başka cepheleri alınırsa birbirine benziyordu.Haminne’nin ince ve zaaf149 derecesine varanhassasiyeti, insanları, bazan günaha sevkedenmaddî zaafları kabul etmiyordu. Handan’da iseihtiras tarafının dozu kaçırılmıştı. EğerHaminne kendi iç müdillerini150 ifadeedebilecek bir şekilde yetişmiş olsa idi, hiçşüphesiz bir Türk Jane Eyre’i151yaratabilecekti. Bana öyle geliyor ki,muharrirler bazan mizahî bir mizacın tesiri,bazan da bir nev’i cesaret eksikliği ilekendilerini ifade edemedikleri zamankendilerine en uzak örnekleri ele alırlar.O günlerde Haminne ile konuşurkenborçlanma itiyatlarını tenkit ederdim152. Buvaziyet sonraları içimde bir vicdan azabı hâlinegelmiş olan daimî üzüntülerimden biridir.— Niçin bu kadar adama hediye vereceğimdiye borçlanıyorsun, Haminne?— A çocuk, eş dost çocuklarına hediyealamıyorum. Eski azatlıların153 çocuklarına da
bayramda bir şey yapamazsam gözüm açıktagiderim. Kendime bir şey aldığım yok ki... Üçgünlük ömrüm kaldı.— Eğer bir gün eski servetin eline geçse neyaparsın?— Eski yaptıklarımın tıpkısını.Şimdi tekrar o eski Ramazan’a dönüyorum.Kilerimiz mavi, yeşil, mor renkli şuruplar vereçel şişeleriyle çiçek tarlasına dönmüştü. Kilercivarı Mısır Çarşısı’nın baharat satılan birşubesi gibi kokuyordu. Pencerelerde beyazperdeler, sedirler pırıl pırıl. İki makine ile ikigündelikçi esvaplar dikiyorlar. İşte bu sıradabenim sütninem Nevres Bacı geldi.Haminne’ye, beni Ramazan’da evlerinegötürmeye izin verdiklerini hatırlattı.Mahmure abla da Haminne’ nin bir başkaçıraklısına154 gidecekti. Ona Zerrin Dadıderdik. Üsküdar’da bir türbedarın karısı idi. Ogün Nevres Bacı beni Beşiktaş’dan alarakİstanbul’a götürdü.
Beni Beşiktaş’dan Köprü’ye kadar nasılindirdi hatırlamıyorum, fakat Köprü’de benibir hamalın kucağına vermesi, içimdeunutamayacağım bir utanma ve küçüklük hissiuyandırdı. Süleymaniye’ye kadar bir hayli yol,bilhassa Mercan gibi sarp ve dik bir yokuşvardı. O zamana kadar Haminne beni bir yeregötüreceği zaman ya atlı tramvaya veyahut daarabaya bindirirdi. Hamal kucağında gördüğümçocuklara yukarıdan bakar dururdum. Ogünden sonra hamal kucağındaki çocuklarakarşı çok yakın bir muhabbet155 hissetmeyebaşladım.Hamal uzun boylu, esmer, fakat her haldekalbi rikkatle dolu bir Kürt’dü. Mütemadiyenyanaklarımı, saçlarımı okşuyor benikonuşturmaya çalışıyordu. Hatta bir yerdedurdu, eğer Bacı itiraz etmezse bana kendikesesinden şeker bile alacaktı. Burnumu o irivücuttan gelen ter kokusu istilâ etmiş156,kocaman ve alık yüzündeki nuhabbet bile beniilgilendirmemişti. Öyle bir haysiyet kıran
vaziyete düşmüş, sanki bütün İstanbul halkıbeni seyretmeye gelmiş gibi içimde bir utanmahâsıl olmuştu ki bu hamaldan olancakuvvetimle nefret edivermiştim. Fakat şimdi,ona da ona benzeyen dışı kaba ve hayvanî, içibasit, fakat insanlık ifade eden mahlûklara çok,ama çok yakınlık duyarım.Nevres Bacı’nın evinde ilk gece pek hoşgeçmedi. Esasen her çocuk, yer değiştirinceyadırgar. Fakat bu geceki rahatsızlığımınbaşlıca iki sebebi vardı. Evvelâ beni koynundayatırdı; Bacı’yı bütün varlığımla sevmekleberaber, Zencilerin kendilerine mahsus tenkokusu, bu kadar yakın ve bütün gece içintahammül edilmez bir şeydi. Sonra da Bacı gazısöndürüyor, karanlıkta yatıyordu. HalbukiHaminne’nin odasında her gece bir zeytinyağıkandili yanardı. Ben bütün eşyayı, hattaHaminne’nin yüzünü titrek, hafif bir loşluktaayırt edebilirdim. Nevres Bacı’nın odasınınkaranlığı o kadar katı bir cisim hâlinde idi kiMark Twain’in157 dediği gibi, insan âdetaısırabilirdi. Fakat dişlerini kırmadan
çiğneyemezdi. Terledim, içimi saranhuzursuzluk, sıkıntı bana tıpkı üstümdekikaranlık gibi edebî ve sabit geldi.Fakat yine de sabah oldu. Dalmışım.Bacı’nın tatlı sesi, bir erkeğin kudretlibassosunun158 hafif bir fısıltı hâlindekonuşmasına karışıyordu. Bana, bu fısıldayanses, beni uyandırmak istiyordu gibi geldi. Bu,benim Sütbabam Ahmed Ağa, yani Sütnineminikinci kocası idi.Kızıl saçlı ve sakallı, arslan kafalı TrabzonluSütbaba, gümrüğün kaçakçılara karşı çıkardığıbir çatananın159 kaptanı idi. Denizde kanunakarşı gelenlere dehşet saçan bu kaptanın içinde,belki benden daha küçük bir çocuk ruhu vardı.O gece sabaha karşı gelmiş, uzun mindereuzanmış, oyun arkadaşının uyanma saatinibekleyen bir çocuk gibi bana bakıyordu.Yer yatağından hemen kucağına sıçradım.Beni kollarının arasına sıkıştırdı. Bir taraftansaçlarımı, yanaklarımı öpüyor, bir taraftan da:“Sütne haini, hani kahvemiz, sütümüz?” diye
bağırıyordu... Bir dizinde ben, diğer dizindekahve fincanı, artık her sabah şen bir türküçağırıyorduk. O türkünün makamı da, sözleride hâla kafamda çınlar durur.Ey kızım kızım, kınalı kuzum, seni bir imamistiyor, vereyim ona?..Ey anne anne, ben varmam ona, onun sarığıvardır, saldırır bana.Ey kızım kızım, kınalı kuzum, seni bir askeristiyor vereyim ona?..Ey anne anne, ben varmam ona, onun kılıcıvardır, batırır bana.Onun arslan gibi gürleyen sesi, anneninkızını isteyenlerini sayar, benim bir civciv gibicırlayan sesim, kızın cevabını verirdi. Budüettoya160 ikimiz de bayılırdık. Türkü tabiî ozamanlar en gözde bir meslek olan ve kızınınkabul ettiği Kâtibim türküsü ile biterdi.Biz minderin üstünde böyle iki çocuk gibioynar, söylerken Bacı, sakin ve simsiyahyüzüne tabiatın bastırdığı o tatlı tebessüm
dalgası ile dolaşır, odayı toplardı.— Sütne, Sütne, gel sen de türkü söyle diyeSütbaba gürler gürlemez Bacı da alçak ve tatlısesinde gizlenen o ince alayı ile derhal başlardı:Eti kasaplarda görürüm.Kavun karpuz sergide,Ayda bir kere olsun,Yollamazsın hamama.Surre alayına161 giderken,Tutmazsın araba.Boyun bosun yoktur,A herif,Şamamasın şamama.162Nikâhından vazgeçtim.A herif,Yürü söyle imama.Hatırladığım bu mısraları tekrarlarken,mırıldanırken birbirlerine göz kırparlardı.Onlar kadar birbirine düşkün, birbirine uymuşbir çift daha ömrümde görmedim desem yerivardır.
Bacı’nın odasında ikinci akşam daha hoşgeçti. Ramazan başlamıştı. Evvelâ sokaktangeçen erkeklerin ve çocukların ellerinde birtaraftan öbür tarafa salladıkları fenerler, odanınperdelerine ışıktan yarım daireler çizerekgeçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul.Ertesi sabah uyandığım zaman Sütbabayıyatağında horlar buldum. Sütümü yalnız içtim,öğle yemeğini yalnız yedim. Ancak ikindiyedoğru hem evi, hem de sokakları saran sükûtve sükûn163 sona eriyordu. Herkes camiyehazırlanıyordu.O günlerde İstanbul’un bu kısmı sadeceeski ve geniş saçaklı ahşap evler ile dolu idi.Sütnine elimi sıkıca yakaladı ve beni camiyegötürdü. Sokaklar, yüzü peçeli gençler,rengârenk çarşaflı kadınlar, ellerinde tesbihçeken erkeklerle dolu idi. Her cami avlusurenkli ve kıymetli taşlardan yapılmış tesbihler,çubuk, sigara ağızlıkları, kuru yemiş, baharatve akla gelmeyen şeylerle dolu idi.
İmparatorluğun her bucağından kendibölgelerinin kıyafeti ile gelmiş, kendilerinemahsus şive ile hepsinin ayrı bir makamverdiği sesle mallarını satan satıcılar vardı.Arapların Mekke’den geldiğini iddia ettiklerikınaları, sürmeleri kapış kapış satılıyordu.Nihayet Süleymaniye Camii’nde birmukabele164, Cami’nin etrafındaki o kurşunrenkli binaların senfonisi beni âdeta sarhoş etti.İçimde ilâhî165 bir ahenk akını var gibi idi. Birçocuğun güzelliği sezişinin, büyüklerinkindençok daha derin olduğunu tahmin ediyorum.Çünkü o güzelliği kelime ile ifade etmekimkânı yoktur. Renk, şekil ve ses ahengi tek hisiçinde garip bir surette birleşiyordu.Ayakkabılarımızı kapıda verip de o ağır vekalın perdenin yanından içeri girerken hepimizbirer tavşan kadar küçük kalıyorduk.İçeride yine kurşunî bir havada o yüksekkubbeden inen küçük yağ kandilleri, boşluktapırıldayan birer seyyare166 gibi idi. Camlardansızan ışık, bu kurşunî havaya görülmeyen,
fakat sezilen bir pembelik ilâve ediyordu.Bunlar sönünce denizle gökyüzü gibi bir şeyolacaktı.Mihrabın167 yakınında beyaz sarıklı, siyahcübbeli adamlar seslerinin temposuna uyaraksallanıyorlar. İşte bu şahane, kurşunî boşlukta,göze görünmeyen bir pembelik içinde kolektifbir nabız atıyor. Birtakım adamlar aynı tempoile kollarını sallayarak, zaman zaman sesleriniyükselterek vaaz ediyorlar168. Nevres BacıKur’an okuyanların önüne oturdu.Hafızların bazısı ihtiyar, bazısı genç.Hepsinin yüzü sapsarı, gözleri pırıl pırıl. Birazsonra ben de o kalabalıkla beraber Kur’ansesine uyarak öne arkaya, sağa sola sallanmayabaşladım. Kolektif hissin ve hareketin nedemek olduğunu o zaman sezmiş olsam gerek.Bir aralık Bacı’yı bıraktım, vaizlerden169birinin kürsüsünün önüne dört ayak sürünerekgittim. Solgun yüzlü, gözleri ateş saçan bir vaiz,her insanı ebedî bir cehennem ateşine mahkûmediyor ve yeryüzünde cenneti hak edebilecek
kimse yokmuş gibi konuşuyordu. Belki demantık icabı, insanın son durağı –onunkanaatince– cehennem olduğu için, muhtelif170 yerlerini, azabın171 her şeklini, erişilmezve tabiî sanatkâr kudreti ile çiziyordu. Herhalde dünyada da ahrette de sonsuz ve çeşitliazaplara maruz ve mahkûm olduğunukalabalığın kafasına yerleştirmek istiyordu.Uzun ve bol siyah cübbesinin içinde kolları bukaranlık istikbali gösteren hareketlerle inipkalkıyor, sesi bir yanardağ alevi gibi etrafakorku saçıyordu. Bu gün, söylediklerinin,hareketlerinin bir sanatkâr kudretiyle ifadeedilen birtakım korkunç manasızlıklarolduğuna inanıyorum. Ben korktum, sürünerekBacı’nın yanına gittim, çarşafının içinesaklandım. O anda, din bana müphem vekorkunç bir şey gibi görünüyordu.O akşam iftar tepsisinin zengin ve çeşitliyiyecekleri etrafında toplandık. Sütbabanınneşesi yedikçe artıyordu. Galiba Ramazan’daoruç tutanlar midelerinden en şımarık ve ensevgili bir çocukmuş gibi hiçbir şey
esirgemiyorlar.Akşam namazını acele ile evde kıldıktansonra Sütbaba elindeki feneri sallayarak ve biromzuna beni yerleştirerek, Bacı ile şakalaşaraktekrar Süleymaniye’ye teravih172 namazınıkılmak için gittik. Sokaklar hareket hâlindeyüzlerce fenerle doluydu. Kalabalık bir ateşböceği kafilesi hâlinde hareket ediyor veminarelerden “Allahu ekber, Allahu ekber”nidaları havaya yayılıyordu. Bu akşam ilk defamahya173 denilen şeyi gördüm. Minaredenminareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavikubbede ne garip ve tabiat üstü bir nurtecellisi174... Ramazan’ı karşılayan bu nurdanyazılar, beni belki Baltazar’ın175 duvardagördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık veesrarlı dar sokakların içinde sallanarak hareketeden ışıkları o kalabalığın en boylu adamınınomzundan seyrediyordum. Nihayet yineSüleymaniye’ye vasıl olduk176.Şimdi, gündüzün kurşunîye kaçan hava
altın yaldızlı. Havada titreyen bu yüzlercekandilin altında muazzam bir kalabalık dizçökmüş oturuyor. Bir tek boş yer yok. Bu,âdeta üzerinde her çeşit renk, yaş, kıyafet vecins insanlardan örülmüş bir halıya benziyor.Kadınlar yukarıda galeride177 idiler. NevresBacı beni kadın sıralarının arasına sıkıştırdığıan, birdenbire “Sallialâ Muhammed” nidası,yerdeki insanlardan halıyı ayağa kaldırdı. Birtek ses, imamın sesi, her hareketi idare ediyor.Her hareket muazzam ve karışık bir ahenkletek falso yapmadan, bir hareket senfonisihâlinde birbirini takip ediyor. Mütemadi birışıltı bu insan kültesinin kalktığını, eğildiğini,alınlarının secdeye kapandığını görüyor veişitiyorsunuz. Nihayet her şey sükût.Bana bu hareket ebediyen devam edecekhissini verdiği an, birdenbire herkes dizlerininüzerinde kaldı; içlerinden kopup gelen, birağızdan havayı sarsan “Âmin, âmin” korosu omuazzam kubbeye çarptı durdu. Camidençıktık.Süleymaniye’ye uzun yıllar gitmedim.
Etrafındaki müze ve imareti178 gezdiğimzaman dahi Süleymaniye’ye girsem o ilkteravihde ruhuma çarpan ilâhî hatıranınkaybolmasından korktum.Osmanlı İmparatorluğu’na karşı hislerim neolursa olsun, Süleymaniye Camii’ninkubbesinde Sinan’ın ifade ettiği güzelliğe karşıduyduğum minnet179 ve hayranlık hiçbirzaman zail olmadı180. Bizans’ın renkli eserleri,Arap diyarının âdeta sihirli bir dantel gibigörünen mimarîsinin yanında, bu azamet vesükûn ifade eden sade hatları ve kıvrımları ileSüleymaniye, tabiatın kendisinin yaratmışolduğu bir eser gibi görünüyordu. HulâsaHıristiyanlığın, büyük mabetlerini, Hindistan’ınmilâttan evvelki Hinduizm181 ve Budizm182mabetlerini gördükten sonra dahi, dünyamimârisinde Osmanlıların sade ve kudretlizevkinin daima yeri olacağına inanıyorum.Bu ziyaret, Ramazan’ın ortalarına doğru
bitmiş olacak galiba. Eve döndüğüm zamanMahmure ablayı da Üsküdar’dan dönmüşbuldum. Zerrin Dadı ile beraber gezdiğiÜsküdar kıyılarında –mutlak Şemsi Paşaolacak– bir sürü renkli çakıl taşları toplamış,bir mendile doldurmuş ve bana getirmişti.Deniz kenarına gidememiş olmam, içimde biryeis183 uyandırdı. Nevres Bacı’da geçen iyigünleri hemen unuttum, fakat yeisimi ta ogünlerden beri saklamaya sevkeden gurur beniağlamaktan menetti. Mahmure abla dedi ki:— Haminne hem selâmlıkta hem deharemde bütün komşuları iftara davet edecek.Ramazan için bir aşçı, bir de Ermeni kadıntuttular. Bu akşam çocukların iftarı. Şayeste degeliyor. Hep kızlar ama, Vasfiye Teyze’ninhani şu pencerede gördüğümüz nazarboncuklu, takkeli, maymun suratlı oğlu Rıfatyok mu, onu da getirecek.O akşam hepimiz heyecan içinde idik.Büyükler yukarıda iftar edecekler, biz çocuklarher günkü yemek odamızda yemek yediktensonra, karşısındaki Havva Hanım’ın odasında
oturacaktık. Mahmure abla, aynı iftarlıklarınçocuklara verilip verilmediğini dikkatle teftişetti. Fikriyar bizim sofraya yeşil zeytinkoymayı unuttuğu için epey azar işitti. Ablamşerbet bardaklarını tepsiye eliyle dizdi; ben deonun arkasında dolaşıyor, kurum satıyordum.En evvel Şayeste’nin ailesi geldi. Ablası Binnazda beraberdi. Ondan sonra komşular birer birergeldiler.Çocuklar bizim tarafa alındı. Vasfiye Teyze,Rıfat’ı bizim tarafa iterek: “Misafirlik oynarkensize halayık olur,” dedi.Esmer, hasta yüzlü Rıfat oğlanın halayıkrolü oynamaya hazır, herkesin sözüne başeğecek, zavallı bir hâli vardı. O zamana kadarben, oğlan çocuklardan hem korkar hem denefret ederdim. Fakat bu mahlûk, başı önündeoğlan numunesi, bana garip geldi. Benden dahafazla çekingen olduğu hissedilen Rıfat’ı, yaşçabenden büyük olmasına rağmen, ötekilerekarşı, onu koruyan bir dost vaziyeti almıştım.İftar pek de muvaffakiyetli184 olmadı. Ozamana kadar büyüklerin sofrasında ne kadar
kendimi yabancı hissetmişsem, bu çocuktoplantısında da o kadar kendi kabuğumaçekildim. Mahmure ablanın gözleri ateşsaçıyordu; bize hizmet eden Fikriyar’ımütemadiyen azarlıyordu. Bu çocuktoplantısının en büyüğü, belki on on ikiyaşlarında olan, narin ve güzel Bedriye idi. Obayram ertesi onu gelin ettiler. Gerçi çarşafagireli epeyce olmuş ise de henüz yukarıdakibüyüklerin arasına giremiyordu.Yemekten sonra, Havva Hanım’ın sedirinedizildik. Bebek fincanlarından yalancıktankahve içtik. Sonra yere çember hâlindeoturduk ve birtakım oyunlar oynadık. FakatMahmure abla bunlardan sıkılarak: “Haydi,gelin güvey oynayalım,” dedi.Bütün çocuklar bu teklifi heyecanlakarşıladı. Kim gelin, kim güvey olacağıhakkında münakaşa edilirken kimsenin aklınaaramızdaki tek oğlan çocuk gelmiyordu. Onasadece: “Haydi, çeyiz halayığı ol,” dediler. O,bu kadarına bile sevindi. Bedriye güvey oldu.Eteklerini beline iğneleyerek pantolon hâline
soktu. Mum isinden dudaklarının üstüne bıyıkçekti. Mahmure abla da selâmlıktaki uşağınfesini getirdi. Binnaz’ı gelin seçtiler. HavvaHanım’ın namaz başörtüsü beyaz tülbenti,duvak diye yüzüne örttüler. Nihayet gelingüvey kol kola kalabalığın arasından geçiyor,hepimiz: “Maşallah, maşallah,” diyebağırıyorduk. Ondan sonra gelin odası diyetespit edilen sedire oturdular.Güvey sordu: “Adın ne?” cevap yok.“Duvağını aç.” Bunu üç defa söyledi, fakatüçüncüsünde Binnaz’ın duvağını açacağıbeklenirken o, birdenbire ağlamaya, feryadabaşladı. Bedriye yüz görümlüğü diyeyalancıktan bir yüzüğün güya muhafazası olankibrit kutusunu uzattığı zaman, Binnaz’ınferyadı bir uluma hâlini aldı.— Benimle alay ediyorsunuz, gelinolmayacağım, diye bağırmaya başladı.Hiçbirimiz o zaman bunun sebebini anlamadık.Fakat bu gün bunu düşünürken, bu oyunu, birgözü sakat olduğu için hayatta vâkiolmayacağını şuur altı hissederek mahrumiyet
hissi ile ağladığını zannediyorum. Mahmureabla, Binnaz’ı omuzlarından yakalayarak sarstı,ötekiler: “Büyükler kavga ediyoruzzannedecek, sus,” diye yalvardılar. HavvaHanım odaya geldiği zaman Mahmure ablaodadan fırladı, biraz sonra Fikriyar’ın elinde narşerbeti bardakları, içeriye girince vak’ayıhepimiz unuttuk.Bu akşamdan sonra Rıfat da sık sık gelir,bizimle oynardı. Şayeste’den sonra biraztahammül edebildiğim çocuk, o idi. Fakat Rıfatmektebe gidip de öteki oğlanların arasınakarışınca, artık onu da o vahşî cinse mensupadd ettim ve bir daha oynamadım.O Ramazan’ın son günlerinde ev, heyecanve hareket içinde idi. Makine sesleri, bohçalarahazırlanan hediyeler, mendiller... Haminne’ninazatlıları bayramdan birkaç gün evvel geldiler,hediyelerini alıp gittiler.Bayram el öpmekle başlar. En evvelBüyükbaba’nın odasına gittik. En çok sevdiğierkek torunu Refet öldükten sonra çokmahzun ve huzursuzdu. Selâmlıkta yukarı
aşağı dolaşmadığı zaman odasına yaralı, ihtiyarbir arslan gibi kapanırdı.Bize çok şefkat gösterdi, köşe minderineoturttu, dolaptan ekmek çıkardı, Kemah’danhenüz gelmiş olan beyaz peyniri üstüne sürdü,aynı zamanda dut kurusu ve kuru kaynakikram etti. Daha sonra da birer mendil verdi:“Her gün odama gel Halit, sana elma alacağım,”dedi. Bana Halit demesinin sebebini, ne zamanöldüğünü ve sözlerini hatırlayamadığımRefet’in, bana Halit demesinden ileri geldiğinisonra söylediler. Büyükbaba’dan sonra üst kataSaraylı Hanım Teyze’nin odasına çıktık. Bizelokum ikram etti ve birer ipekli mendil verdi.Fakat bu odadaki o günü bana hiçunutturmayan şey, kütüphanesinden “AfrikaSeyahatnamesi”ni185 çıkarıp okuması oldu.Resimleri gösterirken okuyor, anlatıyor. Afrikadenilen o esrarlı ülkeyi canlandırıyordu.Haminne’nin dediği gibi, taşa bile okumaöğretecek hususi bir kabiliyeti vardı. Esasenkomşulardan birkaç genç kızı okutmuş veyetiştirmişti. Bana, her halde bu
“Seyahatname” yepyeni bir dünya açtı. Ondansonra okumak için içimde müthiş bir hevesuyandı, Saraylı Hanım Teyze’yi çok sevmeyebaşladım.Mahmure abla –ne zaman bilmiyorum–Cavide Hanım adlı bir hususî hocanın açtığımektebe kısa bir müddet için gitmişti. Ben deoraya gitmek istediğimi söyleyince: “HallimKadın’dan korkan küçük çocuklar okuyamaz,”diye bana kurum sattı. Hallim Kadın benikorkutmak için evde icat edilen “geliyor” diyeaklımı başımdan alan muhayyel186 bir dişiumacı idi. Hallim Kadın’ın eski ahırlarda,ambarlarda, sarnıçlarda dolaştığını söylerlerdi.Onun için evin altındaki at ahırı beni fena hâldekorkutuyordu. Mahmure abla arada bir, evinmuhtelif dolaplarından birine saklanır, acayipsesler çıkararak: “Hallim Kadın geliyor,” diyebağırdığı zaman tüylerim ürperirdi.— Artık Hallim Kadın’dan korkmam,dedim.— Yetmez, dayak yiyebilir misin? dedi.Anlaşılan Cavide Hanım’ın terbiye
sisteminden bahsetmek istiyordu. Ablam:“Dayağa alışmalı, dayak cennetten çıkmış,”diyerek bana harfleri öğretirken tokat atardururdu. Fakat devam etmedim, zira CavideHanım’ın usulünü pek beğenmemiştim.Bayram günü, babam da, DolmabahçeSarayı’ndaki merasimden sonra, Haminne’ninelini öpmeye geldi. İnce, sarışın, yakışıklı birinsan. Bu sivil üniforma, nişanlar, setresinin187önündeki sırma işlemeleri, belindeki kılıç veparlak iskarpinleri188 ona çok yakışmıştı. Bizekırmızı atlas bir keseden bir hayli çil paradağıttı. Ondan sonra, mahallenin ihtiyarhanımlarının ellerini öpmeye biz de gittik.Selâmlık bir arı kovanı gibi erkek dolu; gençlerihareme de geçiyor, Haminne’nin elini öpüyor,Haminne de onlara bir mendil, bir boyun bağıveyahut bir Frenk gömleği hediye ediyor.Komşu hanımlar da bize şeker ikram ettiklerizaman birer de mendil hediye ediyorlardı.Ağzınızı silersiniz, diyorlardı. Aynı günbabamın seyisi geldi, beni atının önüne alarak
Saray’a götürdü. O gün geçen bir vak’ahafazımdan hiç silinmedi.Evvelâ, seyis canımı sıkmıştı. “KüçükHanım bana saçlarını ver,” dediği zamanelimden gelse saçlarımı koparır verirdim.Çünkü o günlerde saçlarım, benim için birişkence idi. Bütün sene saçlarım kesik vearkamda erkek esvabı ile gezmiştim. Henüzuzadıkları için Haminne saçlarımı tepeden ikiyandan, bir de arkadan dört tane sıkı örgüyapar, tepeme bağlar, uçları bir sincapkuyruğu gibi dururdu. Uçları âdetakarmakarışık renkli olan bu saçlarıngarabeti189 herkesi güldürüyor, ondan sonrada bu sıkılık kafamı ağrıtıyordu. Seyis, “amangel” dediğim vakit, başka bir şey uydurarakbana sataştı. Benim bir halayık olduğumu vebeni satan esirciyi tanıdığını söyledi. “Kaçasatmış?” diye sordum. Cevap vermedi, fakatiçime acaba diye bir kurt düştü. O günlerdeher küçük kıza bir halayık şakası yaparlar, herküçük kız da bundan mustarip olurdu190.
Saray’ın kapılarına doğru dört nal yaklaşırkenbeni epeyce bir düşünce almıştı.Kapıdan girerken bir adamın elinde papağangördüm. “Bayramınız mübarek olsun,” diyebağırıyordu. Bir kuşun konuştuğunu ilk defaişittiğim için bana garip geldi. Seyis kulağıma:“Bu kuş senin için neler biliyor neler. Soralımmı?” deyince koşarak babamın bürosuna ilticaettim191. Oda boştu, babamın hemen hiç vaktiyoktu. Bilhassa bayram günlerinde, nişan vesair şahane hediyelerle o meşgul oluyordu.Babamı, Başmabeyinci192 çağırmıştı. Hademe,uslu oturursam bana şeker getireceğini söyledive beni odada yalnız bırakarak çekti gitti.Babamın yazı masasına doğru ilerleyincegarip bir manzara ile karşılaştım; babamınsandalyesinde cüce bir Harem Ağası193oturuyordu. Uzun boylu harem ağaları sarayıntabiî unsurları194 oldukları için onlaraalışıktım. Cüceyi fena hâlde yadırgadım.Ressam olsa idim, bu gün bile resminiyapabilirim. Teni açık sütlü kahve renginde
ağız, burun ve bütün yüz hatları her haldebenimkilerden çok daha muntazam. Gözleribüyük, mahzun, biraz müstehzi195 vefevkalâde güzel, fakat model kafa –kamburumuazzam, cüceliği sıfır numara, bir vücut–omuzlarının üzerinde. Kamburunu yakındangörmek için yazıhanenin196 arkasındandolaştım, sonra ağzım açık, gözlerim o garipyüze saplandı kaldı. Manidar dudaklarınınetrafında gülmek isteyen kıvrımlar hâsılolmuştu, fakat gülmedi, gözleri yüzüme dikildikaldı. Ondan sonra içini uzun uzun çekti,yüzünde acı bir mana hâsıl olmuştu. Yavaşça:— Ne bekliyorsun bu odada? diye sordu.— Babamı bekliyorum, dedim.— Senin baban kim?— Babam mı? Kim olacak Edib Bey.— Edib Bey benim babam.— O asıl benim babam.— Eskiden benim babamdı, ben onunoğluyum, ilk çocuğuyum. Sen sokaktabulunmuş kara suratlı bir çocuktun. Geldin,
büyü yaptın, sen beyaz oldun ben de Arapoldum, beni sokağa attılar.Yüzü buruştu, gözleri yaşardı, sesihıçkırıklı, fakat gözleri gözlerimde. İçimdebirbirinden beter ve birbirinin zıddına, acıhisler uyandı... Büyücü olmak korkusu, tekrarArap olup sokağa atılmanın verdiği dehşet,sonra bu acayip mahlûka acımak ve olancaşiddetle ondan nefret etmek. Yıllar yılı nice,hem de birinci derecede kötü aktör gördüm,fakat bunun kadar bir sanat kudreti ile ifadeedenine rastlamadım. Boğazıma bir şey tıkandı,ağlamaya başladım. Dudaklarımın titremesinibir çift öküz durduramazdı. Yerinden kalktı,gözlerini gözlerime diktikten sonra beni öpmekistedi. “Seni gidi şirin Arap büyücü seni,”diyordu. O anda gülerek babam geldi ve:“Benim kızıma ne oyun yapıyorsun?” dedi. Oda: “Benim gibi zavallıların babalarını ellerindenalmamasını tembih ediyorum,” diye cevapverdi.Babam beni dizlerine oturttu, gülerekyanaklarımı öptü. Fakat kafamdaki feci vaziyeti
giderecek bir tek lâf etmedi. Zamanla bununnasıl bir maskaralık ve şaka olduğunuanlayıncaya kadar, içimde bu sahne endişeuyandırdı durdu.Aynı gün ilk defa tiyatro gördüm.Beyoğlu’na bir Fransız trupu197 gelmişti.Babamın en yakın arkadaşlarından Sırrı Bey ileHakkı Bey bir loca tutmuşlar, babamı da dâvetetmişlerdi. Babamın dostları arasında en çokSırrı Bey’i severdim. Hâlâ da hatırasınamuhabbetle bağlıyım. Memlekete büyükhizmetleri, Abdülhamid devrinin ifsat edicitesirine198 rağmen doğru kalmış olan SırrıBey, aynı zamanda çok tatlı ve kültürlü birinsandı. Shakespeare’i tercüme eder, parçalarokur, manasını anlamam o yaşta mümkünolmamakla beraber, dinlemekten hazduyardım. Venedik Taciri, Sehv-i Mudhik199onun ilk neşredilmiş tercümelerindendir.Beyoğlu’ndaki tiyatroda Sırrı Bey beniyanına aldı, sahnede olup bitenleri anlatmayaçalıştı. Tabiî anlamadım. Fakat başrolü yapan
primadonnanın200 harikulâde parlak mavikostümü, şarkı söylerken –bana görehaykırırken– ağzının aldığı garip şekiller benihayran etti. Gözlerim onun ağzında,uyuyakalmışım. Ertesi sabah kendimi babamınkoynunda bulmuştum.Bu günlerde Haminne’nin yatağı başında,bana okuma öğretmeleri için uzun uzunvızladım. Haminne ise: “Baban, kızımı yediyaşından evvel okutmam diyor. Ben üç yaşındabaşladım; bizim günlerimizde yedi yaşındakiçocuklar hafız bile olurlardı,” diyordu. Fakatbu vızıltıyı ben hemen her gece devamettirdim. O da babamı sıkıştırmış olacak kibabam da beş yaşımı bitirince okumamamuvafakat etmiş. Bu muvafakat derhal evdebir mektebe başlama hazırlanması doğurdu. Ogünlerde mektebe başlama merasimi çokcazipti. Kızlara ipekli, süslü esvaplargiydirirlerdi, göğüslerine sırma işlemeliiçlerinde Elifba201 cüz’ü202 bulunan keselerasarlar, arabaya bindirirler, ayaklarının altına
ipekli bir yastık koyarlardı. Başlanacakmektebin çocukları, arabanın arkasındangelirler ve öndeki büyük çocuklar ekseriyetle:Şol cennetin ırmakları,Akar Allah deyu deyu.Cennette huri kızları,Gezer Allah deyu deyu!diye çocukluğumuzun en meşhur ilâhîsinisöylerler, her mısra’ın arkasından küçükler de“âmin, âmin” diye alaya katılır ve gırtlaklarınıpatlatıncaya kadar bağırırlardı. Sokaklarda alaygeçerken başka çocuklar da sürüye katılır,mektebe kadar giderler. Mektebe başlayacakçocuk, hocanın elini öperek elifbayı tekrarederdi. Ondan sonra bütün çocuklara lokma veçilpara dağıtılırdı. Artık ertesi sabahtan itibarenmektebin kalfası gelir, mahallenin mektebegiden diğer çocukları ile birlikte onu da alırmektebe götürürdü.Bu alay, düğün merasimi kadar mühimsayılır, aileler çok para sarfeder ve Osmanlı
devrinin sisteme bağlı içtimaî203 yardımhissine uyarak, o mahallenin birkaç fakirçocuğu da mektebe verilir, masraflarıgörülürdü. Bu alaylar bende büyük bir heyecanuyandırır, fakat arabanın içine oturup, üzerimedikkati çekmek beni korkuturdu. Çok şükürbabam da beni evde okutmaya karar verdi.Evde bir hoca tuttular, başlamak merasimide evde yapıldı. Babamın Saray arkadaşları ilebirlikte bütün erkek komşulara bir ziyafetçekildi. Haminne, kıyafetim için bu defa kendisözünü yerine getirdi. Kısa etekli esvaplarla buiş olmaz; lâcivert entari ile evde dahi olsa böylebir mübarek204 merasimin yapılamayacağınainanmıştı. Bana, gayet güzel, çiçekli, şampanyarenkli, topuklara kadar uzun entari ile bir deaynı renkli tülden başıma bir örtü hazırlandı.Başımdaki örtü, o gün Saraylı Teyze’ningöğsüme taktığı bir elmas iğne ile kendimiaynada çok acayip buldum. Fikriyar: “İnşallahgelin olduğunu da görürüm, eteğini bentutarım,” diye ağlayarak dua ediyordu.
Bu resmî günün havası Mahmure ablayı daağırlaştırmıştı. El ele salona girdik, bir gençhafız Kur’an okudu, Hoca Efendi, önündekirahleye diz çöktük. Odadaki kalabalık içindeelifbayı yüksek sesle tekrar etmek beni şaşırttı,ayağa kalktığım vakit Hoca’nın elini öpmeyiunutmuştum.Evlenme, bayram, hatta mektebe başlama.Hulâsa başka memleketlerde coşkun bir sevinçgösterisine vesile olabilecek205 merasimlerbizde daima hüzün206 yaratıyor. Kadınlarmutlak ağlıyor, erkekler huşu207 ifade edenbir tavır takınıyorlar. Evet, başkalarına sevinçveren şey bize hüzün veriyor.Hoca, akşamları selâmlıkta bizi okutmayageliyordu. İki tarafında mum yanan rahlede,her gece Kur’an okumaya çalışıyordum.Çünkü bize kıraat208 okutmadılar. MaamâfihKur’an’ın ahengi bana çok haz veriyordu.Hocamız Makedonyalı bir muhacirdi209.
Ailesiyle evimizin arka tarafında bir evdeoturuyor, gündüzleri Uzuncaova’ daki biriptidaî mektepte210 muallimlik211 ediyordu.Mahmure abla, Cavide Hanım mektebindeki,kulak çekme ve değnek cezasının bu hocatarafından verilmesi imkânı olmadığınıgörünce, zaman zaman azıtır ve çok yaramazlıkederdi. Hoca Efendi’nin: “Mimure yirsin a,”diye yaptığı tehditlerin tahakkuk etmemesi212onu odada top oynamaya kadar götürürdü.Ben, biraz söker sökmez Saraylı Teyze’ninodasına, Fikriyar kitap tozu alırken gider,benim yerinden dahi kımıldatmaya gücümyetmeyen “Afrika Seyahatnamesi”ni yereindirtir, kendim de yere uzanır, gözlerimağrıyıncaya kadar yazıları sökmeye çalışırdım.Bu, üstünsüz213 esresiz214 Türkçe, bana hiçanlamadığım Kur’an’ı okumaktan daha zorgeliyordu. Ben “Seyahatname” ile uğraşırkenFikriyar yanıma çömelir, Kafkasya’danAdapazarı’na nasıl hicret215 ettiklerini,kabilenin beyi tarafından İstanbul’a nasıl bir
Mısırlı ailenin yanına satıldığını anlatırdı. Bütünbu hikâyelerin zihnimde en çok yer eden tarafıAdapazarı’nda, ay ışığında, mısır tarlalarındadolaştıklarından bahsettiği periler olmuştur.Fikriyar onları gözü ile gördüğüne yeminederdi. Bu Çerkes, peri tarlalarına gider:“racikaki, racikaki,” diyerek dirseğine kadarölçtüğü kocaman mısırlar “mecküz, mecküz”diye boyuna kadar ölçtüklerinin yanında hiçkalırmış. Nasıldı diye sorunca, sağ memesi solomzunda, sol memesi sağ omzunda, saçları ayışığında pırıl pırıl yanan bir dev karısı hayalinicanlandırırdı.Ben, “Afrika Seyahatnamesi”ni sökmeyeçalışırken, aynı kütüphaneden Mahmure ablael yazılı, üstünlü esreli Serencam-ı Mevt adlı birrisale216 çıkardı, elime tutuşturdu. Okumasıtabiî “Seyahatname”den daha kolaydı. Maalesefben de okudum. Maalesef diyorum, çünkükafamın ta çocukluk günlerinden beri,okuduklarımdan, gördüklerimden, bazanbüyük bir haz, bazan da büyük bir işkencehâlini alan çok realist resimler çıkarmak âdeti
vardır. Eğer ressam olsaydım dimağımdabiriken bu hayallere şekil verir ve içimiboşaltırdım. Fakat bu sahada hiçbir zamandoğru dürüst iki çizgi çizemeyecek kadarbeceriksiz ve kuvvetsiz doğmuşum. Serencam,Azrail’in can almaya geldiği andan itibarenahiret seferini bütün teferruatıyla anlatıyordu.İyi insanların Allah’a ruhu gaşiy eden217 birhisle kavuşması, günahkâr ruhununkoparılmasındaki zulüm ve azabı218, âdetaşahsî tecrübeye dayanan bir realizm ile ifadeediyordu. Sonra mezardan, herkes çekildiktensonra, imanını deneyen melekler karşısındagünahkârların cevap verememesine karşılık,tepelerine inen darbeleri anlatıyordu. Nihayetvücudun toprak içinde çürürkenki korkunçteferruat, ebedî karanlık, yüzünü, kafasınıyiyen akrepler, vücudunu dolayan yılanlar...Bu hayaller beni her gece taciz etti219. Geceyarısı yataktan fırlar, etrafımın bir toprak hapsiolup olmadığını anlamak için, kollarımı etrafauzatırdım. Her ateşli hastalıkta yılanların
vücudumu sardığını rüyamda görürdüm.Kitabın son ve belki de en canlı ve kudretlisahnesi ölülerin mezarlarından kalkıp ahretehüküm giymek üzere gidişleri idi. Bilhassagünahkârların sınıflara ayrılması, her sınıfınşekil ve şemaili220 korkunçtu... Mahmure ablamütemadiyen bir sınıf günahkârların şeklinitekrar eder dururdu. Bu sınıf, fitneler221 sınıfıidi. Bunların dilleri enselerinden dışarıçıkartılmıştı. Tabiî, Mahmure abla bunu banasigara içtiğini kimseye söylememem içinyapıyordu.Hafızamda yer etmiş olan birkaç mısra,ölülerin cehenneme gidişlerinin kuvvetli birtarifidir:Kimi maymun suretinde, el aman,Kimi çukur gözlü, boynuzlu ola,Kimi karışık iç yüzlü ola,Kara yüzlü ola, gözü gök,Kiminin eli, ayağı yok,Kimi leş gibi bed-fiil222,
Kimisinin karnı şiş, dağlar gibi,Kusa kusa gider, ağlar gibi,Kiminin dili çekilmiş ensesinden.Maamâfih bu korkunç tablonun birkaç iyinoktası da vardır. Meselâ bir karınca dahitaşlamanın günah olduğunu söyler. Bir de SıratKöprüsü’nden223 geçen insanların mevkii vecinsleri dikkate alınmaz, âdeta bu günküiçtimaî durumun, demokratik rejimin ifadesiolan birkaç mısraı daha vardır:Sonra gidenler Sırat üzre kamu,Sırat’ın altı değil mi tamu224?Bu erkek, bu dişi demeyeler,Yani bu sultan kişi demeyeler.Günahkârların karanlık sahasından bahisederken burada ben de ilk günahımıanlatacağım. Bu günahı Şayetse ile paylaştık.Bana bir gün onun da gizli gizli sigara içtiğindenve sigaranın zevkinden bahsetti; tütünü neredebulduğunu sorunca Büyükbaba’nın dolabından
aşırdığını söyledi. Beraberce, Büyükbabaselâmlıkta iken odasına gittik, dolabından tütünaşırdık. Nasılsa, sigara kâğıdı almayıunutmuştuk. Bu hareket içimde o kadar kötübir akis uyandırdı ki tekrar gidip kâğıt aşırmayamuvafakat etmedim. Tütünü bayağı kâğıdasarmaya da Şayetse muvafakat etmedi.Mahmure abla bebekleri karıştırırken bunubulmuş olacak.Ertesi sabah, Mahmure abla,Büyükbabamın beni bahçede beklediğinisöyledi, elimden tuttu götürdü. Büyükbabasetin üstünde elleri arkasında dolaşıyordu.Mahmure ablaya çekilmesini işaret etti ve banaelini öptürmedi. Ne söyledi bilmiyorum, fakatsöylediklerinin her kelimesi içime iğne gibibattı. Ne bir söz söyledim ne ağladım ve eliniöpmeye teşebbüs etmeden çekildim gittim. Evegirerken herhangi bir insanın küçük ve kötü birhareketten sonra duyabileceyi zilleti225 tattım.Bu bana Serencam’ın verdiği korkuyu daunutturdu. Bu tecrübenin faydalı tarafıherkesin içinde açıktan açığa sigara içebilinceye
kadar ağzıma sigara koymamak oldu.Yine o yaz günlerinde, ilk defaBüyükbaba’nın kardeşi Veli Ağa’yı, bir akşambahçede tanıdım. Bütün aile orada idi.Büyükbaba sigarası elinde çardağın altındadolaşıyor, Haminne çiçeklerle meşgul, Fikriyarda yalınayak arslanın ağzından kovasınıdoldurarak çiçekleri suluyordu.Sıcak, tatlı ve güzel kokulu bir gece. Akşamsemasının maviliğinde bir tek yıldız parlıyor.Göğe çok defa bakardım, fakat yıldız denilenışık harikasını ilk defa o gece idrak ettim.Gözüm gökteki yıldıza saplanmış dururken,Veli Amca arkamdan geldi ve başımı okşadı.Kıyafeti o günkü Anadolu’ya mahsus fesininetrafında bir abanî226 sarık, Kemah’ın canlı vekocaman gözleri, kemerli burnu ve beyaz sakalıgözümün önünde. Tavrının sükûnu,hareketlerinin yavaş ve tatlı temposu daimaaynı yumuşak perdeden gelen sesi,Büyükbaba’nın fırtınalı ses ve hareketlerinenisbeten rüzgârsız, ılık bir yaz akşamı gibi idi.Maamâfih ben ikisini de çok cazip bulurdum.
Veli Amca hem ailenin en yaşlısı olanBüyükbaba’yı görmek, hem de kurbanbayramında evlenecek oğluna hediyeler almaküzere İstanbul’a gelmişti. Beni dizlerineoturttu, yüzümü iyice tetkik ettikten sonraHaminne’ye hitaben: “Yanakları al olsa bizimKeziban’ın tıpkısı,” dedi. Garip olarak ogünlerde Kemahlı akrabalar beni hiçtanımadığım bu Keziban’a benzetir dururlardı.Veli Amca beni dizlerine alır almazparmağımla gökteki yıldızı gösterdim. “Bunedir?” diye sordum. Veli Amca düşündü. “Neolduğunu bilemem, yalnız, Allah’ın bu göklerive yıldızları bizim için yarattığını biliyorum,”dedi. Evet, insanlar için ebedî ateş, azapyaratan, ölüleri yılanlara, çiyanlara yem edenAllah, aynı insanlar için nurların nuru yıldızlarıda yaratmıştı. Evet, Allah’ın, ona tapmakisteyen her biçare insanın görüşüne göre, bircephesi vardı.Veli Amca, iki hafta selâmlıkta kaldı ve evetatlı bir huzur getirdi. Kemal dayının hastalığıve mütamadiyen konuşulan borç ve para
sıkıntısı mevzuu âdeta unutulmuş idi. VeliAmca ipekli mintanlar227, türlü türlümendiller, fildişi taraklar hulâsa bir hayliİstanbul metaı228 ile Kemah’a gitti. Onungidişi içimde bir boşluk bıraktı. Tek tesellim“Afrika Seyahatnamesi”ni kendi başımaokuyabilmem oldu.Yine o günlerde, bir gün Hoca Efendi,Uzuncaova mektebine bir çocuk başlatacağınısöyledikten sonra Haminne’den bizi degötürmek için izin aldı. Ablam ilâhîciler, ben deâminciler arasına girdik. Fakirce bir aile olduğuiçin araba yoktu. Çocuk sadece alayın önündeyürüyordu. Yanımda sarışın bir kız vardı. Ben,“âmin,” diye bağırmaktan sıkılıyordum. Fakatbu yanımdaki kızcağız bana vazifemi ihtarediyordu. Uzuncaova yolunun o günlerdekibostanları, evleri hep gözümün önündedir.Nihayet mektebe vardık; önümüze birtencere sulu aşure koydular, elimize birer tahtakaşık sıkıştırdılar. Çocuklar yemeye başlayınca,ablam arkamdan beni çekti: “Sakın yeme,” dedi.
Hocanın yüzündeki kırgınlık, oradaki fukaraçocukları ile aramızdaki manevî ayrılık banaçok fena tesir etti. O günlerde içimin hephuzursuzlukla dolu olduğunu hatırlıyorum.Galiba artık muhtelif sahnelerin hakikî manasıgarip fikirler bana daha az duman içindegörünüyor. Hepsine karşı içimde bir sualişareti var.Kurban Bayramı’ndan bir gün önceHaminne beni Eyüpsultan’a götürdü. Oradabağlı idim. Babam bir erkek çocuğu beklemiş,adını doğmadan Halit koymuştu. Rahmetli,ölünceye kadar bana “Halit” derdi. Her senekurban bayramından evvel beni ya babam yada Haminne oradaki türbeye götürür ve oradabir de kurban keserlerdi.Eyüp’e giderken Haminne, Hacıbekir’inönünde arabayı durdurur, lokum alırdı.Şekerciye: “Çok yumuşak olsun, yüz on üçyaşında bir ihtiyar hanım için,” derdi. Arabadakim olduğunu sorunca: “Hocam, bu günlerdeonun duasına çok muhtacım,” dedi.Eyüpsultan’da ilk işimiz, belki en eski bir evden
en yaşlı bir kadını ziyaret oldu.Yüzü eski, bembeyaz bir deri gibibumburuşuk, gözleri yeni doğan bir çocuk gibi,başında bir beyaz örtü. Vücudu kupkuru veminimini, yastıklara dayanmış oturuyordu. Bulevha bana Havva Hanım’ın yüzlerce yılpamuk içinde, balmumu gibi kuru ve kırışık“Kırımpapa” diye bize tarif ettiği hayalebenziyordu. Maamâfih bu ihtiyar hatunun –başkalarında sonradan farkına vardığım–ihtiyarlıktan gelme çirkinlikle alâkası yoktu.Canlı idi, tatlı konuşuyordu, insana yağı bitincekendi kendine sönecek bir kandil hissiniveriyordu. Haminne’ye, çocuk diye hitapediyordu. Hepimize dua etti. O eski ev bugün,o ihtiyar kadınla beraber Rembrandt’ın229 birtablosu gibi yer etti kafamda.Ondan sonra, ikindi namazını camidekıldıktan sonra türbeye gittik. Geniş avlunungüvercinleri sıralanmış ötüşüyor, sıra ile dizilenihtiyar dilenciler o tatlı havaya âdeta basso230tutuyorlar gibi.
Türbenin serin ve yeşil loşluğunda türbedarbeni üç defa tesbihten geçirdi231. Türbeninsüpürgesinden parçalar kopararak yakıp banatütsü vermelerini tavsiye etti. Haminne,makberin232 ayakucunda diz çökerek demirparmaklığına sarılmıştı. Dudakları titriyor,gözlerinden mütemadiyen yaş akıyordu.Haminne’yi bu andaki kadar güzelgörmemiştim. Türbeden çıkarken niçinağladığını sorduğumda Kemal dayı ölmesindiye ağladığını söyledi.Arife günü Eyüp Türbesi’nde içimidolduran derin heyecan ve garip huşu zailoldu. O sabah sekiz tane kınalı kocamankoyunun ahırdan melemeleri işitiliyordu.Bahçenin bir köşesinde derin bir çukurkazılmış, Büyükbaba kollarını sıvamışkurbanları kesmeye hazırlanıyordu. Herkoyunun kimin için kesildiğini anlattı: “BuKemal’in, bu Refet’in ruhu için, şu senin.”Benim içim bu güzel kınalı mahlûkun kesilmesiiçimi sızlattı: “Ne olur Büyükbaba benimkini
kesme.” Birdenbire sesi yükseldi:— Sırat Köprüsü’nden nasıl geçip cennetegideceksin? Her ölen, o kıldan ince, kılıçtankeskin köprünün üstünden ancak bu kesilenkoyunun sırtında geçer, öbür tarafında bizibekler.Bundan sonra Hazret-i İbrahim’inhikâyesini uzun uzun anlattı. Rüzgârdadalgalanan beyaz sakalı, yerde çukur kazankudretli kollarıyla bana Hazret-i İbrahim o imişgibi geldi. Yemekte de Kemal dayı ile aralarındabu mevzuda şiddetli bir münakaşa geçti.Büyükbaba her erkeğin kendi kurbanını kendikesmesi lâzımdır, diyordu. Fakat Kemal dayıkandan nefret ettiğini söyledi. Buna karşılıkBüyükbaba: “Ne olacak hepiniz İstanbul’dadoğdunuz, büyüdünüz, hepiniz muhallebiçocuklarısınız,” diyordu.Ertesi sabah “Allahu ekber, Allahu ekber”ino emsalsiz ahengini, derin ve kalın seslierkekler tekrar ederken uyandım. Evvelâ neolacağını anlamadım. Fakat biraz sonrakoyunların kesildiğini hissedince, âdeta
vücuduma bir bıçak saplanmış gibi oldu.Kulaklarımı tıkadım, başımı yatakta yastığınaltına sakladım, üstüme yorganı çektim.Serencam-ı Mevt’deki muhtelif sınıfgünahkârların her kısmı, bin türlü azap içindecehenneme gidişlerinin hayali yanında, şimdi dekınalı koyunların gırtlağını kesip üstlerinebinerek cennete giden müminler233 alayı...Fikriyar beni yataktan kaldırdı, kucağına alarakmutfağa götürdü, koyunlar parçalanıyor,herkesin alnında kendi namına olduğunusöyledikleri kurbanın kanından meydana gelenkırmızı bir damga mevcuttu. Benim alnıma daöyle bir damga bastılar.Bu tarihlerde babam Yıldız’daki evindençıktı, genç karısı ile yakınımıza taşındı.Akşamları ekseriya Mor Salkımlı Ev’e geliyor,Haminne ile kahve içiyor, bazı sabahlar, seyisbeni atının önüne alarak Yıldız’a götürüyordu.Artık Ceyb-i Hümâyûn234 muhiti, benimoynadığım, günlerimi geçirdiğim yer olmuştu.Cuma selâmlığında, hemen sefirlerin toplandığı
sedire koşardım. Sultan Hamid’in Arap,Arnavut muhafızlarının yeşilli kırmızılıüniformalarını, maiyet235 alayının sırmalıkıyafetlerini seyrederdim. Marşın havasınauyarak yürüyüşlerini, mızıkadaki muhteşemüniformaların mütemadi ve ahenkli bir renk vehareket senfonisine hayran olurdum. SultanHamid’in kayınbiraderi Ahmed Şevket Bey,Padişah camiden çıkar çıkmaz beni kaldırıromzunun üstüne oturtur, bana oradan alayıseyrettirirdi. Karşısında Plevne KahramanıOsman Paşa236, kendisi şahane burnu, ikitarafa bakıp geçen acayip gözleriyle bumuhteşem merasime hâkim olan şahsın,Türklerin son imparatoru olduğunu tabiî idrakedemezdik.Yıllar geçtikten sonra bu yıldızı sönük,harap bir vaziyette bulduğum Saray’ın kapısıönünden geçerken, kapının önünde gözüme –belki beni çocukken görmüş olan ihtiyar vegözleri yarı kör– kapıcı ilişti. Dünyada kimbilirne kadar böyle şahane ihtişam ve merasim
sahnesi olan başka saraylar da vardı. Onlardahi kudret mefhumunu237 yanlış anladıklarımüddetçe şekil ve isimleri ne olursa olsun,çöküp gitmeye mahkûmdur. Maziden dersalmayanların akibeti238 budur...Bu günlerde babamın Nilüfer adlı güzel birkızı oldu. “İşte senin kardeşin,” dediler ve bende onu görmek için her gün, hemen her günyanına gidiyordum. Çocuğun uzun boylu, ince,yerli kostümünü muhafaza eden bir Türkdadısı vardı. Nilüfer’i kollarının arasında sallar,vücudunu o ahenge uydurur, gözleri birazşaşılaşır ve şu ninniyi söylerdi:Armut dalda sallanır,Sallandıkça ballanır.Bir oğlan vezir olsa,Yine kıza yalvarır,Nanni, nanni de nanni.Yine bu günlerde babamdan ikinci ve sonazarı işittim. Bu defaki kabahatim çocukluktanve kelimelerin manasını iyi bilmememden ileri
geliyordu. Küfür beni bu yaşta çok cezpetmişti239. Belki, bilhassa başta Haminnem,daima çok nazik konuştukları için, o nev’ikonuşmadan bıkmıştım. Yalnız, Büyükbaba’nınsert konuşması değil, hamalların,tulumbacıların hiç de manasını anlayamadığımağız dalaşmalarını da seviyordum.Bir gün, sofrada yemek yerken sırf birmarifet gösterip de babamı memnun etmekiçin, manasını anlamadan ezberlemiş olduğum,bu gün tekrar edemeyeceğim en galiz240olanlarını bir nefeste sıraladım. Babamın yüzükıpkırmızı oldu, gözleri döndü, o halimselim241 adam, gayri ihtiyarî242 elindekiyemek bıçağını kaldırdı salladı. Âdeta banasaplayabilecek kadar kendinden geçmiş gibigöründü. İçimde haksızlığa uğrayanların isyanıuyandı, yemek tabağını ittim. Sessiz sessizağlamaya başladım. Babam gözyaşlarımındinmesini bekliyordu, fakat dinmediler,içimdeki acılık bir türlü geçmiyordu. Babammüteessir oldu243, beni okşamaya gönlümü
almaya çalıştı. Muvaffak olamayınca önüme çilparalar yaydı, o da kâr etmeyince benimleçocuk gibi oynamaya çalıştı. Fakat içimdekizillet bir türlü zail olmuyordu. Yıllar geçtiktensonra bu nev’i haksızlığa uğramanın verdiğizillet hissinin aynını Ankara’da bir köpeğimdegördüm. Burada ondan bahsedeceğim.Yoldaş adlı köpeğim, Çerkes Ethem’in244çetesinin, galiba koyun çalıp getirmek içinyetiştirilmiş köpeği idi. O günlerde İstiklâlMücadelesi’nin hatırlı sîmâlarından olan ÇerkesEthem bu köpeği bana hediye etmişti. Birkaçgün içinde iki insan yoldaşın birbirinebağlanamayacağı bir şekilde, biz birbirimizebağlanmıştık. Atıma binip yalnız başımaKalaba’nın arasındaki yollarda giderken, banahep o arkadaşlık eder, ne zaman bir koyunsürüsü görse sevinçle havalardı. Maamâfihbeni bırakıp onların yanına gitmezdi. Bir günyukarıdan ata bindiğim vakit, seyis İbrahim,Yoldaş’ın dereden bir koyun yakalayarak
sürükleyip getirdiğini söyledi. Dışarıya koştum,kapının önüne oturmuş, bir taraftankuyruğunu sallıyor, dili dışarıda, köpeklerin ensevinçli manası ile yüzüme bakıyordu. Birazötede de boynundan yakalayıp getirdiği koyun,yerde kan içinde yatıyordu. Elimdeki kamçıyıkaldırdım, arkasına indirdim.Kuyruğunu bacakları arasına alıp kaçacağıyerde, hayret ve isyan ifade eden yüksek birsesle yüzüme havlamaya başladı. Bilmemneden, ben hemen babamın –marifet göstermekistediğim zaman– bana bıçağı sallamasınıhatırladım. O da beni mennun etmek istemişve benim nankörlüğüme karşı isyan hissetmişti.Zavallı hayvan, tabiî bir sahibi için marifettelâkki edilen bir hareketin öbür sahibindeneden bu kadar kızgınlık uyandıracak birkabahat olduğunu hiçbir zaman bilmeyecekti.Mor Salkımlı Ev’deki, bizi oradan çıkmayasevk eden acı gün nihayet geldi çattı. Haminneyemek odasında bize şerbet yapıyordu. Kemaldayı dairesinden gelmiş, bir bardak şerbetistemişti. Benim gözüme görünmeyen bir
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 611
Pages: