konuşmuştum. O zaman bana o garipmülâkat1054, bir Alman tiyatrosununmitolojik bir piyesi gibi gelmişti. Fakat şimdihayat şartları onları da hariçle münasebetemecbur etmişti.Ayin Tura’daki en faydalı değişme o yıl,lâğım, su ve elektrik tesisatı idi. Umumîtemizlik, içindekiler arasında teessüs eden1055âhenk, muhtelif iş şubelerindeki gelişmedir.Talebe arasından yetişen genç kunduracı sınıfıartık dışarıdan sipariş alabilecek bir vaziyeteerişmişti.Doktor Lütfü en fazla en küçüklerleuğraştı. Aralarındaki seksen küçük yavru,kendilerine en fazla dikkat ve ehemmiyetverilmesine rağmen, ötekiler kadar inkişafedememişlerdi1056. Küçük Montessoribunları, küçük sandalyeleri, masaları,palmiyelerin yeşilliği ve güneşin ışığı altındagözü ve gönlü hoş ediyordu. Küçük çocuklarhocalarıyla burada çalışıyor ve oynuyorlardı.İşte bu küçükler, güneş banyoları ve o zaman,
mektebin verebileceği gıdanın en iyisinialmalarına rağmen hâlâ yüzlerinde hüzün vardıve küçük vücutları tamamen gelişemiyordu.İnanamıyorum ki ne kadar ileri olursa olsuninsaniyet aile yuvasının ve ananın yerinitutabilecek bir şey bulamamıştır. Ne kadarfennî usullere tâbi olarak işlerse işlesin, hiçbirmüessese onların yerini tutamıyor. İnanıyorumki eğer aile sisteminin yerini tutabilecek resmîbir sistem bulunsa ve tatbik edilse, mutlakinsan cinsinin hüviyetinde esaslı bir değişmeolacak ve bu değişme daha iyi değil, daha çokfena olacaktır.Bu inancımı, 1925-26’da hazırlanan veneşredilen İngilizce hatıratımın1057 454.sahifesinin başında bulursunuz. Otuz senesonra da bu meselede fikrimi değiştirmişdeğilim. Ondan çok yıl sonra, büyük bir İngilizmuharriri tarafından neşredilen ve her diletercüme edilen The Brave New World1058 adlıroman, sırf böyle bir değişmenin insanları nekadar garip bir vaziyete sokacağını gösteren bir
karikatürdür. Esasen komünistler dahi böylebir sistemi denediler ve neticesi bir şeyeyaramadı. Anaya bağlılık belki hayvanî birinsiyaktır, fakat tabiîdir. Yeter ki, analarınkendisi her ne şart içinde olursa bu noktadatabiî insiyaklarını, evlât muhabbetini kaybetmişolmasınlar.Bu seksen küçük yavrunun en küçüğübende çok acı, fakat derin bir alâkauyandırmıştı. Bir sene evvel onu hasta vesefalet içinde sürünen çocukların arasındagörmüştüm. Sırtında ancak belden yukarısını, oda yer yer örten parça parça bir gömlek, beldenaşağısı tamamen çıplak, kirden yüzününrengini fark etmek müşkül, fakat hiçtaramamış kıvırcıklarını sallayarak bize derinbir tecessüsle bakan küçük gözlerde ihtiras veirade parlıyordu. Konuştuğu dil, dil değil, enfazlası Türkçe ve Kürtçe kelimeler arada bir deKürtçe veya Ermenice kelime duyuyorsunuz.Esasen yaşı da pek dürüst konuşmaya müsaitdeğildi. Belki üç, belki beş yaşında idi. Adı Jaleidi, fakat bu ona her halde yetimhanede
verilmişti. Çünkü Anadolu’nun bilhassaşarkında böyle bir isim yoktu. Kendisi, ne adını,ne geldiği yeri, ne de nerede bulup onu orayagetirdiklerini bilemiyordu. Esasen böylekayıtlar hiçbir çocuk için tutulmuş değildi.Hastabakıcı hemşire İsmet derhal buyavruyu kanadının altına almış, her boşdakikasını ona sarfetmiş, o da hemşire İsmet’eolanca ihtirasıyla1059 sarılmıştı. Şimdi bu Jale,Yetimhane’nin en sıhhatli ve en şen yavrusuidi. Sebebini ben derhal sezdim. Çünkü, İsmetHanım adında bir ana bulmuştu. Eğer buseksen, bir türlü sıhhatleri düzelemeyen,gönülleri hüzünle dolu çocukların her birini birkadın, bir ana gibi benimsemiş olsa, DoktorLütfü’nün işi çok kolay olacaktı.Bu ikinci sene, sıkıntımız ve sefaletyükselmiş, fakat yardım insiyakı artmıştı.Beyrut Valisi Azmi Bey, Beyrut ve Lübnansokaklarından toplattığı yedi yüz Arap çocuğuiçin bir yetimhane tesis etmişti.Lübnan Mutasarrıfı1060 Ali Münif Bey,
birkaç tane sokak çocukları ve kimsesizler içinaşhane tesis etmişti. Şimdi onun halefi1061 veidaresinden dolayı Lübnan’ın çok sevdiği İsmailHakkı Bey aşhane sayısını artırıyordu. Aynızamanda Amerikalılar da bir hayli yardımediyorlardı. Amerikan Mektebi’nin müdürüDoktor Bliss’in damadı Dodge, kendi başınaişlettiği birinci derece bir yetimhane tesisetmişti. Esasen bu Dodge ailesinin fedakârlığıve içtimaî hizmeti dikkate değer bir hâdise idi.Resmî makamlarla Amerikan müesseseleriarasındaki münasebet çok dostane idi. Benşahsen Doktor Bliss’e bize bulduğu Arapçahocalarından dolayı çok minnettarım. YineMiss Fisher adında, beden terbiyesi kısmıbaşında çalışan bir Amerikalı hocamızı da obulmuştu.Aynı zamanda Beyrut ve Lübnanlı zengin vemodaya düşkün hanımları da bu ikinci seneçok faaliyet gösterdiler. Açmış olduklarıçamaşır ve işleme atölyesi bir hayli yetimçocukları sokak hayatından kurtardı.İnsaniyetin iyi nümunelerinden biri de
Asfurie’deki tımarhanenin başında olan DoktorSmith’dir. Bu, bir İngiliz tımarhanesininbaşında yıllarca bulunmuş bir İngiliz akliyeciidi. Harp esnasında oradan ayrılmamış, CemalPaşa da kendisine epeyce yardım etmiş vetımarhaneyi himayesine almıştı. Her haldeArap diyarındaki tımarhanelerin hepsinden iyiidi. Fakat, akıllılar açlıktan ölürken, delileryaşasın diye bu müesseseye erzak vermekaleyhinde kuvvetli bir cereyan vardı. ZavallıDoktor Smith, hastalarını yaşatmak için heryere başvuruyor, her fedakârlığa katlanıyordu.Ben de bu tımarhaneyi ziyaret ettim, hertarafını gezdim. Hâfızamda birçok yer alaninsanlar vardır, bunların arasında iki tanesiburada kaydedilmeye değer. Bir tanesi bir Arapgenci, tek başına, en azılı delilere mahsus birhücrede oturuyordu. Yatağının içinde dimdikoturmuş, gözleri kapıda mütemadiyen Arapçaşiirler okuyor, bir sevgiliye yalvarıyor,yalvarıyordu. Acaba bir aşk hastası mı, yoksamuhayyel1062 bir sevgili mi idi bilemem.Fakat bana “Mecnun”u hatırlattığı için alâkadar
oldum. Acaba o zavallı genç bir gün “Leylâ”hastalığından kurtulup da “yürü Leylâ, benMevlâmı buldum,” diyecek miydi?İkincisi, bahçede oturan zararsız delilerarasındaki bir kadın, göğe bir merdivenkonulduğunu, mütemadiyen insanlar ve belkide melekler bu merdivenden inip çıktıklarınıgörüyor, bunu etrafına heyecanlı bir sahneeseri imiş gibi mütemadiyen sözle ve hareketleyaşatıyordu.Lübnan’ın asil ailelerinden, Selim Sabit çokdostluk ettiğimiz dikkate değer bir şahsiyetti.1916’da ilk defa, mekteplerin planını yapmakiçin gittiğim zaman onu görmüştüm. Sakalı vekıyafeti III. Napolyon1063’un modeli idi. GençArapların, yüksek sosyeteye mensup olanlarıarasında da Fransızların o devrine ait kıyafetlersık sık görünüyordu. Selim Sabit bana yetmişaltı yaşında olduğunu söylemişti. Fakat bazıeksantrik1064 âdetlerinden, bilhassa fikriniaçık söylemesinden dolayı onu sevmeyenler,seksen dört yaşında olduğunu iddia ediyorlardı.
Simsiyah sivri bir sakalı ve birbirine bitişmişgibi yakın, keskin ve içlerinde genç bir ışıkyanan gözleri vardı. Uzun yüzünün derileribelki binleri geçen kırışık ve buruşuk inceçizgilerle dolu idi. Daima bir hatip edasıylakonuşur ve insanların artık şeklini unuttuklarızarif reveranslar1065 yapar, en parlak renkliyelekler giyer, boyunbağlar takardı. Onu ilkgördüğüm zaman kendini beğenmiş bir ihtiyardiye pek ehemmiyet vermemiş, çarçabukunutmuştum. Fakat onun, kendi mensupolduğu aristokrat1066 sınıfı tenkit ederkendinlediğim zaman, zekâsının keskinliğini ve sırfaristokratların bazı hareketlerinin Araparistokrasisinin seviyesini düşürdüğündendolayı müteessir olduğunu anladım.Ondan sonra bizim mekteplerle çokalâkadar oldu, sık sık geldi. Bu biraz karikatüremüsait kıyafet arkasında hakikatte sonsuz birmanevi cesaret ve vefakârlık1067 vardı. Bizimmektebe karşı muhabbeti, en fazla buradaArapçaya lâzım gelen mevkî ve ehemmiyeti
vermesi ve tesis ettiği nizamın1068toleransa1069 dayanan tarafı idi. Selim Sabit,benim orada kalıp Arap mekteplerinin idaresiniele almamı tekrar tekrar teklif etti. Tabiî kabuletmedim, bilhassa mağlûbiyet baş gösterdiktensonra, ana topraklardan ayrılmamı hatırımdangeçiremezdim.Ayin Tura’da komşumuz olan Marunit1070Patrikhanesi’ne beni Selim Sabit götürdü.Yüksek bir kaya üzerine kurulmuş kartalyuvası gibi bir yer, pencerelerinden denizlerinen parlak ve keskin mavisine bakıyorsunuz.Patrikhane havası her halde Roma’dakiPapalığın bir taklidi. Yüzleri, İtalyanların enkültürlü numuneleri olan resim galerilerindekikardinal1071 örneklerini hatırlatan Marunitkardinalleri bizi nezaketle karşıladılar. Enmünevver Fransızların uslûbuyla ve telâffuzuile konuşan bu kardinallerle bir hayli konuştuk.Patrik, tamamen yerli ve dağlı bir örnek. Gerçiyaşı seksen dört, fakat kendisi dimdik vesağlam, gözlerinde Lübnan köylüsünün
kudretli ışıkları var. O, Fransızcayı kendimemleketinin telâffuzu ile konuşuyordu.Kırmızı, parlak bir patrik üniforması, onunFransızların Lübnan’da hâkim olmalarınaMarunitlerin taraftar olduğu söyleniyordu.Fakat bence Arap milletinin arasındaMüslüman, Hıristiyan diye ayrılık yapmak herhalde Garb devletlerinin işine geliyordu.Lübnan bu din başkalığını istismar etmeyen birduruma girerse bu Marunitler de dahil, oradahakikî bir Arap birliği teessüs edebileceğine ozaman dahi inanıyordum.Benim Arap dostlarım, sepetlerde vetepsilerde, mor menekşeler, alev gibi kıpkızılkaranfillerle odamı doldururlardı. Bir Arapsizden hoşlanırsa, şiir yazar ve çiçek getirir,aynı zamanda bir insan için en kıymetli bir şeyolan ruhunun içini size açar, bir fincan kahveetrafında size bütün içini döker. Eğer birmemur iseniz, size türlü yollarla rüşvet verirve işin garibi bunu o kadar incelikle yapar kirüşvet olup olmadığını dahi fark etmekmüşküldür.
İşte bundan dolayı bu güzel çiçeklergözümü gönlümü aldığı zamanlar kendikendime. “Acaba bu da bir rüşvet sayılır mı?”derdim. Fakat öğrendim ki, çiçekler para ilealınmış değil, şahsî bahçelerden gelmiş veyazılan şiirler de, siyasî adamlara veya bir şeykoparmak istenen büyük bir memurayazılanlardan çok başkadır. Maamâfih, çokzengin bir ailenin oğlu, meth-ü-sena1072 diliarkasında saklı bir rüşvet teklifini bana yaptı.Bu Arap diyarında en büyük müşkülâtlazaptedebildiğim, en zor önüne geçebildiğimhiddet, o gün âdeta aklımı başımdan aldı.Mektebin kabul odasında bir iş için benigörmeye geldi:— Sizin Ayin Tura’daki muhasibiniz1073Rıfat Efendi için görüşmeye geldim, diye sözebaşladı.— Rıfat Efendi’ye ne olmuş?— Onun yerini ben istiyorum.— Biz onun hizmetinden memnunuz.— Ben o yeri elde etmek için binlerce lira...
Hem de altın vereceğim.Yerimden fırladım:— Bana mı?— Hayır, hayır, Yetimhane’ye... RıfatEfendi’nin kendine de iki bin altın vereceğim...Bu onun için bir servet olur.— Kendisiyle konuştunuz da mı banageldiniz?Birdenbire şaşırdı, ben kapıya doğruyürürken, eteğimden yakalamış, her nehizmete olursa olsun, alınması için yalvarıyor,eğer askerlik ederse öleceğini söylüyordu.Kapıyı açtım, dışarısını gösterdim, çıktı.İçimde, rüşvet teklif edilen adamın duymasılâzım gelen o kadar acı bir zillet hissi vardı kiderhal J. Adams’ ın Hull House adlı, kendiiçtimaî müessesesine dair olan kitabında zikrettiği böyle bir hâdiseyi hatırladım. Ona da birgün birisi böyle bir şey teklif ettiği zaman, hattabir içtimaî müessesesine yardım şeklindeolduğu hâlde tavır ve hareketinde acaba rüşvetteklifine müsait bir hâl olup olmadığınıdüşündüğünü yazar.
Vedi Sabra, benim Kenan Çobanları’nıbestelemek için bana müracaat etti veLibretto’yu hazırladıktan sonra hemenharekete geçti. Amatörlerden yirmi beş kişilikbir orkestra teşkil (etti). Piyanist,Beethoven’e1074 benzemek için ön dişleriniçıkartmış, Doumet adlı ateşli bir gençmüzisyen idi.Konserlerini biz Arap diyarından hareketetmeden evvel mektepte umuma vereceklerdi.İkinci teşrin1075 ayında cephede bozuklukbaşladı. Ben tamamen kendimi işime vermişolduğum için, Suriye’ nin herhangi dakikadüşman eline geçeceğini, bulunduğumuz, yerinbir harp meydanı hâline geleceğinidüşünemiyordum. Bu aralık, Şam’dakimektebin başında olan hocadan epeyce endişelibir mektup aldım. Benim hemen Şam’agelmemi, Şam halkının korku içinde olduğunu,bir karar almak lâzım geldiğini yazıyordu.İmkân derecesinde süratle hareket ettim.Reyak’da vaziyetin çok ciddî olduğuna dair
haberler dolaşıyordu. Cemal Paşa Ailesi birgün evvel hareket etmiş, kendisinin de bir günsonra gideceği, Falkenhayn1076 adlı bir Almankumandanının geleceği söyleniyordu. Hatüstündeki askerî hareket, bütün seyahatidurdurmuştu. Ben bir cephane vagonundaŞam’a gittim.Mektepteki hoca heyetiyle ciddî birkonuşmadan sonra, ertesi sabah Cemal Paşa’yıkarargâhta görmeye gittim. İstanbul’dakiarkadaşlarıyla geçen bazı meselelerden dolayıçok müteessir görünüyordu. Kendisi geriçağrılmıştı ve gitmesinin, tesis ettiği teşkîlatınve intizamın bozulacağından endişe ediyordu.Haklı idi. Fakat harp günlerinde sükûnumuhafaza etmek ve emre itaat etmekmecburiyetinde idi. Giderken İstanbul’dangelen bütün hoca heyetini beraber götürmeyiteklif ediyordu, çünkü bir anarşi ihtimali vardı.Teşekkür ettim, fakat hükûmet, açtığımızmektepleri resmen kapatıncaya kadar bizimvazife başında kalmamızın bir namus borcuolduğunu söyledim. O, bu tehlikenin çok
yakında olmasının ihtimali üstünde durdu. Benona bütün heyet namına teşekkür ettim. Fakathükûmet resmen mektepleri terk etmeleriemrini vermeden hareket etmenin Türkkadınının şeref ve haysiyetine halelgetireceğini1077, maamâfih heyet arasındagitmek isteyenler varsa onların gidebileceğinisöyledim. Cemal Paşa’nın yerine Küçük CemalPaşa diye tanınan bir kumandan gelecekti. O,Miralay Fuad Bey ve valilerin ellerinden gelenyardımı senenin sonuna kadar yapacaklarımuhakkaktı.Ertesi gün Şam’daki açtığımız mektebinhocalarını topladım. Cemal Paşa’nın sözlerinitekrar ettim. Eğer aralarından gitmek isteyenvarsa derhal temin edileceğini söyledim. Baştansona kadar, hepsi vazifelerinin başındanayrılmayacaklarını söylediler. Kadın ve erkekbu heyetin vazifeye karşı duyduklarıkudsî1078 bağlılık ve manevî cesaret vefedakârlık hayatta unutamayacağım şeylerarasındadır. Fakat onların bir fedakârlığı, bana
hiçbir zaman tamamıyla anlatılamayacakmüşkül anlar yaşattılar.Bunu, uykusuz geceler takip etti. Erzakazaldıkça azalıyor, iki haftalık yiyecek eldeetmek nihayetsiz muhabereye dayanıyordu.Ben mektepler kapanıncaya kadar, heleAyin Tura’ya hiç olmazsa beş aylık yiyecekalmak için tasavvuru güç müşkülâtlakarşılaştım. İşte ancak bu günlerde, cepheharekâtını alâka ile takip ediyordum. Budevirde askerî cephede Miralay RefetBey’den1079 çok bahis ediliyordu. Onun veFuad Paşa’nın isimleri, Suriye Harbi’nin sonaylarında mağlûbiyet felâketine rağmen büyükbir şeref ve şan kazandı.Şubatın ilk haftasında tekrar Şam’a gittim.Bilhassa Ayin Tura için erzak meselesinisağlam kazığa bağlamak istiyordum. Martta,askerî harekâttan dolayı hükûmetin mektepleritatil etmesi imkânı vardı.Nakil vasıtası tedariki1080 imkânsızgörünüyordu. Fakat büyük bir müşkülâtla
nihayet iki atlı bir araba, bir muhafız bir deemniyet edilecek arabacı temini mümkünolmuştu. Lübnan’daki sıcağa rağmen LübnanDağları’nda kar fırtınası hâkimdi. Aynızamanda son aylarda şekavet1081 de almışyürümüştü. Beyrut’dan saat dörtte hareketettim, biraz sonra karanlık bastı, arabanınfenerlerinde gaz olmadığını ve yolda gaztedariki mümkün olmadığını arabacı söyledi.Tam on saat, karanlıkta, yüksek dağ geçitlerinigeçmek mecburiyeti vardı.Bu benim için bir kâbustu1082 vearabacının yanında oturan cesur muhafız banaertesi gün ömrünün en kötü gecesini geçirdiğinisöyledi. Gece yarısından bir saat sonra,Zahle’ye1083 vardık ve kaymakamın evindemisafir oldum. Ertesi sabah Şam’a hareketedecektim.Fakat ertesi sabah, hareketimizden evvel,levazımın1084 başında olan Kaymakam KemalBey beni görmeye geldi. Benim Şam’a gitmemelüzum kalmadan, Ayin Tura için dört aylık
erzakın gönderileceğini söyledi. Aynı günmekteplerin Mart’da tatil edileceği haberi deZahle’de teyit edildi1085. Ben Beyrut’adöndüm.Arap gençliği bana, unutamayacağım birsürpriz hazırlamışlardı. Eserlerimden bazıparçaları Arapça ve Fransızcaya tercümeetmişler ve dramatik bir şekil vererekoynamışlardı. Çok güzel bir Arap kızı,Handan’ın Cenneti diye hazırladıkları parçayışâyân-ı hayret1086 bir surette oynadı. Bundansonra Beyrut’un yüksek sosyetesinde, çayziyafetlerinde bu kızın bu rolü oynadığını veçok şöhret kazandığını duydum. Banaverdikleri aynı müzikli toplantıda, Şam’ın enmeşhur udîsi1087 diye tanınan Suada’yıdinledim.Söylediği Arap şarkılarının her mısraınınsonunda mızrabının1088 öyle bir âhenkleoynayışı vardı ki insanı ister istemez hayranediyordu. Bu mısra sonlarında, dinleyicileregözlerini çeviriyor: “Nasıl?” der gibi bakıyor,
dinleyenler musikinin güzelliği ile tamamenmest olmuşlar gibi bir inilti koparıyorlardı.Bunu her iki taraf da o kadar kusursuz birustalıkla yapıyordu ve her mısra sonu veudînin hareketi ile dinleyenlerin inleyişleri okadar muntazam bir âhenk içinde geçiyordu kidinlediğim şarkılardan fazla, bu mısra sonumütekabil1089 hayranlık beni teshir etti.1090Arap mektepleri bundan sonra bana başkadavetler de yaptılar, nihayetinde hepsi birden,çoğunu tanıdığım Arap artistlerinin eseri olanbir resim sergisi tertîb ettiler. Suriye’nin enilerideki sanatkârları oradan çekilmişlerdi.Tablolar teknik bakımından dikkate değerdeğildi. Fakat bir amatör heykeltıraşın, ogünlerdeki ıstırabı, mihneti ve meşakkatitamamıyla ifade eden sembolik bir grubunugördüm. Bu bir Arap ana, bir yavruyakupkuru memesini veriyor, ayağının altına birçocuk ölüsü serilmiş, bir diğer çocuk, hâlet-inez’de1091, saçları perişan, yüzü Lübnan’daaçlıktan sefaletten ölenlerin bir sembolü olan
anasının dizlerine sarılmış. Bu eserin, ogünlerde, Beyrut ve Lübnan’da yaşayanherhangi bir kadının gözlerine yaş getirmemesikabil değildi. Yazık ki bu genç sanatkâr,heykeltıraşlığın teknik tarafını bilmiyordu,çünkü bu eseri, memleketinin o günlerdegeçirdiği sefaleti bütün zaman için sanatındayaşatmış olacaktı.Yine bir şubat ayında Ayin Tura’yı görmeyegittim. Bu defa zamanımı daha fazlaMontessori sınıflarına verecektim. Bu defaküçükler daha mesut, daha sıhhatligörünüyorlardı. Fakat onlar, neşe içinde el ele,dönerek şarkı söylerken aralarında bir tanesi –en küçüğü– rüyada gibi yürüyor, yüzü sapsarı,kendi iskelet hâline gelmiş ve çok içimedokunan bir kimsesiz çocuk hüznü var.İleriden beri Ayin Tura’da böyle bir çocukgördüğüm yoktu. Bu, birkaç ay evvel en şen vesıhhatli bir hâle gelmiş olan Jale idi.— Sen niye şarkı söylemiyorsun Jale?— Benim artık annem yok ki...Jale’ye analık etmiş olan hemşire İsmet,
kötü bir malaryadan1092 sonra, “ciğerleribozulmuştu”, Lübnan’da bir zaman için dahayüksek bir yere nakl edilmişti. İşte bu ana diyedayandığı kadından ayrılmak onu bu hâlesokmuştu.— Annen yakında döner, o gelinceye kadarsen, Beyrut’da benim misafirim olursun.Birdenbire gözleri parladı:— Sen benim annem olursun artık, dedi.Ayin Tura’da o gün hocalara veda ederken,içeriden bir çocuk çığlığı koridorda çınladı.Doktor Lütfü: “Jale’ nin sesi,” dedi. “Acayipçocuk, mutlak dediğini yaptırmak ister.”Biraz sonra elinde küçük bir bohça, DoktorLütfü’ nün elini sımsıkı tutuyordu. Burnuağlamaktan kıpkırmızı, gözleri isyanla parlıyor.Çünkü benim onu o gün götürmeyeceğimiduyunca, ortalığı altüst etmiş, nihayethazırlamışlar, bana getirdiler.Der-Nâsıra’da bu küçük mahlûk,rahibelerin tevekkülünü1093 derhal fethetti1094. Çalıştığım odada geceleri ona yatak
seriyorlardı, benim yatak odam ince bir bölmeile oradan ayrılır, fakat bir kapısı oraya açılırdı.Her gece, ikide bir de, “Orada mısın anne?”diye bir düziye seslenir, benim orada olduğumatamamen emniyet getirdikten sonra uyurdu.Akşamları, benim odadaki minderde oturur,çiçekleri mütemadiyen büyük bir zevkle koklarve kendi düzdüğü; “Bize helva yolla, yiyelimyiyelim, amin amin,” diye bir şarkı söylerdi.Vedi Sabra, Kenan Çobanları’ndan bazıparçaları getirir, piyanoda çalar, Türkçeninprozodisini1095 sorardı. Bu aryaların1096bazıları yerli Arap şarkılarından alınmıştı vebilhassa onları, ben de, Jale de çok severdik.Vedi Sabra’ nın halim1097 ve müşfik1098tavrı, Jale’nin kalbini fethetmişti. O geldiğizaman, hemen kahve ısmarlar, sokulur, yaşlımüzisyene karşı bir büyük adam tavrı alırdı.Bu akşamlardan birinde vâki olan garip birhâdiseyi ne ben unuttum, ne de Vedi Sabra.Onun ile Fransızca konuşurduk ve daima,Jale’nin acaba hangi ırktan olduğunu ikimiz de
tahmine çalışırdık. Gerçi, Jale’nin yüzü veihtiraslı, iradeli minimini vücudununhareketleri Anadolu’nun şarkından1099geldiğini muhakkak gibi gösteriyordu. Fakat necinsten? Hangi sebeple, Anadolu’nun şarkındanArap diyarının ortasına bu küçük mahlûk sağolarak atılmıştı? Acaba, bizim zihnimizdengeçen şeylerin tesiriyle mi, yoksa Sabra’nın,Kenan Çobanları’nda, Yusuf ’un kardeşleritarafından uğradığı tecavüz esnasında,“öldürelim, öldürelim” mısraının korkunçhavası mıydı, bilemem. Sabra, bu aryayı çalıpsöylerdi. Havanın son notası çalınır çalınmaz,Jale yerinden sıçradı, büyük bir heyecan içindeaşağı yukarı koşuyor, çırpınıyor ve belki o anakadar onda şuuraltı olan hayatının faciasahnesini oynuyordu.“Koştuk koştuk koştuk, –bunu söylerkenodanın içinde makine ile kurulmuş gibikoşuyordu– işte Said, hani şu et kıyan, şöyleşöyle –bunu da eliyle canlandırıyor–, hani şukoyunların boğazını kesen... Haççe de –Hatice–var. Elimi tutuyor, koşuyoruz, koşuyoruz.
Kilisedeki adamlar, aman duymasın –ayağınınucuna basıp yürüyor– geliyorlar, geliyorlar,geliyorlar, kiliseden çıktılar. Said’in gırtlağını,ha şöyle, ha şöyle kesiyorlar. Bıçağı Haççe’ninkarnına saplıyorlar, çeviriyorlar, çeviriyorlar,bağırsakları ha şurada...”Heyecandan ter içinde kalmıştı.Ağlamıyordu. Hâtırasında uyanan o geçirdiğisahnenin dehşeti içinde gözleri dışarı fırlamıştı.Biz, onun babası Said, anası Hatice adlı birTürk ailenin çocuğu olduğunu, mütekabilkıtalleri esnasında kaçarken, kiliseden çıkanErmeniler tarafından anası babasınınöldürüldüğünü anladık.Ne Sabra, ne ben onun o facia sahnesini hiçunutmadık. Çocuğu kucağıma aldım, helvatürküsü söyletmeye çalıştım ve küçükkafasının içindeki o kâbus hâtırayı unutturmakiçin dizlerimin üstünde sallıyordum. Helvatürküsüne başlamadan, küçük yavru yüzümebaktı: “Et kıyan Said babam, bağırsakları yerdeduran Haççe anam,” dedikten sonra hakikattürküyü söylemeye başladı.
Başka bir Kürt çocuğu da dramatik birhâtıra bırakmıştır. Ben, yetimhanedekiçocukların, ana ve babaları gelir dehüviyetlerini bildirirlerse çocukları teslimedeceğimi ilân etmiştim.Bir hayli Ermeni kadını geldi, çocuklarınıaldılar. Fakat Beyrut ve Lübnan’da pek az Kürtveya Türk olduğu için kimse gelmedi. AyinTura’ya son gidişte kapıdan çıkarken, Arapdiyarından olmadıkları kıyafetlerinden veyüzlerinden belli olan bir erkek, yanında birkadın bana gelerek, Kürt çocuklarınınbulunduğu yetimhane nerede diye sordular.Ceplerinden dikkatle katlanmış yırtık bir kâğıtçıkardılar, gösterdiler. Erzurum’dangelmişlerdi. Şarka, Rus ordusuyla gelenGeneral Antranik zamanında hicret etmişler vehicret esnasında Hasan ismindeki oğullarınıkaybetmişler. Bu çift, Anadolu’dan Arapdiyarına kadar yürümüş, her yetimhaneyebaşvurarak üstünde, muhtelif yetimhanelertarafından yazılmış, “Hasan burayagetirilmedi,” cümlesi vardı. Bizimki son
yetimhane idi. Doktor Lütfü elinde bu kâğıtlayetimhaneye girerken, benim de yüreğim buana baba kadar atıyordu. Yarım saat sonraDoktor Lütfü, oldukça zayıf, temiz giyinmiş,elinde bohçasıyla bir küçük oğlanın elindentutmuş geldi. Akşamdı hiç unutmam. Güneşinhavada kalan son kızıllığı içinde bir ana, babadiz çöktüler, kollarını havaya kaldırdılar, çocukonların geniş göğsü üstüne atıldı. İşte böylece,Abdullah oğlu Ramazan namlı baba, Hasan adlıyavrusuna kavuştu.Ben, mektepler kapanıp İstanbul’a, Martayında hoca heyetiyle dönerken, Ayin Tura’daLütfü Bey ve bir hayli hoca kalmıştı. Bunlarınarasında, o sene tarih hocası olarak Der-Nâsıra’ya gelmiş olan Belkis Edib de vardı.Aynı zamanda Doktor Bliss ile damadı MisterDodge’dan Ayin Tura’yı, Beyrut’da askerîhareket başlar başlamaz himayelerine, dahadoğrusu Kızılhaç’ın himayesine almalarını ricaettim. Kaymakam Kemal Bey sayesindemüessesenin dört aylık yiyeceği vardı. Aynızamanda, müessesedeki Ermeni çocuklarını
Kızılay’a teslim etmelerini rica ettim. Va’dettiler ve sözlerinde durdular. Ordulargitmeden Mr. Crawford’u Kızılhaç namına buişe memur ettiler. İşte bu Yetimhane’ye sonhizmetim bu olmuştu.* * *Şubatın yirmisinde, Der-Nâsıra KenanÇobanları’nı oynadı. Çocuklar umumiyetle iyiaktördürler. Fakat Arap çocukları kadaroynadıkları rolü sahiden kendisi sanana aztesadüf edilir. Halbuki Arap çocuklarıtrajedi1100, romans1101, herhangi ihtirasıkendilerine hemen mal ediyorlar. Üç yaşındaEllen adlı bir Lübnanlı kız, orkestraya hâkimolan kontralto1102 bir sesle rolünü yaptı.Sahneye kocaman bir hurma ağacı getirmişler,yere kızıl bir kum dökmüşlerdi. Bütünçocuklar, mavi, kırmızı ve portakal rengimuhteşem Arap kıyafetleri, çıplak ayakları ileYusuf’u satmaya veya öldürmeye sahidenkarar vermiş gibiydiler.
“Öldürelim, öldürelim,” diye Yusuf ’unetrafını aldıkları zaman, Yusuf rolünü yapançocuk için endişe duydum. Yüzlerindekikorkunç mana, Yusuf ’un etrafında şimşek gibidolaşmaları, hatta çocuğun üstünü başınısahiden parçalamaları, sonra küçük Yusuf ’unyüzündeki dehşet ve kurtulmak içinçabalayışları seyircileri coşturdu. Bu aralıkseyircilerden biri ayağa kalktı, salonu sarsan birhiddetle bir şiir okumaya başladı. Her ağızdan“Feyad, Feyad,” diye bir nara çıkıyor, meğer o,Lübnan’ın büyük bir şairi imiş ve inşatettiği1103 şiir hemen oradaki bir ilhamınneticesi imiş. Kendisi çok milliyetçi bir şairmiş,fakat, o zamana kadar hiçbir hareketegeçmemekle beraber, Türklerle de temasetmezmiş. Onun o gün orada bulunması bütünseyircileri şaşırtmış ve Türklerin hâkimiyetiArap diyarında sona ermekte olduğu ogünlerde, Türklere en heyecanlı bir muhabbetgösteriyordu. Seyirciler arasında bir biriardınca bir hayli nutuk söylendi ve bu hakikî
manasıyla nev’i şahıslarına münhasır1104Arap toplantısı karanlık bastığı zaman dağıldı.Ve dağılırken, 1908 yılının bütün Türkülkesinde her ferdi birbirine bağlayan samimîheyecan vardı ve bir ağızdan Türk marşınısöylediler.Beyrut, Kenan Çobanları’nı on üç defavermeye mektebi mecbur etti. Ancak birkaçgün daha kalabileceğimiz için, Sabra günde ikidefa oyunu veriyor ve mektep dolupboşalıyordu. Seyirciler, her defasında KenanÇobanları’ndan bir arya söyleyerek mekteptençıkarlar ve sokaklarda mutlak, bu büyük Arapmusiki ustasının bıraktığı piyesten bir parçayaayak uydururlardı. Sokak lâmbalarınındireklerine, piyeste muvaffakıyet kazanmışolan güzel sesli Ellen’in adını yazarlardı.Benim aziz dostum Selim Sabit herdefasında gözlerinde yaşla dinlerdi. Bana “Beyn-es-sutur okuyan”1105 lâkabını takmıştı. “Budefa, kalblerimizin perdesini de kaldırdı,”diyordu. Selim Sabit’den 1921’de Ankara’da bir
mektup aldım. “Beyn-es-sutur” manasını en iyiifade edecek bir yazıya on altın vereceğiniBeyrut’da ilân ettiğini yazıyordu. İkinci birmektup daha aldım, içinde resim dolu idi. Suluboya ile yapılmış bir Arap diyarı, bütünhurmaları, kumları, çadırları ve muzları okadar güzel resmedilmişti ki... Cevap vermeyevakit bulmadan ölüm haberini aldım.Küçük aktörleri bir gece, bir kamyonadoldurup Ayin Tura’ya götürdük. Oranınçocuk bandosunu her cuma Der-Nâsıra’yagötürürdük. Oranın çocuk bandosu her cumaDer-Nâsıra’ya gelir konser verirdi. Şimdi bunamukabele etmek zamanı gelmişti.Marangozhaneyi boşalttık, ikisini bir sahneyekoyduk, küçük aktörler oynadılar, söylediler,Ayin Tura’yı eğlendirdiler.Martın dördünde Küçük Cemal Paşa’nıngösterdiği nezaket ve yardım ile, Ayin Turamüstesna, diğer mekteplerimizin hocaları ilehareket ederken samimî vedalar arasına birazda gözyaşları karıştı.Allaha ısmarladık Lübnan ve gelip geçtiğim
Arap diyarı!..867. İzlenimleri.868. Güçlük.869. Gücünün.870. Sınırlı alanımda.871. Bireyci.872. Çekici.873. Açık.874. Çeşitlilik.875. Rahmi Bey (Arslan) (1874 – 1947), Türkyönetici. Selanik’in ünlü EvrenesoğlularıAilesindendir. İkinci Meşrutiyet’te İttihat veTerakki’nin adayı olarak İzmir Milletvekili seçildi. I.Dünya Savaşı sırasında tam yetki ile İzmir valiliğineatandı.876. Savaşı.877. Girişimcisini.
878. Beslenmesi.879. Büyüklük.880. Yiyeceklerin kaynağı.881. Suriye’nin güneybatısında yanardağ kökenlialçak plato.882. Sağlamak.883. Ortaya çıkışından.884. Savaşan.885. Zorunluluk.886. Düzen.887. Dokunulmazlığını.888. Falih Rıfkı Atay (1894 – 1971), Türk yazar vegazeteci. Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye’ye gitti veCemal Paşa’nın özel kâtipliğini yaptı. Eserlerindenbazıları: Ateş ve Güneş Zeytindağı Çankaya, , .889. Uygulamalarını savunmuştu.890. Andıktan.891. Aracılık etmemin.892. Memnun.
893. Düşmanlık.894. Giderilmesi.895. Şehitlikleri.896. Kutsal.897. Fahrettin Altay (1880 – 1974), Türk general.Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Romanya veFilistin cephelerinde görev aldı. Türkiye İstiklâlMuharebatında Süvari Kolordusunun Harekâtı adlıçalışması, birçok yabancı dile çevrildi.898. Çaresizlik.899. Sitem.900. İnanmıştı.901. Çöle.902. Karşılıklı şiir söylemelerini.903. Harap.904. Ey anne!905. Uygun.906. Kesmeye.907. Açık, belli.
908. Dayandırmak.909. Kurucularından.910. Hüseyin Kâzım Kadri (1870 – 1934), Türkbilim ve siyaset adamı. 1910’da Halep valiliğindebulundu. Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit ile Taningazetesini çıkardı. Pek çok eserinin yanı sıraBeyrut’ta bulunduğu dönemde hazırlamayabaşladığı Büyük Türk Lügâti’nde (I. C. 1927, II. C.1928, III. C. 1943, IV. C. 1945) Türkçe, Arapça,Farsça sözlükler ile Türk dilinin Uygur, Çağatay,Kazan, Azeri, Yakut, Çuvaş, Altay, Kırgızlehçelerine ait sözleri, tanık ve örnekleriylevermiştir.911. İnce bir güzelliği olan.912. Azınlıklara.913. Eğilimde.914. Ali Fuat (Erden) (1883 – 1957), Türk generalve harp tarihi yazarı. I. Dünya Savaşı’nda Suriye’deIV. Ordu Kurmaylığı ve Başkanlığında çalıştı.Eserlerinden bazıları; Paris’ten Tih Sahrasına I., Dünya Harbinde Suriye Hâtıraları.
915. Uygun bulanlar.916. Hastalıklı.917. Kalıcıdır.918. Korku vermesi.919. Yedek subaylığı.920. Bir şeyi yapmak için kendi kendine sözvermek, yemin etmek.921. Söyleyişi.922. Bulaşmasından mı?923. Suriye’de bir ırmak. Antilübnan dağlarındançıkar, Doğu ovasındaki çanaklardan birine dökülür.924. Hayal etme gücünü.925. Beer-Şeba (Arapça Birû’s Sebi), İsrail’ingüneyinde, adı Kutsal Kitap’ta geçen bir kent.926. Kuruluşları.927. Tul Karm: Ürdün’de (Naplus ili) bir şehir.928. Çığlık çığlığa bağırıyor.929. (Burada) Kıvılcım.930. İsrail devletinde şehir. Celile’de Esdrelon
Ovası’nın kuzeyindedir.931. Filistin’de bölge. Akdeniz ile Taberiye Gölüarasında; Hule Gölü’nün ötesine kadar uzanır.932. Teğmen.933. Çığlıkların.934. Erkân-ı harbiyye (Genelkurmay) MektebindeTürk Harp Tarihi ve Tâbiye hocası, TümenKumandanı, Edirne Valisi, İskân Umum Müdürü.935. Düzenlenmişti.936. Kuzeydoğu Afrika ve Ortadoğu’da (Suriye,Ürdün, Irak, Arabistan) step ve çöllerde yaşayangöçebe veya yarı göçebe halk.937. Karanlık.938. Benzerlerinden üstündü.939. Tazeliğini.940. Karşılıklı.941. Öfkeden.942. Adamış.943. Manevi sevinç, hoşnutluk.
944. Attırır.945. Gözlemler.946. Merakla.947. Belirtisinin.948. Vazgeçilmez.949. Tenor ile bas arasında erkek sesi.950. Guiseppe Verdi’nin dört perdelik operası.Konusu eski Mısır’da Memfis ve Teb kentlerindegeçen bu opera, ilk kez 24 Aralık 1891’deKahire’de (Süveyş Kanalı’nın açılışı nedeniyle)oynandı.951. Uyuşmasından.952. Kendinden geçme.953. Osmanlıların I. Dünya Savaşı sırasında SüveyşKanalı’na düzenledikleri harekâtlar.954. Yüce.955. Tanrı korusun.956. Patırtı.957. Gökten indirilmiş.
958. Hasan Ferit (Cansever) (1891 – 1971), Türksiyaset adamı ve hekim. İstanbul Üniversitesi TıpFakültesi’ni bitirdi. Kızılay Derneği’ninHaydarpaşa’da kurduğu Dâr-ül-eytâm MerkezHastanesi’ne iç hastalıkları uzmanı ve başhekimioldu. Irkçılık-Turancılık davasının sanıklarından biriolarak tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra Prof.Dr. Zeki Velidi Togan’la birlikte Türk Yurdudergisini çıkardı. Başlıca eserleri, Sarı Tehlike,Tevrat’a Nazaran Yakın Şark’ta Yamyamlık.959. Güçlüklere.960. Şaşmaya değerdi.961. Tasalı.962. İç sıkıntılı.963. Kuzey Afrika’da Berberilerin giydikleri başlıklı,geniş, kısa kollu bir üstlük.964. Şiî ve Alevî tarikatine mensup Müslümanlarerkek çocuklar sünnet oluncaya kadar başlarınıntepesinde bir tutam saç uzatır ve örerler. Çocuksünnet olurken de o saçları keser ve yakarlar(Yazarın Notu).
965. İmrenme.966. Mısır’da (Sina idare çevresi) Akdenizkıyısında, Port Said’in doğusunda liman. 1915 yılıOcak ayında Süveyş’e yürüyen Cemal Paşakuvvetlerinin eline geçti. 21 Aralık 1916’daArchibald Murray tarafından geri alındı.967. Düşkünlük.968. Toplum hayatından kaçıp, tek başına yaşama.969. Karanlığında.970. Ağırbaşlı.971. Dengeli.972. Güzelliğe.973. Hasan Cemil (Çambel) (1877 – 1967), Türkasker, siyaset adamı ve yazar. 1899’da HarpAkademisi’nden mezun oldu. 1913’te BerlinAtaşemiliteri oldu. İki yıl sonra yurda dönerek 51.Tümen Komutanlığı’na getirildi; tümeniyle Irak’taFelâhiye Savaşı’na katıldı. Mütarekeden sonraordudan ayrıldı. 1935-1941 arasında Türk TarihKurumu başkanlığı yaptı. Tercümeleri dışındakieserlerinden birkaçı; Fichte ve Fichte’nin Hitabeleri
(1927), İstanbul’un Fethi (1947), Türk Dilleri veKaderleri (1949)...974. Profesör Zürcher, öğreniminin ilk kısmınıZürih’te yüksek kısmını da Dresden, Berlin, Parisve Floransa Akademilerinde tamamlamıştır. Almanİmparatorluğu’nun Roma’da kurmuş olduğu GüzelSanatlar Akademisi müdürlüğüne atanmıştır.Ayrıca İtalya’nın muhtelif şehirlerinin birçokparkları, bahçeleri, çeşmeleri v.s. Profesör’ünplanlarına göre yapılmıştır. Halep’e ait onarımlarhakkında hazırlamış olduğu iki adet albüm,Denizcilik Müzesi’nde saklıdır.975. Bu bir hadis (Hz. Peygamber’in sözü) değil bir“ünlü söz”dür.976. Burada yazarın bir yanlış anımsaması vardır:Abşalom, Hazreti Süleyman’ın değil, HazretiDavud’un oğludur. Abşalom’la arasındaki tahtkavgası, bir ayaklanmaya dönüşünce Hz. Davud,Kudüs’ü oğluna bırakarak Ürdün’e kaçmış, onlarınpeşinden giden Abşalom, Efraim Ormanı’ndayenilgiye uğrayarak Yoab tarafından öldürülmüştü.(Ç.N.)
977. Özdeyişlere.978. Beytlehem (İbranicede “Ekmek Evi”),Filistin’in orta kesiminde Kudüs’ün hemengüneyinde eski kent. Hazret-i İsa’nın bu şehirdedoğduğu, Davud ve Süleyman peygamberlerinmezarlarının da burada olduğu bildirilmektedir.979. Tanrı sevgisi ve saygısıyla dolu olarak.980. Dalıp kendinden geçmişler.981. Adayan.982. Sıkıntı ve zorluk.983. Saldırıdan korunmuş.984. Hıristiyanların kutsal kitabı.985. Topluluğu.986. (Fr.) hystérie (Yunancadan) Duyu bozukluğu,türlü ruh karışıklığı, çırpınma, kasılma ve bazeninlemelerle kendini gösteren sinir bozukluğu.987. Bir dinin görüş ve anlayış ayrılıkları sebebiyleortaya çıkan kollardan her biri ve bu görüşlerebağlı olanlar.988. Kan çıkardı.
989. (Fr.) Jésuite: İsa Derneği denilen bir HıristiyanDerneği üyesi.990. Oluşmuş.991. Vuruşma, birbirini öldürme.992. Göç.993. Zorunlu.994. Bağnazlığı.995. Sebeplerin.996. Onursal.997. Üstün.998. Üstlenmesi.999. Yatılı.1000. Kasım ayı.1001. Ocak ayının.1002. Öğretim.1003. İsrail, Celile’de Esdrelon Ovası’nınkuzeyinde bir şehir.1004. Başrahibe.1005. Karşıydı.
1006. Kişiliklerine.1007. Başkanlık.1008. Uyanık.1009. Seçiyordu.1010. Sığınık.1011. Korumasına.1012. Sıkıntı ve çaresizlik.1013. Ocak ayı.1014. Kavram.1015. Mihail Markoviç, Borodin (1884 – 1956),(Asıl adı Mihail Gruzenberg). 1920’lerdeKomitern’in Çin’deki baştemsilcisi olan Sovyetdiplomatı.1016. (Fr.) scorbut: C vitamini eksikliğinden ilerigelen ve dermansızlık, zayıflık ve dişeti iltihabı gibibelirtilerle kendini gösteren hastalık, iskorbüt.1017. Giderirlerse.1018. İçgüdüyle.1019. (Fr.) étuve: Yiyecekleri, nesneleri yüksek
ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılanaraç.1020. Lütfü Kırdar (1888 – 1961), Türk hekim,yönetici ve siyaset adamı.1021. Lütuf.1022. Salgın.1023. Pislik.1024. Hor görülme.1025. İçgüdüler.1026. İnandım.1027. (Fr.) Anthropologie (Yun. Antropos: insan,logos: konu.) İnsanın kökenini, evrimini, biolojiközelliklerini, toplumsal ve kültürel yönleriniinceleyen bilim, insanbilimi.1028. İlkel.1029. Gösterişsiz.1030. Haberleşmeyi.1031. Gözlemlerimi.1032. Sağlandı.
1033. Yola gelmez.1034. Anılan.1035. Maria Montessori (1870 – 1952), İtalyanpedagog. Friedrich Fröbel’in metodunu geliştirenve 1907’den itibaren Roma’daki çocuk yuvasındauyguladığı sistem, çocuklarda çekici alıştırmalarladüzen duygusunu ve duyu belleğini geliştirmeyedayanması bakımından duyumcu psikolojiyebağlanır ve her şeyden önce algıyı eğitmeyiamaçlar.1036. Âletleri.1037. Öğretim programı.1038. Düşmanlık.1039. Özellikleri.1040. Metin olmalarına, dayanmalarına.1041. Oldukça.1042. Gerçekleşmişti.1043. Beyin.1044. Kansızlık, anemi.1045. Suriye’nin Havran bölgesinde yaşayan ve
kendilerine özgü mezhepleri olan bir Müslümantopluluğu.1046. Görünüşte.1047. Ses yankısını.1048. Aydın.1049. Vedi Sabra. Lübnanlı besteci. Türkçe, KenanÇobanları; Arapça, “İki Kral” adlı operaları var.Lübnan ve Osmanlı marşlarını besteledi.1050. Kuramları, teorileri.1051. Yaradılışta.1052. (Fr.) vacance: Dinlenme tatili.1053. Doktor Adnan ile 29 Nisan 1917’deevlenmiştik. Ben Arap diyarında, o İstanbul’da idi.Nikâhımız Bursa’da, –babam benim vekilim olarak–kıyılmıştı. (Yazarın Notu)1054. Görüşme.1055. Ortaya çıkan.1056. Gelişememişlerdi.1057. Memoirs of Halidé Edib; Londra, JohnMurray, Albemarle Street, W., 1926, VII / s. 472.
1058. Aldous Huxley’in 1932’de yazmış olduğubu eser Yeni Dünya adı altında Orhan Buriantarafından 1945’te Türkçeye çevrilmiştir.1059. Tutkusuyla.1060. Tanzimat’tan sonra, Osmanlı yönetimteşkilatında sancak yöneticilerine verilen ad.1061. Birinin ardından gelip onun yerine geçenkimse.1062. Hayal gücüyle yaratılan.1063. III. Napoléon. Fransa’nın son imparatoru.1064. (Fr.) excentrique: ayrıksı.1065. (Fr.) rèvèrence. Selâm veya teşekkür içineğilerek veya dizleri kırarak yapılan hareket.1066. (Fr.) aristocrate: (Yun.) Aristos en iyi, kratos:iktidar, erk, soylu.1067. Sevgide bağlı olma durumu.1068. Kurduğu düzenin.1069. (Fr.) tolérance: Hoşgörü, müsamaha.1070. Din. Lübnan’da Aziz Maruni’nin çömezlerisoyundan gelen Suriyeli bir Katolik topluluğunun
üyeleri.1071. Papayı seçen, danışmanlığını yapanbaşpapazların her biri.1072. Övgü.1073. Saymanınız, muhasebeciniz.1074. Ludwig van Beethoven (1770-1827), Almanbesteci.1075. Kasım.1076. Erich von Falkenhayn (1861 – 1922),Alman general. 1917 Mayısı’nda OsmanlıDevletine gelerek önce Suriye ve Irak’ta birinceleme gezisi yaptı. Sonra müşir rütbesiyleYıldırım Orduları kumandanlığına getirildi.Bağdat’ın geri alınması için bir plan hazırladı. Enverve Cemal paşalarla anlaşmazlığa düştü. 1917 yılısonunda Yıldırım Orduları komutanlığından istifaetmek zorunda kaldı ve görevini, General Limanvon Sanders’e devretti.1077. Zarar vereceğini, engel olacağını.1078. Kutsal.1079. Refet Bele (1881 – 1963), Türk asker ve
siyaset adamı. I. Dünya Savaşı’nda, Filistincephesinde, özellikle İkinci GazzeMuharebesi’ndeki komutasıyla ün yaptı.1080. Elde etmesi.1081. Haydutluk, soygunculuk.1082. Karabasan, acı, sıkıntı, korku veren.1083. Lübnan’da şehir. Zahle, Lübnan DağlarınınDoğu yamacında yerleşmiş Hıristiyantopluluklarının başşehridir.1084. Gerekli olan şeylerin.1085. Doğrulandı.1086. Hayret edilecek bir şekilde.1087. Ut çalan.1088. Telli çalgıları çalmaya yarayan ağaç, kemik,maden veya kirazağacından yapılan alet, çalgıç.1089. Karşılıklı.1090. Büyüledi.1091. Can çekişmekte.1092. Sıtmadan.
1093. Kadere boyun eğişini.1094. Kazandı.1095. (Fr.) prosodie: Bir şiir bestesinde, hecevurgularının müzik vurgu ve yükselişleriyle iyiceuyuşmuş olması ve bu yoldaki kuralların bütünü.1096. Operalarda solistlerden birinin orkestraeşliğinde söylediği şarkı.1097. Yumuşak huylu.1098. Sevecen.1099. Doğusundan.1100. (Fr.) tragédie: Konusunu efsanelerden veyatarihî olaylardan alan, acıklı sonuçlarla bağlanan birtür tiyatro eseri, tragedya, ağlatı.1101. Sekiz hecelik dizelerden oluşmuş birİspanyol şiiri türü.1102. Kadın seslerinin en kalını.1103. Söylediği.1104. Has.1105. Satır aralarını okuyan.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 611
Pages: