Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:38:15

Description: Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

Donanması’nı atlatmasını bir mucize kabuletmek tabiî idi. Bundan sonra Yunan Filosupeşinde iken yine de Hamidiye, Yunan adalarınıbombardıman ediyor, Yunan nakliye gemilerinibatırıyordu. Fakat batırdığı nakliye gemilerinintayfalarını kurtarıyor ve her türlü tehlikeyigöze alarak Yunan sahillerine bırakıyordu.Teknikte ve cesarette olduğu kadar, insanî vemedenî bahriye ananelerinde745 başta gelen vene kadar iftihar etsek yeri olan bir denizharbidir.Bu geminin kumandanı Kaptan Rauf 746hiçbir zaman bir kahraman rolü oynamamış,bilâkis büyük bir tevazu747 ile bu şerefinkendisi ile birlikte çalışan küçük bahriyelilereait olduğunu iddia etmiştir. Kaptan Rauf, belkişuur altı dahi olsa insanların kahramanlaratapmak temayülünün bazan milletleri nereleresürüklediğini hissetmiş olması, şahsî şöhretininyayılmasında elinden geldiği kadar maniolmasında büyük bir âmil olmuştur.Bu aralık Teali-i Nisvan Cemiyeti,

hastahanelere yardım ve aynı zamandaMakedonya’daki sivil Müslüman Türklere revâgörülen748 zulüm ve kıtali protesto etmekmaksadıyla büyük bir salonda bir miting tertîbetmişti.Salon hıncahınç dolu idi. Altı tanınmışkadın şair ve muharrir konuştu. Bunların enkuvvetlisi, merhum Celâl Sahir’in749 annesiFehime Nüzhet750 Hanım’dı. Miting sonaermeden kadınlar kalkıp elmaslarını vekürklerini masanın önüne yığdılar. Aynızamanda miting, iki kadın delege seçerekBeyoğlu’ndaki sefarethaneler vasıtası ile Türkkadınlarının protestolarını kraliçeleregöndermişti.Bütün bu hâdiselerden sonra o kadaryorgundum ki, nihayet bir zaman için 1913 İlkkânunda751 Alman Hastahanesi’ne yattım. 10Kânunuevvel gününde baş hemşire telâşlaodama geldi, odanın önündeki balkondanİstanbul’a bakıyor, kendi kendine bir şeylerkonuşuyordu. Yataktan “Ne oluyor, ne

oluyor?” diye seslendim.— İttihatçılar, Babıâli’yi basmışlar, NâzımPaşa752, yaveri ve Necib753 isminde biri bumücadelede vurulmuş, dedi.Babıâli Baskını’nın kısaca âmili şu idi:Babıâli’ye nota verilmiş, Edirne’ninBulgaristan’a ilhak edilmesini talep etmişler.Kâmil Paşa kabinesi bunu kabule taraftarolmuştu. Umumî efkâr Edirne henüz kendinikahramanca müdafaa ederken şehrin düşmanaterk edilmesine muhalifti.İttihatçılar, umumî efkâra dayanarak,Edirne’nin teslim edilmesine mani olmak içintedbir almışlardı. Enver ve Talât paşalaryanlarında üç yüz kişi ile Babıâli’ye girerekKâmil Paşa’ya istifa teklif etmişlerdi. Fakatumumî heyecan arasında Mustafa Necib veYakub Cemil754 ateş açmış, Nâzım Paşa ileyaveri de mukabele etmişlerdi. Bu hâdiseyimuhalefet ve İttihat ve Terakki birbirindenhayli başka surette halka izah ettiler, MahmudŞevket Paşa kabinesi o zaman iktidara geçti.

Maamâfih, Edirne düştü. 30 Mayıs 1913’deLondra Konferansı’nda İttihatçılar şehrindüşmesini kabul ettiler.2 Haziran 1914’de755 Mahmud ŞevketPaşa muhalefet tarafından öldürüldü. Bukabiliyetli, imanlı ve büyük askerinöldürülmesi çok büyük tesir yaptı. Bu vesile ileİttihatçılar on iki kişi idam ettiler ve aralarındaPadişah’ın damadı da bulunan bir hayli adamıAnadolu’ya nefy ettiler756.Anlaşılan muhalefet de bu devirde bileCoup d’état757 hazırlanmıştı. Fakat MahmudŞevket Paşa’nın katli münasebetiyleİttihatçıların aldığı sıkı tedbir buna maniolmuştu. Bu meseleyi İttihatçıların tanınmışsîmâlarından Rıza Nur Bey758 de 1918’dehürriyet ve itilâfın esrarını açıklayan eserindeanlatır. Celâl Paşa759 merhumun hatıratındada bu meseleye dair izahat vardır.Bu aralık, Balkan devletlerinin kendiaralarındaki ihtilâftan faydalanarak Türk

Ordusu 1913 Temmuzu’nda Edirne’yeyürüyerek şehri istirdat etti760. BöyleceBalkan Harbi sona erdi.666. Andığım.667. (Yun.) Hellen’den. Modern Yunanca.668. Boş yere değil.669. Eşsiz.670. Uysal.671. Evrelerini.672. Kusma.673. Aman, aman denizim bu ne fırtına.674. Doğru.675. Dönüşecek.676. Etkenler.677. Sebepleri.678. Çoğunluğu.

679. (Fr.) Franc-maçon: Mason. Birtakım kardeşlikilkelerini benimseyen, birbirlerini parola veişaretlerle tanıyan, loca denilen bölümlere ayrılankimselerden kurulu derneğin üyesi. Franmason dadenir.680. Köktenci.681. Değiştirmişlerdi.682. Yetkisini.683. Değiştirilmiş.684. Kaldırılmasına.685. Senatoya.686. Aralık ayının.687. Hükümsüz kıldılar.688. Oluşmuş.689. Gazi Ahmed Muhtar Paşa (1839-1918), SonOsmanlı – Rus Harbi’nde yararlılığıyla ün kazanmış,Meşrutiyet Devri’nde sadrazamlıkta bulunmuş vebilimsel eserleriyle de tanınmış değerliaskerlerimizdendir.690. Başkanlığında.

691. Karşı olan, aykırı olan.692. Kıbrıslı Mahmed Kâmil Paşa (1832-1913),Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında dörtdefa sadrazamlıkta bulunmuş vezirlerindendir.693. Düş kırıklığı.694. Yabancı basının.695. Karşı karşıya kalmış.696. Nitelendirilmişti.697. (Yun.) Utopia. Gerçekleştirilmesi imkânsıztasarı veya düşünce.698. Gerçekleştirilmesi.699. Amaçları.700. Ölçülülük.701. Yağmalama, talan etme.702. (Fr.) Chauvinisme: Değişik ırk ve uluslararasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan ve buyolda kışkırtmada bulunan aşırı ulusçuluk akımı.703. Amaçlayan.704. Anglo-sakson Protestanlığının bir kolu.

Dostlar Derneği adıyla da anılır. Kendilerine “kutsalruh”un yol gösterdiğine inanırlar.705. Bir dinin görüş ve anlayış ayrılıkları sebebiyleortaya çıkan kollardan her biri.706. Bir yer veya kimseyle bağıntısı olan, ilişkili.707. Tapınaklarına.708. Herbert Henry Asquith (1852 – 1928), I.Oxford ve Asquith kontu, İngiliz siyaset adamı.709. Yürürlükte bulunan antlaşmalara göre olmasıgereken veya süre gelen durum.710. Öldürüldü.711. Birdenbire öfkelenmesinin, parlamasının.712. Yok etme.713. Göçmenleri.714. Düşünceyle ilgili gelişmeler.715. Üstlendikleri.716. Aşırı.717. Toplumda kadının yararlanacağı haklarıçoğaltmak ve erkeğinkine eşit kılmak amacını

güden düşünce akımı.718. Eğilim.719. Operatör.720. Sevginin.721. İçyüzünü.722. İlkel.723. Alın yazısını.724. Bozgun.725. Seçkin.726. Zorlu.727. Sürekli.728. (Fr.) gangrène: Vücudun herhangi biryerindeki dokunun ölmesi.729. (Fr.) chloroforme: Renksiz, hoş kokulu, dahaçok anestezide kullanılan, yatıştırıcı ve uyuşturucubileşik.730. Dayanıklılıkla.731. Bir işin yapıldığı an.732. Ortadan kalktı.

733. (Günümüzde) Yunanistan’da Türklerin çokyoğun olduğu bir şehir.734. Söylentiler.735. Ağırbaşlılık.736. Gönül borcu.737. Karabasan.738. Libya’da liman şehri.739. Sıkıntıdan.740. Eleman.741. Ulusal onurumuzun.742. (Fr.) croiseur. Deniz yollarını gözetleme, denizve hava filolarına kılavuzluk etme amacıyla toplasilahlandırılmış hızlı savaş gemisi.743. Denizcilik olayı.744. Syra veya Syros. Kyklades Takımadaları’ndanYunan adası.745. Denizcilik geleneklerine.746. Hüseyin Rauf (Orbay) (1881 – 1964), Türkamiral ve devlet adamı.

747. Alçakgönüllülükle.748. Uygun görülen.749. Celâl Sahir (Erozan) (1883 – 1935),Edebiyat-ı Cedide grubuna, daha sonra Fecr-i Âtigrubuna katılarak bu topluluğun başkanı seçilenşairimiz. Şiir kitapları; Beyaz Gölgeler Buhran Siyah, , Kitap. Hakkı Nâşir takma adıyla da basılmış şiirlerive bir kitabı vardır.750. Fahime Nüzhet. Şair Celal Sahir Erozan’ınannesi, şair.751. Aralık ayı. Kânûn-ı evvel de denir. (BâbıâliBaskını, 23 Ocak 1913’te gerçekleşmiştir).752. Nâzım Paşa (? – 1913). 1882’de kurmayyüzbaşı olarak Harbiye’den çıkmış, çeşitligörevlerde bulunmuş, 1908’de ilk defa HarbiyeNazırlığı’na getirilmiş, fakat Kabine’nin düşmesiüzerine Bağdat Valiliği’ne gönderilmiş. BalkanHarbi’nde tekrar Harbiye Nazırlığı’na getirildi.Babıâli Baskını sırasında Yakub Cemil tarafındanvuruldu.753. Mustafa Necib (1879 – 1913), II.

Meşrutiyet’te yararlıklarıyla tanınmışsubaylarımızdandır. İttihat ve Terakki Cemiyetiüyesi olarak bu partinin fikirlerini yaydı. Selânik’teII. Abdülhamid idaresine ilk karşı çıkan MustafaNecib oldu. Babıâli Baskınında öldürüldü.754. Yakub Cemil (1884 – 1916), İttihat veTerakki Cemiyeti’nin ünlü kişilerinden. BabıâliBaskınının elebaşılarındandır.755. Mahmud Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast,11 Haziran 1913 tarihindedir.756. Sürdüler.757. Hükümet darbesi.758. Doktor Rıza Nur (1879 – 1942), Türksiyaset adamı ve yazar. Askerî Tıbbiye’yi bitirdi.Hayat ve Hatıratım Hücumlara Cevaplar Türk Tarihi, , basılmıştır. Sinop’taki evini ve zenginkütüphanesini, Millî Eğitim Bakanlığı’nabağışlamıştır.759. Kast edilen Cemal Paşa (Ahmed) (1872 –1922), Büyük Türk kumandan ve devlet adamı.İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında

yer aldı. 1914’ten sonra Nafıa ve Bahriye Nazırlığı,Birinci Dünya Savaşı sırasında İkinci OrduKumandanlığı’nı da üstlendi. Askerî ve siyasihayatını anlatan iki eser yazdı: Plevne Müdafaası veCemal Paşa Hatıratı. Bu eserler oğlu Behçet Cemaltarafından yeniden gözden geçirilerek Latinharfleriyle basıldı; Hatıralar.760. Geri aldı.

111913-1914 yılları arası1913 ile 1915 yılları (arasında), İttihatçılar,memleketteki yapıcı faaliyetlerini kaybeder.Doğru ve yanlış birçok tecrübeleri onlarda daidare kabiliyetini yükseltmiş ve sonrakiinkılâbların temellerini atmışlardır.En esaslı değişmeler ve ilerleme, maliye veorduda kendini gösterdi. Aynı zamandagümrüklerde de çok ciddî bir hareket başladı.Bunların üçünde de Fransız, İngiliz ve Alman,en kudretli ecnebi mütehassıslar bulunduğugibi, başlarında da kuvvetli ve yetişkin adamlarvardı.Maarif Nezareti’ni de birbiri ardıncatanınmış adamlar işgal etmiş olmalarınarağmen, hiçbirinin ortaya attığı esas ve plandakâfi derecede vuzuh761 vardı denilemez.Emrullah Efendi’nin bu husustaki fikri belki en

açıktı. O, en fazla yüksek tahsil veüniversitelere ehemmiyet veriyordu. Aynızamanda da Avrupa üniversitelerine bir haylitalebe göndermişti.Said Halim (Paşa)762 Kabinesi’nde,Emrullah Efendi’ nin halefi Şükrü Bey’in763 dekendine mahsus fikirleri ve onları tahakkukettirebilecek iradesi764 vardı. Ben Şükrü Bey’leMaarif meselesinde anlaşamadım ve ondandolayı çekildim. O keyfiyetten765 fazlakemiyete766 ehemmiyet verirdi. Maamâfihhizmeti büyüktür ve ilk tahsil sahamızıgenişletti.Merhum Şükrü Bey’de beni istifayasevkeden fikir ayrılığı meselesinin başkacephelerinde duracak değilim. Çünkü maarifsistemimizin aksayan tarafları hakkındakikanaatlerimi –bu gün çok ileri gitmiş olmamızarağmen– değiştirmiş değilim. Bu husustakifikirlerimi esasen muhtelif yazılarımda ifadeetmiş bulunuyorum. Fakat bu istifa meselesiyle

alâkadar olan bir hâdiseden bahsedeceğim:İstifamı verdikten bir hafta sonra, TalâtPaşa, Dr. Nazım767 ve Ziya Gökalp beniziyarete geldiler. Talât Paşa’yı ilk defagörüyordum. Sadeliği, mizahî görüşü,muamelesindeki samimiyet bende büyük birtesir yaptı.Evvelâ, muhtelif gümrük mevzularıüzerinde uzunca durduktan sonra, çok ince venazik bir şekilde ziyaretinin asıl maksadınaintikal etti768. İstifamı geri almamı istiyordu.Bunu çok mahirane769 bir şekilde yaparak,maarife yapmış olduğum veya yapabileceğimhizmetler üzerinde durarak, herhangi birmesele için talebimi770 feda etmenin banayakışmayacağını söyledi. Nihayet istifamıcebinden çıkardı, gülerek: “Pulu eksik,”dedikten sonra tekrar bu mevzu üzerinde uzunuzun konuştu. Tabiî bu mevzu yalnız maarifedeğil, memleketin diğer bütün meselelerine detemas ediyordu.

Talât Paşa, çarçabuk kudrete erişensiyasîlerimiz arasında her halde nadir görülenbir örnekti. Onda, kudret mudillesinden771doğan şahsî gurur kat’iyen yoktu.Bundan sonra her bayram muntazam vebayramlar arasında da zaman zaman benigörmeye geliyordu. İşin dikkatte değer tarafı,partisini ve hatta siyasetini çok acı bir şekildetenkit ettiğim zamanlarda da bu devlet adamıdost tavrını hiç değiştirmedi.Talât Paşa’nın hemen herkesin sevgisiniçekmesinin sebebi, sade ve mütevazı772 birhayat yaşaması ve hakikî demokrat ruhutaşımasıdır. İnsan onu ne kadar tenkit ederseetsin vatanseverliğin güzide bir örneği diyekabul etmeye mecburdur. Yanlış olanları dahihiçbir hareketi şahsî773 bir kazanç veyahutkudret insiyakına774 dayanmamıştır. Fakir birinsan olarak yaşadı ve fakir bir insan olaraköldü. Vatanı için elzem775 telâkki ettiği776herhangi meselede en büyük eziyet ve

fedakârlığa katlanırdı.Birinci Dünya Harbi patlayıncaya kadarTalât Paşa, iyi bir iş idaresi tesisine çalıştı,suistimale777, kudret istismarına778 karşıamansız bir mücadele açtı. O günlerde hep,“Biz ihtilâlci olarak kudreti ele aldık, fakat artıkmemlekette kanunu hâkim kılmak zamanıgelmiştir,” der dururdu.Maalesef, bu “kanunu hâkim kılmak”meselesi, Birinci Dünya Harbi’nin sonyıllarında zaafa uğradı. Herkesin fikri nepahasına olursa olsun zafere ulaşmak üzerindeduruyordu. Maamâfih, harpte yeni dünyadevletleri için de aynı şey söylenebilir. Budevirleri bilmeyen hiç kimse, harbin ne kadarinsanî hisleri körleştirdiğini ve her harptensonra yeniden kalkınmanın milletlere ne kadarmaddî ve manevî fedakârlıklara mal olacağınıölçemez.Talât Paşa, bana istifamı geri aldırdıktan üçay sonra, ikinci ve son istifamı verdim.Nakiye Hanım da birkaç ay sonra çıktı.O günlerde İttihat ve Terakki’nin en büyük

Şeyhülislâm’ı Hayri Efendi779, Evkafmekteplerinde780 çok esaslı ve ciddî reformlaryapmaya başlamıştı. O günün medreseleri781kız, erkek karışık, iptidaîleri782, hulâsa hepsigeri ve skolâstik783 zihniyetin tesiri altındaidiler. Bunların hepsini Hayri Efendi kökündenıslaha784 karar vermişti.Camilere merbut785 iptidaîler o zamanhemen hemen sadece Kur’an okuturlar vemekteplerin kendileri de oldukça harap veizbe786 bir hâlde idi.Bunların modern işlemesi için, evvelâ on ikitanesini birleştirerek mektep denilecek birvasıfta ve merkezî bir semtte bir tek binayaaldılar. Bunlardan biri erkek, diğeri kızlariçindi. Başlarına oldukça ileri görüşlü vekabiliyetli bir zat getirdiler. Kızlarınkininmüdürü Nakiye Hanım’dı. Ben de kızmekteplerinin umumî müfettişi olmayı kabulettim.

Kız mekteplerinin merkezi Sultan Ahmedcivarındaki bir binada idi. Arasına epeyce kolejmezunu ve çekilmiş olduğum Kızİdadîsi’nde787 yetişen talebelerimden birkaçı,kabiliyetli bir hoca grubu teşkil ediyorlardı. İştebu iptidaîlere modern olan ve hoca yetiştirenmerkez evkaf kız mekteplerinde, kanaatimcemaarifinkini dahi geçkin bir nizam788 koyduve kabiliyetli hocalar yetiştirdi.Sultan Ahmed merkezi tam manası ilemodern bir yer olmuştu.Talim ve terbiye meselesini, muhtelif ilimşubelerine mensup, mektep idaresi denilen şeyiGarb’da789 görmüşlerden bir hayli tanınmışsîmâlar790 bu mektebe haftada bir defa gelir,diğer Evkaf iptidaîlerinden toplanan hocalarasıra ile konferans verirlerdi. Bunların arasındaDoktor Adnan, Akçura vesair bu sahadatanınmış selâhiyetli791 sîmâlar vardı.Ziya Gökalp bu müessesenin başta gelendostlarından biri idi. Maamâfih merhum Şükrü

Bey, bütün mekteplerin maarif tarafından elealınmasını, yani merkezîleştirme fikrini ortayaatınca, Ziya Gökalp da bu fikre taraftar oldu.Evkafa mensup mekteplerin sadece bir dinmüessesesi792 olduğunu ortaya atarak“lâik”liğin ilk adımını atmak isteyenler buhususta yanılıyorlardı. Çünkü Hayri Efendi’ninEvkaf mektepleri o günlerde fikir ve ilimsahasında cidden modern ve ileri bir yoltutmuşlardı. Müslüman cemaatinin793 elindeböyle bir teşkilâtın kalmış olması bizim için çokhayırlı olur, hiç olmazsa Müslüman olmayancemaatlerden geri kalmazdı.Evkaf kız mekteplerinin umumî müfettişliğibana, halkı ve muhtelif semtleri içindengörmek için bir vesile oldu. Her haftaİstanbul’un hiç bilmediğim arka sokaklarına,fakir muhitlere giderdim ve buralarda sadeceEvkaf mekteplerini değil, çocuk ailelerini detanımaya muvaffak oldum. Kasımpaşa veSinekli Bakkal, bilhassa Sinekli Bakkal en fazladolaştığım yerlerdi.

Bu aralık evimde de bazı değişmeler oldu.Mahmure abla ve enişte artık benimleoturuyorlar, Nakiye Hanım’ın mektebindehoca olan kardeşim Nigâr da akşamları bizdekalıyordu. Artık ufaklı büyüklü yedi çocuğungetirdiği canlı, coşkun, neşeli ve eğlenceli birçocuk dünyası havası esiyordu.Haminne de tabiî benimle beraberdi. Fakatonunla temas biraz azalmıştı. Gündüzleri dersveya konferans veyahut ta kulüp794 ekserivaktimi alıyor, evde olduğum günlerde debirçok dost veya arkadaş geliyordu. Bu yenidünya gençlerini, bilhassa kadınlarını fenahâlde yadırgıyordu. Giyinişleri, tavırları, bütünhareketleri Haminnenin zevkine, insanmünasebetlerine dair kanaatlerine hiçuymuyordu.Haminne’nin içinde âdeta bu acayip yenidünyaya istiskale uğramış795, fazla oturmuşbir misafir hissi hâsıl olmuştu796. Bu, kollarınısallayarak yürüyen, erkeklerle konuşan vearkadaşlık eden, ellerinden sigara düşmeyen

kadınlar, hep ona yabancı geliyordu.İşte ben, geceleri herkes yattıktan sonraodamda yazı yazarken –daha evvel debahsetmiş olduğum gibi– Haminne yanımagelir, konuşmak isterdi. Fakat benkonuşmazsam odasına boynu bükük döner,benim de onu kırmış olmak acısı içimi yakardı.Ertesi akşam, başını kapıda görür görmezhemen yazımı bırakır, içeriye çağırır ve uzunuzadıya konuşurdum.Bu günlerde her halde seksen yaşınıbulmuştu. Fakat hâlâ sıhhati yerinde, herzaman temiz ve zarif, her zaman entarileriütülü idi. Ve beş vakit namazının hiçbirinigeçirmezdi.Bu konuşmalarda onun Beşiktaş’daki MorSalkımlı Ev’e karşı duyduğu hasretten doğanmevzular beni en fazla sürüklerdi. Çünkübenim de içimde, derhal Mor Salkımlı Evhatıraları uyanır, baştanbaşa pencerelerini,geniş odalarını beyaz perdelerini, uzunminderini görür gibi olurdum. Birdenbireküçük yazı odamın kalın perdelerini yadırgar

gibi olurdum.Fazlıpaşa’daki evi değiştirmek imkânıolmadığını ikimiz de bildiğimiz hâlde, ikidebirde büyük bahçeli, eski biçim bir ahşap evaramaya çıkardık. Ev gezmek onun en büyükzevki idi. Bir gün beraber ev gezerken, SultanAhmed civarında ikimizin de muhayyilesini797okşayan bir tanesine tesadüf etmiştik.Sultan Ahmed Camii’nin arkasındaki dar birsokakta idi. Onun da çifte merdivenleri, morsalkımlı pencereleri, mermer kurnalı798 birhamamı vardı. Evi tutmadık. Maamâfih SultanAhmed minarelerinin ışıkları yandığı, ezansesleri geldiği, Ramazan günlerini o evdeyaşıyormuş gibi hissederdik.Bize gelen misafirler arasında, Haminne’nintek konuştuğu erkek, eski İstanbul tavrınıtaşıyan ve artık aile doktorumuz vaziyetinegirmiş olan Dr. Adnan’dır. O zaman kendisiHilâl-i Ahmer’de idi. Nuruosmaniye’de Dr.Hikmet’le müşterek bir yazıhanesi vardıHaminne onu bilhassa merhum Kemal dayıya

benzetirdi.Bir sabah yatak odamın kapısında garip birses duydum. Kapıyı açınca Mahmure ablayısofada yerde yatan Haminne’nin üzerineeğilmiş bir vaziyette buldum. Nekonuşabiliyor, ne kımıldanıyordu. Fakat gözleriher zamankinden daha derin bir anlayışla bizebakıyor, âdeta vaziyetini anlayamadığımdandolayı bize acıyor gibiydi. Bu gözlerdeki herzamanki ince, mizahî bakışla gözlerimin içinebakarken henüz hareket eden sağ elinin üçparmağını kaldırdı. Derhal onun, “Ben hastaolursam üç günden fazla yatmam,” dediğinihatırladım. Bir an için ikimizin de içini âdetadinî bir huşua799 benzeyen bir rikkat800sarmıştı. Onu bazan üzmüş olmamı düşünerekiçimde acı bir nedamet801 hissi uyanmıştı.Odasından çıkarken gece yarısıkonuşmalarımız esnasında vaktiyle söylemişolduğu bazı sözleri hatırladım. Çünkü hernedense o gün Haminne’nin artık başka birâleme göçeceğini sezmiş gibi idim. Demişti ki:

— Ben ölümden değil, ama topraktankorkuyorum. Her nedense Sultantepesi’ndekiÖzbekler Tekkesi’nin yanındaki mezarlıktayatmak beni korkutmuyor. Ben mezarlıkta bilekalabalıktan, gürültüden nefret ederim.Haminne’nin o mezarlığı istemesininsebebini herkesin anlaması zordur. Çünküorada ailesinden kimse gömülü değildi. Biravuç içi kadar küçük mezarlıkta, birkaç şeyh,Taşkent’den, Buhara’dan gelmiş birkaç garipÖzbek’den başka kimse yatmıyordu.Haminne’nin odasından çıkar çıkmazdoktora telefon ettim. Fakat bulmak kolaydeğildi. Edirne’den döndükten sonra Enver Paşabirbirini takip eden iki ağır ameliyat geçirmişti.Dr. Adnan, Enver Bey ile yani paşalıkdevrinden evvel Almanya’da uzun yıllararkadaşlık etmişlerdi. Hastalığı esnasında Dr.Adnan onu hiç bırakmazdı. Bundan başka daHilâl-i Ahmer Teşkilâtı ve Tıbbiye’deki dersleriçok vaktini alıyordu. Maamâfih Haminne’ninhastalığına nihayet yetişebildi.Odaya girdiği zaman, hastanın gözlerinde

garip bir rahatsızlık hâsıl oldu. Doktor yanınagitti, ona mahsus anlayışla hastanın başına buzkoyduktan sonra, ablamın sabahleyin başındançıkarmış olduğu başörtüyü aldı, Haminne’ninbaşına örttü. Bu derhal Haminne’nin gözlerineeski dost bakışını iade etti.Hastalığın üçüncü gününden sonraHaminne’de asabî bir huzursuzluk hâsıl oldu.Daha evvel söylediğim gibi üç günden fazlaetrafındakileri kendisi ile meşgul etmeyeceğinisöylemiş olmasına rağmen dokuz gün yataktakalması, her şahsî hizmetinin başkalarıtarafından görülmesi ona azap veriyor,gözlerinde âdeta etrafından af dileyen bir manaparlıyordu.Ben, Haminne’nin ölüm ihtimalinin bendebu kadar derin bir acı yaratacağını hiçbirzaman tahmin etmemiştim. Fakat dokuzuncugünü hâlâ sağ olması bende yaşaması ümidiniuyandırdı, iyileşeceğine dair kanatimi kulağınafısıldadım. Gözlerinde bir sevinç ışığı parladı.Fakat şimdi biliyorum ki iyileşeceği için değil,sıf muhitini sıkmamış olduğu için sevinmişti.

Belki de bu garip ve hislerini belli etmeyen,Halide adlı torununun kendisine ne kadar içtenbağlı olduğunu anlamak onu çok sevindirmişti.Evet, Haminne benim çocukluğumla acı ve tatlıgünlerimle aramdaki son bağ idi.Beni gözleri ile çağırdı, eğildim, yanağımıyumuşak yanağına dayadı. Onun, o sınıf ihtiyarkadınlarına mahsus temiz ve şahsî kokusuiçimi sardı. Gözlerinde ruhu saran mutlak birsükûn ve güzellik vardı. Bana ölüm meselesinikonuştuğumuz akşamları hatırlattı. Birdenbire:“Oraya ben de gelirim. Gece yarısı konuşmalarıyaparız Haminne,” dediğimi hatırladım.O akşam sabaha kadar düşündüm,uyuyamadım ve Haminne o gece göçtü.Sultantepesi’ndeki ıssız mezarlığa gömüldü.Ertesi gün kurban bayramı idi. Dostlar hemtaziye802 hem de bayram münasebetiyleevimize doldular. Ziya Gökalp son ziyaretçi idi.O çıkarken Dr. Adnan girdi. AlmanHastahanesi’nden, Enver Paşa’nın yanındangeliyordu. İskemleden kalkmaya çalışırkenHaminne’nin hastalığı esnasında sık sık

duyduğum bir sancı yanıma saplandı.Kımıldanamadım, inledim. Dr. Adnan “Neyinizvar?” diye sordu, “Yanımdaki sancı,” dedim.“Mutlak apandisit olacak, İstanbul’da âdeta birsalgın hâlinde, hastahaneye on kişiden fazlageldi,” diyerek güldü.Hakikaten de ağır bir apandisit başlangıcıidi. Dayanılmaz sancılar ve yüksek birhararetle yatağa düştüm.Maamâfih hararetin verdiği dalgınlık, hattaen acı ağrılar, o günlerdeki ruh sancısını ikincidereceye indirdiği için çok memnun oldum.Hararetim iner inmez, bir hafta sonra benisedyeye yatırarak arabası ile AlmanHastanesi’ne nakl ettikleri zaman ölümdiyarının eşiğinde gibiydim. Gözlerim kapalı,kendimden geçmiş, bir hâlde giderken tamBelediye’nin arkasındaki sokakta Kiria Elenigünlerini hatırlatan sesle gözlerimi açtım.Arabanın yanından bir Ortodoks cenaze alayıgeçiyordu. Belki yarın, imamlı bir Müslümancenaze alayı bu yerden geçecekti. Evet, hiçyaşayacağımı ümit etmiyordum.

On beş gün sonra iyileşmeye başladım.Doktor Nâzım ile Talât Paşa hastahaneyegeldiler. Talât Paşa yeni istirdat edilen803Edirne’yi iki gün evvel ziyaret etmişti. Birçocuk sevinci ile gözleri parlıyordu.İnsan tabiî vatanını bir bütün olarak sever.Fakat ne olursa olsun, herkesin bir çocuklukhissi ile bağlı olduğu bir köşe vardır. Talât Paşaiçin de o köşe Edirne idi. Yüreği o kadar Edirneziyaretinin verdiği heyecanla çarpıyordu kisözlerini, hatta sesindeki taşkın sevinci olduğugibi hatırlıyorum:“Ben Edirne’nin bir köyündenim, babambeni ilk defa şehre götürdüğü zaman SelimiyeCamii’nin bana verdiği heyecanı hiçunutamam,” diye başlayarak çocuklukgünlerini bana tatlı tatlı anlattı. Babasının onuEdirne’ye götürdüğü çocuk, Talât Paşa’nıngözlerinde yaşıyordu.Bundan altı ay kadar sonra beni evimdeziyarete geldiği zaman gayet memnungörünüyordu.“Sizi memnun edecek bir haber getirdim,”

dedi. “Miss Fry’ı kadın mekteplerinin teşkiliiçin davet ettik. Bir karar almadan evvel birkere vaziyeti tetkik etmek istedi. Yakındageliyor. Maarifte bu işi kabul etmesi için onuikna etmenizi rica ediyorum.”Ben şahsen Evkaf mekteplerinden o zamanhenüz ayrılmış değildim. Maamâfih Miss Fry’ıikna etmeye çalışacağımı va’d ettim.Miss Fry bende misafir oldu. Talât Paşa dagelir görüşürlerdi. Fakat Şükrü Bey’le esasmeselelerde anlaşamadıkları için, bir ay sonraİngiltere’ye avdet etti804.Burada 1914’de Evkaf mekteplerini açtıktansonra, bazı değişmeler hakkında görüşmeküzere Şeyhülislâm Kapısından805 HayriEfendi’yi ziyaret etmiştim.Şeyhülislâm Kapısı, Haliç’e nazır, eski Türkbinalarından en fazla hususiyetini muhafazaedenlerden biri idi. Sofalarında görünen, uzunsiyah cübbeli, beyaz sarıklıların, eskiTürkiye’nin yüksek “ulema”806 sınıfınınheybetini, aynı zamanda hareketlerindeki

sükûn ve nezaketi birer hayal gibi diriltenhalleri vardı.Yerdeki halının kırmızı ve mavi desenlerinihâlâ görür gibiyim. Modern eşya kalabalığınayer vermeyen, bu genişlik, sükûn ve Türksadeliğini ifade eden muazzam odanın kapılarıönünde bir Amerikan yazıhanesinin başındaHayri Efendi oturmuş çalışıyordu. Kapıdangirer girmez geniş pencerelerin arkasındakigüneşin parlattığı Haliç sularında eski gemiyelkenlerinin ağır bir âhenkle sallandığınıgördüm. Uzun cübbesinin içinde ayağa kalkanHayri Efendi, bu dekora çok yaraşıyordu. Çokuzun boylu, ince esmer yüzlü, kudretliburunlu, parlak siyah gözlü bir adamdı. Fesininetrafında kendisine mahsus bir zarafetle sarılansarık, her hareketiyle dalgalanan uzun siyahcübbesi âdeta eski bir tabloya benziyordu.Maamâfih, o yerin nadir güzelliğine,Şeyhülislâm’ın eski bir resme benzeyenkıyafetine rağmen, çok sade ve tabiî bir misafirkabul edişi vardı.Yazı masasının yanına oturdum, not

defterimi çıkardım. O da mütemadiyen notalıyor, notları yüksek sesle okuduktan sonra,bir iş idare adamının vuzuhu807 iletekliflerimin hangilerinin tatbik kabiliyetiolduğunu söylüyordu.Hayri Efendi’nin pratik kabiliyeti, fikirselâmleti808 ve herhangi karışık meseleyikavrayabilen zekâsı, bende büyük bir hürmetuyandırdı. Çok yazık ki, o da Partisinin kısagörüşlü cereyanlarına kurban oldu, çekildi gitti.İnanıyorum ki, eğer Hayri Efendi, Evkafmekteplerinde başladığı ıslahatı809 ilerletmeyezemin ve zaman bulsa idi, bu gün hepimizinyürekten bağlı olduğumuz, Cumhuriyet’in“lâik”lik reformu büyük bir sarsıntı yapmadangeçerdi. Çünkü o, kalmış olsa idi, memlekettederin görüşlü, modern kafalı bir din hocasıkafilesi bırakmış olacaktı.Burada bir istitrâd810 yapacağız. Onu sondefa 1922’de Malta’dan döndükten sonraAnkara’da Kalaba köyündeki evimizi ziyaretettiği zaman gördüm. Aynı kibar ve hususî

kıyafeti ile bizim küçük odanın kapısındangirebilmek için eğilirken kametinin811 aynızarif ve âhenkli tavırları göze çarpıyordu.Anadolu’ya, doğduğu yerde hayatının songünlerini geçirmek için gidiyordu. Onuhayattan kaçıran mistik812 bir görüş,dünyadan atılmış gibi idi. Eğer kalmış olsa idi,yeni teşekkül eden hükümete esaslı bir kıymetgetirebilirdi. Fakat o, biraz yorgun ve mahzunson kararını vermiş bir insan tavrı ile: “Artıkhastayım ve mezarımın kenarındayım,”diyordu.Hayri Efendi ile 1914’de görüştüğümgünlerde, Sultan Ahmed’deki Evkaf mektebininarkasındaki bir küçük sokaktaki macerayı hiçunutmam. Sokağın adı “Arasta” idi. Evler veeski duvarlar da bir kovuk gibi, sakinleri şehrinen aşağı ve kendine mahsus tabakasındandı.Mektepten Nakiye Hanım’la biraz geççıkmıştık. Arasta’dan umumiyetle geçilmezolmasına rağmen, vakit kaybetmemek için budar yere daldım.

Belki de şehir halkının umumiyetlegeçmekten çekindiği bu yere karşı içimde birtecessüs vardı.Evkaf mekteplerini eski mahallelerde teftişegittiğim zaman, umumiyetle eski, uzun ve bolbir çarşaf giyer, yüzümü açık bulundururdum.Fakat, o sabah Arasta’dan geçmek ihtimaliaklıma gelmediği için, biz yaştakilerin bumahallelerin hoşuna gitmeyen modernkıyafetini muhafaza etmiştim.O dar sokakta bir alay kız çocuğu, aşağıyukarı piyasa ediyorlardı. Paramparça basmaentarili, çıplak ayakları eski takunyalı, ağızlarısakızlı, fakat sakızla birlikte kelimeleri deçiğneyerek birbirlerine lâf atan çocuklar.Bir tanesinin kucağında, kendisinin yarısıkadar bir çocuk. Bir tanesinin elinde –muhakkak çalmış olacak– bir şık şemsiye, ogünün sosyete hanımlarını taklit ederekkırıtıyor, süzülüyorlardı.O günün münevver sayılan kadın sınıfınınbu kadar gülünç olduklarını ancak bu çocuklarıgörünce anladım. Anlaşılan o sokağa kendi

meskûnlarından813 başka pek kimsegirmiyordu. Beni görür görmez hemen taklideve alaya başladılar. Şemsiyelisi bağırarakdiyordu ki:— Bak, bak başında bir kazan –saçımıntepeme toplanmış olması– arkasında birpeştamal –bu da çarşafın darlığına işaret– Hah,hah, hah.Birdenbire hepsi beni taklide, bağırarakbana söz atmaya başladılar. Bu bana realist birkomedi parçası gibi geldi. Mümkün olsaydımodaya uygun çarşafı atar, ayaklarıma takunyageçirir onların alaylarına iştirak ederdim. Fakatbunda alaydan başka bir de tehlike işareti vardı.Yani çarşafımı parçalamaya, beni taşlamayahazır oldukları yüzlerindeki hınç ifade edenışıltıdan belli oluyordu.Hemen peçeyi kaldırdım, onlarlakonuşmaya başladım. Herhangi insan sözününsiyah bir peçeden daha büyük bir tesiri vardı.Çünkü gözleri, yüzü kapalı bir insana hücumetmek, hatta parçalamak her halde gözlerinisize dikmiş, korkudan yüzünde eser olmayana

taarruz etmekten814 çok daha kolaydır.Vücudu ile şık hanımların yürüyüşünütaklit için acayip şekilde kıvranan, kırıtanşemsiyeli kızın yanına gittim, arkam duvaradayalı: “Bu ne güzel şemsiye,” dedim. Onlarınalayına iştirak, onlarla beraber gülmek, alayetmek, bu azgın çocuk kafilesini bir an içindurdurdu. Fakat dayandığım duvardanuzaklaşmak için en küçük harekete karşımüteyakkız815 görünüyorlar, elleri taş almakiçin yere uzanıyordu. Benim yerimdenkımıldanmadığımı, ellerindeki taşa ehemmiyetvermeden konuştuğumu, yani kaçmayaniyetim olmadığını görünce duraladılar. Fakat oan, şemsiyelinin düşmanı olduğu anlaşılan,kucağında çocuk taşıyan kız tekrar başladı:— Kafasında kazan...Şemsiyeli derhal atıldı:— Sen sus yüzsüz, arsız. Senin ablanın daçarşafı dar. Hem de kırmızı. Camiye bile öylegidiyor. Yüzüne düzgün816 bile sürüyor.— Sürer ya. O güzel. Senin gibi maymun

suratlı değil ya.Şemsiyeli kabardı.— Maymun suratlı sensin... Ablanın suratıkapkara. Düzgün sürünce yoğurtlu patlıcanabenziyor.— Hah, ha dostu var. Ondan para alıyormu? Cevap ver, yoksa taşı kafana indiririm.Şemsiyeli bana döndü:— Kucağındaki çocuk bir Çingene’nin piçi.Artık bu kavga kalabalığın dikkatini bendenbiraz uzaklaştırmıştı. Ben de arkam hâlâduvarda yan yan ilerliyordum. Bunu görüncearalarından kurtulmam ihtimali hemen hepsinibirden benim aleyhime birleştirdi. Şemsiyeliyebir ağızdan bağırıyorlardı.— Utanmıyor musun yabancının tarafınıtutuyorsun?Ben artık şemsiyeliyi tutmaktan başka çareolmadığını anladım.— Ablasının dostu kim? diye sordum.Çocuklu yüzüme bağırdı:— Sana ne? Arabacı Nuh, anladın mı?Kırmızı çarşafı da düzgünü de o getiriyor.

Sorarım sana, onun ablasının dostu var mıbakayım?Arabacı Nuh hepsini birbirine kattı. Biz,sokağın sonuna kadar –ben sırtımı duvardanayırmayarak– kaymıştık. Bu gürültüyü duyanve kalabalığı gören bakkal ve kasap ellerindebirer sopa ile imdadıma geldiler. Kalabalıkonları görünce çığlık atarak dağıldı.Kasapta Ortaçağ’da bir kadın kurtaranşövalye gururu vardı.— Bu sokaktan bu kıyafetle geçmeyin ha.Ben birçoğunu taşlanmaktan kurtardım.Kasabın bu iddiası belki de böbürlenmektenibaretti. Fakat tavsiyesi pek yerinde idi. Fatih,Cihangir ve Kasımpaşa’da yüzüm açık, bol veeski bir çarşafla dolaşırken, çocuklar etrafımıalır bana yol gösterir, “hanım teyze,” diye banasokulurlardı.Ben eski Evkaf mektebinin hocalarınıdeğiştirmeye muhalefet etmiş, sadece onlarakurs açmayı teklif etmiştim. Evkaf da bunu

kabul etmişti. Bu usulün iyi netice verdiğiniçok geçmeden memnuniyetle gördüm. Bizebağlı Evkaf hocaları arasında sıkı bir vahdethâsıl olmuş817, yerlerinden emin ihtiyar gençhepsi kurslara büyük bir hevesle gelmişlerdi.Bu mekteplerin arasında Cihangir’de,dikkate değer bir hocanın başında bulunduğubir mektep vardı. Onu hayli sık teftiş ederdik.Her halde kibar bir aile evlâdı, belki sırf maddîihtiyaçtan, belki de sırf mizacından818 doğanbir hususiyetle bu mesleğe girmişti. Adı FikriyeHanım’dı. Arabî ve Farisî bilir, kültürü yüksekve tarih bilgisi de dikkate değerdi.Yüzünde hiç unutamadığım, daima ciddî,fakat dikkate değer bir mana ifade edenmüsamaha vardı.Mektebi çiçekle dolu, yerleri daimaovulmuş, pencerelerinde kar gibi beyazperdeler vardı. Erkek yavruların hepsi birerefendi, kızların hepsi o zamanın tabiri ile819birer hanımdı. Çiçeklere onlar bakar,mektepleriyle iftihar eder ve konuşmalarında

tabiî bir nezaket hissedilirdi. Bahçeleri,Boğaziçi’nin tepesine bir kartal yuvası gibikurulmuş, oradan aşağıdaki bahçelere, nihayetBoğaz’ın kıvrılıp giden mavi sularına bakardı.Bu bahçede bilhassa karanfil ve kıpkızılsardunya çiçekleri görülürdü. Oğlan çocuklarınelleri ile yaptıkları küçük tahta iskemlelereoturup oyunlarını seyredebilirdiniz. Gariptirki, bu gün bütün dünyada çocukları boşsaatlerinde elleri ile çalıştırıp onları meşguletmek bir cereyan820 hâlini almıştır.Mektebin programına konulan yeni dersleriçin oraya bir genç hoca yollandı. FikriyeHanım da din dersini verir ve mektebinidaresini elinde tutardı. Umumiyetle üç sınıflıkız erkek iptidailerinde bu yol tutulmuştu.1914’de Nakiye Hanım’ın mektebininçocukları için Kenan Çobanları adlı bir piyesyazmıştım. Bir tek akşamda hazırlamışolduğum bu piyeste Yusuf ile kardeşlerininmaceralarını mevzu diye ele almıştım. Üçprologlu821, üç sahneli bir piyesti. Tam olarak

basılmadı. Fakat Suriye’de meşhur bestekârVedi Sabra822 onu opera hâlinde soktuktansonra librettosu823 basıldı.Yahya Kemal824, çocuklar meşkederken825, Türkçelerinin doğruluğunu tespitiçin gelirdi. Sahneyi ve dekorları ErtuğrulMuhsin826 ile hazırladık. Sahne beyazdı veeski biçim takdan827 sahneye girilirdi. Ve tekdekor da işte ondan ibaretti. Birinci sahneye birde palmiyeler ilâve edilirdi. İkincisinde deFiravunlar tahtı vardı.Küçük aktörler, arkalarında her renktenparlak mantolar, ayakları çıplak sahneyegirerlerdi. Bu oyun Türk Ocağı’nda büyük birkalabalık önünde verildi. Bazı münevverlerinhoşuna gitmekle beraber, sahneye peygamberçıkarmak, bazıları tarafından bir hayli tenkitedildi.Bu yıllarda Türk Ocağı kürsüsü, her nev’inutuklara ve hitaplara açık, salonunda dakültürümüzü yükseltecek oyunlar ve konserler

verilirdi. Kadın ve erkek beraber iç salondaoyun seyretmeleri yahut nutuk dinlemeleri enevvel Türk Ocağı’nda başladı. Ocak gençlerinintemkini828 ve dürüstlüğü sayesinde, bu yenilikhiçbir tenkidi mûcib olmadı. Bir sene zarfındabu o kadar tabiîleşti ki, bu erkek ve kadındinleyici kitlesine829 ilk defa olarak kadınlar dahitap edebiliyordu. Her halde Türk Ocağıkürsüsü halkın kültürünü genişletecek,konferanslar, piyesler ve konserler tertîb edipduruyordu.O salonda meşhur bir Ermeni bestekârı vepiyanisti olan Komitas Vartabet830 adlı birpapazı da dinledim. Bu esnada Ocak’da buhaftalık programlar hakkında da efkârın831ikiye bölündüğünü de gördük. Bir taraf yalnızTürk eserlerini ve Türkler tarafındanverilmesini istiyor, diğer taraf da bizimkilerleberaber başka milletlerin de eserlerini tanıtmakkültürümüzü genişleteceği fikrini ilerisürüyordu. Bu taraf galebe çaldı832.

Maamâfih Komitas bizim memleketinmahsulü idi. Eski Gregoryen833 musikisine aitparçalar topladığı gibi, yıllarca Anadolu’da halktürkülerini de toplamıştı. Uzun rahip cübbesi,tamamen Anadolu manasını taşıyan esmer,sakin yüzü ve yine Anadolu’ya mahsushüznü834 ve daima garip bir hasret ifade edensiyah gözlerini görür, sesinin o kudretliâhengini işitirseniz derhal Anadolu HalkMusikisi ile karşılaştırırdınız.Havaları, benim lalalardan işittiğimErzurum ve Kemah türkülerini hatırlatırdı.Fakat o sadece bunları Ermenice olaraksöylüyordu. Ben dile pek ehemmiyetvermedim. Yurdumuzun ıssız yaylalarınınifade ettiği o içten gelen rikkat ve hasretnağmelerine bayılıyordum.Komitas benim evime de gelir, saatlerceçalar, söylerdi. Bu ziyaretler Ermeniler ileTürklerin birbirlerini boğazladıkları zaman dahidevam etti. İkimizin de içinde, bu vaziyet,birbirimize feda edemediğimiz bir acı

uyandırmıştı.Milliyetçiliğinde daima insanî bir ruhtaşıyan Yahya Kemal ve Mehmed Emin de onubazan dinlemeye gelirlerdi.Yusuf Akçura da bu müzikten bir hazduymasına rağmen Anadolu hocalarınınErmeni olmasına itiraz ederdi. Benim için isterErmenice ister Türkçe, ister herhangiAnadolumuz’da konuşulan lehçelerden olsun,bu musiki Türk Anadolusu’nun bir aksi idi.Komitas, Kütahya’nın fakir bir Ermeniailesinin çocuğu idi. Ana dili Türkçe, fakatErmeniceyi büyüdükten sonra öğrenmişti.Hatırımda kaldığına göre Komitas uzun yıllarParis’de Notre Dame Kilisesi’nin organisti835idi. Belki ailesi de esasen Türk’dü. Çünkü,Bizans devri istilâlarına karşı koyabilecek aşiretevlâtlarını Hıristiyanlaştırarak hudutlarda isyanetmiş ve cenup836 sınırlarına yerleştirilen buHıristiyan Türkler belki de Anadolu’nunmuhtelif yerlerine dağıtılmışlardı.Merhum Cami Bey837, dilleri, ırkları ve

kültürleri Anadolu Türkü olanların LozanKonferansı Antlaşması ile nüfus değiştirmekkararına tâbi olmalarına itiraz ederdi. EğerHıristiyan Türkleri’nin ayrı bir kiliseleri olsa idive milliyetçilik davası dine karıştırılmasa idişüphesiz ki memleketimiz bir hayli kıymetliinsan unsuru838 kaybetmeyecekti. Çünkübunlar Ermeni veya Rum kiliselerinin siyasîtesirlerine tâbi oldukları ilk zamanlarda dahi,tam manası ile Türk’düler.Konya’da, sair yerlerde olduğu gibi, birhayli Hıristiyan kilisesinde âyin839, Türkçeolarak yapılırdı. Hatta eskiden tercüme edilmişbir de Türkçe İncil’leri vardı. Bir genç papazAtina’da tahsilini yapıp döndükten sonra,kilisede Rumca vaaz vermeye başlayınca bütüncemaat bir ağızdan: “Babanın dilini söyle,” diyehaykırmışlardı.Anlaşılan Komitas’ın güzel sesi, KütahyaErmeni Kilisesi’nin dikkatini çekmiş, gençyaşında Roma’ya tahsile gönderilmişti. Musikiistidadını ailesinden tevarüs etmişti840. Bana

derdi ki:— Ailem bana miras olarak bir çift kırmızıpabuç, bir de türkü bıraktı. Pabuçlarbabamdan kaldı, türkü anamdan geldi. Sözlerive havası da anamındır.Mevzuu iki beyaz güvercin olan butürküyü tamamen Anadolu lehçesi ile veTürkçe olarak söylerdi.İnsan ve sanatkâr olarak Komitas hakikatendikkate değer bir şahsiyetti. Sadeliği,riyazeti841, biraz mistik ve içine dalmış gibigörünen tavrı insanı biraz düşündürürdü.Bir gün, altıncı asırda yapılmış olan842 birAve Maria’ yı söyledi. Bu tabiî halk ağzıhavalarının hasret ve hüznünden bambaşka,derin ve dinî bir tesir yapıyordu. Birdenbiresordum:— Mezamirden843 bir parça besteledinizmi?— Evet, dedi.— Yorgun değilseniz söyler misiniz?Avea Maria’dan sonra kendini bir koltuğa

atmış yüzü yorgun görünüyordu. Hiçkımıldamadan olduğu yerden söylemeyebaşladı. Fakat bunda dinî bir huşudan fazlagarap844, isyan ve acılık vardı. Son parçasınadoğru yavaş yavaş ayağa kalktı, gözleri ateşiçinde sesi bir gök gürültüsü gibiydi. Bana âdetaFaust’un845 Mephisto’su846 canlanmış gibigeldi.Söylediği parçayı sonra Mezamir’deokuduğum zaman bunun zalimlere karşıkuvvetli bir isyan olduğunu anladım.1915’de Ocak, onu tehcir etmekten847kurtardı. 1916’da aklî bir muvazenesizlik848geçiriyordu. Doktor Adnan, Talât Paşa’yamüracaat ederek, Paris’de tedavi edilmesi içinizin aldı. Galiba orada bir akıl hastanesindeöldü.Ben milliyetçiliğin, muhabbetle, karşılıklıbir anlayışla dolu bir ülke yaratacakzannetmiştim. Fakat milliyetçilik ölçüsünükaçırdığı zaman yer yer insanları birbirini

boğazlamaya, yeryüzünü bir salhaneye849döndürdüklerini gördüm. Maamâfih herhangiölçüsünü kaçıran sağ yahut sol ideoloji demilliyetçiliği gölgede bırakacak daha kanlı dahafeci bir dünya yarattılar.İnsanlar için birbirini anlamak, sulh içindeberaber yaşamak her halde şu veyahut buesasa dayanmak, şu veyahut bu idealesaplanmakla dahi mümkün olmuyor.Burada hep Kant’ın850 bir sözünühatırlarım: “Dünya sahnesine insanların girişini,şiddetle bir nefret duymadan seyretmekmümkün değildir. Çünkü insanlarınbirbirlerine yaptıkları kötülük tabiatınyaptığından çok daha fazladır.”761. Açıklık.762. Said Halim Paşa (1863 – 1921), Osmanlıdevlet adamı. Meşrutiyet’ten sonra sadrazamlıkyaptı. Said Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı Fransızca

yazmış olduğu risale, şair Mehmed Âkif tarafındanTürkçeye çevrilmiştir.763. Şükrü Bey (? – 1926), 1913-1918 yıllarıarasında Maarif Nazırlığı görevinde bulunmuş olanŞükrü Bey, kızlara özel eğitim kuruluşları,Darülfünun, Öğretmen Okullarının gelişmesi,yetimlere özel kurumların açılması ve yararlıkitapların basılması hususunda pek çok başarılıişler yapmıştır.764. Karar gücü.765. Nitelikten.766. Niceliğe.767. Nâzım Bey (1870 – 1926) Doktor Nâzım dadenir. Türk siyaset adamı. İttihat ve TerakkiPartisi’nin etkin üyelerinden biriydi. Birinci DünyaSavaşı’nın son yılında Talât Paşa hükümetindemaarif nazırı olarak görev aldı (1918).768. Amacına geçti.769. Ustaca.770. İsteğimi, dileğimi.771. Baştan çıkarıcılığından.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook