Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:38:15

Description: Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

kantoları335 ile hem de sahnedeki başka rolleriile seyircileri hâlâ hayran ediyordu.Tiyatronun önünde her vakit kupkuru,perişan kıyafetli, zavallı bir ihtiyar görürdüm.Fesinin üstünde bir mavi boncuk, buruşukyüzünde hiç akıl emaresi336 yok, bunamış biradamdı. Peruz Hanım her hafta ona biraz parave birkaç simit verirdi. Ahmed Ağa:— Bu ihtiyarı bu hâle getiren PeruzHanım’dır. Parasını o yemiş. O karının gözlerikaç tane yürek yakmıştır derdi. MuhayyilemdePeruz Hanım’ı zenginlerin yüreklerini kızartıp,yakıp ve altınlarını çiğner yutar gibi görürdüm.Bu tarihte babam bize haftada bir defageliyordu. Bazan da beni alıp Beşiktaş’agetiriyor ve orada birkaç gece misafiroluyordum. Fakat bu ziyaretler iki bakımdanbeni tazip ediyordu337. Beşiktaş’da, rakipevinden geldi diye Abla’nın muhiti bana birazyabancı tavrı alıyor, soğuk muamele ediyordu.İcadiye’ye döndüğüm zaman da Beşiktaşhakkında sorguya çekiliyordum. Bundan başka

da iki tarafta da kendilerine büyü yapıldığıkanaati hâsıl oldu.Bu aralık babam beni Kolej’den almayamecbur olduktan sonra İcadiye’de oturmak içinsebep kalmadı. Kısa bir müddet için Miss Doddmuntazaman gelip, İngilizce’mi devam ettirdi.Fakat çok geçmeden Üsküdar çarşısı denilen bircaddede bir eve taşındık. Fakat babam, benimmutlaka kendi yanında Mor Salkımlı Ev’deyaşamamı istiyordu. Bir hayli münakaşa vemücadeleden sonra daimî yerim Beşiktaşoldu... Üsküdar’a misafir olarak gelip gitmeyebaşladım.249. İleri gelenleri.250. Doğu.251. Sahipti.252. Etkenlerden.253. Sosyal.

254. Batı usulü eğitime.255. Gövdeme.256. Sekiz sesten oluşan ses dizini.257. Müslümanların VII. yüzyılda Bizans’a karşıyaptığı gazalarda ün yapmış Arap kumandanı; Türkve Arap destan hikâyelerinin kahramanı. Türklerarasında Battal (kahraman) Gazi, Seyyid Battal Gaziadlarıyla tanınmıştır.258. Büyüleyen, kendine bağlayan.259. Doğuya özgü.260. Kendinden geçiriyordu.261. Tanrı’nın varlığını inkâr edenlerin, kafirlerin.262. Boşuna.263. Dedelerimizi.264. Abbasî devlet adamı.265. Ölçülü ve uyaklı biçimde yazılmış olan.266. Savaş.267. Ortaçağ’da, Katoliklerde katı din inançlarınakarşı gelenleri cezalandırılmak için kurulan kilise

mahkemelerinin adı.268. Çökme, gerileme.269. Birliği.270. Karşılıklı.271. Hınç.272. Yok etme.273. İlkel.274. Genelkurmay Başkanı.275. Eski Germen edebiyatının kahramanlarındanbiri.276. Yiğitliğine.277. Erdeminden.278. Eli başa götürerek verilen selâm.279. Yazılı metni olmayan, kararlaştırılmış taslağı,yerine, zamanına göre oyuncular tarafından,sahneye yakıştırılan sözlerle tamamlanan oyun.280. Abdi (Abdürrezzak) Efendi (1835-1914):Osmanlı tulûatçısı ve tiyatro oyuncusu. Ünlü“İbiş” tipinin yaratıcısı.

281. Denk.282. Sosyal maskaralık, rezillik.283. Üstü kapalı, örtülü taşlamalar, yergiler.284. Mardiros Mınakyan (1839 – 1920), Ermeniasıllı tiyatro oyuncusu ve yönetmeni. Türktiyatrosunun doğuş ve gelişme evrelerindekiçalışmalarıyla Batılı anlamda tiyatronunyerleşmesinde önemli rol oynamıştır.285. Uyarlanmış.286. Geleneğini.287. (Orada) bulunmalarının.288. MS 54-68 arası hüküm sürmüş Romaİmparatoru.289. Yenemedim.290. Ruşen Eşref (Ünaydın) (1892-1959), Yazar,politikacı ve hariciyeci.291. Tutucu.292. Yetinmeyip.293. Başkanlığında.

294. Görevden alıp.295. Eşkıyalarının.296. Buyruk, emir.297. Birinin ardından gelip onun yerine geçenkimse.298. Baht açıklığı veya yüksek bir makama, durumaerişmiş olma hali.299. Gerçeküstücülerini.300. Richard Wagner (1813 – 1883), Almanbesteci ve oyun yazarı.301. Alfred Tennyson (1809 – 1892), İngiliz şair.302. Trajedi.303. Divan şairi. Leylâ vü Mecnûn mesnevisi ileünlü.304. Besteci ve Azerbaycan operasının kurucusuHacıbeyli Üzeyir’den (1885 – 1948) söz ediliyor.305. Ahmed Adnan (Saygun) (1907 – 1991),Türk besteci.306. Hoşlanma.

307. Meth, övgü.308. Övme.309. Sıkıştıran, dar bir alanın içinde sınırlayan.310. Hans Christian Andersen (1805 – 1875),Danimarkalı yazar.311. İzlenimden.312. Yatıştırır.313. Aydınını.314. Görünürdeki.315. Kişisi.316. Kalıcıdır.317. Kabul ettiğim.318. Aklım.319. Peşimi bırakmadıkları.320. Alışılmış.321. Bulaştı.322. Kendisinden şüphe edilen.323. Merak işareti.

324. Metin olarak.325. Akla uygun.326. Bağnazlıkla.327. Bir erkeğin birden fazla kadınla evli olması.328. Gerekli, vazgeçilmez.329. Açılardan.330. Değiştirebileceğine.331. Buyruk, padişahın emri.332. Korku salma.333. Kel Hasan (1874-1929): Türk tuluatoyuncusu, tiyatro yöneticisi. “Aptal uşak” tipininyaratıcısıdır.334. Ermeni kökenli Türk kantocu. Kantolarınıkendisi yazıp besteliyordu. Onları 1908’de Neşe-iDil adıyla yayımladı.335. Tuluat tiyatrolarında oyundan önce genelliklekadın sanatçıların şarkı söyleyip dans ederekyaptığı gösteri.336. Belirti.

337. Üzüyordu.

4Yine Mor Salkımlı EvArtık o büyük sofa, çifte merdivenler banaeski güzelliklerini kaybetmişler gibi geldi.Haminne’nin odasında Abla yatıyor, o sevimlibeyaz örtülü sedirin yerinde şimdi Avrupaîeşyalar duruyordu.Buraya temelli olarak geldiğim gün,babamın Abla ile evlendiği günleri hatırlattı.Tekrar bütün aile toplanmış, beni yukarıdan(aşağı) tetkik ediyorlarmış gibi geldi. Kimse ileteklifsiz değildim, kimse bana şahsî alâkagöstermiyordu. Teyze’yi çok arıyordum.Babam bir çocuk gibi sevinç içinde idi.Kolumdan yakaladı ve bana hazırlattığı odalarıgösterdi. Teyze’nin eski odasını bana yazı veders odası olarak hazırlatmış, oraya büyük biryazı masası, rahat İngiliz koltukları, bir desalıncaklı sandalye koydurmuştu. Yatak odam

Kemal dayının odası idi. Yatağımın önünekahverengi bir perde çekilmişti. Sıkıntılıolduğum zamanlar bu perdenin arkasına ilticaeder, âdeta o odadan manastıra çekilmişlerinsükûnunu duyardım. Babamın oda eşyalarımlaşahsen meşgul olması yadırgadığım muhitteonu sağlam bir sığınak hâline sokmama yolaçtı. Gözyaşlarımı tutmaya çalışarak boynunasarıldım.O gece ilk defa bir odada yalnızyatıyordum. Başucumdaki gece lâmbasınınüstündeki fanus338, tıpkı Kraliçe Victoria’nıno günlerdeki garip resimlerine benzerdi.Hemen ertesi gün Arabî339 hocam ŞükrüEfendi geldi, derslerime başladım. Arapgramerini öğretmek için o, kendisine mahsusbir usul bulmuştu. Ben o usulü tecrübe ettiğiilk talebesi idim. Kur’an’ın manasını çokgeçmeden anlamaya başladım. Haminneayrılırken bana: “Orada herkes beynamazdır;sakın geceleri Kul’euzü’leri ve Elham’ıokumayı unutma,” demişti. Bunların manasını

anlamak bana çok büyük bir teselli verdiği için,her çocuğun bunları yatarken Türkçe olaraktekrar etmesinin çok hayırlı olacağınainanıyordum.“Yattım sağıma, döndüm soluma”yı ilk ogece tekrar ettikten sonra, daima Fatiha’yıokuyordum:Bütün âlemlerin hâkimi olan, Rabbi olanAllah’a hamd olsun. Merhametlilermerhametlisi, hesap gününün Rabbi olan sanaibadet eder, senden yardım dileriz. Bizedoğru yolu göster, senin nimetine mazharolanların yolunu göster, gazabını celbetmişlerin doğru yoldan sapmışların değil.340Bunları sıra ile okurken uyku bastırır,sükûn içinde uyurdum. Fakat buradagiyinirken bana yardım edecek, saçımıtarayacak kimsenin olmaması hayatımıgüçleştirmişti. Esasen, çocukların muayyen biryaşa intikal devrinde, gerek yüzlerine gerektavırlarına çöken salaklık ve çirkinlik bende de

ziyadesi ile vardı. Ve bu beni üzüyordu.Bilhassa aşağıdaki hep mavi gözlü sarışıninsanları düşündükçe odadan çıkmaktançekiniyordum. Saçlarımın fazla kalın olması dataranmamı ve örmemi güçleştiriyordu. Bundandolayı içlerinden bazı parçaları keserdururdum. Evet, çocuklara küçük yaşta kendikendilerine bakmayı öğretmek lâzım olduğukanaatine o zaman varmış olacağım.Ablam’ın kardeşinin kızı Feyziye ile birazsonra arkadaş olmaya başladım. Kitaplardan,derslerden vakit bulunca onunla benim odadakonuşurduk. Her türlü ısrara rağmenmisafirlerden kaçardım. Çünkü, o günlerdekiutanmak ve sıkılmak hissi bende âdeta birişkence hâlini almıştı.Merhum Şükrü Efendi’nin sistemi benimiçin çok faydalı olmuştu. Sisteminin ilkmuvaffakiyeti diye beni dinletmek içinmütemadiyen eve büyük misafirler getirirdi.Maamâfih erkeklerden kadınlar kadarçekinmez ve sıkılmazdım. Her halde erkeklerinsana kadınlar gibi şahsî suallar sormazlardı.

Aynı zamanda Şükrü Efendi gibi bir hocadanİslâmiyet’i öğrenmek bana dinimiz hakkındasarih341 fikirler veriyordu. Beş vakit namazımıkılıyordum; perşembe ve pazartesileri yükseksesle ölülerin ruhuna Yasin okurken, bendenbaşka kimse bulunmayan üst katın sofasına veodalarına akseden sesimde âdeta geçmiş günleriçağıran garip bir mana vardı. Dinin mistik342tarafı, biraz da belki bu sofulaşmanın biraksülâmeli343 olarak başka başka tesirlerlehayli erken içimde uyanmaya başladı.Abla ve ailesi, tamamen kendi muhit vehayatlarına kapanmış, ben de her zamandanfazla kendi benliğimin içine gömülmüştüm.Kafamda, etrafımdaki hayat sahnelerinianlamak için derin bir tecessüs uyanmıştı.Yaşımla hiç de mütenasip344 olmayacakderecede içimde bir ruh faaliyeti başgöstermişti. Daha sonraları bahsedeceğimHamdi Efendi’nin mistik ve felsefîkonuşmalarının da bunda bir âmil olduğuna hiçşüphe yoktur. Çünkü o zamana kadar hayatın

manasını ancak bana yapılan dinî tedrisin345hudutları içinde görüyordum.Bu devirde başlayan namaz ve oruç uzunyıllar devam etti. Geceleri bilhassa yatsınamazından sonra seccadede oturur, çocukdilimle içimde ukde olan346 meselelerhakkında Allah’la konuşur dururdum. En fazla,insanları hayvanlara ve insanları insanlaraeziyet etmeye sevkeden sebepleri anlamakisterdim. Hepsini kendi yaratmış olduğu halde,Allah’ın neden Müslüman olmayanlarıcehenneme gönderdiğini bilmek isterdim.Maamâfih yarım küsur asırdan beri daimaherhangi din, hatta siyasî akidelerde347insanların kendilerinden olmayanları ahretteveya dünyada neden cehenneme göndermekistediklerini öğrenmiş değilim.Kafamdaki bu acı sual işaretinden çokmuazzep olduğum348 için ilk defa SüleymanDede’nin349 o emsalsiz Mevlid’inin Velâdet350kısmı beni teshir etti ve daima edecektir.

Eminim ki, Dede de tıpkı benim gibi, rahmetkapılarının bazı insanlara kapanmış olmasındanazap duymuştu. Âmine Hatun’danPeygamberimiz’in doğduğu gün, çocuğunhenüz dünyaya açılan gözlerinden yaşlarakarak günahkârlar için Allah’dan necat351dilemesi, Türklerin dinî edebiyatında baştagelen bir pasajdır.Haminne’nin zamanında, yakın komşumuzolan Peyker Hanım’ın evine de bu devirde sıksık gidiyordum. Orada içimdeki huzursuzlukbiraz sükûn buluyordu. Peyker hala dediğimizbu saraylı hanım vaktiyle Sultan Aziz’insarayında tiyatro teşkilâtında cambazlığı ilemeşhur imiş. Kuvvetli, esmer, sıhhatli, doğrusözlülüğü ve açık elliliğiyle dostlarına kendiniçok sevdirmiş bir kadındı. Aynı zamandafevkalâde piyano çalardı. En fazla Verdi352 veBellini’nin353 eserlerini ezberden çalarken,etrafını teshir ederdi. Ben onun Carmen354çalışındaki ahenk ve içten gelen hayat seslerinihiçbir yerde duymadım diyebilirim. Garip

olarak bunları hep notasız çalardı.Bundan başka Peyker hala o günkü içtimaîananelerin kadın hayatına vurduğu zincirlerikoparmış atmıştı. Kocasının dostları, genç birzabit olan oğlunun arkadaşları ile bir erkek gibioturur konuşurdu. Hatta yakından tanıdığıbizim gibi komşuların erkekleri ile de, babamda dahil, tamamen bir erkek gibi arkadaşlıkederdi. Genç yaşında saraydaki cambazlıksanatının verdiği kuvvet onu tabiatın en açık vehiçbir şeye boyun eğmeyen bir mahlûkuyapmıştı.Kocası Hamdi Efendi de çocukluğumunyaşlı erkek dostları arasında unutulmaz birsîmâ idi. Mistik bir adamdı. Panteist355 idi.Musikiyi çok severdi, fakat dünyada birmuamma356 gibi görünen eşyayı ve hayattecellilerini357 izah etmeyi daha fazla severdi.Onu dinlemek bana sükûn vermekle beraber,sözlerinden pek bir şey anlayamazdım. Çünküo konuşurken bütün kâinat358 en küçükteferruatıyla birbirine karışmış gibi gelirdi.

Hamdi Efendi ile Peyker Hanım’ın evlerinedaima münevver insanlar geliyordu. HamdiEfendi, dostları arasında ilk hürriyet şehitleride olduğunu ve çektikleri işkenceleri de anlatırdururdu. Fakat benim için hürriyet denilenmefhum henüz sarih değildi. YıldızSarayı’ndaki kudretli Padişah’ın halk tarafındannefret edilen bir despot359 olduğunu, Türkmilletine saadet vermek isteyen bir nicevatandaşı mahvetmiş olduğunu ilk defa ondanişitmiştim.Küçük kardeşim Nilüfer ile de yavaş yavaşbirbirimize yaklaşıyorduk. Nigâr doğduktansonra annesinin odasından çıkmış,büyükannesinin odasında yatıyordu. Vaziyetiâdeta bir üvey çocuk gibi olmuştu. Bu ihmâlonu çok yaramaz yapmıştı. Hiddetleninceinsanı ısırır, kendi saçlarını yolardı. O güzel,beyaz yüzündeki iki siyah kaş altındaki siyahkirpikli yeşil gözlerinin içinde mütemadiyenşimşek gibi insanı yakmaya hazır bir ateş vardı.

Şimdi benim odama geliyor ve ben çalışırkenmasama dayanıp saatlerce beni tetkik ediyordu.Ne zaman olduğunu pek bilmiyorsam da çokgeçmeden o da benim odamda yatmayabaşlamıştı. Benim için o âdeta bir Şayesterolünü alıyordu.Üsküdar’daki evi ilk uzun ziyaretimesnasında mühim bir vak’a oldu. Bütün evhalkı sanki bayrammış gibi ayrı ayrı beni çekipyanaklarımdan tekrar tekrar öpüyorlardı.Teyze saçlarımın fena taranmasından şikâyetetti. “Bakmamışlar, zayıflamış,” diyordu. İşte1895’de şehrimizi altüst eden zelzele o ziyaretesnasında olmuştu.Teyze’nin odasında otururken birdenbireavize ve hatta camlar şangur şungur etmeyebaşladı. Teyze, babamın son ve tek erkek evlâdıolan merhum Said’e gebe idi. Ben bundan birşey anlamadım, fakat Teyze’nin yüzünü dehşetsardığını ve dudakların bir dua mırıldandığınıgördüm. Yerin altından muazzam bir inilti,sokaklarda bir koşuşma, korkunç bir uğultubaşlamıştı. Hemen pencereye gittim. Bütün

Üsküdar halkı çarşıda, ortalığı örten bir tozduman bulutu içinde şaşkın şaşkınkoşuşuyorlardı. Bütün dükkâncılar dışarıyafırlamış, karşıdaki hamamdan bellerindepeştamal, ayaklarında nalın, yarı çıplakbirtakım adamlar “Allah, Allah” diye feryatediyorlardı.Haminne sofadan, “Çabuk aşağı gel,” diyehaykırdı, ben de onun arkasındanmütemadiyen sarsılan merdivenlerden indim.Son basamakta iken bahçede yıkılan birduvarın gürültüsünü duyduk. Açık kapıdantozlar yüzümüzü sardı.Garip olarak, içinde bulunduğumuztehlikenin derecesini takdirden âcizdim; buolayda biraz heyecan ve sergüzeşt360 hissivardı. Bahçeye çıktım, salıncağa binereksallanmaya başladım. Arkamdaki düz duvaryere indi. Sonra evin içinde acayip seslerçıkaran bir düdük çalındığını duydum. Yalnızgaliba Havva Hanım: “Kıyamet kopuyor,Deccal361 çıktı,” diye haykırdığı zaman

tüylerim ürperdi, çünkü o zaman Serencam-ıMevt’deki kıyamet günü Deccal çıkacağını,ölülerin mezarlarından kalkıp, onu takipedeceklerini yazan parçayı hatırlamıştım. Aynızamanda Kur’an’dan bir ayeti hatırladım.Dünya zelzele ile sarsıldığı gün, arzın362içindekileri dışarı atacağını hatırladım. Bereketversin Mahmure abla içeriden, “KorkmaHalide, Deccal değil, Hüseyin,” diye bağırdı.Meğer uşak Hüseyin içeride eline bir düdükalmış çalıyordu.Ertesi günden itibaren Haminne gazeteleriyüksek sesle okuyor, hepimiz etrafındatoplanıp dinliyorduk. Kapalı Çarşı’nın içinegömülen insanların sayısı kadar, ölümlerininşekli de korkunçtu. Hemen bütün İstanbulbahçede yatıyordu. Biz bahçede yatmadık,fakat Mahmure ablanın sinirleri o kadarbozulmuştu ki, gece sabaha kadar dolaşıyor,hiçbir yerde yatamıyordu. Hemen hemensabahtan akşama kadar seccadeden başıkalkmıyor, en küçük gıcırtı onu kendindengeçirtiyordu. Her evde ve her insanda bir

nedamet363, bir ibadet364 krizi başgöstermişti. Ben de Haminne’nin seccadesininarkasına benimkini yayar, bir daha günahişlemeyeceğime, süslü ve ipekli esvapgiymeyeceğime yemin eder dururdum. Fakatbu nedamet ve dünyadan feragat365 havasıancak birkaç ay sürdü. O yılın sonundaMahmure ablayı everdiler ve bütün ev halkı ensüslü ve en pahalı esvaplar yaptırdı.Düğün hazırlığı esnasında Üsküdar’a sıkgeliyor ve uzun kalıyordum. Babam daÜsküdar’a sık geliyor, Mahmure ablanın düğünhazırlığı ve çeyizleri ile meşgul oluyordu.Mahmure abla on beş yaşında idi. Yusuf Enişteiç güveysi olarak eve girdi. Herkes zelzeleyiunutmuştu. Kına gecesi, Çingene Hava denilen,Haminne’nin eskiden tanıdığı güzel sesli birkadın, birkaç Çingene şarkıcı, bir ûdi366, birkemanî367 getirdi. Kendisi tef çalıyor, âdetaorkestra şefliği yapıyordu. İstanbul’un hâlâ ensevdiği türkülerinden olan Yemenim’i onlarkoro hâlinde söylerken âdeta gaşy oldum.

Ertesi gün Mahmure ablayı alnında,yanaklarında ve çenesindeki yapıştırmaları,tacı, telleri ve duvağı ile gördüğüm zamansindim. Ben de artık çocukluk devrini atlatmış,büyükler arasına girmiş gibi kendimi hissettim.Babamın kuşak bağlaması, para serpmesi,benim için eski ananenin hiç unutamayacağımbir tecellisi oldu.Beşiktaş’a döndüğüm zaman bütün eviheyecan içinde buldum. Yemen’den biriAbla’ya biri bana iki halayık gelmişti.Benimkinin adı Reşe idi. Çok güzeldi. Sekizleon yaşları arasında idi. Hebeşlerin mizacınıngamlı368 ve hüzünlü olduğunu işitmiştim. Birmemleketi, hele dilini bilmezlerse, ilk geldiklerizaman çok yadırgıyorlardı. Haminne’ninpiliçlerle Habeşlerin dünyanın en nazikmahlûkatı369 olduklarını söylediğinihatırladım. Reşe tecessüsten ziyade, korku ilehepimizin yüzüne bakıyordu.İlk geldiği akşamı hiç unutmam. Reşe içinbir yer ayrılıncaya kadar benim odamda, yer

yatağında yatacaktı. Artık Nilüfer de benimodamda yatıyordu. Bir beyaz küçük kızkaryolasından, bir kahverengi, daha büyük birkızcağız da yer yatağından başlarını kaldırmışbirbirlerine bakıyorlardı.— Ne var Nilüfer?— Ben onunla yalnız kalamam abla,korkuyorum. Ya yamyamsa, beni yerse?Hepimiz çocukluğumuzda yamyamhikâyeleri dinler dururduk. Hususiyetlerininiki uzun köpek dişi, arkalarında bir kuyrukolduğu söylenirdi. Bu hikâyelere pekinanmamakla beraber, eğildim Reşe’ye baktım.O da gece kandilinin ışığında sinirli sinirligüldü. Beyaz dişlerini parlatan bu gülüş,korkmuş, büzülmüş bir kedi yavrusunundişlerini göstermesine benziyordu. Nilüfer’edişlerinin bizimki gibi olduğunu söyledim. O,kuyruğu olup olmadığını da muayene etmemiistedi, ama onu yapamadım.İki gün sonra Reşe’yi odamda bir Habeşdansı yaparken buldum. Saçlarını çözmüş,parlak bir yün yumağı gibi tepesinde

kabartmış, gözleri ve dişleri pırıl pırıl, kendisiyere çömelmiş bir çekirge gibi mütemadiyensıçrıyordu, her defasında, “Çuçumbi, çuçumbi,çuçumbi,” diye bağırıyordu. Ben de hemençömelerek onun marifetini yapmak istedim,fakat muvaffak olamadım. Galiba bu vaziyettebu kadar süratle sıçramak ancak Habeşdizlerine mahsus bir marifetti. Sevinçli olduğuzaman daima bu numarayı yapardı. Fakathüzünlü olduğu zamanlar gözleri tavanda,yanık ve âdeta ağlayan bir sesle, “Fidefanke,fidefanke, taşa şurururu...” diye Habeş havasısöylerdi. Manasını bir türlü öğrenemedim;çünkü Reşe, Türkçe öğrendiği zamanHabeşçeyi unutmuştu. Fakat bu havadaçocukluk hayatının facia kısmını sezdirecek birhüzün vardı. Sonraları, bana esircilerin onunasıl çaldıklarını, günlerce Habeş ormanlarındanasıl yürüttüklerini anlattığı zaman, hep o ilktürküsünün anlayamadığım kelimelerindekigamı ve gussayı370 sezerdim. Ben de içimehüzün çöktüğü, hayatımızın hepimizeyüklettiği sıkıntıları duyduğum zaman, Reşe’ye

bir türkü söyletir, gözlerimi kapar dinlerdim.O “Rurururu” benim için esrarlı ve hudutsuzbir zemin, bir denizin mi, yoksa ormanlarınveyahut insan kalbinin iniltisi mi, diye kendikendime sorar dururdum.Reşe, Türkçe konuşmaya başladığı zaman,ilk gece odamdaki hislerini bana anlattı,Nilüfer’inkilerden başka değildi. Ona daesircilerin onu Yemen’e getirdikleri zaman,birisi beyazların, bilhassa İstanbullularınHabeşleri yediklerini (söylemiş). Reşe de,herhangi an kesilip yenilmeyi bekliyormuş.Bilhassa Nilüfer’in bir düziye başını yataktankaldırıp ona baktığını görünce kendi kendine“Uyumamı bekliyor, gözümü kaparsambüyüklere haber verecek, gelip beni kesecekler,yiyecekler,” dermiş.Reşe’nin anlattığı esaret faciası, içimi çokyakmıştı. Haminne’nin “azat kâğıdı” dediği vekendi halayıklarına verdiği kâğıdın aynınıyazdım. “Sakla, kimse artık seni satamaz,”dedim. En çok istediği şey, kendi başına bir odave bana eş giyinmek. Oda temin edildi, eş

giyinme meselesine aile razı olmadı. Maamâfih,ben büyüyüp evlendiğim, kendi başıma evsahibi olduğum zaman, eş giydirmeyi va’dettim371 ve sözümde durdum.Bir gün Feyziye ve Abla’nın Anadoluluhizmetçisi ile garip bir şey yapmaya kararverdik. Bize, servilere muayyen bir dua edilip,kuyudan kırk kova su çekilirse kırkıncıkovadan bir hazine çıkacağını söylemişlerdi. Birperşembe akşamı bunu tecrübe etmeye kararverdik. Fakat, ancak beş on kova çekebildik,çünkü kova kuyunun dibindeki taşadokundukça gecenin sükûnunda öyle garip vederin sesler çıkarıyordu ki bize mezarlıklardakiservilerin başlarında yeşil sarıklarla üstümüzedoğru geliyorlar gibi geldi. Hemen yukarıyakaçtık. Feyziye ile Reşe o gece korkusu ilesabaha kadar odamda oturdular.Eskiden kuyulara tabiî olmayan böylevasıflar izafe edilirdi372. Hemen hepsinde gizlibir hazine olduğu söylenirdi. Bunlara ait birsürü efsaneler vardı. Nişantaşı’ndaki bir konağa

dair söylenen bir kuyu efsanesi beni o kadarteshir etmişti ki ilk yazılarımdan biri, ondanilham alarak “Sihirli Kuyu” olmuştu. Fakat obasıldı mı basılmadı mı hatırlamıyorum.Burada asıl halk arasında söylenen sihirli kuyuhikâyesini tekrar edeceğim.Bahis mevzuu olan taş konakta, güya gayetgüzel yüzlü bir peri varmış. Konağın gençÇerkes halayıklarından biri, gece yarısındansonra kuyudan su çekerken bu periyi görmüşve âşık olmuş. Ondan sonra bir türlü kuyununetrafından ayrılmaz ve kendini kuyuya atmakistermiş.Kızın bu hâli onun “İyi saatte olsunlar”ıneline düştüğü kanaatini uyandırmış. Buhususta çok mahir373 olan bir hocaya kızıgötürmüşler. Hoca kıza kuyu perisinin tekrargöründüğü zaman tekrar etmesini tavsiye ettiğibir dua ezberletmiş.O akşam kızcağız, gece yarısından sonra,kuyunun başına gitmiş, beklemiş ve derhal periile karşılaşmış. Fakat kız, hocanın öğrettiğiduayı okur okumaz peri arkasını çevirmiş. Bu

güzel delikanlı perinin arkası o kadar iğrençmişki kızcağız derhal sevdasından kurtulmuş.Anlaşılan erkek perilerin arkası açıkmış, bütüniç azaları374 meydanda imiş. Belki bundandolayı büyülemek istediklerine hiç arkalarınıgöstermezlermiş, çünkü arkalarını göreninüstünde hiçbir tesirleri kalmazmış.Eyüpsultan başta olmak üzere insanlaraistikballerini gösteren bir hayli niyet kuyularıvardı. Hatta hırsızları bile bazan bu vasıta ileyakaladıkları, çünkü alınan eşyanın kuyudagöründüğü söylenmiştir. Aklı başında adamlardahi, bana bu kuyular hakkında izahı çokmüşkül hikâyeler anlatmışlardır. Her haldekuyuya bakanın ruh hâleti375 ve o anınışıklarının tesiri bu kuyu hayallerinde bir roloynamış olsa gerektir.Babamın Sultantepesi’ndeki evi almasısöylendiği esnada, Beşiktaş’da umumî birenflüanza376 salgını başlamıştı.Sultantepesi’ndeki evin yarısı mahlûl377, yarısıda Yusuf Enişte’nin akrabalarının idi. Ev çok

harap, bahçe o kadar büyük ve perişan idi kikimse almak istemiyordu. Çok ucuzasatacaklardı. Fakat tamir meselesi tabiî çokmüşküldü. Her halde babam aylığının birkısmını, hemen hemen ömrünün sonuna kadar,bu ev için yaptığı borcu ödemeye hasretmişti.Çok geniş olan evi iki, hatta üç dört aileyeayırmak mümkündü. Hatta her aileye dekocaman bir bahçe tahsis edilebilirdi.Babam derhal hayran olduğu bu ferahmanzaralı evin, çocuklarının üzerinde yapacağıiyi tesiri düşünerek çok seviniyordu. Herakşam tamir planları yapıyor, son yıllardayüzünde hâsıl olan378 sıkıntı ve huzursuzlukhavası âdeta zail oluyordu379. Tabiî bundandolayı Üsküdar’a sık sık gidiyordu.Abla, enflüanzaya tutulmuştu. Bununtesiriyle ilk defa aramızda yakın ve içten birtemas hâsıl oldu. Babam beni Abla’nınkarşısındaki yatağa yatırır, ikimize de sabahakadar bakardı, çünkü ben de o aralık hastalığıalmıştım.

Babamın bu aralık Üsküdar’a gittiği birakşam, Abla’nın evlilik hayatının acı taraflarınıilk defa idrak ettim. Babam epeyi zamandırÜsküdar’a yalnız gündüzleri gidiyor, akşamlarıdönüyordu. Fakat o akşam dönmeyecekti.Çünkü Abla’nın harareti düşmüş ve Teyze deikinci çocuğunu doğurmuştu. Babamın dörtkızına ilâve edilen bir oğlan, ailede hâdise gibibir şey oldu.Maamâfîh babam da bir çocuğu sırfoğlandır diye sevecek hilkatte380 değildi. Oçocukların hepsini sever, bakılmaya muhtaçoldukları zaman, âdeta bir ana hissiyle onlarlameşgul olurdu. Bütün bunlara rağmenAbla’nın, oğlu olmamasının, nasıl içini yediğinio akşam anladım. Bir nev’i kıskançlık ıstırabınınnöbetine tutulmuş gibi idi. Benim hararetimçok yüksekti. Başımın çok ağrımasına rağmenonu saatlerce dinledim.Abla’nın geçirdiği hastalıktan dolayı zaafınabir de o geceki sinir nöbeti ilâve edilmişti. Onane kadar acıdığımı anlatamam. Poligami381

denilen şeyin nasıl bir felâket olduğunu ogeceki kadar hissetmiş değilim. O zamanakadar, daha fazla Teyze’nin yüzüne aksedenıstırabı görürdüm. Halbuki babam daevlendiğinden beri bir an bile içi rahatolmamıştır. Her halde bir kadının kocasınınmetresine karşı duyduğu kıskançlık, ortağınakarşı duyduğundan bambaşka bir şeydir.Abla’nın bu kıskançlık nöbeti sabaha karşıbir ölüm korkusu ile nihayetlendi. “Halide,ölüyorum, doktor istiyorum; Halide, kalk,babanı getir,” diye feryat ediyordu.Yataktan sürüklenerek kalktım. Ellerinesarıldım, oturdum. Sokaklarda bir ölü sükûtuve koyu bir karanlık. Arada bir uzaktan köpekhavlamaları işitiliyor. Evde bir erkek yok, kadınhizmetçiler yatakta. Şafak söker sökmez gidipPeyker halayı getireceğimi söyledim, azıcıksakinleşti. Sonra Kur’an’ımı çıkardım veyüksek sesle bir Yasin okudum. O sessiz, kocaevde ne garip ses akisleri yaptı. Fakat Kur’an’ıno ahengi hastanın asabını gevşetti, gözlerinikapattı. Ben de yavaşça giyindim, arka kapıdan

duvarlara dayanarak Peyker halaya gittim.Ateşli bir hâlde sokağa çıktığımdan dolayı benibir hayli azarladı, fakat artık mesele onunkudretli eline terk edilmişti.Sultantepesi’ne taşındığımız zaman en çoküç kişiden ayrılmak beni üzüyordu. Bunlardanbiri Peyker hala, öteki Hamdi Efendi, öteki deNuri Bey’dir382. Şimdiye kadarbahsetmediğim Nuri Bey, hayatıma çok derinve devamlı bir tesir yapmıştır. Onunladostluğumuz ben yedi yaşında, o da her haldealtmışına yakınken başlamıştı. Maamâfih yaşmeselesinde küçükler büyüklerin yaşlarınadaima mübalâğa ederler.Nuri Bey, Namık Kemal mektebinin ensamimî bir ferdi, aynı zamanda NamıkKemal’le gençliğinde de Paris’de bulunmuş birşairdir. Abdülhamid, Namık Kemal’i ber-tarafettikten383 sonra her nasılsa ikinci derecedekiarkadaşını rahat bırakmıştı. O aralık Düyûn-ı

Umûmiyye’de384 mühim bir mevkii vardısanıyorum.Nuri Bey’in bütün alâkası sanat ve fikiradamları etrafında idi. Salonu, hulâsa, Türk veGarb musikisinin tanınmış sîmâlarının birmerkezi gibi idi. Umumiyetle şair diye tanınanbu mübarek insan, iktisadî ve siyasî eserler detercüme etmişti. Genç muharrirler ve musikîmensupları daima onun himaye ve teşvikinegüvenir, kendilerini ekseri o salondatanıtırlardı.Babam beni Nuri Bey’e götürdüğü zamanpiyanoda ıskala385 devrini hayli çabukatlatmış, İtalyan musikisinin bazı havalarınıçalmaya başlamıştım. Babam bu ıskaladevrinde inanılmaz bir sabırla, alâka ile otururbeni dinlerdi. Fakat ilk havayı çalar çalmaz.Nuri Bey’in Beşiktaş’ ta bizim yokuşamuvazi386 olan bir yokuştaki evine bir akşamelimden tuttu götürdü. Keman, ut ve piyanoçalan bir hayli sîmâ arasından bir de Saraymızıkasına mensup, uzun boylu bir asker

vardı. Piyanonun iskemlesine bir minderkoyduktan sonra Nuri Bey beni kaldırdı,oturttu. Önüme bir nota koydular, o kemanîyepiyanoda refakat ettim. Salondakiler, belkiyaşımın küçüklüğünden dolayı, bana büyük biralâka ve muhabbet gösterdiler. Hele babamınsevincine payan387 yoktu. Belkimuhayyilesinde beni, istikbalin meşhurpiyanisti diye canlandırıyordu.O dikkate değer salonun yegâne388 çocukmüdavimi389 ben olmuştum. Fakat o saçlısakallı güzide390 toplantıyı hiç de yadırgamaz,anladığım ve anlamadığım konuşmaları beniçok cezbederdi. Büyük kadınların arasındakendimi daima yabancı hissettiğim hâlde,erkekleri esasen kendime daha yakınbuluyordum. Sonraları bana hocalık edenmerhum Rıza Tevfik’i391 de o salonda tanımışolduğumu zannediyorum.Nuri Bey’in temiz ve sade ruhu da yaşdenilen şeyi hiç itibara almazdı. Bunu bilhassa,

bu günlerde ben de anlıyorum. Kendimi çocukve çocuk ruhlu insanlara daha yakınhissediyorum. Nuri Bey’in bir hayli tanınmışmusikişinaslar tarafından bestelenmiş şarkılarıvardır. Bunların arasında ve belki de başındahiç unutulmaması lâzım gelen şarkı şudur:392Bak şu güzel köylüye, işte bu kızdır peri.Toprak ile oynamış, belli güzel elleri.(Böyle midir hep acep köylülerin dilberi.)Hepsi seni söylüyor, terk edemem bu yeri.Bunu Yakacık’da evinin civarındaki birköyün, belki kalbine hitap eden, bir köylü kızınilhamı ile yazmıştı. Bu onun son şarkısı idi.Bana onu çalıp söyletir; kendisi de piyanonunyanında bir iskemleye oturur, başını piyanoyadayar, sevimli mavi gözleri uzaklara, ihtimal kiköylü kızının hayaline dalar, dinlerdi.Sultantepesi’ndeki eve, tamir görmedentaşındık. Ne kadar güzel bir yer olduğunu tarifetmek müşküldür. Odaların her birinde sekizpencere, her katta Boğaziçi’ nin kıvrılıp giden

yeşil tepeciklerine, sularına, tarihî kulelerinebakan geniş balkonlar. Bahçe yeşil bir çamlık,aralarında papatya tarlaları ve yer yer boşgenişlikler. Birçok yemiş ağacı arasında beyazsiyah en güzide cinsten incir ağaçları, eskikuyular, büyük havuzlar, vahşî bir yeşillikarasından akıp giden billûr bir dere.Poligami denilen aile huzurunun düşmanıolan şey burada da içimizi kemirdi durdu. Evinyarısını Teyze ile Haminne, öteki yarısını daAbla ve ailesi işgal ediyordu. Benim odalarımiki bölümün arasındaki bir koridora açılanodalardı. Her iki tarafa da gidiyordum. Fakathiçbir taraf beni kendine mal edemiyordu.Bu, hayatımın hastalık, huzursuzluk vemüşkülâtla393 dolu bir devridir. Esasençocukluk çağımın en kritik senelerine tesadüfeden bu günlerde, çok şükür derslerimle,kitaplarımla, piyanomla kendimiavutabiliyordum.Bir yıl geçmeden Teyze, babamdan boşandı.Haminne ile o civarda başka bir eve taşındılar.Evden çıktıkları gün ben yüksek bir hararetle

kabakulaktan yatıyordum. Fakat küçüklerinbahçede ağlamaları o kadar içimi yaktı ki kendikendime, hiç kocaya varmamaya yeminettiğimi hatırlıyorum.O devirde henüz, insanlar, taze yapraklargibi güneşte yaşarken, bir gün karanlığa veboşluğa gittiklerini henüz öğrenmiş değildim.Evet, hâdiselerin tesiri tahmine sığmayanfırtınalar gibi insanları, bir an evvel yeşil ve şenyapraklar hâlinde sallandıkları dallardan söküpboşluklara fırlattıklarını henüz bilmiyordum.Bu tarihlerde birbirini takip eden birçokhocam vardı. Birisi vaktiyle İtalyan sahnesindeoynamış olan Madam Livardali, yaşlı ve eski birprimadonna vardı. O bana şarkı dersi verirdi.Zavallı babam, kendisi musikiye hayran olduğuiçin benim o sahada yaratıcı bir istidadımolmadığını bir türlü anlayamamıştı. Maamâfihbir ihtiyar ve emekli primadonna o devirdebeni İtalyan musikisinin dramatik ruhununiçine daldırdı.

Arapça derslerime Şükrü Efendi devamediyor, aynı zamanda Woods Paşa’nıntavsiyesiyle gelen bir İngiliz kadın hoca da evegelip yerleşti. Vaktiyle Hindistan’da büyük birçay tüccarının eşi olan, kültürü yüksek ve çokakıllı bu kadın, birinci kocası öldükten sonra,evlendiği adam kendisini terk etmiş, o da, ozaman on bir yaşında olan bir kız çocuğu içinçalışmak mecburiyetinde kalmıştı.Caroll adlı güzel bir çocuğun da aramızdaolması, hepimizin İngilizcesi için çok hayırlıolmuştu. Ben bu hocaya, bilhassa Hindistaniçin, içimde uyandırdığı alâkadan dolayıminnettarım. Evvelki hocalarımdan onun farkı,sadece kültür sahasında değildi. Büyük biradammışım gibi benimle ciddî meselelerkonuşur, hayatının her tarafını bana anlatırdururdu. Bu, bende bir gurur uyandırmıştı.Kardeşlerime birtakım çocuk hikâyeleri veşiirler okurdu. Fakat bana İngiliz Edebiyatı’na,bilhassa Shakespeare ve G. Eliot’a394 dairparçalar okutuyordu. Romancı olarakihtisasımın kurumlarını bu kadın atmıştı

diyebilirim.Benim derslerim, daha evvel de dediğim gibiberaberce edebiyat parçaları okumaktanibaretti. Fakat, aynı zamanda da Mother395 adlıbir kitaptan da tercümeler yaptırıyordu. Butercümeleri o zaman bize sık gelen MahmudEsat Efendi396 tashih etti397, daha doğrusuyeni baştan kendisi o zamanın olgun eskiTürkçesi ile yazdı. Mahmud Esad Efendi bueseri o kadar beğenmişti ki benim ismimlebasılmasını teklif etmiş, babam da derhal kabuletmişti. 1897’de Yıldız’da Türk-Yunan Harbişehitlerinin aileleri menfaatine açılan sergiyegöndermişti. Oradaki komisyon Mader adınıtaşıyan bu küçük esere bir kıymet vermişolacak ki bana bir şefkat nişanı verdiler. Bu,beni hiç de memnun etmedi. Evvelâ, eserbenim değil, Mahmud Esad Efendi’nindi, sonrada Abdülhamid, o yaşta dahi bende öyle kötübir his uyandırmış idi ki onun tarafından taltifedilmek398 bana bir şereften ziyade birzillet399 gibi geldi.

İngiliz hocamızın aramızdan ayrılması garipbir hâdise neticesinde olmuştu. O zaman,sevilen çocuklara halayık diye takılındığınıdaha evvel de zikr etmiştim400.Bahçenin boş tarafına sebze ekilir vesatılırdı. Orada çalışan bir genç bahçıvan, busevimli İngiliz çocuğuna “halayık” diyetakılırmış. Bunun manasını bana sorunca,yapacağı tesiri hiç de düşünmeden söyledim.Bunun fena bir maksatla söylenmediğinianlatmaya fırsat kalmadan, bizim hoca bahçeyekoştu, bahçıvan çırağına şemsiyesiyle hücumederek bir dayak attı ve hatta şemsiyesini kırdı.Anlaşılan bunu hazmedemeyen çırak, birgün bizim hoca geç vakit eve dönerken,altımızdaki değirmenin yolunda birkaç arkadaşıile ona hücum ederek korkutmuşlar ve iştebundan dolayı hoca aramızdan ayrıldı.Sultantepesi’nde son hocam, bana FransızEdebiyatı öğretmek için gelen Doktor RızaTevfik’dir. Ona herkes, o zaman feylesof derdi,

fakat aynı zamanda akla hayret verecek birderecede bir taklit kabiliyeti vardı. Memleketinher sınıf halkının şivesini ve hayatlarınıoldukları gibi canlandırırdı.Aziz hocamın burada ilmî kabiliyetinden,modern Türkiye’nin başta gelen bir şairiolduğundan bahsedecek değilim. O zamandaima İngiliz filozofu H. Spencer’den401saatlerce bahsederdi. Fakat beni asıl alâkadareden ve olgunlaştıran, onun Şark Edebiyatı’nınve felsefesinin mistik tarafını izahı olmuştur.Bilhassa Arapça ve Farsçası emsalsizdi. Banagüzellik ve fikir bakımından emsalsiz ve yenibir dünya tanıttı.Burada sanat ve biraz da fikir bakımındangelişmemin bir cephesini işaret etmek isterim.Fars Edebiyatı’nın yer yer mistik ve felsefîruhu kadar, belki de daha fazla, şekli veemsalsiz inceliği, zarafeti ile dikkati çeker.Bundan dolayıdır ki bu edebiyatın tesiri altındakalanlar, biraz şahsî hususiyetlerinikaybederler. Bu, şekil kusursuzluğunun ahengive sihri çok zaman insana manayı da

unutturur. Fars mektebine tutulanedebiyatçılarımızın bundan dolayı orijinaltarafları biraz felce uğramıştır.Bu emsalsiz bazan da Fars modellerini geçen–meselâ Nef ’î’de402 olduğu gibi– bazı Türkşairlerine bende de bir zaman, ahenklerinekarşı, büyük bir hayranlık hasıl oldu.Maamâfih çok geçmeden onları da yabancıbulmaya başladım. Buna mukabil HalkEdebiyatı’nın türküsü, musikisi, hatta mistikruhu, bana daha çok cazip ve yakın geliyordu.Onlar insan zaaflarını ve hayatı bazan mizahîbir görüşle ifade etmişlerdi. Hatta Allah’a dahisitem eder gibi hitapları bir çocuk safiyeti ifadeettiğini Ahmed Ağa lalamla Türk masallarıokurken şuur altı sezmiş ve benimsemişbulunuyorum.Hocam Rıza Tevfik de belki bunu sezmişti.Çünkü Şark Edebiyatı’nın karışık vemuğlak403 tarafları hakkında konuşurken çokzaman halk şiirlerini ve masallarını vetürkülerini tekrar eder dururdum.

Sultantepesi’nde ekseri geceleri de kalır,saatlerce konuşur ve bazan babam uyur kalırdı.Fakat bütün bunlar bana yepyeni bir dünyapenceresi açtı. Ben, güneşi de yağmuru da içinealan işlenmiş toprak gibi hocamın zenginhafızasının bütün servetini içime sindirmeyeçalışıyordum. O da, o zaman yazmayaçalıştığım küçük şeyleri okur, beğenir ve benibu yolda teşvik ederdi.Bu devir Türk dilinin esasen Arap ve Farsşekillerinin, kötü bağlarından kurtulmayabaşladığı günlerine tesadüf eder. Bu sahada,bilhassa Mehmed Emin404 şöhret almayabaşlamıştı. Fakat hocam Rıza Tevfik’in kendiside bu sadelik içinde, bu yeni şeklin daima baştagelen küçük şaheserlerini yazmaya başlamıştır.Bilhassa bu fikir ve sanat inkişafında bana birhürriyet hissi verdi. Sade fikirde değil, şekildedahi kendimi ifade edebilmek yolunagirebildim.Ali Şamil Paşa da bu günlerde Üsküdar’a

kumandan olmuş ve bize sık sık gelmeyebaşlamıştı. Kadıköy’de büyük bir evdeotururdu. Biri sarışın, biri Habeş iki hanımı veikisinin de rengârenk çocukları vardı. Bu Habeşhanımla evlenmesinin hikâyesi pek hoştur.Kadın, birkaç sene evvel ölen bir karısınınhalayığı imiş. Paşa, karısı öldükten sonra ağırhastalanmış. Ona bu Habeş kızı bakmış. Paşakendisinin öleceğine kanaat getirdiği için, buHabeş kızcağız ortada kalmasın diye onunlaevlenmiş. Fakat çok geçmeden güzel ve sarışınbir Suriyeli hanım almış. Tamamen bu sarışınhanımın tesiri altında idi. Onun yanında HabeşHanım’ın yüzüne hiç bakmazdı. Maamâfih,yalnız kalır kalmaz onunla şakalaşır ve büyükbir şefkat gösterirdi.Paşa’nın Mahmure abladan başka, üçübeyaz, üçü renkli çocuğu vardı. Rengi en koyuolan büyük oğlu, garip olarak kendisine enfazla benzer ve bana da çok cazip gelirdi. Benbazan onlara misafir olurdum. Evini daimaakraba ve dostları ile dolu bulurdum. Şimdikonağının yanına yaptırmış olduğu üç evden

birinde Mahmure abla da üç çocuğu ileyaşıyordu.Akşamları çok neşeli idi. Oğullarını Kürtkıyafetine sokar, Mahmure abla bir Kürthavası çalar, Paşa başta, bir Kürt oyunuoynarlarken bir taraftan ıslıkla havayı tekrareder, aynı zamanda da benim elimdenyakalayarak oynayanların arasına alırdı.Hepimiz bir ağızdan el ele sallanarak HeyZeyno, Zeyno’yu söyleyerek tavandaki avizelerizangırdatarak, tepinerek döne döne sıçrardururduk. Habeş Hanım yerde bir minderdeoturur Sarışın Hanım odadan çıkar çıkmazPaşa hemen onun yanına koşar, yanaklarınıokşar: “Halide bu benim has boya karım, eliniyanaklarına sür bak hiç boyası çıkıyor mu?”derdi.Paşa’nın kardeşleri birbirine zıtzümrelere405 ayrılır; hep birbirleriylemücadele hâlinde idiler. Fakat hepsimemleketinin hakikî ve vatansever evlâtları,aynı zamanda çok nazik tavırlı, asil insanlardı.Fakat maalesef, yıllar sonra vatanımızın istilâ

günlerinde, istikbalimiz karanlık göründüğüanlarda, her ikisinin de memleketten ayrılmışolduklarını işittim. Hatta bir tanesi Mahmureablaya: “Sen de bizimle gel, Kürdistan kraliçesiolursun,” demiş, fakat ablam fena hâldehiddetlenerek, “Ben bu bayrağın altındadoğmuş bir Türk kadınıyım. Burada yaşadım,burada öleceğim,” demişti.İşte Paşa’nın evine gittiğim bu günlerde,babam beni geceli olarak ikinci defa Kolej’everdi. Nilüfer de gündüzlü olarak küçüksınıflara devam ediyordu.338. Genellikle silindir biçiminde olan mum, gazlambası gibi aydınlatma araçlarının çevresinikapatarak rüzgârdan koruyan cam mahfaza.339. Arapça.340. Fatiha suresi (yazarın meali).341. Açık.342. Gizemci.

343. Tepkisi.344. Uygun.345. Öğretimin.346. Dert olan.347. İnançlarda.348. Acı çektiğim.349. Süleyman Çelebi: Süleyman Dede de denir.Süleyman Çelebi’nin 1409’da tamamladığı veVesîletü’n-Necat diye adlandırdığı eseri bazınüshalarda Mevlid, hatta daha ziyade Türkçesöyleyişe uyarak, Mevlüd şeklinde geçmektedir.350. Doğum.351. Kurtuluş.352. Giuseppe Verdi: (1813-1901) İtalyan operabestecisi.353. Vincenzo Bellini: (1801-1835) İtalyan operabestecisi.354. Carmen: Georges Bizet’in dört perdelikoperası. Libretto: Henri Meilhac ve LudovicHalévy.

355. Tanrı ile evreni birleştirip özleştiren felsefeöğretisi veya sistemine bağlı kişi.356. Bilmece.357. Belirmelerini.358. Evren.359. Bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yönetenkimse.360. Macera.361. Dinî inanışlara göre kıyamete yakın birzamanda çıkacağına inanılan yalancı.362. Yerin.363. Pişmanlık.364. Tapınma, Allaha karşı kulluk ödevlerini yerinegetirme.365. Vazgeçme.366. Ut çalan çalgıcı.367. Alaturka müzikte keman çalan kimse.368. Kaygılı.369. Yaratıkları.

370. Kederi, kaygıyı, tasayı.371. Vaat ettim, söz verdim.372. Yakıştırılırdı.373. Becerikli.374. İç organları.375. Ruh durumu.376. (Fr.) influenza. Grip.377. Mirasçısı bulunmamış, hükümete kalmış.378. Ortaya çıkan.379. Ortadan kalkıyordu.380. Yaradılışta.381. Çokeşlilik.382. Mustafa Nuri Bey (1843 – 1906), GençOsmanlılara birlikte Paris’te bulunan, İbretgazetesinde yazdığı bir yazı nedeniyle Akkâ’yasürgüne gönderilen yazar, düşünce adamı. GürcüYusuf Paşa’nın oğlu.383. Bir yana attıktan.384. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Dönemi’nde


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook