedî (bir ikámetgâh olan mahalle) hîçbir zamân yok olmayacak, değişmeyecek olan bu Cennet’lere (yer- leştirip misâfir etti.) Bizi bu ni‘metlere kavuşturdu. Artık (burada bize bir yorgun- luk dokunmayacaktır.) Dâimâ istirâhat içinde yaşayacağız (ve burada bize hîçbir usanç da dokunmayacaktır.’) Böyle râhat bir yerde, zevk u safâ içinde, dâimî bir súrette yaşayacağız.”1083 Yukarıdaki âyetler dahi haber veriyor ki; ehl-i Cennet, dünyâda çektiği hüzün ve kederi biliyor. Cennet’e gireceği zamân, dünyevî bütün hüzün ve kederden, belâ ve musíbetlerden halâs oldukları için Elláhu Teálâ’ya hamdediyorlar. Evet, ehl-i Cennet, Cennet’te ebediyyen hîçbir elem ve keder görmeden, dâimâ sonsuz lezzet içinde mes‘údâne yaşarlar. Elemsiz, kedersiz her çeşit lezzete gark olurlar. Çünkü, Cennet, sâdece keyif ve lezzet yeridir. Ehl-i Cennet’in dünyâ hayâtını, dünyâda yaşadıklarını hátırlayıp biribirle- rine hátırlattıklarına dâir ikinci misâl: ‫“ َواَ ْقبَـ َل بَ ْع ُض ُهـ ْم َعـ ٰى بَ ْعـ ٍض يَتَ َٓسـا َءلُو َن‬O takvâ sáhibleri, Cennet’te öyle bü- yük ni‘metlere nâil olunca, fevka’l-áde bir sevinç içinde kalırlar. Artık (ba‘zı- ları, ba‘zısı üzerine yönelip) biribirlerinden (sorarlar.) Ehl-i Cennet, Cennet’e girip râhat edince, biribirlerine suâl eder oldukları hâlde; ba‘zısı ba‘zısına te- veccüh eder ve her biri, yekdiğerinin dünyâdaki hâllerinden, husúsí ve umûmî amellerinden suâl eder. Dünyâdaki zahmetli hâlleriyle Cennet’teki pek mutlu vaz‘ıyyetlerini mukáyesede bulunmak isterler.”1084 ‫“ قَالُٓــوا ِانَّــا ُكنَّــا قَ ْبــ ُل ۪ ٓفــي اَ ْه ِلنَــا ُم ْشــ ِف ۪قي َن‬Ehl-i Cennet, biribirlerine (derler ki: ‘Biz, muhakkak evvelce) dünyâda iken, (áilelerimiz) evlâd ü iyâlimiz, kavm ü kabîlemiz (arasında) bulunurken (korkar kimseler idik.) Elláh’ın gazabından ve azâbından korkardık. Bu korkumuz sebebiyle Elláh’a isyândan ihtirâz eder; ibâdetle meşgúl olur; Elláh’ın lûtf ü kereminden rahmetini ümîd ederdik. Cenâb-ı Hakk’ın azâbını düşünerek hâlimizin ákıbetini tefekkür eder; bir korku ve dehşet 1083 Fâtır, 35:35. 1084 Túr, 52:25.

410 Dâr-ı Saádet içinde yaşar; kulluk vazífelerimizi gerektiği şekilde yerine getiremediğimizi düşünüp, bundan dolayı büyük bir mes’ûliyyete ma‘rûz kalacağımızı derk edip titrerdik.’ ”1085 ‫“ فَ َمــ َّن الّٰ ُل َعلَ ْينَــا َو َو ٰقينَــا َعــ َذا َب ال َّســ ُمو ِم‬Biz, böyle Elláh’ın rahmetini ümîd ederek ibâdetle meşgúl olunca; (‘Elláhu Teálâ, bizim üzerimize lütuf ve ih- sânda bulundu) bizim isyânımızı mağfiret etti ve bizi rahmetine muvaffak buyurdu (ve bizi o semûm,) mesâmâta kadar nüfûz eden Cehennem âteşinin şiddet-i harâretinin (azâbından korudu.) Şimdi umduğumuz Cennet’e nâil, korktuğumuz Cehennem’den emîn olduk.’ ”1086 ‫“ ِانَّـا ُكنَّـا ِمـ ْن قَ ْبـ ُل نَ ْد ُعـو ُهۜ ِانَّـ ُه ُهـوَ ا ْلـ َ ُّر ال ّرَ ۪حيـ ُم‬Ve o müttakí zâtlar şöyle de diye- ceklerdir: (‘Şübhe yok ki; biz, evvelce) dünyâda iken; (O’na) kerem sáhibi Rab- bimize (duá ederdik.) Elláhu Teálâ’ya duá ve tazarrûmuzu arz eder; dergâhına ilticâ ederdik. Hıfz u himâyeyi O’ndan ister; azâbdan kurtulmamızı O’nun inâyet ve rahmetinden beklerdik. O’na yalvarır, ibâdette bulunur; O’ndan afv ve mağfiret niyâz ederdik. (Muhakkak ki; O, va‘dinde sádıkdır, in‘ám edici ve ihsân sáhi- bidir, çok esirgeyicidir.) Rahmeti ve mağfireti pek çoktur. Yapılan ibâdetleri ve duáları kabûl buyurur. İşte takvâ sáhibi kullarını ni‘metlere nâil buyurması da o kerem sáhibi Rabbin İlâhî rahmetinin bir eseri ve bir tecellîsidir.’ ”1087 Ehl-i Cehennem Cehennem’e girdiğinde, Cennet’teki yerini görür. Bu se- beble kendisini büyük bir hasret ve nedâmet kaplar. Ehl-i Cennet de Cennet’e girdiğinde Cehennem’deki yerini görür. Kendisini böyle bir azâbdan muhâfaza ettiği için Elláhu Teálâ’ya şükreder. Resûl-i Ekrem (sav), Hazret-i Ebû Hüreyre (ra)’den rivâyet edilen bir hadîs-i şerîflerinde bu hakíkati şöyle beyân buyur- muşlardır: ‫ك ُّل أه ِل النَّا ِر يرى مقع َده من الجنَّ ِة فيقو ُل لو أ َّن الله هداني فتكو ُن عليه حسرةً قال‬ ‫وك ُّل أه ِل الجنَّ ِة يرى مقع َده من النَّا ِر فيقو ُل لولا أ َّن اللهَ هداني فيكو ُن له شكرًا‬ “(Ehl-i Cehennem olanların tamâmı, Cennet’teki yerini görür ve der ki; eğer) ben, kendi irâdemle îmân ve ibâdet yolunu tercîh etseydim (Elláhu Teálâ) da (bana hidâyeti nasíb etseydi) Cennet’e girerdim (ve bu hâl, onun üzerine acîb bir hasret olur.) Çok pişmânlık duyar, fakat ne çâre. 1085 Túr, 52:26. 1086 Túr, 52:27. 1087 Túr, 52:28.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 411 “(Ehl-i Cennet’in hepsi, Cehennem’deki yerini görür ve der ki: ‘Eğer Rabbim bana hidâyet vermeyeydi) ben de bu âteşe girerdim.’ (Bu vaz‘ıyyetten dolayı Rabbine çok şükreder.) Ya‘nî, Rabbi onu böyle bir azâbdan kurtardığı için O’na çok şükreder.”1088 Ehl-i Cennet’in dünyâ hayâtını, dünyâda yaşadıklarını hátırlayıp biribirle- rine hátırlattıklarına dâir üçüncü misâl: ‫َوبَ ِّش ِر الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت اَ َّن لَ ُه ْم َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُۜر ُك ّلَ َما‬ ‫ُر ِزقُوا ِم ْن َها ِم ْن ثَ َمرَ ٍة ِر ْزقً ۙا قَالُوا ٰه َذا الَّ ۪ذي ُر ِز ْقنَا ِم ْن قَ ْب ُل َواُتُوا بِ ۪ه ُمتَ َشابِ ًه ۜا َولَ ُه ْم ۪في َهٓا‬ ‫اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌة َو ُه ْم ۪في َها َخا ِل ُدو َن‬ “Ey Habîb-i zî-şânım! (Îmân eden ve sálih amel işleyen mü’minlere beşâret ver ki; altından nehirler akan Cennet’ler onlarındır. O Cennet’lerden bir meyve yedikleri zamân; ‘Bu, bundan evvel) dünyâda (yediğimiz meyvedir’ derler. Bi- ribirine benzer bir súrette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennet’lerde onlar için) maddeten ve ma‘nen (temiz zevceler vardır. Ve onlar, o Cennet’lerde dâimî bir şekilde kalacaklardır.)”1089 Yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen “O Cennet’lerden bir meyve yedikleri zamân; ‘Bu, bundan evvel) dünyâda (yediğimiz meyvedir’ derler)” cümlesi, ifâde ediyor ki; ehl-i Cennet, dünyâda yedikleri meyveleri hátırlıyor ve dünyâdaki yaşantısın- dan haberdârdır. Hulâsa: Ehl-i Cennet, dünyâdaki mâcerâ-i hayâtlarını bilir, hátırlarlar. Dün- yâdaki mâcerâları, hem hánımlarıyla, dostlarıyla konuşurlar; hem de o mâcerâ- ları, manzara şeklinde dahi seyrederler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, bizleri de bu ni‘metlere nâil eylesin. Âmîn. Dokuzuncu Mes’ele: Ehl-i Cennet’in, her isteğinin verilmesine dâirdir. Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’e, Cennet’te, kemâl-i merhametinden, arzû ettik- leri her şeyi verir. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da, bu müjdeden bahseden âyet-i kerî- meleri zikredeceğiz. 1088 Mecmau’z Zevâid, 10/402. 1089 Bakara, 2:25.

412 Dâr-ı Saádet Birinci Âyet: ‫(“ لَ ُهـ ْم َمـا يَ َٓشـا ُؤ۫ َن ۪في َهـا َولَ َد ْينَـا َم ۪زيـ ٌد‬Onlar için,) Cennet’e girecek zâtlara mah- sús (orada ne dilerlerse vardır.) Çeşitli ni‘metlere ve lezzetlere nâil olacaklar; dile- dikleri güzel şeylere kavuşacaklardır. (Ve Bizim indimizde ise,) ya‘nî Elláh tarafın- dan husúsí bir lütuf olmak üzere, o Cennet’e girecek zâtlar için, o kavuşacakları cismânî ni‘metlerin ve lezzetlerin fevkınde olarak daha (fazlası) da (vardır.) O ise; Elláh’ın cemâlini müşâhede, rızásını tahsíl, İlâhî tecellîlere kavuşmak, lütfuna ve kurbiyyetine mazhar olmak gibi en yüce rûhânî saádetlere erişmektir.”1090 İkinci Âyet: ِ‫يُطَا ُف َعلَ ْي ِه ْم بِ ِص َحا ٍف ِم ْن ذَ َه ٍب َواَ ْكوَا ٍبۚ َو ۪في َها َما تَ ْشتَ ۪هيه‬ ‫ا ْلَ ْن ُف ُس َوتَلَ ُّذ ا ْلَ ْع ُ ُۚي َواَ ْن ُت ْم ۪في َها َخا ِل ُدو َن‬ “O mü’min ve takvâ sáhibi kullar Cennet’e girince; (onların üzerine) çeşitli yiyecekleri, meyveleri içeren (altın tepsiler, kaplar, tabaklar ile ve) içinde lezîz sular, çeşitli içecekler bulunan billûrdan (destiler ile dolaşılır.) Kendilerine Cen- net hizmetçileri vâsıtasıyla ikrâmlar edilir. Cennet ehli her ne isterse, hizmetçiler tarafından getirilir. (Ve orada) Cennet’te (nefislerin isteyeceği) cânların hóşlana- cağı (ve gözlerin lezzet alacağı şeyler vardır.) O ni‘metlerin en yücesi, en kudsîsi ise, Cenâb-ı Hakk’ın mübârek cemâliyle müşerref olmaktır. (Ve) ehl-i Cennet’e, (‘Siz, orada ebediyyen kalıcılarsınız’) demekle, onların sürûrlarını ikmâl eder- ler ki; bu sâyede Cennet’ten çıkma korkusu kalblerinden bil-külliyye zâil olur ve ferah içinde ebedî kalırlar. Evet, Cennet bâkí olduğu gibi; ona nâil olanlar da orada ebediyyen zevk ve sürûr içinde yaşayacaklardır. Artık ne oradaki ni‘metler, ne de o ni‘metlerden istifâde edenler yok olacaktır.”1091 Üçüncü Âyet: ۚ‫َوالَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت ۪في رَ ْو َضا ِت ا ْل َجنَّا ِت‬ ‫لَ ُه ْم َما يَ َٓشا ُؤ۫ َن ِع ْن َد رَبِّ ِه ْمۜ ٰذ ِل َك ُهوَ ا ْل َف ْض ُل ا ْل َك ۪بي ُر‬ “Îmân edenler ve sálih amellerde bulunanlar ise, Cennet’lerin bahçelerindedir. 1090 Káf, 50:35. 1091 Zuhruf, 43:71.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 413 Onlar için Rab’lerinin indinde diledikleri şeyler vardır. İşte budur o en büyük lütuf!”1092 Bu âyet-i celîle, Cennet’te mü’minler için hâzırlanmış olan derecelerin nihâ- yeti olmadığına delâlet eder. Zîrâ, mü’minler için Cennet’te her istedikleri ve- rileceği beyân olunmakla; insân, ne kadar álî ve yüksek bir dereceye nâil olsa dahi ondan daha a‘lâsını istemekten hálî olmayacağı anlaşılmaktadır. İnsâna her istediği verilecek olduğundan, derecesinin bir nihâyeti yoktur. Zîrâ, ebedî bir müddette, ebedî talebler vukú‘ bulur. Dördüncü Âyet: ‫َو َم ْن َع ِم َل َصا ِل ًحا ِم ْن ذَ َك ٍر اَ ْو اُ ْن ٰث َو ُهوَ ُم ْؤ ِم ٌن فَاُ ۬و ٰلٓ ِئ َك‬ ‫يَ ْد ُخ ُلو َن ا ْل َجنَّةَ يُ ْر َزقُو َن ۪في َها بِ َغ ْ ِي ِح َسا ٍب‬ “(Ve her kim ki; -erkek olsun, kadın olsun- îmân sáhibi olduğu hâlde bir sá- lih amelde bulunursa, işte onlar,) dünyâda iken öyle güzel amelde bulunmuş olan mü’min zâtlar (Cennet’e girerler;) Cennet’in ni‘metlerinden istifâde eder dururlar ve (orada hesâbsız derecede rızıklanırlar.) Sálih amellerinin kat kat sevâbına ulaş- mış bulunurlar. O ni‘metleri, ile’l-ebed devâm eder. İşte böyle bir selâmet ve saádete kavuşmak için, henüz dünyâda iken sálih amellerde bulunmak icâb etmez mi?”1093 Beşinci Âyet: ‫(“ لَ ُهــ ْم َمــا يَ َٓشــا ُؤ۫ َن ِع ْنــ َد رَبِّ ِهــ ْمۜ ٰذ ِلــ َك َجــ ٰزٓ ُؤا ا ْل ُم ْح ِســ ۪ني َن‬Onlar için Rab’leri- nin indinde diledikleri) istedikleri lezzet-i rûhâniyye ve ni‘met-i cismâniyye- leri (vardır. Bu ise,) böyle diledikleri yüksek ni‘metlere kavuşmak ise, (iyilik edenlerin) amellerini güzelce yapanların, Elláh’ı görür gibi tam bir ihlâs ve samîmiyyetle ibâdet ve itáatte bulunanların (mükâfâtıdır.) Haklarındaki İlâhî lütufların bir tecellîsidir.”1094 Altıncı Âyet: ‫“ ُمتَّ ِك ۪ٔــ َن ۪في َهـا يَ ْد ُعـو َن ۪في َهـا بِ َفا ِك َهـ ٍة َك ۪ثـرَ ٍة َو َشـرَا ٍب‬O takvâ sáhibi zâtlar, (orada) o Cennet’lerde tahtlar üzerinde (koltuklara yaslanıcılardır.) Râhat râhat oturup ni‘metlere erişmiş bulunacaklardır. (Orada birçok meyveler ve içilecek şeyler) vardır ki; o ni‘metler, fevka’l-áde lezzetli ve neş’e verici oldukları için o takvâ sáhibleri, 1092 Şûrâ, 42:22. 1093 Mü’min, 40:40. 1094 Zümer, 39:34.

414 Dâr-ı Saádet bunları kendi hizmetçilerinden (isteyeceklerdir.) Burada şuna da işâret buyrulmuş- tur ki: Cennet ehlinin yiyip içmeleri, bir ihtiyâcdan, hayâtlarının devâmını te’mîn mecbûriyyetinden kaynaklanmayacaktır. Onlar, ebedî bir hayâta erişmişlerdir. On- ların yiyip içmeleri, sırf lezzet almak ve eğlenmek içindir.”1095 Yedinci Âyet: ‫“ يَ ْد ُعـو َن ۪في َهـا بِـ ُك ِّل فَا ِك َهـ ٍة ٰا ِم ۪نـ َن‬O Cennet’lere kavuşan takvâ sáhibleri, (orada) o Cennet’lerde (her türlü meyveden, emîn oldukları hâlde taleb ederler.) Cennet hizmetçilerinden diledikleri meyvelerin hâzırlanmasını isterler; o meyvelerden dile- dikleri kadar yerler; o meyvelerin azalmasından ve kendilerine dokunabileceğinden hîçbir endîşe duymazlar; onlardan tam bir zevk ve lezzet ile istifâde ederler.”1096 Sekizinci Âyet: ‫(“ لَ ُهــ ْم ۪في َهــا َمــا يَ َٓشــا ُؤ۫ َن َخا ِل ۪ديــ َنۜ َكا َن َعــ ٰى رَبِّــ َك َو ْعــ ًدا َم ْســ ُؤ۫ ًل‬Onlar için,) o Cennet’e lâyık olacak takvâ sáhibi zâtlara mahsús (orada) o Cennet’te (ebedî kalacaklar oldukları hâlde diledikleri her şey vardır.) Kendilerinin arzû ettikleri, cânlarının çektiği her türlü ni‘metlere nâil olurlar. Öyle bir hâldedirler ki; artık nâil oldukları o ni‘metlerle huzúrlu bir hâlde yaşarlar. Kendilerinden daha ziyâde ni‘metlere nâil olanların hâllerine bakıp da onlar kadar kendilerinin de yüksek mertebelere nâil olmaları arzûsunda bulunmazlar. Elláh’ın hikmeti gereği, böy- le bir düşünce onların kalblerinden geçmez. (Bu,) Ehl-i Cennet’in, dilediklerine böyle nâil olmaları, (Rab’bin üzerine almış olduğu, istenen) ehl-i Cennet tara- fından istenilecek (bir va‘d olmuştur.) O va‘d, mü’minler tarafından istenilmiş bir matlûbtur. Çünkü, mü’minlerin münşeâtlarında her vakit Rab’lerinden iste- dikleri, Cennet’tir. Binâenaleyh, bu va‘dolunan Cennet, ehl-i îmân tarafından dâimâ istenilen ve suâl olunan şeydir. Bu va‘d, mutlaka gerçekleşecektir. Bunu, mü’minler daha dünyâdayken Cenâb-ı Hak’tan niyâzda bulunurlar. Nitekim, ‘Ey Rabbimiz! Peygamberlerin vâsıtası ile bize va‘dettiklerini bize ver’ (Âl-i İmrân, 3/194) âyet-i kerîmesi de bunu göstermektedir.”1097 Dokuzuncu Âyet: ‫(“ ِا َّن الَّ ۪ذيـ َن َسـبَ َق ْت لَ ُهـ ْم ِمنَّا ا ْل ُح ْسـ ٰ ٓىۙ اُو۬ ٰلٓ ِئـ َك َع ْن َهـا ُم ْب َعـ ُدو َن‬Muhakkak ki; kendileri 1095 Sád, 38:51. 1096 Duhán, 44:55. 1097 Furkán, 25:16.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 415 için bizden) Elláh katından (bir güzellik takdîr edilmiş olanlar,) ezelde, hakların- da uhrevî mükâfât, ebedî saádet, dâimî Cennet ve bâkí saltanat mukadder olan mü’minler, (oradan) Cehennem’den (uzak bulundurulmuşlardır.)”1098 ‫“ َل يَ ْســ َم ُعو َن َح ۪سي َســ َه ۚا َو ُهــ ْم ۪فــي َمــا ا ْشــتَ َه ْت اَ ْن ُف ُســ ُه ْم َخا ِلــ ُدو َن‬Öyle, Cehennem’den uzaklaştırılıp Cennet’lere nâil olacak mü’minler, (onun) Ce- hennem’in (hışıltısını bile duymazlar.) Kezâ, Cehennem ehlinin âh ü enînlerini; feryâd ü figânlarını da işitmezler. Değil Cehennem’in fevka’l-áde şiddetli sesini; en hafîf, en gizli sesini bile duyup râhatsız olmazlar. (Ve onlar,) Cennet ehli, (nefislerinin hóşlandığı şeyler içinde dâimâ kalacak kimselerdir.) Onlar, Ce- hennem’deki korkunç ve dehşetli şeylerden emîn oldukları gibi; Cennet’te arzû ettikleri her çeşit ni‘mete de nâil olacaklardır. Cennet’ler içinde tam bir huzúr ve saádetle, ebedî olarak kalacaklardır.”1099 Hulâsa: Ehl-i Cennet, Cennet’te her istediğine nâil olur. Bu âyetler zımnın- da çok ni‘metler mahfîdir. Onuncu Mes’ele: Ehl-i Cennet’in libâslarına dâirdir. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da, gelecek üç âyet-i kerimede, ehl-i Cennet’in libâsı- nın harîr (ipek) olduğu şöyle bildirilmektedir: Birincisi: ‫ِا َّن الّٰلَ يُ ْد ِخ ُل الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُر‬ ‫ُيَ ّلَ ْو َن ۪في َها ِم ْن اَ َسا ِورَ ِم ْن ذَ َه ٍب َولُ ْؤلُؤً۬اۜ َو ِلبَا ُس ُه ْم ۪في َها َح ۪ري ٌر‬ “(Şübhe yok ki, Elláhu Teálâ, îmân edenleri ve sálih amel işleyenleri, altların- dan ırmaklar akan Cennetlere idhál edecektir. Orada altın bilezikler ve inci ile süsleneceklerdir, oradaki elbiseleri ise ipektir.)”1100 İkincisi: ‫(“ َو ِلبَا ُســ ُه ْم ۪في َهــا َح ۪ريــ ٌر‬Orada) Cennet’te (libâsları) ehl-i Cennet’in elbiseleri (ipektir.) O mü’minler, o Cennet’lerde; en güzel, pek latíf, çok kıymetli ipekten elbiseler ile süslenmiş bir hâlde bulunacaklardır.”1101 1098 Enbiyâ, 21:101. 1099 Enbiyâ, 21:102. 1100 Hac, 22:23. 1101 Fâtır, 35:33.

416 Dâr-ı Saádet Üçüncüsü: ‫(“ َو َج ٰزي ُهـ ْم بِ َمـا َصـ َ ُروا َجنَّـةً َو َح ۪ريـرًا‬Ve) Elláhu Teálâ, (onları,) o takvâ sá- hibi kullarını, (sabrettikleri için,) harâm şeylerden kaçındıkları, ibâdet ve itáate devâm ettikleri, hak yolunda mallarını sarf edip fedâkârlıkta bulundukları, belâ ve musíbete karşı sabır ve sebât gösterdikleri için, (Cennet’le ve ipekli elbise ile mükâfâtlandırdı.) Böyle ni‘metlere nâil buyurdu. Artık onlar, eriştikleri bağlar- da, bostânlarda diledikleri şeylerden, pek güzel mahsúllerden istifâde ederler ve pek güzîde ipek kumaşlar ile süslenip bezenirler.”1102 Mü’min erkekler için, dünyâda ipekten ma‘mûl elbiseler giymek harâm- dır. Bu elbiseler, dünyâda kadınlara helâldir, onlara mahsústur. Fakat, Âhiret Álemi, mü’minler için bir ebedî istirâhat ve saádet álemi olduğundan; mü’min erkekler de Cennet’te ipekten elbiseler giyerler; dünyâdaki emre uymalarının mükâfâtını orada böylece görürler. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, üç âyet-i kerîmede ‫ َح ۪ريــرًا‬ta‘bîriyle, ehl-i Cennet’in libâslarının ipek olduğunu haber verdi. Gelecek üç âyet-i kerimede ise, ipeğin ince, kalın ve yeşil renkli olacağını haber veriyor. Şöyle ki: Birincisi: ‫“ يَ ْلبَ ُسـو َن ِمـ ْن ُسـ ْن ُد ٍس َواِ ْسـتَ ْبَ ٍق ُمتَ َقابِ ۪لـ َن‬O takvâ sáhibi zâtlar, Cennet’lerde biribirleriyle ünsiyyet ve sohbet etmek için (karşı karşıya oldukları hâlde;) öyle samîmî, kardeşçe bir vaz‘ıyyet alarak (ince ve kalın atlastan, parlak ipekten el- biseler giyineceklerdir.)”1103 İkincisi: ‫َويَ ْلبَ ُسو َن ِثيَابًا ُخ ْضرًا ِم ْن ُس ْن ُد ٍس َواِ ْستَ ْبَ ٍق ُمتَّ ِك ۪ـٔي َن‬ ‫۪في َها َع َل ا ْلَرَٓائِ ِكۜ ِن ْع َم الثَّوَا ُ ۜب َو َح ُسنَ ْت ُم ْرتَ َف ًقا‬ “(Ve) Cennet ehli, orada (ipekten ma‘mûl ince ve kalın kumaştan yeşil elbiseler giyeceklerdir. O Cennet, ne güzel mükâfâttır ve ne güzel bir karârgâhtır!)”1104 1102 İnsân,76:12. 1103 Duhán, 44:53. 1104 Kehf, 18:31.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 417 Üçüncüsü: ۘ‫(“ َعا ِليَ ُهـ ْم ِثي َـا ُب ُسـ ْن ُد ٍس ُخ ْض ٌر َو ِا ْسـتَ ْبَ ٌق‬Onların) ehl-i Cennet’in (üzerlerinde, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır.”1105 Yukarıda zikrettiğimiz üç âyet-i kerîmenin ilkinde, ehl-i Cennet’in giyeceği ipek elbiselerinin inceliğine delâlet etmek üzere ‫ ُسـ ْن ُد ٍس‬ta‘bîri; kalınlığını ifâde etmek üzere ise, ‫ ِا ْســتَ ْبَ ٌق‬ta‘bîri kullanılmıştır. Son iki âyet-i kerîmede ise, bu iki sıfâtla berâber, o ipeğin renginin yeşil olduğuna delâlet eden ‫ ُخ ْضــ ٌر‬ta‘bîri kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak, dünyâda ipek elbise giymeyi Ümmet-i Muhammed (asm)’ın erkeklerine harâm kılmıştır. Bu ipek elbiseleri, ebedî Cennet’te onlara ikrâm ve ihsân edecektir.1106 Resûl-i Ekrem (asm), şöyle buyurmuştur: :‫ َِس ْع ُت رَ ُسو َل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم يَ ُقو ُل‬:‫َع ْن ُح َذ ْي َفةَ ْب ِن ا ْليَ َما ِن رَ ِض َي الّٰ ُل َع ْن ُه قَا َل‬ ‫ َو َل تَأْ ُك ُلوا ۪في‬،‫ َو َل تَ ْشرَبُوا ۪في ٰا ِنيَ ِة ال َّذ َه ِب َوا ْل ِف َّض ِة‬،‫َل تَ ْلبَ ُسوا ا ْل َح ۪ريرَ َو َل ال ۪ ّديبَا َج‬ .‫ فَ ِإنَّ َها لَ ُه ْم ِفي ال ُّد ْنيَا َولَنَا ِفي ا ْلٰ ِخرَ ِة‬،‫ِص َحا ِف َها‬ Huzeyfe bin el-Yemân, Resûlulláh (sav)’den şöyle işittiğini rivâyet etmektedir: “(İpek giymeyiniz. Altın ve gümüş kaplarda su içmeyiniz. Altın ve gümüş kap- larda yemek yemeyiniz. Bunlar,) ya‘nî ipek giymek, altın ve gümüş kaplarda su iç- mek, yemek yemek, (dünyâda gayr-i Müslimler içindir. Âhirette ise, bu ni‘metler, bizlere verilecektir.) Ehl-i Cennet, Cennet’te ipek elbiseler giyer ve yiyip içtikleri kaplarının hepsi altın ve gümüştendir. Gayr-i Müslimler, âhirette her ni‘met gibi bu ni‘metlerden de mahrûmdurlar.”1107 Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet için ipeğin hem incesinden, hem de kalınından giydirir.1108 İpeğin ince ve kalın kısımları, “harîr” isminde dâhildir.1109 Çünkü, dîbâc, elbiselerden bir nev‘ olup, asıl yapıldığı madde ipektir.1110 1105 İnsân, 76:21. 1106 Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azím, 6/537. 1107 Buhárî, Kitâb: 70, Et‘ıme Bâb: 29, 6/208; Müslim, Kitâb: 37, el-Libâs ve’z-Zîyneh Bâb: 2, 3/1637. 1108 Keşşâf, 2/483, Bahru’l Muhît, 6/122. 1109 Tefsîru’l-Kebîr, 29/553. 1110 Mu‘cemü’l-Vesît, 1/268.

418 Dâr-ı Saádet Kur’ân-ı Hakîm’in, ipek elbiselerin hem ince, hem de kalın olanını zikretme- si, işâret eder ki: Ehl-i Cennet için, Cennet’te arzû ettiği her şey vardır. ‫ ُســ ْن ُد ٍس ُخ ْضــ ٌر َو ِا ْســتَ ْبَ ٌق‬ifâdelerinin nekire sígası ile gelmesi, ta‘zím içindir.1111 Hem tenkîr içindir; ta‘rîfi bizce mechûldür. Hem herkesin anladığı farklı oldu- ğundan, tam ma‘lûm değildir. Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet’in libâslarının renginin yeşil olduğunu haber ver- di. Çünkü, yeşil, renkler içinde en güzelidir. Nefs-i beşerin yeşil renkten aldığı zevk ve râhatlık, başka renklerde yoktur.1112 Ba‘zı ehâdîste dahi ehl-i Cennet’in libâsının yeşil olduğu ifâde edilmiştir. Ehl-i Cennet’in elbiseleri ebediyyen eskimez, yıpranmaz, dâimâ yenidir. Buna dâir Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlulláh (asm), şöyle buyurmuştur: .‫ َو َل تَ ْبـ ٰى ِثيَابُ ُهـ ْم‬، ‫(“ أَ ْهـ ُل ا ْل َجنَّـ ِة ُجـ ْر ٌد ُمـ ْر ٌد ُك ْحـ ٌل َل يَ ْفـ ٰى َشـبَابُ ُه ْم‬Ehl-i Cen- net’in vücûdunda ve yüzünde tüy yoktur. Gözleri sürmelidir. Gençlikleri fenâ bul- maz. Dâimâ gençtirler. Elbiseleri de eskimez.) Hep yenidir.”1113 ‫َعن أبي ُهرَ ْيرَة رَ ِضي الله َعن ُه َعن النَِّب صلى الله َعلَ ْي ِه َوسلم قَا َل من ي ْدخل ا ْلجنَّة‬ ‫ينعم َو َل يبأس َل تبلى ِثيَابه َو َل يفنى شبابه ِفي ا ْلجنَّة َما َل عين رَأَ ْت َو َل أذن َِسعت‬ ‫َو َل خطر على قلب بشر رَ َوا ُه ُمسلم‬ Ebu Hüreyre (ra)’den Resûlulláh (sav)’in şöyle dediği rivâyet olundu: “Cennet’e giren aslá sıkıntıya düşmeden ve üzülmeden dâimâ neş’e içinde mes‘úd ve bahtiyâr olarak yaşar. Ne elbisesi eskir, ne de gençliği gider. Cennet’te gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insân kalbine gelmeyen ni‘metler vardır.”1114 ‫َو ُر ِو َي َعن أبي أُ َما َمة رَ ِضي الله َعن ُه َعن رَ ُسول الله صلى الله َعلَ ْي ِه َوسلم قَا َل َما ِم ْن ُكم‬ ‫من أحد ي ْدخل ا ْلجنَّة ِإ َّل ا ْنطلق بِ ِه ِإلَى ُطوبَى فتفتح لَ ُه أكمامها فَيَأْ ُخذ من أَي ذَ ِلك‬ 1111 Rûhu’l-Maánî, 5/15/272. 1112 Bahru’l-Muhît, 6/122. 1113 Tirmizî: 2539; Mişkâtu’l-Mesábîh, 5/208. 1114 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 3352.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 419 ‫َشا َء ِإن َشا َء أَبيض َو ِإن َشا َء أَ ْحَر َو ِإن َشا َء أَ ْخ َضر َو ِإن َشا َء أصفر َو ِإن َشا َء أسود مثل‬ ‫شقائق النُّ ْع َمان وأرق َوأحسن‬ Ebû Ümâme (ra), Resûlulláh (sav)’den şöyle rivâyet etti: “Sizden Cennet’e girenler, mutlaka Túbâ ağacına götürülür. Ona varınca gelincik çiçeği gibi goncaları açılır. Ondan beyâz, kımızı, yeşil ve sarı renkli elbiselerden istediğini alır.”1115 ‫َو َعن أبي سعيد ا ْل ُخ ْد ِر ّي رَ ِضي الله َعن ُه َعن رَ ُسول الله صلى الله َعلَ ْي ِه َوسلم قَا َل ِإن‬ ‫الرجل ليتكىء ِفي ا ْلجنَّة سبعين سنة قبل أَن يتَ َح ّوَل ث َّم تَأتيه ا ْمرَأَة فَت ْضرب َم ْن ِكبه‬ ‫فَي ْنظر َوجهه ِفي خدها أصفى من ا ْلم ْرآة َو ِإن أدنى لؤلؤة َعلَ ْي َها تضيء َما بَين ا ْلمشرق‬ ‫َوا ْلم ْغرب فتسلم َعلَ ْي ِه فَيرد ال َّس َلم ويسألها من أَ ْنت فَتَقول أَنا من ا ْل َم ِزيد َوإنَّ ُه ليَ ُكون‬ ‫َعلَ ْي َها َس ْب ُعو َن ثوبا أدناها مثل النُّ ْع َمان من ُطوبَى فينفذها بَ َصره َح َّت يرى مخ َساق َها من‬ ‫َورَاء ذَ ِلك َو ِإن َعلَ ْي َها من التيجان ِإن أدنى لؤلؤة ِم ْن َها لتضيء َما بَين ا ْلمشرق َوا ْلم ْغرب‬ Ebu Saíd el-Hudrî (ra), Resûlulláh (sav)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti: “Kişi, Cennet’te yerinden ayrılmadan yetmiş sene dinlenir. Sonra bir kadın gelir omuzuna dokunur. Yüzüne bakınca yanağını aynadan daha parlak görür. Üzerin- deki elbisenin süsleri olan incilerin en kötüsü, doğu ile batı arasını aydınlatacak kadar parlaktır. Kendisine selâm verir, selâmını alınca, ‘Sen kimsin?’ der. Kadın da, ‘Ben, sana Elláh’ın lütfu ve keremiyim’ der. Üzerinde túbâdan yaratılmış gelincik çiçeği gibi kırmızı yetmiş kat elbise vardır. Bakınca, elbiselerin altından bacaklarının ilikleri görülür. Başında bir de taç vardır. Üzerindeki en kötü inci, doğu ile batı arasını aydınlatacak kadar güzel ve parlaktır.”1116 ‫َو ُر ِو َي َعن أبي ُهرَ ْيرَة رَ ِضي الله َعن ُه قَا َل َدار ا ْل ُمؤمن ِفي ا ْلجنَّة لؤلؤة ِفي َها أَ ْربَ ُعو َن ألف‬ ‫َدار ِفي َها َش َجرَة ت ْنبت ا ْلحلَل فَيَأْ ُخذ الرجل بِأُ ْص ُب َع ْي ِه َوأَ َشارَ بالسبابة والإبهام سبعين‬ ‫ح ّلَة متمنطقة بِال ّلُ ْؤلُ ِؤ والمرجان‬ 1115 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 3352. 1116 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 354.

420 Dâr-ı Saádet Ebu Hüreyre (ra)’den şöyle rivâyet olundu: “Mü’minin Cennet’teki sarâyında kırk bin oda vardır. Orada bir de ağaç var- dır. Meyve verir, elbise verir. O elbiseler öyle ince ve zarîftir ki, kişi -şehâdet ve başparmaklarına işâret ederek - iki parmağı ile inci ve mercân kemerli yetmiş elbiseyi tutabilir.”1117 ‫َو َعن ُشرَ ْيح بن عبيد رَ ِضي الله َعن ُه قَا َل قَا َل َك ْعب لَو أَن ثوبا من ِثيَاب أهل ا ْلجنَّة‬ ‫لبس ا ْليَ ْوم ِفي ال ُّد ْنيَا لصعق من ينظر ِإلَ ْي ِه َو َما َحلته أَ ْب َصارهم رَ َوا ُه ا ْبن أبي ال ُّد ْنيَا‬ ‫َويَأْ ِتي َح ِديث أنس ا ْل َم ْرفُوع َولَو اطَّلَعت ا ْمرَأَة من ن َساء أهل ا ْلجنَّة ِإلَى الأَ ْرض‬ ‫لملأت َما بَينه َما ريحًا ولأضاءت بَينه َما َولنَ ِصيف َها يَ ْع ِن خمارها على رَأس َها خير من‬ ‫ال ُّد ْنيَا َو َما ِفي َها رَ َوا ُه ال ُب َخا ِر ّي َو ُمسلم‬ Şüreyh bin Ubeyd (ra)’den, Ka‘b’ın şöyle dediği rivâyet olundu: “Şâyet Cennet elbiselerinden biri dünyâda giyilse, gözler, ona bakmaya dayanamaz. Onu görenler, bayılır düşer.” Enes’ten merfû‘ olarak şöyle rivâyet olundu: “Şâyet Cennet ehlinin kadınlarından biri yeryüzüne baksa, güzel kokusu bütün dünyâyı sarar, güzelliği de doğu ile batı arasını aydınlatır. Onun başındaki eşarbı, dünyâdan ve dünyâdaki bütün servetlerden daha değerlidir.”1118 Yine ehâdîs-i Nebeviyye’de, “Şu ameli işleyene, Cennet’te bir elbise giydirilir” diye pek çok rivâyet mevcûddur. Nümûne olarak birini zikrediyoruz: Abdulláh bin Ebî Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’ın dedesi (ra)’den rivâyet edildiğine göre; o, Hazret-i Peygamber (asm)’ın şöyle buyurduğunu söy- lemiştir: .‫َما ِم ْن ُم ْؤ ِم ٍن يُ َع ّ۪زي أَ َخا ُه بِ ُم ۪صيبَ ٍة ِإ َّل َك َسا ُه الّٰ ُل ُس ْب َحانَ ُه ِم ْن ُحلَ ِل ا ْل َكرَا َم ِة يَ ْو َم ا ْل ِقيَا َم ِة‬ “Bir musíbet sebebiyle dîn kardeşine ta‘ziyede bulunan hîçbir mü’min yoktur ki; Elláh, kıyâmet günü ona kerâmet elbiselerinden bir takım elbise giydirmesin.”1119 1117 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 354. 1118 et-Tergíb ve’t-Terhîb, c. 7, s. 355. 1119 İbn-i Mâce, Kitâbü’l-Cenâiz, Bâb: 56, Hadîs No: 1601.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 421 Hulâsa: Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, kemâl-i rahmetinden, ehl-i Cennet’e en iyi ipekten envâ-ı çeşit libâsları ikrâm ve ihsân eder. Ehl-i Cennet’in libâsları, devâmlı súrette ter temiz ve yep yenidir. Aslá kirlenmez, yıpranmaz ve eskimez. Cennet libâsları bahsinde zikrettiğimiz tüm îzáhâtlar, a‘zamî derecede Elláh’ın varlığını, birliğini ve haşr-i cismânîyi isbât ve îzáh eder. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, bu Cennet libâslarından giymeyi bizlere de nasíb eylesin. Âmîn. On Birinci Mes’ele: Ehl-i Cennet’in zînet ve hulliyyâtına dâirdir. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, dört âyet-i kerîmesiyle bu hulliyyâta nazar-ı dikkatleri celbetmektedir. Şöyle ki: Ehl-i Cennet’in zînetine dâir Kur’ân’daki birinci âyet: ‫َجنَّا ُت َع ْد ٍن يَ ْد ُخ ُلونَ َها ُيَ ّلَ ْو َن ۪في َها ِم ْن اَ َسا ِورَ ِم ْن ذَ َه ٍب َولُ ْؤلُؤً۬ا‬ “O mü’minler hakkında tecellî eden İlâhî lütuf, (Adn Cennetleri’dir ki;) içle- rinde dâimâ ikámet edilecek olan ebedî köşkleri, sarâyları, bağları, bahçeleridir ki; o mü’minler, (onlara girerler.) Dâimî zevk u safâ dolu o Cennet’lere kavuşurlar. (Orada altından bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir.) Cennet’e giren erkekler ve kadınlar, hâllerine lâyık, günâgün tezyînâta nâil olacaklardır.”1120 Saíd bin Cübeyr (ra)’dan rivâyetle, Resûl-i Ekrem (asm), ‫“ َجنَّـا ُت َعـ ْد ٍن يَ ْد ُخ ُلونَ َهـا ُيَ ّلَـ ْو َن ۪في َهـا ِمـ ْن اَ َسـا ِورَ ِمـ ْن ذَ َهـ ٍب َولُ ْؤلُـ ۬ؤًا‬Mükâfâtları, (Adn Cennetleri’dir. Oraya girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler”1121 âyetini okudu ve şöyle buyurdular: “Ehl-i Cennet’in üzerlerinde taçları vardır. En aşağı mertebedeki inci, mağrib ve maşrık arasını aydınlatır.”1122 Ebû Saíd el Hudrî (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurmuştur: .‫ِا َّن َعلَ ْي ِه ُم ال ۪تّي َجا َن ِا َّن أَ ْد ٰنى لُ ْؤلُؤَ ٍة ِم ْن َها لَ ُت ۪ضي ُء َما بَ ْ َي ا ْل َم ْش ِر ِق َوا ْل َم ْغ ِر ِب‬ “Cennetliklerin başlarında taçları vardır. Bu taçların üzerindeki incilerin en değersizi, doğu ile batı arasını aydınlatacak kadar parlaktır.”1123 1120 Fâtır, 35:33. 1121 Fâtır, 35:33. 1122 Hâkim fi’l-Müstedrek: 2/426. 1123 Tirmizî, 38/22, Hadîs No: 2741.

422 Dâr-ı Saádet Ehl-i Cennet’in zînetine dâir Kur’ân’daki ikinci âyet: ‫ِا َّن الّٰلَ يُ ْد ِخ ُل الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُر‬ ‫ُيَ ّلَ ْو َن ۪في َها ِم ْن اَ َسا ِورَ ِم ْن ذَ َه ٍب َولُ ْؤلُ ۬ؤًا‬ “(Şübhe yok ki; Elláhu Teálâ, îmân edenleri ve sálih amel işleyenleri, altla- rından ırmaklar akan Cennet’lere idhál edecektir. Orada altın bilezikler ve inci ile süsleneceklerdir.)”1124 Ehl-i Cennet’in zînetine dâir Kur’ân’daki üçüncü âyet: ‫ِا َّن الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت ِانَّا َل نُ ۪ضي ُع اَ ْجرَ َم ْن اَ ْح َس َن َع َم ًل‬ “(Şübhesiz o kimseler ki; îmân ettiler) Hazret-i Muhammed (asm)’ın getirdiği ahkâmı tasdîk ettiler (ve) Elláh’ın rızásına muvâfık olarak (sálih amellerde bulun- dular. Elbette Biz, öyle güzel amel işleyenlerin mükâfâtını záyi‘ etmeyiz.”1125 ‫اُو۬ ٰلٓ ِئ َك لَ ُه ْم َجنَّا ُت َع ْد ٍن َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت ِه ُم ا ْلَ ْن َها ُر ُيَ ّلَ ْو َن ۪في َها ِم ْن اَ َسا ِورَ ِم ْن ذَ َه ٍب‬ “(İşte onlar için,) îmân edip amel-i sálih işleyenler için, Âhiret Áleminde (Adn Cennetleri vardır ki;) orada ebedî bir súrette ikámet edeceklerdir. İkámet- gâhlarının, köşk ve sarâylarının veyâ ağaçlarının (altlarından ırmaklar akar.) Ashâb-ı Cennet, öyle güzel ve lezzetli suların akmasını, rûha gıdâ veren man- zarasını görünce mes‘úd olurlar. Cennet ehli, (orada tahtlar üzerine kurularak altın bilezikler ile süsleneceklerdir)”1126 “Adn”; ikámet ma‘nâsına geldiği cihetle; “Mü’minler için Cennât-ı Adn var- dır” demek, “Cennât-ı ikámet vardır” demektir. İkámet mahallinin hayırlısı; bağ ve bahçeler arasında, suyu bol olan mahal olduğu için, Cenâb-ı Hak, Cennet’i, ağaçlarının altından nehirler cereyân etmekle tavsíf etmiştir. Ehl-i Cennet’in zînetine dâir Kur’ân’daki dördüncü âyet: ‫“ َو ُح ّلُٓـوا اَ َسـا ِورَ ِمـ ْن ِف َّضـ ٍة‬Ehl-i Cennet, Cennet’te (gümüşten bilezikler ile bezen- mişlerdir.)”1127 1124 Hac, 22:23. 1125 Kehf, 18:30. 1126 Kehf, 18:31. 1127 İnsân,76:21.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 423 َ‫ اَ َسـا ِور‬kelimesi, ‫ أَ ْسـ ِورَ ٌة‬kelimesinin cem‘ıdir. ‫ أَ ْسـ ِورَ ٌة‬kelimesi ise, ‫( س‬sîn) har- finin ötre ve esresiyle telaffuz olunan ٌ‫ ِســوَار‬- ٌ‫ ُســوَار‬kelimelerinin cem‘ıdir ki; buna, cem‘u’l-cem‘ denir. ٌ‫ ِســوَار‬- ٌ‫ ُســوَار‬ise; bileziklere, envâ-ı hullîden altın ve gümüş takılara denir.1128 “Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde; sâir hulliyyât içinde husúsan bileziklerin nazara verilmesi ve َ‫ اَ َســا ِور‬lafzının mezkûr âyetlerin hepsinde nekire olarak gelmesi, bu bileziklerin hüsün ve cemâlinin ta‘zím ve teşrîfine işâret etmektedir.”1129 “Kehf ve İnsân Sûresi’nde geçen âyetlerin delâletiyle; ehl-i Cennet’in bile- zikleri, altın ve gümüştendir. Onlar ba‘zan altın, ba‘zan gümüş bilezik takarlar. Ba‘zan da altın ve gümüş bilezikleri berâber takarlar. Elláhu a‘lemü bi’s- savâb.”1130 Kur’ân-ı Hakîm’de, ehl-i Cennet’in zînetiyle alâkalı Kehf, 18:31; Hac, 22:23 ve Fâtır, 35:33 âyet-i kerîmelerde ehl-i Cennet’e takılan zînetlerin altından ol- duğu ifâde ediliyor. İnsân, 76:21 âyet-i kerîmesinde ise, o zînetlerin gümüşten olduğu bildiriliyor. Demek, Cennet’teki kadın ve erkekler hem altın, hem de gümüş zînetler takınırlar. O zînetler, güzellikte altına, beyâzlıkta ise gümüşe benzemektedir. “Kur’ân-ı Hakîm,‫‘ ُيَ ّلَــ ْو َن ۪في َهــا‬O Cennet’te zînetlendirilirler, süslendirilirler’ cümlesinde geçen ‫ ۪فـي‬harf-i cerri ile bildiriyor ki; o süslenmek, Cennet’in háricinde değil, dâhilinde olacaktır.”1131 Ehl-i Cennet’in hullîsi (süs eşyâları, zînetleri) inciden de vardır. Saíd bin Cü- beyr (ra) şöyle der: “Ehl-i Cennet’ten her biri, üç bilezik ile süslenir. Biri gümüş, biri altın, biri de inci ve yâkúttandır.”1132 Resûlulláh (sav) şöyle buyurmuştur: ‫ لَ َتَ ْخرَفَ ْت لَ ُه َما بَ ْ َي َخوَا ِف ِق ال َّس ٰموَا ِت َوا ْلَ ْر ِض‬، ‫لَ ْو أَ َّن َما يُ ِق ُّل ظُ ْف ٌر ِمَّا ِفي ا ْل َجنَّ ِة بَ َدا‬ 1128 en-Nûru’l-Furkán fî Şerhi Lügati’l-Kur’ân, 1/103; el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 5/10/396. 1129 Keşşâf, 2/493; Bahru’l-Muhît, 6/122; Rûhu’l-Maánî, 5/15/272. 1130 Tefsîru’l-Kebîr, 29/253. 1131 Tefsîru’l-Kebîr, 26/26. 1132 Meálimü’t-Tenzîl, 3/15/566; Zâdü’l-Mesîr, 5/137; El-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 5/10/396.

424 Dâr-ı Saádet ‫ َك َما‬، ‫ َولَ ْو أَ َّن رَ ُج ًل ِم ْن أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة اطَّلَ َع فَبَ َدا ِسوَا ُر ُه لَطَ َم َس َض ْو ُء ُه َض ْو َء ال َّش ْم ِس‬، .‫تَ ْط ِم ُس ال َّش ْم ُس َض ْو َء النُّ ُجو ِم‬ “(Eğer Cennet ni‘metlerinden tırnak mikdârı bir şey, dünyâ için záhir olup görünseydi; bu mikdâr Cennet’in bir ni‘meti, semâ ve Arz’ın her tarafını tezyîn edip süslerdi. Eğer ehl-i Cennet’ten bir adamın bir tek bileziği dünyâda görünsey- di; Güneş’in, yıldızların ışığını götürdüğü gibi; o bileziğin ışığı ve parlaklığı dahi Güneş’in ışığını götürürdü.) Güneş, o bileziğin karşısında nûrsuz kalırdı.”1133 Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle, o zât şöyle buyurmuştur: “Halîlim Resûlulláh (asm)’dan şöyle işittim: ‘.‫ َح ْيـ ُث يَ ْب ُلـ ُغ ا ْلوَ ُضـو ُء‬،‫( تَ ْب ُلـ ُغ ا ْل ِح ْليَـ ُة ِمـ َن ا ْل ُم ْؤ ِمـ ِن‬Mü’mi- nin) altın, gümüş ve inciden olan (zîneti, abdest suyunun ulaştığı yere kadardır.)”1134 Hulâsa: Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmeler ve ehâdîs-i Nebeviyye (asm), ehl-i Cennet’in envâ-ı çeşit hulliyyâtından (süs eşyâlarından ve zînetlerinden) bahsetmekte; o hulliyyâtın altın, gümüş ve inciden olduğunu bildirmektedir. Ehl-i Cennet, istedikleri zamân ba‘zan iki kollarına altın, gümüş veyâ inciden bilezikler takarlar; ba‘zan da bir sıra altın, bir sıra gümüş, bir sıra da inciden bi- leziklerle süslenirler. Veyâhúd altın ve gümüş bileziklerin üzerleri inciden süs- lenmiş, işlenmiş oldukları hâlde o bileziklerle zînetlenirler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, bizleri de o Cennet hulliyyâtıyla zînetlenen mes‘úd ve bahtiyâr kullarından eylesin. Âmîn. On İkinci Mes’ele: Ehl-i Cennet’in, Cennet’te uyumamalarına dâirdir. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, uykuyu bu dâr-ı dünyâda ni‘met yapmıştır. Bu husús, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da ni‘met olarak zikredilmiştir. Fakat, Cennet’te o kudret-i kâmile, insânı öyle bir sistemde ve kánûnda halk eder ki; uyku, ni‘met olmaktan çıkar, nıkmet olur. Bu sebeble, Cennet’te uyku yoktur. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Cennet’te insânı, kayyûmiyyet ve bekásına nümû- ne cihetiyle bir âyîne yapar. Uyku ise, bu iki sıfât-ı İlâhiyye’ye zıd olduğundan, o álemde uyku olmaz. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: ‫(“ اَلّٰ ُل َٓل ِا ٰل ـهَ ِا َّل ُه ـ ۚوَ اَ ْل َح ـ ُّي ا ْل َقيُّـو ُۚم َل تَأْ ُخ ـ ُذ ُه ِس ـنَةٌ َو َل نَـ ْو ٌم‬Elláhu Teálâ ki; O’ndan başka Ma‘bûd-i bi’l-hak yoktur; Hayy ve Kayyûm yalnız O’dur.) Hayâtı, ezelî ve 1133 Müsned, İbn-i Hanbel, 3/30; Tirmizî, Kitâbü Sıfâti’l-Cenneh, Bâb: 4; Sıfâtü Ehli’l-Cenneh, 4/85. 1134 Sahîh-i Müslim, Kitâbü’t-Tahâre, Bâb:13, 1/219; Sünen-i Neseî bi Şerhi’s-Süyûtí, 1/93.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 425 ebedîdir. Mevt ve fenâ, zevâl ve firâk aslâ O’na árız olamaz. O, kendi Zâtıyla káimdir. Varlığının devâm ve bekásı için hîçbir şeye, hîçbir kimseye muhtâc de- ğildir. Bütün kâinâtın vücûdu, devâm ve bekásı, O’nunladır. (O’nu ne uyuklama, ne de uyku tutar.) O’na -hâşâ- gaflet árız olamaz. O, dâimâ mahlûkátını görür; ahvâllerini bilir; her şeyden haberdârdır.”1135 Kayyûm-i bâkí olan Zât-ı Zü’l-celâl, nasıl ki, uyku ve uykunun öncüsü olan uyuklamaktan münezzehtir. Uyku, kayyûmiyyet ve beká sıfatıyla bağdaşmaz. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın, Cennet’te kayyûmiyet ve bekásına nümûne i‘tibâriyle âyîne olan ehl-i Cennet dahi uyumazlar. Çünkü, uyku, ölümün karde- şidir. Buna dâir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: ‫ أَيَنَا ُم أَ ْه ُل ا ْل َجنَّ ِة ؟‬، ‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬: ‫ قَا َل رَ ُج ٌل‬: ‫ قَا َل‬، ‫َع ْن َجابِ ِر ْب ِن َع ْب ِد الّٰ ِل‬ .‫ اَلنَّ ْو ُم أَ ُخو ا ْل َم ْو ِت َو َل يَ ُمو ُت أَ ْه ُل ا ْل َجنَ ِة‬: ‫ قَا َل‬، Câbir bin Abdulláh (ra)’dan rivâyetle, Hazret-i Câbir dedi ki: “Bir adam, ‘Yâ Resûlelláh, ehl-i Cennet uyur mu?’ diye sordu. Resûlulláh (asm) buyurdular ki: ‘Uyku, ölümün kardeşidir. Ehl-i Cennet, ölmezler.’ ”1136 Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, cism-i beşeri Cennet’te öyle bir şekilde halk edip inşâ eder, öyle bir kánûn ve sistemde yaratır ki; o cisim, ne ölüme, ne de ölümün kardeşi olan uykuya ma‘rûz kalır. Uykuya sebeb olan hâlât Cennet’te olmadığından, uyku dahi orada yoktur. Ek- seriyyetle vücûddaki zerrelerin değişimi esnâsında insânın uykusu gelir. Cennet’te ise zerrât-ı cisim sâbit olduğundan, vücûdda zerrâtın değişimleri olmaz: uyku da meydâna gelmez, ölüme dahi ma‘rûz kalınmaz. Hem oradaki lezzet devâmlı ola- rak arttığından, o sevinç ve neş’eye mazhar olan ehl-i Cennet elbette ki uyumaz. Zîrâ, uykuda olan bir kimse, çok ni‘met ve lezzetlerden mahrûm kalır. Daha birçok hikmete mebnî olarak, Cennet’te uyku yoktur. Ehl-i Cennet uyumazlar. Cennet’te uyku olmaması işâret eder ki; Cennet’in tálibleri dahi dünyâda zarûret mikdârı uyumalıdırlar. Vakitlerini uyku ile záyi‘ ve heder et- memeli; devâmlı olarak hayrâtta müsâraat etmelidirler. Buna dâir hadîs-i şerîf- te şöyle buyrulmaktadır: 1135 Bakara, 2:255. 1136 Sıfâtü’l-Cenneh li Ebî Nuaym Esfehânî.

426 Dâr-ı Saádet ‫ يَا قَ ْو ِم ا ْط ُل ُبوا‬: ‫ َِس ْع ُت رَ ُسو َل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم يَ ُقو ُل‬: ‫ قَا َل‬، ‫َع ْن ُكلَ ْي ِب ْب ِن َح ْز ٍن‬ ‫ َو ِإ َّن النَّارَ َل يَنَا ُم‬، ‫ فَ ِإ َّن ا ْل َجنَّةَ َل يَنَا ُم طَا ِل ُب َها‬، ‫ َوا ْه ُربُوا ِم َن النَّا ِر َج ْه َد ُك ْم‬، ‫ا ْل َجنَّةَ َج ْه َد ُك ْم‬ .‫ َو ِإ َّن ال ُّد ْنيَا ُمَ ّفَ َفةٌ بِال َّش َهوَا ِت‬، ‫ أَ َل ِإ َّن ا ْل ِخرَةَ ا ْليَ ْو َم ُمَ ّفَ َفةٌ بِا ْل َم َكا ِر ۪ه‬، ‫َها ِربُ َها‬ Kuleyb bin Hazn (ra)’dan rivâyetle, dedi ki: “Ben, Resûlulláh (asm)’dan işittim, şöyle buyurdu: ‘Ey kavmim! Cennet’i, ciddî ve en kuvvetli bir şekilde taleb edip isteyin! Ve âteşten bütün kuvvetinizle kaçıp sakının! Muhakkak ki, Cennet’in tálibi, Cennet’i arzûlayan kişi uyumaz. Ve muhakkak âteşten kaçıp kurtulmak is- teyen de uyumaz. Biliniz ki, âhiret, zorluklarla; dünyâ ise şehevât ve lezzetlerle çevrilmiştir.’”1137 Hulâsa: Cennet, uyku yeri değildir. Ehl-i Cennet, ebediyyen ne ölürler, ne de uyurlar. Zîrâ, Cennet’te uykuyu gerektirecek hîçbir sebeb yoktur. Bu uyuma- mak dahi ehl-i Cennet için azím bir mükâfâttır. Cennet’te uyku olmamakla berâber, ehl-i Cennet, zevceleriyle berâber kay- lûle vakti istirâhate çekilirler. Bu da ihtiyâcdan dolayı değil, zevk ve lezzet için- dir. Furkân Sûresi’nde şöyle buyrulur: ‫“ اَ ْص َحــا ُب ا ْل َجنَّــ ِة يَ ْو َم ِئــ ٍذ َخــ ْرٌ ُم ْســتَ َق ّرًا َواَ ْح َســ ُن َم ۪قيــ ًا‬O günde Cennet ehli, karârgâh i‘tibâriyle hayırlıdır, istirâhatgâhca da daha güzeldir.”1138 Âyet-i kerimede geçen ‫ َم ۪قيــ ًا‬kelimesi, “mahall-i kaylûle” demektir. Ya‘nî, kuşluk zamânında istirâhat edilecek yer demektir. Buna kaylûle zamânı denir. İşte Cennet ehli böyle güzel, râhat bir vaz‘ıyyette bulunacaktır. Beydávî’nin beyânı vechile, Cennet’te uyku olmadığı cihetle, bu makámda kasd olunan; ehl-i Cennet’in zevceleriyle, hûrîleriyle halvet edip tek başlarına kaldıkları istirâhat zamânı ve mekânı gáyet güzeldir, demektir. On Üçüncü Mes’ele: Ehl-i Cennet’in kötü bir söz işitmemelerine dâirdir. Cennet’in en büyük ni‘metlerinden biri de, ehl-i Cennet’in, Cennet’te onları râhatsız edecek hîçbir sözü işitmemeleridir. Cennet’te lağv, mâlâya‘nî ve kizb gibi râhatsız edici hîçbir söz yoktur. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’da geçen konuyla alâ- kalı âyet-i kerîmeler şunlardır. 1137 Ma‘rifetü’s-Sahâbe, 5303; Mecmau’l-Bahreyn fî Zevâidi’l-Mu‘cemeyn, 254. 1138 Furkán, 25:24.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 427 Birincisi: ‫َل يَ ْس َم ُعو َن ۪في َها لَ ْغوًا ِا َّل َس َل ًم ۜا َولَ ُه ْم ِر ْزقُ ُه ْم ۪في َها بُ ْكرَةً َو َع ِشيًّا‬ “Ehl-i Cennet, (orada) o Adn Cennetleri’nde (fâidesiz bir söz işitmezler.) Lüzûmsuz söz söylemez ve bâtıl kelâm işitmezler. (Ancak ‘selâm’ işitirler.) Kendi- lerine, Elláh tarafından veyâ melekler tarafından veyâ biribirleri tarafından verilen selâmı işitirler; böylece iltifât edici sözleri işitmek ni‘metine kavuşurlar. (Ve onlar için orada sabâh ve akşâm) ya‘nî sürekli olarak (rızıkları da vardır.) İstedikleri zamân, rızıkları kendilerine gelir; aslâ darlık görmezler.”1139 İkincisi: ‫(“ يَتَنَازَ ُعـو َن ۪في َهـا َكأْ ًسـا َل لَ ْغ ٌو ۪في َهـا َو َل تَأْ ۪ثيـ ٌم‬Ve) ehl-i Cennet, (orada) Cennet’te (karşılıklı kadeh çekiştirirler, tokuştururlar; bir kadehi elden ele dolaştırırlar.) İçi şarâb dolu kâseleri münâvebe tarîkı ile biribirlerinden alırlar. (Onda) o içecekleri şeyde, (ne bir boş söz vardır) onu içtikleri sırada lüzûmsuz, boş lâkırdılarda bulun- mazlar (ve ne de bir günâh.) Onun içilmesi, bir günâha sebebiyyet vermez. Ya‘nî, Cennet’teki şarâblar, dünyâdaki şarâblara benzemez. Çünkü, içenleri sarhóş etmez; onları abes lâkırdılara sevk eylemez; onları günâha sürüklemez.”1140 Üçüncüsü: ‫“ َل يَ ْس ـ َم ُعو َن ۪في َه ـا لَ ْغ ـوًا َو َل تَأْ ۪ثي ًم ـا‬Cennet ehli, (orada) Cennet’te (ne bir boş lâf, ne de günâha sokacak bir söz işitirler.)”1141 ‫“ ِا َّل ۪قيــ ًا َســ َا ًما َســ َا ًما‬Onlar, Cennet’lerde (ancak bir sözü işitirler. O da en iyi ve en güzel söz olan ‘Selâm, Selâm’dır.) Ya‘nî, hem kendileri biribirlerine devâmlı selâm verirler; hem melekler onlara selâm verirler; hem de Elláh tarafın- dan kendilerine öyle bir selâmette devâmlı kalacakları tekrâr tekrâr müjdelenir.”1142 Dördüncüsü: ‫“ َل يَ ْســ َم ُعو َن ۪في َهــا لَ ْغــوًا َو َل ِك َّذابًــا‬O Cennet’e giren zâtlar, (orada) o Cen- net’te (boş bir lâkırdı) söylemezler ve dinlemezler (ve bir yalanlama işitmezler.) Biribirlerini yalanlamazlar.”1143 1139 Meryem, 19:62. 1140 Túr, 52:23. 1141 Vâkıa, 56:25. 1142 Vâkıa, 56:26. 1143 Nebe’, 78:35.

428 Dâr-ı Saádet Beşincisi: ً‫(“ َل تَ ْس َم ُع ۪في َها َل ِغيَة‬Orada) o Cennet’te (boş, fâidesiz bir söz işitmezsin.)”1144 Hulâsa: Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, sarîhan haber veriyor ki; ehl-i Cennet, boş, mâlâya‘nî, fâidesiz, yalan, onları râhatsız edecek hîçbir söz işitmezler. Bu tür sözleri işitmeyecekleri husúsu, işâret eder ki; bu tür boş, mâlâya‘nî, fâidesiz sözleri, ehl-i Cennet de söylemezler. Bu dahi çok büyük bir ni‘mettir. On Dördüncü Mes’ele: Ehl-i Cennet’in ehl-i Cehennemle olan tekellümüne dâirdir. Ehl-i Cennet Cennet’e, ehl-i Cehennem de Cehennem’e girdikten sonra, her iki gürûh biribirlerini görüp konuşurlar. Konuyla alâkalı olarak iki misâl zikre- deceğiz: Birinci Misâl: A‘râf Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır: ‫َونَا ٰدٓى اَ ْص َحا ُب ا ْل َجنَّ ِة اَ ْص َحا َب النَّا ِر اَ ْن قَ ْد َو َج ْدنَا َما َو َع َدنَا رَبُّن َا َح ًّقا فَ َه ْل َو َج ْدتُ ْم َما‬ ‫َو َع َد رَبُّ ُك ْم َح ًّقاۜ قَالُوا نَ َع ْمۚ فَاَذَّ َن ُمؤَ ِذّ ٌن بَ ْينَ ُه ْم اَ ْن لَ ْعنَ ُة الّٰ ِل َع َل الظَّا ِل ۪مي َن‬ “(Ehl-i Cennet, Cehennem ehline nidâ edip: ‘Rabbimizin bize va‘dettiği- ni) dünyâda iken bize peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği sevâbları, ni‘metleri, yüce makámları (biz, şübhe yok ki, hak) sâbit (bulduk.) O İlâhî va‘d sebe- biyle bu büyük mevkı‘lere kavuştuk. (Siz de Rabbinizin va‘dettiğini) âhiret hayâtını, mü’minlerin o âhiret hayâtında ni‘metlere ulaşacaklarını, inkârcıların da lâyık oldukları cezâlara kavuşacaklarını (hakíkaten vâkı‘ buldunuz mu?’) Siz, dünyâda iken bunları tasdîk etmiyordunuz, (diye soracaklar.) O inkârcıla- rın ne kadar yanlış hareket ettiklerini kendilerine bu şekilde hátırlatacaklardır. (Onlar da,) o inkârcılar da (‘Evet’ diyecekler.) Elláh’ın va‘dinin gerçekleşmiş olduğunu i‘tirâf etmeye mecbûr kalacaklardır. (Derken,) böyle bir konuşma- da bulunurlarken bu iki fırkanın (aralarında bir münâdî, ‘Elláhu Teálâ’nın la‘neti, zálimlerin üzerinedir’ diye nidâ edecektir.) Evet, zálimler, zulümleri- nin cezâsı olmak üzere böyle bir la‘neti hak etmişlerdir.”1145 ۜ‫َونَا ٰدٓى اَ ْص َحا ُب النَّا ِر اَ ْص َحا َب ا ْل َجنَّ ِة اَ ْن اَ ۪في ُضوا َعلَ ْينَا ِم َن ا ْل َٓما ِء اَ ْو ِ ّمَا رَزَقَ ُك ُم الّٰ ُل‬ 1144 Gáşiye, 88:11. 1145 A‘râf, 7:44.

İkinci Bâb/Birinci Fasıl 429 ۙ‫قَالُٓوا ِا َّن الّٰلَ َح ّرَ َم ُه َما َع َل ا ْل َكا ِف ۪ري َن‬ “(Ve) iki grubtan, ya‘nî mü’minler ile kâfirlerden her biri lâyık oldukları yerlerde karâr kıldıktan sonra (nâr ehli,) Cehennem azâbını tadanlar; şiddetli harâretleri- ni, açlıklarını azaltabilmek ümîdiyle (Cennet ehline nidâ ederek) ‘Ey Cennet ehli! (Suyunuzdan veyâ Elláh’ın size rızık olarak verdiği şeylerden) diğer içilecek veyâ yiyilecek ni‘metlerden bir kısmını da (bizim üzerimize dökünüz.) Onlardan bize de çokça veriniz.’ (diye yalvaracaklar.) Böyle boş ve ümîdsizce temennîlerde bulunacaklar. (Onlar da) Cennet ehli de (‘Şübhe yok ki; Elláh Teálâ, bunları,) bu Cennet ni‘metlerini, (kâfirler üzerine harâm kılmıştır.) O ni‘metlerden istifâde etmelerini kat‘ıyyen men‘ buyurmuştur. Biz, bunları size nasıl verebiliriz?’ (diye- ceklerdir.)”1146 İkinci Misâl: Müdessir Sûresi’nde ise şöyle buyrulmaktadır: ٌ‫(“ ُك ُّل نَ ْفــ ٍس بِ َمــا َك َســبَ ْت رَ ۪هينَــة‬Her nefis, kazanmış olduğu şeye bağlıdır.) Dünyâdaki ibâdet ve itáatine göre mükâfâta erer; inkâr ve isyânına göre de cezâya uğrar.”1147 ‫(“ ِا َّٓل اَ ْص َحـا َب ا ْليَ ۪مي ِن‬Ancak Ashâb-ı Yemîn) âhirette, kitâbları sağ taraflarından verilecek olan mü’minler (müstesnâ.) Bunlar, dünyâdaki güzel amellerinin kat kat mükâfâtına nâil olacaklardır. Bir borçlu, verdiği rehin ile alacaklının elinden kur- tulacağı gibi, sálih amellerde bulunanlar da o amelleri sâyesinde kendi nefislerini azâbın pençesinden kurtarmış, ni‘metlere nâil bulunmuş olurlar.”1148 ‫“ ۪فـي َجنَّـا ٍتۜ يَتَ َٓسـا َءلُو َن‬Kitâbları sağ taraflarından verilenler ise (Cennetlerde- dirler.) Ehl-i Cennet, (sorarlar.)”1149 ‫(“ َعـ ِن ا ْل ُم ْج ِر ۪مـ َن‬Günâhkârlardan.) Ehl-i Cehennem’den, Cehennem’e atılmış olan inkârcı kimselerden, felâketlerinin sebebini sorup onlara suçlarını i‘tirâf ettir- mek isterler. Bu iki zümrenin bulundukları yerler biribirinden fevka’l-áde uzak bu- lunduğu hâlde aralarında böyle bir konuşmanın cereyânı, İlâhî bir kudret eseridir. Cenâb-ı Hak, bu hâlin küçük nümûnelerini dünyâ hayâtında bizlere gösteriyor 1146 A‘râf, 7:50. 1147 Müddessir, 74:38. 1148 Müddessir, 74:39. 1149 Müddessir, 74:40.

430 Dâr-ı Saádet ki, Âhiret Álemindeki o müdhiş hâdiselerin inkârına mahal kalmasın. Evet, günümüz dünyâsında doğuda bulunan bir insân, batıdaki bir insân ile telefonla konuşabiliyor, hattâ onu görebiliyor. Hâl böyleyken âhiretteki nice hárikaların meydâna gelmesi nasıl imkânsız görülebilir!”1150 َ‫“ َمــا َســلَ َك ُك ْم ۪فــي َســ َقر‬Cennet’e girenler, Cehennemliklerden sorarlar: ‘Ey Cehennem’e atılmış kimseler! (Sizi Cehennem’de bulunmaya ne şey sevk etti?’) Sizin bu felâketinize hangi hareketleriniz sebebiyyet verdi?”1151 ‫“ قَالُـوا لَـ ْم نَـ ُك ِمـ َن ا ْل ُم َص ۪ ّلـ َن‬O suçlular da bu cezâya müstehak olmalarının sebeblerini açıklayıp (dediler ki: ‘Biz, namâz kılanlardan olmadık.’) Bu birin- ci sebeb.”1152 ‫“ َولَـ ْم نَـ ُك نُ ْط ِعـ ُم ا ْل ِم ْسـ ۪كي َن‬İkinci sebeb olarak da dediler ki: (‘Ve yoksullara yiyecek verir de olmadık.’) Kendi mallarımızdan Elláh’ın fakír kullarına yar- dımda bulunmadık. Mâlî vazífeleri de yerine getirmedik.”1153 ‫‘(“ َو ُكنَّــا َنُــو ُض َمــ َع ا ْل َٓخائِ ۪ضــ َن‬Ve) yine dediler ki: (Biz bâtıla dalanlar ile berâber dalan kimseler olduk.’) Meselâ: Bir takım inkârcı kimseleri taklîd ede- rek îmân ve táatten mahrûm kaldık. O dînsizlerin sözlerine bakarak Peygamber (asm) hakkında -hâşâ- ‘yalancı, sihirbâz, mecnûn’ dedik. Kur’ân-ı Kerîm hak- kında da -hâşâ- ‘sihir, şiir, kehânet eseridir’ deme cehâletinde bulunduk. Bu da üçüncü sebeb.”1154 ‫‘(“ َو ُكنَّــا نُ َكــ ِّذ ُب بِيَــ ْو ِم ال ۪ ّديــ ِن‬Ve) dördüncü sebebi beyân zımnında dediler ki: (Biz, cezâ gününü) bir hesâb ve suâle tâbi‘ olacağımızı (yalanlar olmuştuk.’) Kıyâmetin vukú‘ bulacağına inanmıyorduk.”1155 ‫‘(“ َحـ ّٰ ٓى اَ ٰتينَـا ا ْليَ ۪قـ ُن‬Tâ ki, bize ölüm gelinceye kadar.’) Biz öyle bâtıl bir inan- ca sáhib olduk. Fakat, ölünce ne kadar yanlış inançta, bâtıl i‘tikádda bulunmuş ol- duğumuzu anladık. Ne yazık ki; kaybedileni telâfî etmeye imkân kalmamış oldu.”1156 1150 Müddessir, 74:41. 1151 Müddessir, 74:42. 1152 Müddessir, 74:43. 1153 Müddessir, 74:44. 1154 Müddessir, 74:45. 1155 Müddessir, 74:46. 1156 Müddessir, 74:47.

İKİNCİ FASIL CENNET KADINLARININ EVSÁF VE ÖZELLİKLERİ Mesken ve me’kelden sonra, insânın en ziyâde muhtâc olduğu şey, refîka-i hayâtıdır, eşidir. Görmüyor musun? Bu dünyâda, insân için tam bir ünsiyyet ve mutluluk ve hakíkí saádet, ancak refîka-i hayâtı (hayât arkadaşı) sâyesinde mümkündür. Evet, insân, dünyâda bir refîka-i hayâta, bir karîne, ya‘nî bütün sırlarını onunla paylaşacağı bir arkadaşa, bir eşe muhtâcdır. Kendisi, zevcesiyle sükûnet bulacak ve onun nazarıyla hâdiselere bakacak, sürûrunu ve kederini onunla paylaşacak; hánımı da onun bakış açısıyla mes’elelere bakacak. Böylece hayâtın tekâlifini berâber üstlenecek ve berâber halledecekler. Ve her iki taraf, hayâtlarına lâzım olan şeyleri muávenet súretiyle te’mîn edip yalnızlıktan, vahşetten kurtulmuş olacaklardır. Rahmet-i İlâhiyye’nin latíf cilvesi olan ara- larındaki ülfet, rahmet, meveddet ve muhabbet sebebiyle mes‘údâne bir hayât geçirecekler; ádetâ Cennet’e gitmeden Cennet’in bir nümûnesini bu dünyâda yaşayacaklardır. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin gelecek vecîz ifâdeleri gáyet ma‘nidârdır. “Her insânın küçük bir dünyâsı, belki küçük bir Cenneti, kendi hánesidir.’1157 Cennet’te, bu ihtiyâcın da te’mîn edilmiş olduğuna delâlet eden pek çok âyât-ı Kur’âniyye ve Ehâdîs-i Nebeviyye mevcûddur. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 25. âyet-i kerimesinde, Cennet’in bu ni‘met-i uzmâsından şöyle bahsedilir: ‫َوبَ ِّش ِر الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت اَ َّن لَ ُه ْم َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُۜر ُك ّلَ َما‬ 1157 Şuá‘lar, 11. Şuá‘, 8. Mes’ele’nin Bir Hulâsası, s. 226.

432 Dâr-ı Saádet ‫ُر ِزقُوا ِم ْن َها ِم ْن ثَ َمرَ ٍة ِر ْزقً ۙا قَالُوا ٰه َذا الَّ ۪ذي ُر ِز ْقنَا ِم ْن قَ ْب ُل َواُتُوا بِ ۪ه ُمتَ َشابِهًاۜ َولَ ُه ْم ۪في َهٓا‬ ‫اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌة َو ُه ْم ۪في َها َخا ِل ُدو َن‬ “(Îmân eden ve sálih amel işleyen mü’minlere beşâret ver ki; altından nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zamân; ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir súrette rızıkları getirilip ve- rilir. Ve o Cennetlerde onlar için) maddeten ve ma‘nen (temiz zevceler vardır. Ve onlar, o Cennetlerde dâimî bir şekilde kalacaklardır.)”1158 “Arabî İşârâtü’l-İ‘câz Meâl ve Şerhi-6” adlı eserde bu âyet-i kerîmenin tefsîri sadedinde şöyle deniliyor: “Müellif (ra) diyor ki: ‫ َولَ ُهــ ْم ۪في َهٓــا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَــرَ ٌة‬cümlesinden önce geçen cüm- lelerin dizilişinden anladığın gibi; mesken ve me’kelden sonra insânın en büyük ihtiyâcı, kendisiyle tam ünsiyyet edeceği, derdlerini paylaşacağı, sıkıntılarını anlatıp râhatlayacağı ve mutluluklarını berâber tadacağı refîka-i hayâtıdır. “Evet, insân, kısm-ı sânîye fıtraten muhtâcdır. Zîrâ, bu dünyâda, insânın sevinç ve sürûrunu, derd ve kederini, arzû ve isteklerini birinci derecede paylaşacağı ve onunla tesellî bulacağı en yakın arkadaşı, refîka-i hayâtıdır, zevcesidir. “Daha önce Müellif (ra), saádet-i cismâniyyenin, ‘mesken, me’kel ve menkeh’ olmak üzere üç kısma ayrıldığını îzáh etti. “Evet, insân, öncelikle dâimâ oturup barınacağı bir ev veyâ sarây ister. Son- ra taám ve şarâb (envâı türlü yiyecek içecekler) taleb eder. Ardından, en büyük ihtiyâcını karşılayan ve kalbine mukábil bir kalb taşıyan bir refîka-i hayâtı arzûlar. “İşte, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rahîm-i Mutlak, kemâl-i kerem ve fazlından ve rahmet ve ihsânından, ‫ َولَ ُهـ ْم ۪في َهٓـا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَـرَ ٌة‬cümle-i kudsiyyesiyle i‘lân edip meâlen der ki: ‘Ey mü’minler! Size müjde! ‘(Onları) ehl-i îmânı, (iri, siyâh gözlü hûrîlerle evlendirmişizdir)’1159 âyetinin de sarahatiyle, sizi, o Cennet-i bâkıyyede evlendireceğim. Siz orada Elláh tarafından tehzîb ve tezyîn edilen en yüksek ahlâk sáhibi; bütün hastalıklardan, hayızdan, nifâsdan, doğumdan berî, ter temiz, pâk há- nımlar, eşler, zevceler sáhibi olacaksınız. O eşler, zevceler, size mahsústur.’ 1158 Bakara, 2:25. 1159 Duhán, 44:54.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 433 “Metin ‫وأما جملة (ولهم فيها أزواج مطهرة) فاعلم! ان الواو بسر المناسبة العطفية اشارة الى‬ ..‫انهم كما يحتاجون الى المسكن لأجسامهم يفتقرون الى السكن لأرواحهم‬ “Arabca Metnin Meâli “Ammâ, ‫ َولَ ُه ْم ۪في َهٓا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌة‬cümlesinin tahlîline gelince… “Bil ki! Bu cümlenin başındaki ‫ َو‬harfi, atıf içindir. Dolayısıyla ‫ َولَ ُهـ ْم ۪في َهٓـا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَـرَ ٌة‬cümlesi, ‫ اَ َّن لَ ُهـ ْم َجنَّـا ٍت َ ْتـ ۪ري ِمـ ْن َ ْت ِت َهـا ا ْلَ ْن َهـا ُر‬cümle- sine atfedilmiştir. İşte bu atfiyyetin münâsebeti sırrıyla, ya‘nî ‘ma‘túf’ ile ‘ma‘túfun aleyh’ arasındaki münâsebete binâen, bu ‫ َو‬harfi işâret eder ki: ‘Onlar, kendi cisim- leri için bir meskene muhtâc oldukları gibi, kendi rûhlarının sükûneti ve ünsiyyeti için de ülfet edecekleri bir zevceye muhtâcdırlar.’ “Şerh “Müellif (ra) diyor ki: ‫ َولَ ُهـ ْم ۪في َهٓـا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَـرَ ٌة‬cümlesinin başındaki ‫ َو‬, atf harfi olması i‘tibâriyle atfiyyetin münâsebeti sırrıyla işâret eder ki; ehl-i Cennet’in, nasıl ki cesedlerinin barınması için bir eve, bir meskene ihtiyâcları vardır. Nitekim, daha önceki cümlelerde bu mesken müjdesi verildi. Aynen öyle de, onların rûhlarının ünsiyyet edeceği bir zevceye de ihtiyâcları vardır. Tâ ki, rûhları onunla teskîn olsun, huzúr ve sükûnet bulsun. Kalblerine mukábil bir kalb bulunsun. Tâ ki, onunla sevinç ve sürûrlarını paylaşsınlar. “Evet, bu ‫ اَ ْز َوا ٌج‬ta‘bîri ifâde eder ki: Onlar öyle zevceler, öyle eşlerdir ki; kocala- rının rûhu tam ma‘nâsıyla onlarla tatmîn olur, huzúr ve sükûnet bulur. O zevceler, onların tam denkleridir. Zevc (çift) ta‘bîri buna işâret eder. “Evet, Kur’ân, önceki cümlelerde ehl-i Cennet için tebşîr edilen meskenden ve me’kelden, ya‘nî Cennet’in sarâylarından ve orada ehl-i Cennet’e ihsân edilecek taámdan ve rızıktan bahsetti. Binâenaleyh, bu cümleyi de atf harfi olan ‫ و‬ile onlara atf ederek aradaki münâsebete, irtibâta işâret etti. Demek, bu ni‘metler arasında münâsebet vardır. Ya‘nî, ehl-i Cennet’in mesken ve me’kelden sonra en çok muhtâc oldukları şey, cismânî lezzetlerin birincisi olan nikâhtır, evlenmektir. İşte Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, bu atf harfi ile bu cümleyi önceki cümlelerin üzerine atf etmekle

434 Dâr-ı Saádet ifâde etti ki: Nasıl ki, ehl-i Cennet için mesken ve me’kel vardır. Öyle de, orada kendilerine mahsús mutahhar zevceler, ter temiz eşler de vardır. “Evet, insânın en büyük ihtiyâcı, kalbine karşı bir kalbin bulunmasıdır. Ya‘nî, tam ünsiyyet edeceği ve tam dengi olan bir zevceye sáhib olmasıdır. İşte bu cümle, müjde verdi ki: Onların bu ihtiyâcları da Cennet’e lâyık ve oraya münâsib en a‘lâ bir şekilde yerine getirilecektir. Zîrâ, bu cümle ifâde ediyor ki: ‘Ehl-i Cennet için, orada ter temiz, mutahhar, Cennet’e lâyık zevceler vardır.’ “Metin ‫ وايماء الى‬،‫ ورمز الى التخصيص والحصر‬،‫(ولهم) اشارة الى الاختصاص والتملك‬ ‫ و(فيها) اشارة الى ان تلك‬..‫ان لهم غير النساء الدنيوية حوراً عيناً خلقن لأجلهم‬ ‫ وكذا فيها ايماء‬..‫الأزواج لائقة بتلك الجنة فعلى نسبة عل ّو درجاتها يفوق حسنهن‬ ،‫ و(مطهرة) اشارة الى أن مط ِّهراً طهرهن‬..‫خفي الى أن الجنة تزينت وتبرجت بهن‬ ‫ وكذا ايماء بالتعدية ان نساء الدنيا‬..‫فما ظنك بمن ط ّهر ُهن ونزههن يد القدرة؟‬ .‫يطهرن ويصفين فيصرن حساناً كالحور العين المتطهرات في أنفسهن‬ “Arabca Metnin Meâli “Ve ‫ لَ ُهــ ْم‬kelimesinin başındaki ‫ َل‬harfi, ihtisâs ve temellüke işâret eder. Bu da, o kadınların, onların mülkü ve onlara mahsús ve münhasır olduğuna remzeder. “Ve yine onlar için nisâ-i dünyeviyyeden başka, Cennet’e mahsús ve Cennet’te yaratılan ve ‫ ُحــورٌ ۪عــ ٌن‬diye tesmiye edilen bir kısım kadınlar olduğunu ve ehl-i Cennet’in erkekleri, dünyâdan gelen zevcelerle evlendikleri gibi, onlarla da evlene- ceklerini îmâen gösteriyor. “Ve ‫ ۪في َهٓــا‬kelimesi, zarfiyyeti ifâde ettiği i‘tibârla, Cennet, o kadınlara zarf ve mesken olduğuna binâen anlaşılıyor ki: Bu zevceler, o yüksek ve álî Cennet’e lâyık bir şekilde yaratılmışlardır. Binâenaleyh, Cennet’in ulvî derecâtının nisbetinde on- ların hüsün ve cemâlleri teálî ve tefevvuk ediyor. “Ve keza, ‫ ۪في َهٓـا‬kelimesinde hafî bir îmâ vardır ki; Cennet dahi o hûrîlerle tezey- yün ve teberrüc eder. Onlarla hüsn-i cemâli artar. Belki, ‘Cismânî saádet cihetiyle Cennet’in en lezzetli ve en zînetli maddesi, hûrîlerdir’ denilebilir.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 435 “Ve ‫ ُمطَ ّهَــرَ ٌة‬kelimesi, tef‘íl bâbından ism-i mef‘úl olduğuna nazaran; elbette ve herhâlde bir mutahhir, tathîr edici bir fâil vardır ki; onları öyle mutahhar kılmış, ter temiz yaratmıştır. O da, ancak yed-i kudrettir. Acabâ, yed-i kudret-i İlâhiyye’nin tat- hîr ve tenzîh ettiği, maddeten ve ma‘nen temizleyip tezyîn ettiği o kadınların hüsn-i cemâllerini tavsíf etmek kábil midir? “Ve kezâ, ‫ ُمطَ ّهَرَ ٌة‬kelimesi, Sarf İlmi’nin káidesine göre, müteaddî olduğu i‘tibârla gösteriyor ki: Dünyâdan Cennet’e giden kadınların tahâretleri, kendilerinden değil; belki bir Zât-ı Zü’l-celâl’in dest-i kudreti tarafından tathîr ve tasfiye ameliyyâtına tâbi‘ tutulurlar. Cennet’e girdikten sonra, o tetahhur, tesaykul ve tasfiye netîcesinde o nisâ-i dünyeviyye o kadar güzelleşir ki; hüsn-i cemâl noktasında kendi nefislerin- de mutahhar kılınan hûrîlerin derecesine çıkacağına bu kelime işâret eder. (Hattâ, ‘Nisâ-i dünyeviyye, güzellik bakımından Cennet’de hûrîleri de geçecek ve onların reîsi olacak’ diye rivâyetlerden anlaşılmaktadır.) “Şerh “‫ لَ ُه ْم‬ta‘bîri, birkaç ma‘nâyı birden ifâde eder. Şöyle ki: “‫ لَ ُهــ ْم‬kelimesindeki ‫ َل‬harfi, ihtisâs ve temellük içindir. Ya‘nî, bu ‫ َل‬harfi işâret eder ki: O hûrîler, ehl-i Cennet’e hástır; onlara mülk olarak verilmiştir, emânet değildir. “Hem ‫ لَ ُهــ ْم‬kelimesinin takdîm edilmesi ise, tahsís ve hasrı ifâde etmektedir. Ya‘nî, o hûrîler, yalnız ve yalnız ehl-i Cennet içindir; mü’minlere hástır. Kâfirler ve münâfıklar için böyle bir mükâfât yoktur. “Demek, bu ‫ لَ ُه ْم‬kelimesi işâret eder ki: O hûrîler, hem onların mülküdür. Ya‘nî, emânet ve geçici değil; daha sonra ellerinden alınmıyor; ebediyyen ehl-i Cennetle berâberdirler. “Hem o hûrîler, yalnız ehl-i îmâna hástır, onlara áiddir. Mü’min olmayan insân- lar, bu azím ikrâm ve ihsâna nâil olamayacaktır. “Hem bu ta‘bîr îmâ eder ki: Ehl-i Cennet için, dünyâdan gitme kadınlardan başka, sâdece onlar için Cennet’te yaratılan ‘hûru’l-îyn’ denilen kadınlar vardır1160 ve bu kadınların sayısı binlercedir. 1160 Duhán, 44:54; Túr, 52:20; Rahmân, 55:72; Vâkıa, 56:22.

436 Dâr-ı Saádet “Hem ‫ ۪في َهٓـا‬kelimesi işâret eder ki: O hûrîler, o Cennet-i A‘lâ’ya lâyık bir súrette, orada yaratılmışlardır. Ádetâ oraya mahsús, içeride saklanan gáyet kıymetdâr bir süs eşyâsı, bir mücevher gibidirler. Onlar, o Cennet’in süsü olmuşlardır. Çünkü, ‫ ۪في َهٓــا‬ifâdesi, zarfiyyeti ifâde eder. “Demek, o hûrîler, Cennet’in içinde ehemmiyyetli birer süstürler. Ádetâ o hûrî- ler, Cennet’in bütün zînetini üzerlerinde taşıyan birer küçük Cennet’tirler. Cennet, onlarla süslenmiş, şenlenmiştir. Cennet ne kadar álî ve yüksek ise, onların hüsn-i cemâli de o kadar álî ve yüksektir. “‫ ُمطَ ّهَـرَ ٌة‬kelimesi ifâde eder ki: Dünyâdan Cennet’e giden kadınlar, yed-i kudret tarafından ‘mutahhar’ kılınırlar. Ya‘nî, ter temiz kılınmışlardır. Ya‘nî, orada ka- dınlar hayızdan, veled doğurmaktan, vesâir çirkinlik ve sıkıntı arz eden her türlü noksánlıklardan ter temiz kılınırlar. Bir kimseyi ki, kudret eli temizlerse, tezyîn ve tasfiye ederse: acabâ o kimse ne kadar temiz olur, ne kadar hüsn-i cemâl sáhibi olur, kıyâs edilsin! “Müellif (ra) Hazretleri, burada ‫ اَ ْز َوا ٌج‬kelimesini tahlîl etmemiştir. Daha önce bahsi geçtiği gibi; bu ‫ اَ ْز َوا ٌج‬ta‘bîri ifâde ediyor ki: İnsânın bir dengi, onunla her şe- yini paylaşacağı bir hayât arkadaşı olması lâzımdır ki; insân mes‘úd olsun, huzúr bulsun. “Evet, meskenin en güzeli odur ki; onun içinde, insânın kalbine mukábil bir kalb bulunsun. Tâ, onunla ünsiyyet etsin; sevincini, lezzetini onunla paylaşsın. “İşte bu ‫ اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَــرَ ٌة‬ta‘bîri, ifâde ediyor ki: Cennet’teki zevceler öyle güzel ve mutahhar ve temiz yaratılmışlardır ki; hem maddeten, hem ma‘nen; ta‘bîr-i diğerle, hem súreten, hem sîreten (ahlâken) son derece güzel ve zînetlidirler. “Hem o hûrîler öyle zevcelerdir ki; ‘Ehl-i Cennet’in rûhu onlarla tam tatmîn olur; onlar, ehl-i Cennet’in tam dengidirler, biribirlerinde tam fânî olurlar’ demektir. “Evet, Cennet, ne kadar álî ve yüksek ve müzeyyen ise; oradaki hûrîler de o nisbet- te güzelleşerek ádetâ küçük bir Cennet şeklinde temessül ederek, bütün envâ-ı zînetini ve letáifini üzerinde göstereceği, hadîsin rivâyâtından anlaşılıyor. Müellif (ra)’ın ‘Söz- ler’ adlı eserinde geçen konumuzla alâkalı bir suâl ve cevâbı aynen naklediyoruz: “ ‘Suâl: Ehâdîste denilmiş: ‘Hûrîler yetmiş hulleyi giydikleri hâlde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.’ Bu ne demektir? Ne ma‘nâsı var? Nasıl güzelliktir?

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 437 “ ‘Elcevâb: Ma‘nâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şîrîndir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyâda; hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp ülfete mâni‘ olmazsa, yeter. Hâlbuki, güzel, hayâtdâr, revnakdâr, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennet’te; göz gibi bütün insânın duyguları, latífeleri cins-i latíf olan hûrîlerden ve hûrîler gibi ve daha güzel, dünyâdan gelme, Cennet’teki nisâ-i dünyeviyyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. “ ‘Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin, birer latífenin medâr-ı zevkı olduğunu hadîs işâret ediyor. “ ‘Evet, ‘Hûrîlerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikle- ri görünmesi’ ta‘bîriyle hadîs-i şerîf işâret ediyor ki: İnsânın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftûn ve cemâle müştak duyguları ve hâsseleri ve kuvâları ve latífeleri varsa, umûmunu memnûn edip doyuracak ve her birisini ayrı ayrı okşayıp mes‘úd edecek, maddî ve ma‘nevî her nev‘ı zînet ve hüsn-i cemâle hûrîler câmi‘dirler. “ ‘Demek hûrîler Cennet’in aksâm-ı zînetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından biribirini setretmeyecek súrette giydikleri gibi; kendi vücûdların- dan ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar. ‫ َو ۪في َهـا َمـا تَ ْشـتَ ۪هي ِه ْالاَ ْن ُفـ ُس َوتَلَـ ُّذ ْالاَ ْعـ ُ ُن‬işâreti- nin hakíkatını gösteriyorlar.’1161 “Demek, âyet-i kerîmede geçen ‫ َولَ ُهـ ْم ۪في َهٓـا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَـرَ ٌة‬cümlesi, ehl-i îmânın, bu evlenme ihtiyâcının da Cennet’te, en mükemmel şekilde te’mîn edileceğini; en a‘lâ bir derecede yerine getirileceğini, en büyük saádet ve müjde súretinde haber veriyor. “Kur’ân, ‫ اَ ْز َوا ٌج‬ya‘nî, ‘çiftler, denkler’ ma‘nâsında bir ta‘bîri kullanmakla demek istiyor ki: Cennet’teki kadınlar, tam tamına kocalarına, erkeklerine denktirler; her husústa kocalarını memnûn edip, onlara ünsiyyet vereceklerdir. “Hem ‫ اَ ْز َوا ٌج‬kelimesinin, cem‘ sígasıyla gelmesi işâret eder ki; bu âyet gibi daha pek çok âyet-i kerîme ve Ehâdîs-i Nebeviyye, ehl-i Cennet’e verilecek kadınların, hûrîlerin sayısının çok fazla olduğunu, bir tâne olmadığını sarâhaten beyân etmektedir. Hattâ, bir tek erkeğe yüzlerce, binlerce, ba‘zı hadîslerde on bin- lerce, yüz binlerce hûrîler verileceği ve onların her birisinin de yüzlerce, binlerce 1161 Sözler, 28. Söz, s. 500-501.

438 Dâr-ı Saádet hizmetçileri olacağı haber verilmiştir. Bu konudaki hadîslere mürâcaat edilsin. “Müellif (ra), ‘Sözler’ adlı eserinde, bu konuyla alâkalı olarak şöyle diyor: “ ‘Elbette nûrânî, kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennet’te, cisimleri rûh kuvvetin- de ve hıffetinde ve hayâl sür‘atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hûrîlerle sohbet ederek, yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cen- net’e, o nihâyetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sádıkın (asm) haber verdiği gibi hak ve hakíkattir. Bununla berâber, bu küçücük aklımızın terâzîsiyle o muazzam hakíkatler tartılmaz. “ ‘İdrâk-i maálî bu küçük akla gerekmez, “ ‘Zîrâ, bu terâzî o kadar sıkleti çekmez.’1162 “Evet, insâna öyle bir arkadaş, öyle bir eş lâzımdır ki; insân, onunla tam sükû- net bulsun. Ya‘nî, zevci, onun gözüyle; zevcesi de onun gözüyle hayâta, hâdiselere, saádetlere, sıkıntılara baksın. Hem zevc ve zevce, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin en latíf, en ince tecellîsi olan aralarındaki muhabbet ve meveddetten istifâde etsin- ler. Ya‘nî, karı-koca, zevce-zevc, biribirinde tam fânî olmalı ki; aralarında hakíkí, samîmî sevgi, saygı, emniyyet hâsıl olsun. İşte Cennet’te, zevc ve zevce arasında- ki bu hâl ve ahlâk, en a‘lâ bir mertebede ehl-i îmâna ihsân ve ikrâm edileceğini, ‫ َولَ ُهــ ْم ۪في َهٓــا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَــرَ ٌة‬cümle-i kudsiyyesi, müjde súretinde i‘lân etmektedir. “Müellif (ra), dünyâda evlenen iki eş arasındaki münâsebeti, bu mes’eleyi daha iyi anlamak için delîl sadedinde der ki: ‘Bu dünyâda dahi görmüyor musun? İnsân için tam bir ünsiyyet ve tesellî, hakíkí arkadaşlık, ancak evlendiği hánımıyla, eşiyle mümkündür. Her şeyini ancak onunla paylaşabilir. İşte bu hakíkatı ders vermek sadedinde Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: ً‫َو ِم ْن ٰايَا ِت ۪ٓه اَ ْن َخلَ َق لَ ُك ْم ِم ْن اَ ْن ُف ِس ُك ْم اَ ْز َوا ًجا ِلتَ ْس ُكنُٓوا ِالَ ْي َها َو َج َع َل بَ ْينَ ُك ْم َموَ ّدَةً َورَ ْحَ ۜة‬ ‫ِا َّن ۪في ٰذ ِل َك َ ٰليَا ٍت ِل َق ْو ٍم يَتَ َف َّك ُرو َن‬ “Ya‘nî: ‘Kendileri ile ünsiyyet edip huzúr bulasınız; kaynaşıp mutlu olasınız diye sizin için kendi cinsinizden zevceler, eşler, yaratması ve aranızda bir meveddet, bir sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun varlığının ve kudretinin delîllerindendir. Şübhesiz bunda, iyi düşünen bir toplum için elbette ibretler, delîller vardır.’1163”1164 1162 Sözler, 28. Söz, s. 502. 1163 Rûm, 30:21. 1164 Arabî İşârâtü’l-İ‘câz Meâl ve Şerhi-6, s. 431-434.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 439 CENNET’TEKİ KADINLAR, İKİ NEV‘DİR: Birinci nev‘: Dünyâdan giden mü’minâttır. İkinci nev‘: Hûrîlerdir. Evvelâ: Birinci nev‘ olan dünyâdan giden mü’minâttan bahsedeceğiz. Cennet kadınlarının birinci nev‘ı olan dünyâdan giden mü’minât, dereceleri farklı olsa dahi, ehl-i îmân olan kocalarıyla birlikte Cennet’e girerler. Kur’ân-ı Azímü’ş-şân yedi âyet-i kerîmesinde “ezvâc” ta‘bîri altında bu birinci nev‘ olan Cennet kadınlarından bahseder. Şöyle ki: Birinci Âyet: Bakara Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫َوبَ ِّش ِر الَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت اَ َّن لَ ُه ْم َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُۜر ُك ّلَ َما‬ ‫ُر ِزقُوا ِم ْن َها ِم ْن ثَ َمرَ ٍة ِر ْزقً ۙا قَالُوا ٰه َذا الَّ ۪ذي ُر ِز ْقنَا ِم ْن قَ ْب ُل َواُتُوا بِ ۪ه ُمتَ َشابِ ًه ۜا َولَ ُه ْم ۪في َهٓا‬ ‫اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌة َو ُه ْم ۪في َها َخا ِل ُدو َن‬ “(Îmân eden ve sálih amel işleyen mü’minlere beşâret ver ki; altından nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zamân; ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir súrette rızıkları getirilip ve- rilir. Ve o Cennetlerde onlar için) maddeten ve ma‘nen (temiz zevceler vardır. Ve onlar, o Cennetlerde dâimî bir şekilde kalacaklardır.)”1165 İkinci Âyet: Âl-i İmrân Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫قُ ْل اَ ُؤ۬نَ ِّب ُئ ُك ْم ِبَ ْ ٍي ِم ْن ٰذ ِل ُك ْمۜ ِل ّلَ ۪ذي َن اتَّ َق ْوا ِع ْن َد رَبِّ ِه ْم َجنَّا ٌت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها ا ْلَ ْن َها ُر‬ ‫َخا ِل ۪دي َن ۪في َها َواَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌة َو ِر ْضوَا ٌن ِم َن الّٰ ِلۜ َوالّٰ ُل بَ ۪صي ٌر بِا ْل ِعبَا ِد‬ “Yâ Muhammed! Dünyâ ni‘metlerine ziyâde muhabbet edenlere (de ki;) ben, (onlardan) şu beyân olunan ni‘metlerden, şu dünyevî iştâh çekici olan şeylerden, çoluk çocuktan, mal ve servetten, makám ve mevkí‘den (daha hayırlısını sizlere haber vereyim mi?) O dünyâlık nâmına elde ettiğiniz şeylerden daha hayırlı ve ebe- dî olan şeyleri size bildireyim mi? (Takvâ sáhibi olanlar için,) Elláhu Teálâ’dan 1165 Bakara, 2: 25.

440 Dâr-ı Saádet korkup evâmir-i İlâhiyye’ye imtisâl ve nevâhî-i İlâhiyye’den ictinâb edenler için, (Rab’lerinin yanında) Âhiret Áleminde, ağaçlarının veyâ köşklerinin (altlarından ırmaklar akar Cennet’ler) bağlar, bahçeler, pek hóş ebedî ikámetgâhlar (vardır.) O takvâ sáhibleri (orada) o Cennet’lerde (ebedî olarak kalacaklardır ve) o takvâ sáhibleri için orada hayız, nifâs ve ahlâk-ı zemîme gibi maddî ve ma‘nevî kirler- den, kusúrlardan (ter temiz eşler vardır ve) bununla berâber, Cennet ni‘metlerinin fevkınde (Elláh Teálâ’nın rızásı vardır.) İşte en büyük saádet, rızá-yı İlâhî’ye nâil olmaktır. (Ve Elláhu Teálâ, kullarını hakkıyle görücüdür.) Bütün kullarının yap- tıklarını bilir, görür; ona göre mükâfât veyâ cezâ verir. İşte, takvâ sáhibi kullarının o güzel hâllerini de bildiğinden, onlar için Cennet’lerini hâzırlamış ve onları en mukaddes bir gáye olan kendi rızásına mazhar buyurmuştur.”1166 Üçüncü Âyet: Nisâ Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫َوالَّ ۪ذي َن ٰا َمنُوا َو َع ِم ُلوا ال َّصا ِل َحا ِت َسنُ ْد ِخ ُل ُه ْم َجنَّا ٍت َ ْت ۪ري ِم ْن َ ْت ِت َها‬ ‫ا ْلَ ْن َها ُر َخا ِل ۪دي َن ۪في َهٓا اَبَ ًد ۜا لَ ُه ْم ۪في َهٓا اَ ْز َوا ٌج ُمطَ ّهَرَ ٌةۘ َونُ ْد ِخ ُل ُه ْم ِظ ًّل ظَ ۪لي ًل‬ “(Ve o kimseler ki;) onlar, Elláhu Teálâ’ya, kitâblarına, resûllerine ve âhi- rete (îmân ettiler ve) îmânlarının muktezásı olan (sálih amellerde bulundular. Biz Azímü’ş-şân, yakın vakitte onları altlarından ırmaklar akar Cennet’lere, o Cennet’lerde ebedî kalıcı oldukları hâlde elbette idhál edeceğiz. Onlar için orada) Cennet’te hayız ve nifâsdan, dünyâda fıtratın sevmeyeceği ahlâk-ı zemîmeden ve sû-i işretten (pâk ve temiz eşler vardır ve onları) ne sıcak, ne soğuk, tam karârın- da kemâl-i râhatta oldukları hâlde (gölgeler altında bulunduracağız.) Ve o göl- ge, gáyet medîd ve kesîf olup onda hîçbir harâret bulunmaz. Güneş te’sîr etmez, mümted bir gölgedir ki; ni‘met-i tâmmeyi ve râhat-ı dâimiyyeyi mûcibdir. Onlar, o Cennet’lerde dâimî bir huzúr ve saádet içinde yaşayıp duracaklardır.”1167 Dördüncü Âyet: Ra‘d Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫َجنَّا ُت َع ْد ٍن يَ ْد ُخ ُلونَ َها َو َم ْن َصلَ َح ِم ْن ٰابَٓائِ ِه ْم َواَ ْز َوا ِج ِه ْم‬ ۚ‫َوذُ ِّريَّا ِت ِه ْم َوا ْل َم ٰلٓ ِئ َك ُة يَ ْد ُخ ُلو َن َعلَ ْي ِه ْم ِم ْن ُك ِّل بَا ٍب‬ “Mezkûr yüksek evsáfa hâiz olanlar için, güzel ákıbet olan (Adn Cennet’leri vardır ki;) onlar, (onlara) o Cennet’lere (gireceklerdir ve babalarından ve eşlerin- 1166 Âl-i İmrân, 3:15. 1167 Nisâ, 4:57.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 441 den ve çocuklarından sálih olanlar da) îmân edip sálih amel işleyen, ancak amel bakımından onların derecelerine ulaşamayanlar da onlarla berâber Adn Cennet- leri’ne gireceklerdir. Hattâ, (melekler de onların üzerine her kapıdan giriverirler.)”1168 ‫“ َســاَ ٌم َعلَ ْي ُكــ ْم بِ َمــا َص َ ْبتُــ ْم فَ ِن ْعــ َم ُع ْقــ َى الــ َّدا ِر‬Ve taraf-ı İlâhî’den selâm ihdâ etmek için, Cennet’in her kapısından ehl-i Cennet üzerine melekler dâhil olurlar ve onların etrâfını tavâf ederek şöyle derler: ‘Mesáibe ve ibâdâta ve men- hiyyâtı terke karşı olan (sabrınız sebebiyle) cemî-ı âfâttan (selâmet sizin üzeri- nize olsun ve selâmeti buldunuz. Artık dünyâ denilen memleketin sonu ne güzel- dir!) İşte bütün bu ni‘metler, dünyâdaki sabrınızın, kulluk vazífelerini yerine getirmenizin bir netîcesi ve bir mükâfâtıdır.”1169 Beşinci Âyet: Yâsîn Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫(“ ُهــ ْم َواَ ْز َوا ُج ُهــ ْم ۪فــي ِظــ َا ٍل َعــ َى ا ْلَرَ ٓائِــ ِك ُم َتّ ِكــ ُؤ۫ َن‬Onlar) Cennet ni‘metine mazhar olan o mü’minler (ve) îman şerefine nâil olmuş (eşleri,) Cennet’te son derece istirâhatı te’mîn eden (gölgeler içinde) ya‘nî, kendilerini râhatsız edecek ışık ve sıcaklığa ma‘rûz kalmaksızın, huzúr ve emniyyet içinde (tahtlar üzerine dayanıp oturmuşlardır.)”1170 Altıncı Âyet: Mü’min Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫رَبَّنَا َواَ ْد ِخ ْل ُه ْم َجنَّا ِت َع ْد ٍ ۨن الَّ۪ت َو َع ْدتَ ُه ْم َو َم ْن َصلَ َح ِم ْن ٰابَٓائِ ِه ْم‬ ‫َواَ ْز َوا ِج ِه ْم َوذُ ِّريَّا ِت ِه ْمۜ ِانَّ َك اَ ْن َت ا ْل َع ۪زي ُز ا ْل َح ۪كي ُۚم‬ “Melekler, mü’minler hakkında duálarına ve niyâzlarına devâm ederek derler ki: (Ey Rabbimiz! Ve onları,) o mü’min kullarını (kendilerine) peygamberlerin lisâniyle semâvî kitâblar vâsıtasiyle (va‘d buyurmuş olduğun Adn Cennetleri’ne idhál eyle.) On- ları, o ebedî ve güzel ikámetgâhlara kavuştur. (Ve onların babalarından ve eşlerinden ve zürriyyetlerinden sálih olanları da) onlardan îmân ile âhirete irtihâl etmiş bulunan- ları da (o Cennet’lere ulaştır.) Tâ ki; onlar ile bir arada bulunmak súretiyle pek büyük bir huzúra, bir gönül ferahlığına kavuşmuş bulunsunlar. (Şübhe yok ki; mutlak gálib, hikmet sáhibi olan yalnız Sensin.) Mülkünde Azîz ve Gálib, emrinde Hakîm’sin.”1171 1168 Ra‘d, 13:23. 1169 Ra‘d, 13:24. 1170 Yâsîn, 36:56. 1171 Mü’min, 40:8.

442 Dâr-ı Saádet Yedinci Âyet: Zuhruf Sûresi’nde şöyle buyruluyor: ‫“ اُ ْد ُخ ُلـوا ا ْل َجنَّـةَ أَن ُتـ ْم َوأَ ْز َوا ُج ُكـ ْم ُ ْتـ َ ُرو َن‬Ehl-i îmâna ta‘zím ve tekrîm olmak ve meserretlerini tebşîr etmek için taraf-ı İlâhî’den onlara, (Siz ve zevceleriniz, kemâl-i meserretle müzeyyen, yüzünüzde eseri görülürcesine sürûr-i tâmla mesrûr ve envâ-ı zînetle müzeyyen ve mutantan olduğunuz hâlde Cennet’e giriniz.) Cenâb-ı Hakk’ın, size ihsân buyurduğu ni‘metlerden tam bir zevk ve sevinç ile istifâde ediniz’ denilir.”1172 “Hebr, Hubûr”: Yüzde parlaklığı görülecek bir şekilde olan mutluluk ve se- vinç demektir. ‫“ ; ُ ْتــ َرُو َن‬ni‘met, ikrâm ve sürûra mazhar olduğunuz hâlde” demektir. Ya‘nî, âyetin ma‘nâsı; “Siz ve zevceleriniz, ni‘met, ikrâm ve sürûra mazhar olmuş olduğu- nuz hâlde Cennet’e girin” demektir. Risâle-i Nûr’un muhtelif yerlerinde bu mevzú‘ ile alâkalı şöyle buyrulmaktadır: “Meselâ der: ‘Bu haremim, ebedî bir álemde, ebedî bir hayâtta, dâimî bir refî- ka-i hayâtımdır. Şimdilik ihtiyâr ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü, ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle dâimî arkadaşlığın hátırı için her bir fedâkârlığı ve merhameti yaparım’ diyerek o ihtiyâre karısına, güzel bir hûrî gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukábele edebilir. Yoksa, kısacık bir-iki sâat súrî bir refâ- katten sonra ebedî bir firâk ve müfârakate uğrayan o arkadaşlık; elbette gáyet súrî ve muvakkat ve esâssız, hayvân gibi bir rikkat-i cinsiyye ma‘nâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun‘í bir hürmet verebilir. Ve hayvânâtta olduğu gibi; başka menfa- atler ve sâir gálib hisler, o hürmet ve merhameti mağlûb edip o dünyâ Cennetini, Cehennem’e çevirir.”1173 “Refîka-i hayâtına meşrû‘ dâiresinde, ya‘nî latíf şefkatine, güzel hasletine, hüsn-i sîretine binâen samîmî muhabbet ile, refîka-i hayâtını da nâşizelikten, sâir günâhlardan muhâfaza etmenin netîce-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refî- ka-i hayâtı, hûrîlerden daha güzel bir súrette ve daha zînetli bir tarzda, daha câ- zibedâr bir şekilde, ona dâr-ı saádette ebedî bir refîka-i hayâtı ve dünyâdaki eski mâcerâları biribirine mütelezzizâne nakletmek ve eski hátırâtı biribirine tahattur ettirecek enîs, latíf, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbûb olarak verileceğini va‘detmiştir. Elbette va‘dettiği şeyi kat‘í verecektir.1174 1172 Zuhruf, 43:70. 1173 Şuá‘lar, 9. Şuá‘, Mukaddeme, 1. Nokta, s.183. 1174 Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Nokta, 2. Mebhas, Mühim bir Suâl, Mukaddeme, s. 648.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 443 “Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayât-ı dünyeviyyeye mahsús bir refîka-i hayât değildir. Belki, hayât-ı ebediyyede dahi bir refîka-i hayâttır. Mâdem hayât-ı ebediy- yede dahi kocasına refîka-i hayâttır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocası- nın nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Mâdem mü’min olan kocası, sırr-ı îmâna binâen onun ile alâkası hayât-ı dünyeviyyeye münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsús muvakkat bir muhabbet değil; belki hayât-ı ebediyyede dahi bir refîka-i hayât noktasında esâslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâ- kadârdır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamânında değil, belki ihtiyârlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukábil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsís ve muhabbetini ona hasretmesi muk- tezá-yı insâniyyettir. Yoksa, pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.”1175 Demek, ehl-i îmânın mü’mine eşleri, Cennet’te dahi onların eşleridir. Hem o eşler; cemâl, hüsün, ahlâk, hüsn-i işret, güzel, hóş ve tatlı konuşma, güzel nağ- meler söyleme, kullandıkları her türlü elbise ve süs eşyâlarında, hulâsa záhirî ve bâtınî tüm evsáflarda hûrîlerden daha üstündürler. Buna dâir ba‘zı ehâdîs-i Nebeviyye’de şöyle buyrulmaktadır: ‫ أَ ْخ ِ ْب ۪ني‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬:‫ قَالَ ْت‬- ‫ َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬- ‫َع ْن أُ ِّم َسلَ َمةَ زَ ْو ِج النَِّ ِ ّب‬ ‫ َش ْف ُر ا ْل َح ْورَا ِء‬،‫ ِض َخا ٌم‬:‫ ۪عي ٌن‬،‫ ۪بي ٌض‬:ٌ‫ ُحور‬:‫ ُحورٌ ۪عي ٌن قَا َل‬:- ‫ َع ّزَ َو َج َّل‬- ‫َع ْن قَ ْو ِل الّٰ ِل‬ ‫ { َكأَنَّ ُه ْم‬:- ‫ َع ّزَ َو َج َّل‬- ‫ فَأَ ْخ ِ ْب ۪ني َع ْن قَ ْو ِل الّٰ ِل‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬. ‫بِ َم ْ ِنلَ ِة َجنَا ِح النَّ ْس ِر‬ ‫ َص َفا ُؤ ُه َّن َك َص َفا ِء ال ُّد ِّر الَّ ۪ذي ِفي ا ْلَ ْص َدا ِف الَّ ۪ذي َل‬:‫] قَا َل‬32 :‫لُ ْؤلُؤٌ َم ْكنُو ٌن } [الواقعة‬ }‫ { ۪في ِه َّن َخ ْيَا ٌت ِح َسا ٌن‬:‫ فَأَ ْخ ِ ْب ۪ني َع ْن قَ ْو ِل الّٰ ِل‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬. ‫تَ َم ُّس ُه ا ْلَ ْي ۪دي‬ ‫ فَأَ ْخ ِ ْب ۪ني‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬:‫ قَا َل‬. ‫ ِح َسا ُن ا ْل ُو ُجو ِه‬،‫ َخ ْيَا ُت ا ْلَ ْخ َل ِق‬:‫] قَا َل‬07 :‫[الرحمن‬ ‫ ِرقَّ ُت ُه َّن َك ِرقَّ ِة ا ْل ِج ْل ِد الَّ ۪ذي‬:‫] قَا َل‬94 :‫ { َكأَنَّ ُه َّن بَ ْي ٌض َم ْكنُو ٌن} [الصافات‬:‫َع ْن قَ ْو ِل ۪ه تَ َعا ٰلى‬ }‫ { ُع ُربًا أَ ْترَابًا‬:‫ فَأَ ْخ ِ ْب ۪ني َع ْن قَ ْو ِل ۪ه‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬. َ‫۪في َدا ِخ ِل ا ْلبَ ْي َض ِة ِ ّمَا يَِل ا ْل ِق ْشر‬ ‫ َخلَ َق ُه َّن الّٰ ُل‬،‫ ُشْطًا‬،‫ ُر ْم ًصا‬،َ‫ ُه َّن ال َّل ۪تي قُ ِب ْض َن ۪في َدا ِر ال ُّد ْنيَا َع َجائِز‬:‫ قَا َل‬،]73 :‫[الواقعة‬ ‫ َع َل ۪مي َل ٍد َوا ِح ٍد‬:‫ أَ ْترَابًا‬،‫ ُمَ ّبَبَا ٍت‬،‫ ُم َع َّش َقا ٍت‬:‫ ُع ُربًا‬:‫ قَا َل‬. ‫بَ ْع َد ا ْل ِك َ ِب فَ َج َعلَ ُه َّن َع َذا ٰرى‬ 1175 Lem‘alar, 24. Lem‘a, s. 196.

444 Dâr-ı Saádet ‫ ِن َسا ُء ال ُّد ْنيَا أَ ْف َض ُل ِم َن‬:‫ أَ ِن َسا ُء ال ُّد ْنيَا أَ ْف َض ُل أَ ِم ا ْل ُحو ُر ا ْل ۪عي ُن؟ قَا َل‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬.“ ،‫ بِ َص َل ِت ِه َّن‬:‫ َوبِ َم ذَا َك؟ قَا َل‬،‫ يَا رَ ُسو َل الّٰ ِل‬:‫ قُ ْل ُت‬. ‫ا ْل ُحو ِر ا ْل ۪عي ِن َك َف ْض ِل ال ِظّ َهارَ ِة َع َل ا ْل ِبطَانَ ِة‬ ،َ‫ َوأَ ْج َسا َد ُه َّن ا ْل َح ۪رير‬،َ‫ ُو ُجو َه ُه َّن النُّور‬- ‫ َع ّزَ َو َج َّل‬- ‫ َع ّزَ َو َج َّل – أَ ْلبَ َس الّٰ ُل‬- ‫َو ِصيَا ِم ِه َّن ِ ّٰ ِل‬ ‫ أَ َل‬:‫ يَ ُق ْل َن‬،‫ َوأَ ْم َشا ُط ُه َّن ال َّذ َه ُب‬،ُ‫ َمَا ِم ُر ُه َّن ال ُّد ّر‬،‫ ُص ْف ُر ا ْل ُح ِ ِّل‬،‫ ُخ ْض ُر ال ِثّيَا ِب‬،‫۪بي ُض ا ْلَ ْلوَا ِن‬ ‫ أَ َل َو َ ْن ُن ا ْل ُم ۪قي َما ُت‬،‫ أَ َل َو َ ْن ُن النَّا ِع َما ُت فَ َل نَ ْبأَ ُس أَبَ ًدا‬،‫َ ْن ُن ا ْل َخا ِل َدا ُت فَ َل نَ ُمو ُت أَبَ ًدا‬ :‫ قُ ْل ُت‬. ‫ ُطو ٰبى ِل َم ْن ُكنَّا لَ ُه َو َكا َن لَنَا‬،‫ أَ َل َو َ ْن ُن ال ّرَا ِضيَا ُت فَ َل نَ ْس َخ ُط أَبَ ًدا‬،‫فَ َل نَ ْظ َع ُن أَبَ ًدا‬ ‫ ثُ َّم تَ ُمو ُت فَتَ ْد ُخ ُل ا ْل َجنَّةَ َويَ ْد ُخ ُلو َن‬،‫اَ ْل َم ْرأَ ُة ِمنَّا تَ َتَ ّوَ ُج ال ّزَ ْو َج ْ ِي َوالثَّ َلثَةَ َوا ْلَ ْربَ َعةَ ِفي ال ُّد ْنيَا‬ :‫ قَا َل‬. ‫ [ ِإنَّ َها] ُتَ َّ ُي فَتَ ْختَا ُر أَ ْح َسنَ ُه ْم ُخ ُل ًقا‬،َ‫ يَا أُ َّم َسلَ َمة‬:‫ َم ْن يَ ُكو ُن زَ ْو َج َها ِم ْن ُه ْم؟ قَا َل‬،‫َم َع َها‬ َ‫ يَا أُ َّم َسلَ َمة‬،‫ ِإ َّن َه َذا َكا َن أَ ْح َسنَ ُه ْم َم ۪عي ُخ ُل ًقا ۪في َدا ِر ال ُّد ْنيَا فَزَ ِّو ْج ۪ني ِه‬،‫ أَ ْي رَ ِّب‬:‫فَتَ ُقو ُل‬ .‫ذَ َه َب ُح ْس ُن ا ْل ُخ ُل ِق ِبَ ْ ِي ال ُّد ْنيَا َوا ْل ِخرَ ِة‬ Ümmü Seleme (ra), Resûl-i Ekrem (asm)’a, “Yâ Resûlelláh (asm)! Bana Cenâb-ı Hakk’ın ‫ َو ُحــورٌ ۪عــ ٌن‬1176 kavl-i şerîfinden haber ver” dedi. Resûl-i Ekrem (asm), şöyle buyurdu: “Gözleri büyük, gözlerinin beyâzlıkları tam beyâz, gözkapa- ğında kirpik biten yerin kökü, Kerkes (Türkçe’de tahrîfle kerkenez) denilen doğan ve şâhin misillü kuşların kanatları gibidir.” Ümmü Seleme (ra), devâmla; “‫ َكأ َنَّ ُهــ ْم لُ ْؤلُؤٌ َم ْكنُــو ٌن‬1177 kavl-i şerîfinden haber ver” dedi. Resûl-i Ekrem (asm), “Cennet kadınlarının sáfîliği, el değmemiş sedef- teki incilerin saflığı ve temizliği gibidir” buyurdu. Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resû- lelláh (asm)! Cenâb-ı Hakk’ın ‫ ۪في ِهـ َّن َخـ ْرَا ٌت ِح َسـا ٌن‬1178 kavl-i şerîfinden haber ver” dedi. Buyurdular ki: “Ahlâkları hayırlı, yüzleri ise çok güzeldir.” Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resûlelláh (asm)! Cenâb-ı Hakk’ın ‫ َكأ َنَّ ُهــ َّن بَ ْيــ ٌض‬1179 ‫ َم ْكنُـو ٌن‬kavl-i şerîfinden haber ver” dedi. Resûlulláh (asm) buyurdular ki: “Ya‘nî, 1176 Vâkıa, 56:22. 1177 Vâkıa, 56:23. 1178 Rahmân, 55:70. 1179 Sáffât, 37:49.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 445 onların nârinliği; yumurta zarının nârinliği, rikkatliği, inceliği gibidir.” Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resûlelláh (asm)! Bana Cenâb-ı Hakk’ın ‫ ُع ُربًــا أَ ْترَابًــا‬1180 kavl-i şerîfinden haber ver” dedim. Buyurdular ki: “Dâr-ı dünyâda iken ihtiyâr, acûze, gözleri çapaklanmış, ak saçı, kara saçına karışmış ihtiyârlar oldukları hâlde; Cenâb-ı Hak, onları yeniden yaratıp inşâ eder ve bâkire kılar. ‫ُع ُرب ًـا‬ ‘Kocalarına áşıktırlar ve kendilerini sevecen yaparlar; kocalarına sevdirirler.’ ‫‘ أَ ْترَابًــا‬Hepsinin yaşları birdir’ demektir.” Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resûlelláh (asm)! Nisâ-i dünyâ mı efdaldir; yoksa Hûru’l-Îyn’ler mi?” dedi. Resûlulláh (asm), “Elbette ki, nisâ-i dünyâ daha efdaldir. Nasıl ki, bir şeyin yüzü, astarından daha güzel, daha hayırlıdır; aynen öyle de, nisâ-i dünyâ, hûrîlerden efdaldir” dedi. Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resûlelláh! Ne ile bu efdâliyyete mazhar olmuşlar- dır?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (asm), şöyle cevâb verdi: “Namâzları, oruçla- rı ve sâir ibâdetleri sebebiyledir. Cenâb-ı Hak, onların yüzlerine nûr, vücûdlarına ise ipeği giydirmiştir. (Ya‘nî, nûr, yüzlerini elbise gibi kaplamıştır.) Elbiseleri dahi envâ-ı çeşit ipektir. Renkleri beyâz, elbiseleri yeşil, takıları sarı, buhurdânlıkları inci, tarakları altındır. Şu şekil söylenirler: ‘Bizler, ebedî olarak burada kalıp, artık ölmeyeceğiz. Biz, hep ni‘mete mazhar olup fenâlık görmeyeceğiz. Burada dâimî mukím olacak, başka yere göçmeyeceğiz. Biz, Elláh’ın verdiklerine râzıyız, aslâ gadablanmayacağız. Ne mutlu o kimseye ki; biz, onun için eşleriz; o da bize hás olup bizim zevcimizdir.’ ” Ümmü Seleme (ra), “Yâ Resûlelláh (asm)! Biz kadınlardan ba‘zıları, iki veyâ üç veyâ dört kocayla evleniyoruz. (Ya‘nî hayâtımızda birden fazla kocayla evleniyo- ruz.) Sonra o kadın, vefât edip Cennet’e giriyor. (Kocaları da onunla berâber Cen- net’e giriyor.) O birden fazla kocası olan kadın, Cennet’te hangi kocaya verilecek?” dedi. Resûlulláh (asm), “O kadın, muhayyer bırakılır. O da ahlâk cihetiyle en güzel olanı seçer. Nitekim kadın, şöyle der: ‘Yâ Rab! Bu kocam, dâr-ı dünyâda bana karşı ahlâkı en güzel olan idi. Beni onunla evlendir.’ ” Devâmla Resûl-i Ekrem (asm) buyurdular ki: “Yâ Ümmü Seleme! Güzel ahlâk sáhibi, dünyâ ve âhiret hayrını alıp gitmiştir.”1181 1180 Vâkıa, 56:37. 1181 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 7/119; İmâm Süyûtí, Mu’tereku’l-Akrân fî İ‘câzi’l-Kur’ân, 3/517.

‫‪446 Dâr-ı Saádet‬‬ ‫َو َع ْن ُمَ َّم ُد ْب ُن َك ْع ٍب ا ْل ُقرَ ِظ ُّي َع ْن رَ ُج ٍل ِم َن ا ْلَ ْن َصا ِر‪َ ،‬ع ْن أَ ۪بي ُهرَ ْيرَةَ قَا َل َح َّدثَنَا رَ ُسو ُل‬ ‫الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم َو ُهوَ ۪في طَائِ َف ٍة ِم ْن أَ ْص َحابِ ۪ه‪ .‬فَ َذ َكرَ َح ۪دي َث ال ُّصو ِر بِطُو ِل ۪ه ِإ ٰلى‬ ‫أَ ْن قَا َل‪ :‬فَأَقُو ُل يَا رَ ِّب َو َع ْدتَِن ال َّش َفا َعةَ فَ َش ِّف ْع۪ن ۪في أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة يَ ْد ُخ ُلو َن ا ْل َجنَّةَ‪ ،‬فَيَ ُقو ُل‬ ‫الّٰ ُل‪ :‬قَ ْد َش ّفَ ْع ُت َك َوأَ ِذ ْن ُت لَ ُه ْم ۪في ُد ُخو ِل ا ْل َجنَّ ِة‪ ،‬فَ َكا َن رَ ُسو ُل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم‬ ‫يَ ُقو ُل‪“ :‬والَّ ۪ذي بَ َعثَ۪ن بِا ْل َح ِّق! َما أَ ْن ُت ْم ِفي ال ُّد ْنيَا بِأَ ْعرَ َف بِأَ ْز َوا ِج ُك ْم َو َم َسا ِك ِن ُك ْم ِم ْن أَ ْه ِل‬ ‫ا ْل َجنَّ ِة بِأَ ْز َوا ِج ِه ْم َو َم َسا ِك ِن ِه ْم‪ ،‬فَيَ ْد ُخ ُل رَ ُج ٌل ِم ْن ُه ْم َع َل ا ْثنَتَ ْ ِي و َس ْب ۪عي َن زَ ْو َجةً ِمَّا يُ ْن ِش ُئ‬ ‫الّٰ ُل‪ ،‬و ِث ْنتَ ْ ِي ِم ْن َولَ ِد ٰا َد َم‪ ،‬لَ ُه َما فَ ْض ٌل َع ٰل َم ْن أَ ْنشأَ الّٰ ُل ِل ِعبَا َد ِت ِه َما الّٰلَ ِفي ال ُّد ْنيَا‪ ،‬يَ ْد ُخ ُل‬ ‫َع َل ا ْلُو ٰلى ِم ْن ُه َما ۪في ُغ ْرفَ ٍة ِم ْن يَاقُوتَ ٍة َع ٰل َس ۪ري ٍر ِم ْن ذَ َه ٍب‪ُ ،‬م َك ّلَ ٌل بِال ّلُ ْؤلُ ِؤ‪َ ،‬و َعلَ ْي َها‬ ‫َس ْب ُعو َن ُح ّلَةً ِم ْن ُس ْن ُد ٍس َو ِإ ْستَ ْبَ ٍق‪ ،‬ثُ َّم يَ َض ُع يَ َد ُه بَ ْ َي َك ِت َف ْي َها‪ ،‬ثُ َّم يَ ْن ُظ ُر ِإ ٰلى يَ ِد ۪ه ِم ْن‬ ‫َص ْد ِر َها ِم ْن َورَا ِء ِثيَابِ َها َو ِج ْل ِد َها َولَ ْح ِم َها‪َ ,‬وإنَّ ُه لَي ْن ُظ ُر ِإ ٰلى ُم ِّخ َسا ِق َها‪َ ،‬ك َما يَ ْن ُظ ُر أَ َح ُد ُك ْم‬ ‫ِإلَى ال ِّس ْل ِك ۪في قَ َصبَ ِة ا ْليَاقُو ِت‪َ ،‬ك ِب ُد ُه لَ َها ِم ْر ٰا ٌة‪َ ،‬و َك ِب ُد َها لَ ُه ِم ْر ٰا ٌة‪ ،‬فَبَ ْينَا ُهوَ ِع ْن َد َها َل‬ ‫يَ َم ّلُ َها َو َل تَ َم ّلُ ُه‪َ ،‬و َل يأْ ۪تي َها َم ّرَةً ِإ َّل َو َج َد َها َع ْذرَا َء‪َ ،‬ما يَ ْف ُتُ ذَ َك ُر ُه‪َ ،‬و َل تَ ْشتَ ۪كي قُ ُب ُل َها‪،‬‬ ‫فَبَ ْينَا ُهوَ َك ٰذ ِل َك ِإ ْذ نُو ِد َي‪ِ :‬إنَّا قَ ْد َعرَ ْفنَا أَنَّ َك َل تَ َم ُّل َو َل تُ َم ُّل‪ ،‬أَ َل ِإنَّ ُه َل َم ِ َّن َو َل َم ِنيَّةَ‪،‬‬ ‫أَ َل ِإ َّن لَ َك أَ ْز َواجاً َغ ْيَ َها‪ ،‬فَيَ ْخ ُر ُج فَيَأْ ۪تي ِه َّن َوا ِح َدةً بَ ْع َد َوا ِح َد ٍة‪ُ ،‬ك ّلَ َما َجا َء َوا ِح َدةً قَالَ ْت‪:‬‬ ‫َوالّٰ ِل! َما ِفي ا ْل َجنَّ ِة َش ْي ٌء أَ ْح َس ُن ِم ْن َك‪َ ،‬و َما ِفي ا ْل َجنَّ ِة َش ْي ٌء أَ َح ُّب ِإلَ َّي ِم ْن َك”‬ ‫‪Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle; o şöyle buyurdu:‬‬ ‫‪“Resûl-i Ekrem (asm), Ashâb-ı Kirâm’dan bir táife içinde bize Sûr bahsinin‬‬ ‫‪geçtiği hadîsi zikretti. Hadîste şunlar geçer: ‘Ben derim ki: ‘Yâ Rabbi! Bana şefâati‬‬ ‫‪va‘dettin. Beni, Cennet’e girecek ehl-i Cennet için şefâatçi kıl.’ Cenâb-ı Hak‬‬ ‫’‪buyurur ki: ‘Onların Cennet’e girmeleri için, onlara şefâat etmene izin verdim.‬‬ ‫‪“Resûl-i Ekrem (asm), devâmla şöyle buyurdu: ‘Beni hak ile gönderen Elláh’a‬‬ ‫‪kasem ederim ki; ehl-i Cennet’in, eşlerini ve meskenlerini tanıdığı gibi; sizler, dâr-ı‬‬ ‫‪dünyâda eşlerinizi ve evlerinizi daha iyi tanıyor, daha iyi biliyor değilsiniz. (Ya‘nî,‬‬ ‫‪ehl-i Cennet Cennet’e girince, onlara hîç kimse rehberlik etmeksizin, dünyâ ehlinin‬‬ ‫‪kendi eş ve hánımlarını tanımasından daha ziyâde Cennet’te kendi eş ve sarâyları-‬‬ ‫‪nı tanırlar, bilirler. Oraya gidip yerleşirler. Kimsenin rehberliğine, yol göstermesine‬‬

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 447 ihtiyâcları yoktur.) Ehl-i Cennet’ten bir adam, Elláh’ın onun için yarattığı Cennet kadınlarından yetmiş ikisinin, dünyâ kadınlarından da iki zevcesinin yanına gider. O iki dünyâ kadını, Elláh’a ibâdetleri sâyesinde o Cennet kadınlarından üstünlük- leri vardır. Adam, o iki kadından birinin yanına gider. Kadın, inci ile tâçlanmış ve altından işlenmiş bir dîvân üzerinde, yâkúttan bir oda içindedir. Üzerinde ince ipek ve atlastan yetmiş çeşit elbise vardır. Adam, elini, kadının iki omuzu arasına koyar. Sonra kadının göğüs hizâsından ve elbiselerinin ve vücûdunun ve etinin arkasındaki eline nazar edip, bakar. Bunların hepsinin arkasından elini görür. “ ‘Nasıl ki; sizden biri, ipine yâkútu dizdiğinde, o şeffâf yâkút arkasında ipini görür. Aynen öyle de, o Cennet kadınının inciğinin iliğine kadar görür. O adamın ciğeri kadın için, kadının ciğeri ise adam için birer âyînedir. Ne kadar biribirinin yanında kalsalar da, biribirlerinden sıkılıp usanmazlar. Adam, hánımına her ya- naştığında onu bâkire olarak bulur. Adamın tenâsül uzvunda herhangi bir fütûr meydâna gelmez. Kadının fercinde de tahammülsüzlük olmaz. Adam, bu hâlette iken, şöyle nidâ edilir: ‘Demek bu hâletten ne sen usanırsın, ne de senden usanı- lır!’ Orada cimâ‘dan dolayı meni yoktur (veyâhúd meni ve ölüm yoktur.) O adamın o hánımından başka hánımları da vardır. Adam çıkar, bütün hánımlarının hepsine tek tek uğrar. O hánımlarından birinin yanına geldiği zamân, o hánımı ona der ki: ‘Valláhi Cennet’te senden daha güzel, daha yakışıklı ve senden bana daha se- vimli hîçbir şey yoktur.’ ”1182 Abdulláh b. Mes‘úd (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurdu: ‫ِا َّن ا ْل َم ْراَةَ ِم ْن ِن َسا ِء أَ ْه ِل ا ْل َجنَّ ِة لَ ُ ٰيى بَيَا ُض َسا ِق َها ِم ْن َورَا ِء َس ْب ۪عي َن ُح ّلَةً َح ّٰت يُ ٰرى ُ ُّم َها‬ ‫َو ٰذ ِل َك بِاَ َّن الّٰلَ يَ ُقو ُل { َكأَنَّ ُه َّن ا ْليَاقُو ُت َوا ْل َم ْر َجا ُن } فَأَ ّمَا ا ْليَاقُو ُت فَ ِانَّ ُه َح َج ٌر لَ ْو أَ ْد َخ ْل َت‬ .‫۪في ِه ِس ْل ًكا ثُ َّم ا ْستَ ْص َف ْيتَ ُه َلَرَ ْيتَ ُه ِم ْن َورَائِ ِه‬ “Cennetliklere verilecek olan kadınların baldırlarının beyâzlığı, yetmiş kat el- bisenin altından görülür. Hattâ, ilikleri bile görülür. Çünkü, Elláh; ‘Onlar yâkút ve mercân gibidirler’1183 buyurmaktadır. Yâkút öyle bir taştır ki; şeffâflığından dolayı arkasından bir ip uzatsan, aynen o ipi görürsün.”1184 Ebû Saíd (ra)’den rivâyete göre, Resûlulláh (sav) şöyle buyurmuştur: 1182 Müsned-i Ebî Ya‘lâ, en-Nihâye, 1/213-223. 1183 Rahmân, 55:58. 1184 Tirmizî, 38/5, Hadîs No: 2705.

448 Dâr-ı Saádet ‫ِإ َّن أَ ّوَ َل زُ ْمرَ ٍة يَ ْد ُخ ُلو َن ا ْل َجنَّةَ يَ ْو َم ا ْل ِقيَا َم ِة َض ْو ُء ُو ُجو ِه ِه ْم َع ٰل ِم ْث َل َض ْو ِء ا ْل َق َم ِر لَ ْيلَةَ ا ْلبَ ْد ِر‬ ‫َوال ّزُ ْمرَ ُة الثَّا ِنيَ ُة َع ٰل ِم ْث ِل أَ ْح َس ِن َك ْو َك ٍب ُد ِّر ٍ ّى ِفي ال َّس َما ِء ِل ُك ِّل رَ ُج ٍل ِم ْن ُه ْم زَ ْو َجتَا ِن َع ٰل‬ .‫ُك ِّل زَ ْو َج ٍة َس ْب ُعو َن ُح ّلَةً يُ ٰرى ُم ُّخ َسا ِق َها ِم ْن َورَائِ َها‬ “Kıyâmet günü Cennet’e girecek olan ilk grup insânların yüzleri dolunay ge- cesindeki Ay’ın parlaklığı gibi olacak. İkinci gurûb ise, gökteki en parlak yıldız gibi olacaktır. Onlardan her bir erkeğin dünyâdan gitme iki karısı bulunacak. Her kadının üzerinde elbisesi bulunacak. Bu elbiselerin arkasından bile o kadın- ların ilikleri görülecektir.”1185 Yukarıda nümûne olarak zikrettiğimiz hadîs-i şerîfler, Cennet’e giden nisâ-i dünyânın, hûrîlerden daha efdal olduğunu ifâde etti. Ayrıca, yukarıdaki hadîs-i şerîfte de ifâde edildiği gibi; Cennet kadınlarının yetmiş çeşit hulleyi giydikleri hâlde inciklerinin görüldüğüne veyâ Cennet ehlinin elini o kadınların omuzuna koyup göğsünün hizâsından baktığı zamân, o yetmiş hullenin ve vücûdlarının ve etlerinin arkasından kendi elini gördüğüne ve Cennet kadınları yetmiş hulle giy- dikleri hâlde baldırlarının iliğine kadar görüldüğüne dâir birçok rivâyet vardır. Risâle-i Nûr’da bu hakíkat şöyle îzáh edilmektedir: “Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem’in libâsları ise, ‘Yirmi Sekizinci Söz’de hûrî- lerin yetmiş hulle giymesine dâir beyân edilen düstûr burada da cârîdir. Şöyle ki: “Ehl-i Cennet olan bir insân, Cennet’in her nev‘ınden her vakit istifâde etmek, elbette arzû eder. Cennet’in gáyet muhtelif envâ-ı mehâsini var. Her vakit bütün Cennet’in envâıyla mübâşeret eder. Öyle ise, Cennet’in mehâsininin nümûne- lerini, küçük bir mikyâsta kendine ve hûrîlerine giydirir. Kendisi ve hûrîleri birer küçük Cennet hükmüne geçer. Nasıl ki, bir insân, bir memlekette münteşir bulu- nan çiçekler envâını nümûnegâh küçük bir bahçesinde cem‘eder; ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki nümûneleri bir listede cem‘eder; ve bir insân, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münâsebetdâr olduğu envâ-ı mahlûkátın nümûnelerini, kendine bir elbise ve bir levâzımât-ı beytiyye yapıyor; öyle de, Ehl-i Cennet olan bir insân, husúsan bütün duygularıyla ve cihâzât-ı ma‘neviyyesiyle ubûdiyyet etmiş ve Cen- net’in lezâizine istihkák kesbetmiş ise, her bir duygusunu memnûn edecek, her bir cihâzâtını okşayacak, her bir letáifini zevklendirecek bir tarzda Cennet’in her bir 1185 Tirmizî, 38/5, Hadîs No: 2709.

İkinci Bâb/İkinci Fasıl 449 nev‘ınden birer mehâsini gösterecek bir tarz-ı libâsı, kendilerine ve hûrîlerine rah- met-i İlâhiyye tarafından giydirilecek. Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir nev‘ı- den olmadığına delîl, şu meâldeki hadîstir ki: ‘Hûrîler yetmiş hulle giydikleri hâlde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.’ Demek, en üstündeki hulleden tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehâsinle, ayrı ayrı tarzda hissiyyâtı ve duyguları zevklendirecek, memnûn edecek mertebeler var. “Ehl-i Cehennem ise, nasıl ki, dünyâda gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, ak- lıyla ve hâkezâ bütün cihâzâtıyla günâhlar işlemiş; elbette Cehennem’de onlara göre elem verecek, azâb çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne geçecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adâlete mü- nafî görünmüyor.”1186 “İkinci İşâret: Dünyâda meşrû‘ bir súrette nefsine muhabbet, ya‘nî mehâsini- ne binâ edilen muhabbet değil, belki noksániyyetlerini görüp tekmîl etmeğe binâ edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek netîcesi; o nefse lâyık mahbûbları, Cennet’te veriyor. Nefis, mâdem dünyâda hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-i isti‘mâl etmiş; cihâzâtını, duygularını hüsn-i súretle istihdâm etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyâdaki meşrû‘ ve ubûdiyyetkârâne muhabbetin netîcesi olarak Cennet’te, Cennet’in yetmiş ayrı ayrı envâ-ı zînet ve letáfetinin nümûneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri mem- nûn edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücûdunu süslendirip; her biri, rûhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hûrîleri o dâr-ı bekáda vereceği, pek çok âyât ile tasrîh ve isbât edilmiştir.”1187 Hem aynı hadîs-i şerîf, ehl-i Cennet’in, Cennet’e lâyık bir şekilde hánımla- rıyla cimâ‘ları olduğunu zikretti. Ehl-i Cennet, Cennet’teki hánımlarıyla envâ-ı çeşit lezzeti alırlar. Yeri gelmiş iken; ehl-i Cennet’in, hánımlarıyla olan cimâ‘ ve ilişkilerine dâir ba‘zı beyânâtı zikredeceğiz. Şöyle ki: ‫ { ِإ َّن أَ ْص َحا َب‬:‫ ۪في قَ ْو ِل ۪ه‬،َ‫ َع ْن ِع ْك ِر َمة‬،‫ َع ْن َع ْم ٍرو‬،‫ َح َّدثَنَا ُس ْفيَا ُن‬،‫َح َّدثَنَا َس ۪عي ُد ْب ُن َم ْن ُصو ٍر‬ .‫ ِفي ا ْف ِت َضا ِض ا ْلَ ْب َكا ِر‬:‫] قال‬55‫ا ْل َجنَّ ِة ا ْليَ ْو َم ۪في ُش ُغ ٍل فَا ِك ُهو َن [يس‬ Saíd bin Mansúr der ki: “İkrime (ra) şöyle demiştir: ‘‫( ِإ َّن أَ ْص َحـا َب ا ْل َجنَّـ ِة ا ْليَـ ْو َم ۪فـي ُشـ ُغ ٍل فَا ِك ُهـو َن‬Tahkík, 1186 Mektûbât, 28. Mektûb, 8. Risâle, 8. Mes’ele, s. 384-385. 1187 Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Nokta, 2. Mebhas, Mühim bir suâl, Mukaddeme, s. 647-648.

450 Dâr-ı Saádet Cennet ashâbı) olan ehl-i táat ve îmân, (bugün sürûr ve lezzet veren ni‘metler içinde müstağrâk ve meşgúldür’1188 âyetinde geçen meşgúliyyetten murâd: ‘Bâki- re olan eşlerinin bekáretlerini gidermektir.’ ”1189 ‫ قَ ْو ُل الّٰ ِل َع ّزَ َو َج َّل { ِإ َّن‬،‫ قُ ْل ُت ِ ِل ْب ِن َع ّبَا ٍس‬:‫ قَا َل‬،‫ َع ْن أَ ۪بي ِ ْملَ ٍز‬،‫َوقَا َل ُسلَ ْي َما ُن التَّ ْي ِم ُّي‬ .‫ ِا ْف ِت َضا ُض ا ْلَ ْب َكا ِر‬:‫] َما ُش ُغ ُل ُه ْم؟ قَا َل‬55 :‫أَ ْص َحا َب ا ْل َجنَّ ِة ا ْليَ ْو َم ۪في ُش ُغ ٍل فَا ِك ُهو َن} [يس‬ Süleymân et-Teymî (ra), Ebû Miclez’in İbn-i Abbâs (ra)’ya, “(Tahkík, Cen- net ashâbı) olan ehl-i táat ve îmân, (bugün sürûr ve lezzet veren ni‘metler içinde müstağrâk ve meşgúldür)”1190 âyetinde ehl-i Cennet’in meşgúliyyetlerinin ne olduğunu sorduğunu nakleder. Buna mukábil, İbn-i Abbâs (ra) Hazretleri, “Bâkirelerin bekáretini gidermektir” cevâbını vermiştir.1191 .‫ ( ُش ِغ ُلوا بِا ْف ِت َضا ِض ا ْل َع َذا ٰرى َع ْن أَ ْه ِل النَّا ِر فَلاَيَ ْذ ُك ُرونَ ُه ْم َولاَيَ ْهتَ ُّمو َن بِ ِه ْم‬: ‫قَا َل ُم َقا ِت ُل‬ Mukátil (ra), şöyle buyurmuştur: “Bâkirelerin bekáretini gidermekle uğraşırken, ehl-i Cehennem ile meşgúl ol- mazlar; onları hátırlamazlar, onlarla hîç ilgilenmezler.”1192 Kurtubî; bu rivâyeti, Saíd bin el-Müseyyeb ve başkalarına nisbet ederek şöyle ifâde eder: “Ehl-i Cennet, içinde bulundukları ni‘metler, lezzetler sebebiyle ehl-i ma‘sıyyetin hâllerini, Cehennem’e girmelerini ve azâb-ı elîme dûçâr olmalarını -velev o ehl-i nâr, ehl-i Cennet’in akrabâ ve áileleri dahi olsa- düşünecek durumda değildirler.”1193 :‫ أَنَطَأُ ِفي ا ْل َجنَّ ِة؟ قَا َل‬: ‫َع ْن أَ ۪بي ُهرَ ْيرَةَ َع ْن رَ ُسو ِل الّٰ ِل َص َّل الّٰ ُل َعلَ ْي ِه َو َس ّلَ َم أَنَّ ُه ۪قي َل لَ ُه‬ .‫ فَ ِإذَا قَا َم َع ْن َها رَ َج َع ْت ُمطَ ّهَرَةً بِ ْكرًا‬،‫ َد ْحًا َد ْحًا‬، ‫نَ َع ْم َوالَّ ۪ذي نَ ْف ۪سي بِيَ ِد ۪ه‬ Ebû Hüreyre (ra)’dan rivâyetle; Resûlulláh (asm)’a denildi ki: “Yâ Resûlelláh (asm)! Cennet’te hánımlarımızla cimâ‘ edecek miyiz?” Resûlulláh (asm), şöyle buyurdu: “Nefsim yed-i kudretinde olan Zât’a kasem ederim ki; evet. (Hánımla- rınızla cimâ‘ edersiniz.) Hem de şiddetli ve kemâl-i şehvetle cimâ‘ edersiniz. Kişi, 1188 Yâsîn, 36:55. 1189 Ebû Nuaym, Sıfâtü’l-Cenneh, 375; Taberî Tefsîri, 23/17/18. 1190 Yâsîn, 36:55. 1191 Ebû Nuaym, Sıfâtü’l-Cenneh, 376; Taberî Tefsîri, 23/18. 1192 Tefsîr-i Kurtûbî, 15/43. 1193 Tefsîr-i Kurtûbî, 15/43.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook