Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:38:15

Description: Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

Oradakilerin kendine büyük bir tecessüs ilebaktıklarını küçük kız hissetti. Yukarıdababasının odasında yeni hanım oturmuş dikişdikiyor, babası sinirli sinirli aşağı yukarıdolaşıyor. Yeni hanım çok güzeldi. Pembebeyaz bir yüz, minimini bir ağız, arkasında altıngibi sarı saçlar iki kalın örgü ile sallanıyor,başında yeşil ipekli bir mendil sarılı, sırtındakilâcivert esvap bu parlak renklerle lâtif birtezat82 yapıyordu. Küçük kız bu renkahengine bayılmıştı. Yeni çiçek açmış birbadem ağacı gibiydi. Halide, bu genç ve güzelkadının dizlerine sıçradı, boynuna sarıldı veöptü. Bu beklenmedik sahne babasını da,ihtiyar hanımı da ağlatacak kadar şaşırtmıştı.Anlaşılan, babası bu ilk karşılaşmadan çokkorkmuş, küçük kızın üzerinde ne tesiryapacağını kestirememişti. Fakat, belki henüzdört yaşına gelmiş Halide’nin insanlara karşıiçinde uyanan akisler, tabiate karşı uyananakislerin hemen hemen aynıdır. Ağlayan birinsan gördüğü zaman nasıl içi yanarsa, taşlananbir köpek gördüğü zaman aynı acı ile belki

daha fazla ağlardı. Güzel bir şey gördüğüzaman hemen üzerine atılmak isterdi.Etrafındaki bütün vak’alar ve manzaralarhareket hâlindeki muazzam bir panoramadanbaşka bir şey değildi. Bazısı ağlatır, bazısıgüldürür, bazısını sever, bazısından nefretederdi. Küçük kız için belki hayatın hakikîmanası bu idi. Fakat küçük kız bu harekethâlindeki panoramanın muhtelif parçalarınıtamamen birbirinden ayırt etmeyebaşlamamıştır.O akşam Mahmure ablanın Mor SalkımlıEv’e döneceğini duyunca içinde garip bir acıduydu. Ağlamadı, fakat boynu büküldü. Yenimuhit birdenbire ona yabancı geldi, utanmakdenilen şeyi bütün şiddeti ile hissetti.Çok şükür o akşam o eve beyaz sakallı,mavi gözlü bir ihtiyar adam geldi. O adamındost bakışları, tatlı muamelesi sıkıntısınıgiderdi. Bu ihtiyar, üvey annesinin amcası, aynızamanda da üvey babası idi. Akşamları süttenbaşka bir şey verilmeyen bu küçük çocuğagizlice fındık, fıstık verir, dizine oturtur, başını

okşar, onunla konuşurdu. Tavırlarında neacımak ne de tecessüs vardı. Çocuğa birarkadaş muamelesi ediyordu.Bir zaman sonra evi dolduran üvey anneninakrabası, kardeşleri çocuğa tecessüs ile bakıyor,mütaâla yürütüyorlardı83.“Ne tuhaf, esmer mi, sarışın mı belli değil.”“Saçlarının ucu mısır püskülü gibi, burayagel... Burun bir küçük patates, aman nekocaman gözler... Bakma öyle yüzüme...”Bütün bunlar birer işkence. İçinde kendisiniherkesten başka görmek, güzel çocuklarınuyandırdığı sıcak hisleri uyandırmaktan doğanbir hasret var. O zannediyordu ki bütün bunlargözlerinin mavi, teninin pembe olmamasındanileri geliyor... Mavi gözlülere karşı içinde birkıskançlık, fakat aynı zamanda bir hayranlıkhissediyor.Her halde babasının yeni karısının evindehayat pek fena geçmedi. Bilhassa hayatının ilkaşkı bu devre tesadüf ettiği için onu unutamaz.

Fakat bu ilk aşka gelmeden evvel, içinde derahatsızlık yaratan veya haz veren birkaçmeseleden bahsetmek icap eder.Birincisi, kılık kıyafete dairdir. Babası,İngilizlerin terbiye usullerini, çocuklarınagiydirdikleri esvapları, verdikleri gıdayı kızınatatbik etmek istiyordu. Çoraplarından,pabuçlarından, mendillerinden, hulâsa herşeyinden o mesuldü. Yalnız şapka giydirmek, ogünler için mümkün olmadığından çocuğuyazın başı açık gezdiriyor, kışın da kalpakgiydiriyordu. Kış günlerinde hep lâcivert kısaesvaplar, yazın da beyaz. Haminne’nin daima,çocuk soğuk alacak diye söylenmesine rağmen,kolları ve bacakları daima kısa ve çıplak. Fakatkız bunların hava ile münasebetini duymazdı.Onu tazip eden84 şey kendi yaşında ve kendisınıfına mensup çocukların kıyafetlerininbambaşka olması idi. Fazla olarak, o yaştakikızlara giydirilen kırmalı, parlak renkli,kordelâlı esvapları, üzerlerindeki inciboncukları kıskanırdı. İşte bundan dolayıdır ki,şahsen giyim zevki çok basit olmakla beraber,

zevksizlik ve adîlik dahi ifade etse gösterişli verenkli kıyafetler içinde garip bir tepkiuyandırır. Küçük kızın gıdası da diğerçocuklarınkinden ayrıdır. O günün çocuklarıher istediklerini yerlerdi. Ellerinde horozşekerleri, renk renk ve şekilde çeşitlişekerlemeler yer dururlardı. Halbuki küçükkıza et ve sebze ve sadece az miktarda yemişverilir, akşamları ise bir bardak süt içirilipyatırılırdı. O günlerde hayatının en büyükemeli, istediği kadar kiraz, patlayıncaya kadarmısır ve hıyar yemekti. Evet, yemek rejimi, herakşam yıkanmak ve gözlerine o yakıcı damlayıdamlatmak olmasa bu evde pek âlâ mesutolacaktı.İşte bu, kendini diğer çocuklardan aşağıgörmek ve mahrumiyet onda hayvanyavrusuna daha yakın bir his uyandırır; bütüngüzellik ifade eden şeylere karşı, gözü ile kulağıile bütün varlığı ile meclup85 olan bu kız,bütün hislerinde, daha fazla bir hayvanyavrusuna benzerdi. Maamâfih bütün o yaştakiçocuklar az çok öyledirler.

O günlerde küçük kızı, Kiria86 Eleni’ninidare ettiği bir nev’i çocuk yuvasına verdiler.Kiria Eleni’nin iki kız kardeşi ile idare ettiği bumektebe ekseriya Yıldız civarından Saray’amensup tanınmış Hıristiyanların küçükçocukları giderdi. Tek Türk çocuğu Halide idi.Oraya nasıl götürdüler pek hatırlayamaz, fakaten derin ve en uzun aşkı Kiria Eleni’ye karşıhissetmiştir ve bu hissini hiç unutamamıştır.İşte bu ihtiyar kadının portresi:Dudakları kalın, üst dudak yukarıya, altdudak aşağıya kıvrılır. Küçük gözlerindendaima su akar, zayıf yanakları buruşuk içinde,kır saçları şakaklarından aşağı sarkar. Kupkuruelleri, içten yıpranmış vücudu her zaman siyahve bol bir fistan87 içinde. Haricî görünüşüçirkinlik rekorunu kırabilir. Fakat bugörünüşünün arkasındaki insanî ve ruhîgörünüşü çocuk sezmiştir. Bu daima kırpılangözlerin ifade ettiği şefkatin88 güzelliği küçükkızın gönlünü sarmıştır. Hiç şüphesiz bu çökükyanakların derin çizgileri, bu kadının başkaları

uğrunda, başkaları namına katlandığımeşakkat89 ve ıstırabın90 markaları91 idi. Bu,daima öne doğru eğilen uzun vücutta, kendiniyalnız hisseden çocukları kollarının arasınaalmak, göğsüne basmak isteyen bir ifade vardı.İşte bu küçük kız, bu yaşlı mütevazımahlûkla karşılaşıncaya kadar, bu garipdünyada kendini yapayalnız hissetmişti. Ozamana kadar tâbi olduğu hisler, hatta zevklerbile haricî idi. İçi tamamen, etrafında aşılmayanbir duvar ile ayrılmıştı. Yani gönülden gönülegiden ve insan saadetinin hakikî manasını ifadeeden bir temasa kavuşmuş değildi. O zamanakadar, içindeki bu aşılmaz duvar içinde varlığıdaima bir şey bekler gibi bekler, kendi cinsineait olmayan hayvanlar arasına düşmüş birhayvan yavrusu gibi gariplik duyardı. Buihtiyar hoca ona iç hayat temasını ilk defahissettirmişti. Biraz anormal, biraz herkestenfazla uzak duran mahlûk artık oynuyor,sıçrıyor, koşuyor ve yaşıyordu. İhtiyarEleni’nin varlığı ve huzuru ona sonsuz biremniyet veriyordu. Küçük kız şarkı söylüyor,

ihtiyar kadını memnun edecek Rumca şiirlerezberliyordu.Fakat bu muhabbetin de acı ve aksi taraflarıyok değildi. O taraf, Eleni’nin çarşıya gittiğisaatlerde kendini gösteriyordu. Kapı kapanırkapanmaz küçük kız vahşî vahşî ulumayabaşlardı. Âdeta Saray’ın kapılarını açtırdığı otarihî gecenin bir nev’i tekerrürü92 olansahneler oluyordu. Küçük kız, bu çocukyuvası olan eski evde Eleni olmadığı zamanbağırır, dolaşır, sahibini kaybetmiş bir hayvangibi çırpınırdı.Ev tamamen Türk usulü döşeli; uzunsedirler, konsollu93 aynalı eski bir yerdi.Konsolun üstünde bir örnek iki lâmba,ortalarında bir büyük saat vardı. Yukarıdakiodanın bir köşesinde, önünde kandil yanan birMeryem Ana resmi dururdu. Mahmure ablabazan küçük kızı görmeye gelir, her defasındayukarı çıkar, bu resmin önünde durur veküçük kızın kulağına: “Bu gâvurluk, bu günah,bu kandili söndürmeli,” diye fısıldardı. Fakat

küçük kız, insanları birbirinden ayıran din, dil,ırk farkları hâkim olan ve insanları birbiriniboğazlamaya sevkeden yola henüz ayakbasmamıştı. Onun dünyasının şevki ve saadeti,insanlar arasında kalbi kalbe ulaştıran tabiî yolidi.Kiria Eleni’den sonra küçük kızın sevgilisi,sulu gözleri ile Eleni’yi hatırlatan kıvırcık tüylüHektor adlı beyaz köpek yavrusu idi. Hektorve bebekleri ile küçük kızda Kiria Eleni’ninuyandırdığı hayat insiyakı94 içinde geçenmesut günler ne kadar devam etti, bilmem.Kiria Eleni’nin mektebi önünden,muhteşem esvaplı papazların uzun etekleriniküçük oğlanların tuttuğu Ortodoks cenazealayları geçerdi. Mevta95, en yeni esvapları ilesüslü, yüzü pudralı ve boyalı idi. Bizans’amahsus eski mağaralardan geliyormuş gibi bualay, Kirie Eleisson96 denilen dinî ve ağır birhavayı tekrar ederek geçerdi. Küçük kız derhalHektor’u bebeklerinin salıncağına yatırır,yukarı aşağı ağır ağır yürüyerek Kirie

Eleisson’u bütün ciddiyetiyle tekrar ederdi.Bazan Eleni onu, bilhassa misafir varken,masanın üzerine çıkartır ve Kukuriko Petinosdiye başlayan, sabahları herkesi uyandıranyaramaz horozun şiirini tekrar ettirirdi. Ogünlerde küçük kız biri evde, diğeri mektepteiki dil konuştuğunun farkında değildi. Dil onuniçin bir hisse, bir düşünceye hitap eden birsesten ibaretti. Karşısındakinin anlayışına görebu işareti verirdiniz.Bu mesut günler nihayet sona erdi. Küçükkız yavaş yavaş sönüyor, etrafındaki eşyamütemadiyen sallanıyor gibi hareket ediyor vebaşı mütemadiyen dönüyordu.Sabahları sırf Eleni’den cüda düşmemek97için, giydirilirken ayakta zorla duruyordu.Artık Rum papazlarını taklit etmek, sıçramak,hoplamak, şarkı söylemek sona erdi. Uzunsedirin yanında bir mindere oturur, gözleriniEleni’ye saplayıp kendini koyuverirdi. Eleni’yimemnun etmek için masanın üzerinde horozşiirini söylemeye çalışırdı, fakat nefesinin ağzınıbir ateş gibi yaktığını da hissederdi.

Bir gün horoz şiirini söylemek için masayatırmanırken, etrafındaki eşyanın salıntısı okadar şiddetlendi, başı o kadar döndü ki bununfarkına varan Eleni onu kucağına alarak evinegötürdü.Artık günlerce yatak ve o bulantı, tavanın,yerin birbirine karışır gibi salıntısı ve kafasınınçekiçle dövülür gibi ağrısı hiç dinmiyordu.Ne kadar gün ve gece öyle geçti, tabiî küçükkız bunu bilemezdi, hatırladığı tek şey,babasının sabahları ve geceleri yatağınınyanında ağlaması ve sarışın üvey annesininşaşırıp kalması, gündüzleri Rum komşularınona şeker getirmeleri ve hızlı sesle konuşmalarıidi. Aynı zamanda başucunda doktor denilenbir takım erkekler dolaşıyor, elini tutuyorlar,kucaklarına alıyorlar ve muayene ediyorlardı.Teşhis: galiba verilen ilâçlar fayda etmiyordu.Son çare ve ilâç olarak Haminne’nin evinitavsiye etmiş olacaklardı ki küçük kızı birarabaya koydular, Mehmed Efendi onuarabadan kucağında çıkardı ve Mor SalkımlıEv’in bahçesine tekrar girdi.

5. Paralel.6. Taş ya da tuğladan yapılmış.7. Bu metinde kastedilen Yıldız Sarayı’dır.8. Bu metinde kastedilen Marmara Denizi’dir.9. Etiketini.10. Dikdörtgen.11. Ezgisi, melodisi.12. Hanım nine, ailedeki, yaşlı ve saygı duyulankadınlara verilen unvan.13. Ter emici, teri alan. Tiftikten ya da yündendövülerek yapılan ince kumaş.14. Zorunluluktur.15. Süsüne düşkün yaşlı kadın.16. Kabul ettiği.17. Kısacası.18. Meydana gelmiştir.19. Kadınların çarşaf yerine kullandıkları,başörtüsüyle birlikte giyilen hafif üstlük.20. Durmadan, sürekli.

21. Bilinçaltı.22. Kapsar.23. Süsengillerden, baharda çiçek açan, 20-30 cmboyunda soğanlı bir kültür bitkisi (Crocus sativus).Bu bitkinin tepeciklerinin kurutulmasıyla eldeedilen, bazı yiyecek ve içeceklere tat, koku ve sarırenk vermekte kullanılan toz.24. Belirsiz.25. Hayalinde canlandırır.26. Kanuni devrinin önemli müderrislerindenYahya Efendi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında,padişahın kendisine tahsis ettiği yerde bir camiyaptırdı. Oradaki türbesini de Mimar Sinan yaptı.Burada kendisiyle beraber pek çok şeyhler,sultanlar gömülüdür.27. Yansımalar.28. Küçük çocukları korkutmak için uydurulmuşhayali yaratık, hayalet.29. (Fr.) cauchemar: Kâbus.30. Korkunç hayal.

31. Çirkin.32. Anlamda.33. Merak.34. Uygun gördüğü.35. Korku salma.36. Durmadan, ardı arkası kesilmeden.37. Sevecenlikle, acımayla.38. Eskiden lise derecesindeki okullara verilen ad.39. Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi kara olan at.40. Düzensizlik.41. Yaradılışının.42. Sessizlik.43. Padişahların kendi paralarının alınıp verilmesiişini gören özel daire.44. Osmanlı padişahlarının cuma namazı kılmakiçin camiye gitmeleri nedeniyle yapılan tören.45. İbrahim Hakkı Paşa (1862-1918), Osmanlıİmparatorluğu’nun son sadrazamlarından vetanınmış ilim adamlarımızdandır. 1908’de Maarif

Nazırı oldu. Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifasındansonra sadrazamlığa getirildi. 17 Eylül 1911’de istifaetti.46. Osmanlı İmparatorluğu’nda başbakan.47. Sırrı Bey (Hasan Sırrı Örikağasızade),Shakespeare’den çeviriler yapan, Hukuk, coğrafyadersleri veren düşünce adamımız. MutasarrıfAhmed Nazif Paşa’nın oğlu, Nahit Sırrı Örik’inbabasıdır.48. Osmanlı İmparatorluğu’nda bakan.49. Ağaçtan, tahtadan yapılmış.50. Tablo.51. Uğraşı.52. Çeşit.53. El yazısı çok güzel olan ve bu işi uğraş olarakyapan sanatkâr. Hat sanatı ile uğraşan kimse.54. Yeteneği.55. Mahmure ablanın oğlu Galip Ilgın.56. Sağlıksız, hasta.57. Evlere çeşmelerden su taşımayı iş edinmiş olan

kimse.58. Sakaların içinde su taşıdıkları ağzı dar, altı geniş,deriden yapılmış kap.59. Uygun.60. Ortaya çıkmıştır.61. Kazındı.62. Paydos.63. Üzerinde kitap okunan, yazı yazılan, bazılarıaçılıp kapanabilen küçük, alçak masalar.64. Ortaya çıkmıştı.65. Dışında.66. Bağlantısı.67. Ev bark verilip ve evlendirilip çıkarılancariyeler hakkında kullanılan bir tabirdir.68. Eski evlerde, gusletmeye veya yıkanmayamahsus, zemini çinko kaplı küçük odacık.69. Eski evlerde, yatak yorgan gibi şeyler koymayayarayan büyük gömme dolap.70. Üstündedir.

71. Özünü, içeriğini.72. Yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğrubulduğu şekilde.73. Aşırı.74. Uymayan.75. Saray, köşk veya konaklarda erkeklerinbulunduğu ve erkek konukların alındığı bölüm.76. Saray ve konaklarda kadınlara ayrılan bölüm.77. Büyüleyen, aldatan.78. Konulardır.79. İğrenç.80. Monoton.81. Ulaştılar.82. Hoş bir çelişki.83. İnceliyor, fikir yürütüyorlardı.84. Üzen.85. Tutkun.86. (Rum.) Bayan, hanımefendi.87. (Rum.) Tek parça kadın giysisi.

88. Sevecenliğin.89. Sıkıntı.90. Acının.91. İzleri.92. Tekrarı.93. (Fr.) console: Duvar kenarına yerleştirilen,üstüne ayna ve başka süs eşyası konulan,çekmeceli, dolaplı yüksek mobilya.94. İçgüdüsü.95. Ölü.96. (Rum.) “Rabbim, yardım et” anlamında sık sıkokunan bir dua, ilâhi.97. Çok sevilen bir şeyden ayrı kalmamak.

2Hikâye artık benim oluyorBundan sonra küçük kızın hikâyesi artıkbenim oldu, çünkü o zamana kadarhatırladıklarım hep rüyaya, hayale benzeyenşeylerdir. Halbuki ondan sonraki olaylar kendişuurumun temelini teşkil eden hisleri meydanaçıkardılar. Evvelâ aynada Halide denilenmahlûka baktığım zaman, içimde hasıl olangarip bir his vardır. Bu yüzü yadırgadım; buyüz bana yabancı yüzlermiş gibi, garip veyepyeni bir mahlûkmuş gibi geldi.Yine aynı zamanda kendi içimdesarahatle98 hissettiğim şey, İngilizlerinhumour99 dedikleri, bizim daha fazla halktagörülen bir nev’i mizahî his, bazan ağlatacakvak’alar karşısında dahi beliren ruhun

tebessümüdür. Bu his beni insanlara hemyaklaştırır, hem de aynı zamanda beni onlardanuzaklaştırırdı...Başka bir his de hareketsiz bir suyabenzeyen, bazı günlerde boğazını tıkayan,gözlerimden yaşlar akmasına sebep olan bir içsızlamasıdır.En müphem100, fakat bütün zaman içingalebesi101 en zor, en fazla mücadele edilen birhis vardır. O, maddî bir vak’aya dayanankorkudur. Bu, galiba insanların hayvanlarlamüşterek102 olan en kuvvetli taraflarıdır.Bunu ben ilk defa, o civar mezarlığında,serviler altında oynarken duydum. Komşuçocukları ile beraber elele tutuşarak geniş birçukura atladık. Etrafımızda ve başımızdaservilerin rüzgârdaki kadife gibi yuşumakuğultuları, hiçbir ağaca benzemeyen ahenklisalıntıları vardır. Beni oraya götürmüş olanuşak birdenbire: “Geliyor, geliyor,” diyebağırdı. Çocuklar kaçıştılar. Ne geliyordubilmiyorum, fakat arkamda bir ürperme vardı,

ellerim, alnım terden sırılsıklamdı. Uşak yoldabize serviler hakkında garip şeyler anlatıyordu.“Onlar gündüzleri ağaca benzerler, amageceleri yeşil sarıklarıyla bahçelerde,süprüntülüklerde dolaşırlar. Servi dipleri tekindeğildir, oralarda oynanmaz,” diyordu.Evet, geceleri uyumadan evvel, servilerinyeşil sarıklı alayını görür gibi olur, o garipuğultularını işitir, sırtım ürperir ellerimsırılsıklam olurdu.Yine aynı devirde, korkunun yanındaacımak hissi de çok kuvvetle inkişaf etti103.Eğer, bu acımak hissiyle beraber, en acısahneler karşısında bile içimde zaman zamankendini gösteren, hayatın gülünecek tarafınıgören tebessüm olmasa bu kupkuru dünyada,bu sonu gelmeyen ıstırap içinde nasıl yaşanırveya vak’a bulunurdu bilmem.Bu günlerde artık, hayatta umumun iştirakettiği104 maddî hakikatleri de seziyorum.Herkesten başkalık ve ayrılık zail oluyor105,ben de bu kalabalığın parçası oluveriyordum.

Acımak hissini, âdeta anormal bir şekil aldığı,daha sonraları beni insanlardan zaman zamanuzaklaştırdığı bir vak’adan buradabahsedeceğim.Bir cuma günü, Lalamız bizi Ihlamur’agötürmüştü. Bir sürü uzun pantolonlu,apoletli, paşa minyatürü erkek çocuklar veipek entarili süslü kız çocuklar da vardı.Oyuncakçılar, arkalarında Eyüp oyuncağı106küfeleri ile dolaşıyor, sucular, bardaklarınışıkırdatarak bağırıyor, macuncular ve horozşekerciler bu gün de olduğu gibi birtakımmaniler söylüyorlar. Bu çıngıraklar, kaynanazırıltıları, düdükler ve bardak şıkırtıları, tozudumana karıştıran kalabalık arasında benialâkadar ediyorlardı. Fakat o gün geçen birvak’a, o sahneyi kafamda belki en acı hatırayaçevirdi.Bizim Lala, Fulya tarlaları tarafından gelençok acı bir ulumaya kulak veriyor, yerinitahmin etmeye çalışıyordu. Nihayet, sağa solabakındıktan sonra, bizi dikenli bir yolasürükledi. Dikenlerin esvaplarımıza ve hatta

benim bacağıma battığına dahi ehemmiyetvermiyordu. Bu dar, dikenli yolun nihayetindehayli derin, kuru bir dere ve karşısında yıkılmışbir duvarın altında kalmış bir köpeklekarşılaştık. İşte o garip uluma, vücudununyarısını taş yığınının altından kurtarmak isteyenköpekten geliyordu.O sahne ve uluma belki altmış küsur seneevvel olmuştu, fakat ben hâlâ o sarı köpeğinimdat isteyen, âdeta çarmıha107 gerilmiş insangibi, etrafından imdat dileyen zavallı gözlerinibu günkü gibi görürüm. Bazan bir insan, bazanbir kurt gibi uluyup ağlıyordu. Lala bu sahneyegüldü; yanımızdaki erkek çocuk köpekbağırdıkça ona nişan alıp taş yağdırıyordu.İnsan cinsinde, zaman zaman hasıl olankorkunç insiyakın108 kolektif ve canlıalâmeti109 işte budur. Bazan beni insanolmaktan utandıran sahnelerin birincisi buhâdisedir. Ondan sonra öğrendim ki hiçbirhayvan işkencenin ve vahşetin verdiği zevkedayanarak, başka hayvanları parçalamamıştır.

Hayvanlar bekaları110 için her türlücanavarlığı yapabilirler, fakat hiçbir zaman bu,sadece bir eğlence değildir. Acımak bu kadarşiddetli olduğu zaman, daima göğsüme birbıçak saplanmış olduğunu hissederim. Herdefasında içimde can korkusunu bile unutturanbir isyan olur. O gün olanca kuvvetimle bizimLala’ya: “Kurtar, kurtar,” diye bağırdım ve deligibi öbür yana, köpeğin tarafına atılmakistedim. Ondan sonra ne oldu bilmiyorum.Bizim Lala beni kucağına alıp götürmüş. Buşok beni hasta etti ve Haminne’nin sediriüzerinde birkaç gün yattım. Yoklamaya gelenkomşulara Haminnem köpekten korkuphastalandığımı anlatırdı. Yeşil sarıklı bir hocada gelir yüzüme okur, başıma üflerdi. Tabiî buda geldi, geçti.Arziye Hanım’ı, işte bu günlerde beniokutmak111 için çağırdılar, onu ilk defa ozaman gördüm, çünkü yukarıda anlattığımhâdisenin üzerimde yaptığı şok çok şiddetliolmuş, bir taraftan babam o zamanın meşhur

Alman doktoru Mülich’i getirmiş ve ArziyeHanım gibi tedavisi cine, periye dayanan batılhareketler aleyhinde söylenmiş durmuştu.Doktor Mülich’in verdiği acı ilâçları tabiîzorla yutturdular. Vücudum bir sürü ilmîvasıtalara dayanarak tedavilerin tesirini kabuletmekle beraber, şunu da ilâve etmek lâzımdırki benim, bilhassa çocukluğumda geçirdiğimhastalıkların bir kısmı moral ve şok neticesi ilegelen zafiyete, bilhassa hayata karşı alâkamınbirdenbire kaybolmasına tesadüf eder. Çünküherhangi bir yeni alâka veya rabıta112 ne kadarhasta olursam olayım, beni canlı bir ok hızıylayaydan hayata tekrar fırlatırdı.O zavallı küçük köpeğin duvar altındançıkmaya çalışırken feci bir şekilde uluması,çocukların onu bu hâlde taşlamalarının hayali,bu uzun hastalık esnasında içimde yaşadı.Fakat o da etrafındaki hayatın içine daldıkçayavaş yavaş tesirini kaybetti. Çünkü daha evvelsöylemiş olduğum gibi, hayat sahnesi benimiçin bir realite olmaya başlamış ve beniinsanlara yaklaştırmıştı.

Bu devirde ilk defa arkadaş edindim; belkide son arkadaş diyebilirim, çünkü Kolej’egidinceye kadar hiçbir çocukla bu kadar yakınarkadaşlık ettiğimi hatırlamıyorum. Bu arkadaşannemin komşularından olan TablakârlarAilesi’nin küçük kızı Şayetse idi. Şayetse her anherkese hizmete koşan bir kızcağız idi. Onukendime pek yakın arkadaş seçmeminsebeplerini tahlil ederken bu gün kendime pekiyi not vermiyorum. Şayetse tanıdığıminsanların en esmeri idi. Fındık rengindekigözleri ile teni âdeta eş idi. Belki üvey anneminmavi gözlü sarışın ailesinin bende uyandırdığışuur altı aşağılık duygusunu Şayeste’nin fındıkrengindeki teni gideriyordu. Boynu ve elleri okadar esmerdi ki bana hiç yıkanmıyormuş gibigelirdi. Bazan elimi onun eli yanına koyuncaellerimiz arasındaki renk farkı bende bir zevkuyandırırdı. Mahmure ablanın ona “FındıkFaresi” demesinin sebebi, renginin fındığabenzemesindendi.Çok konuşur, elleri daima harekette, gözleriher tarafa mütemadiyen bakar, söylediklerine

cevap istemezdi. Beni ona bağlayan kuvvetlisebeplerden biri de belki bana hiç sualsormaması idi. Çünkü hayatta suale çekilmekkadar beni çileden çıkaran bir şey yoktur.Çocuk olarak kendi içime o kadar kapanmıştımki, her sual ruhumun duvarlarını aşıp zorlaiçime girmek için yapılan bir tecavüz gibigelirdi bana. Yıllar ve yıllar sonra bendenmülâkat113 almak için gelen herhangi birgazetecinin sualleri hep bu çocuklukgünlerimin ruh haletini114 hatırlatmıştır. Belkibunda biraz da utangaçlık vardı. Gerçiyazarken ve konuşurken çok zaman kendimdenaçık olarak bahsederim, fakat yine de sualler,ortalık yerde esvabımı çıkarmak istiyorlarmışgibi bir tesir yapar bende. Galibamukadderatımıza115 hâkim116 olan kudretin,biz zavallıların zaaflarına gülen bir taraflarıvardır. Çünkü iyi veya kötü, gazetelere ismimiaksettiren kader, âdeta benim bu ruh haletimlede eğlenmiş durmuş olsa gerektir. Şayeste’ninbence başka bir fazileti117 de fazla zeki

olmaması idi. Gerçi fikir arkadaşlığı bence birihtiyaçtır, fakat daimî fikir ve düşünce beniyorar. Ben ne Şayetse ile ne de başkaları ilekonuşamazdım. Havva Hanım bana bir düziye:“Halide Hanım dilin yok mu? Kafanısallamaktan başka cevap vermiyorsun,” derdururdu. Maamâfih yalnız kaldığım zamankendi kendime yüksek sesle konuştuğum çokvaki olmuştur. Her halde Şayeste’nin yanında,kendi başıma, yalnız bir hayat yaşıyordum.Şayetse ile bir kapısı bahçeye, diğer kapısıselâmlığa açılan taşlıkta oynardık. Arada bir,çifte merdivenlerin birinde o, birinde ben,sıçrayarak Haminne’nin odasının açıldığı sofayaçıkardık.Aynı zamanda, bir de belki Kiria Elenidevrinden hafızamda kalmış olan, her haldetamamen muhayyel118 Aleksi adlı birarkadaşım daha vardı. Yanımda sahiden Aleksiadında bir çocuk varmış gibi onunla oynar,sıçrar, konuşurdum. Taşlıktan bahçeye Rumcaolarak “Aleksi elâ do119,” diye bağırdığım

zamanlar onu hakikaten bahçede tasavvurederdim120.Şayetse, bunların hiçbirine aldırmazdı.Hareket hâlinden düşünce hâline döndüğümzaman merdivende oturur, susardım. Şayetsede öbür merdivende benim bebeklerimleoynardı. Hava çok soğuk olduğu zaman, HavvaHanım’ın odasına giderdik. Bebeklerimi çokseverdim, fakat babamın Beyoğlumağazalarından aldığı taş bebekleri değil de elledikilip mısır püskülünden saç takılanları.Bebekle oynama devrim geçtikten sonra da yineonlarla gizli gizli oynuyordum.Bu defa, bu oyunda belki romancılığımın ilkkademelerinden121 biri görünüyor. Çünkübebekleri ekseri, sonları acı biten kenditahayyül ettiğim planlara göre yaşatırdım.Şayeste’nin bir cazip tarafı da benim zayıfve çelimsiz olmama rağmen onun çok kuvvetliolması, benim tembel mizacıma mukabil122onun hamaratlığı idi. Bu tembellik o kadarkuvvetli idi ki yemek, içmek de dahil olmak

üzere hiçbir hareketi isteyerek yapmış değilim.Hatta en çok çalıştığım, en faal olduğumdevirlerde dahi bu betaet insiyakı123 içimdetamamen sönmüş değildi.Akşamlarımızın birkaç saati HavvaHanım’ın odasında geçer ve ondan sonrayatardık. Bu akşamlar, bana etrafımdakilerin vetanıdıklarımın hayatını az çok sevdirmiştir.Havva Hanım’ın yemek pişirmesine vediğer işleri görmesine rağmen ona ahçıdenmezdi. Biz ona Havva Hanım Teyze derdik.Kendisi, “Hanımı çok sevdiğim için yemekpişiriyorum,” derdi. Maamâfih Haminne,elinde avucundakini tamamen tüketinceyekadar Havva Hanım’a muntazaman aylık verdi.Yüzü kırışık bir kösele, gözleri hayatla dolu,zarif yemeniler bağlar, toplu ve temiz giyinirdi.Haminne’nin tabiî olan hanımefendi tavırlarınıve giyinişindeki zerafeti biraz taklit etmekleberaber, kendisi su katılmadık ve oldukçamütevazı bir orta sınıf evlâdı olduğu için, asalet

karışmış olan orta sınıf mensuplarına karşıiçinde nefrete yakın bir his olduğuna emindim.Havva Hanım bir esnaf kızı ve bir esnafkarısı idi. Anlattığına göre hâlleri vakitleriyerinde imiş. Fakat kocası, ölen kardeşinin dulkarısını aldıktan sonra vaziyetleri tamamenbozulmuş. O zamanlarda halayıksız vemütevazı Türkler arasında, taaddüd-izevcât124 çok kötü görülürdü ve bazılarınagöre uğursuzluk getiren, aile ocağına incirdiken bir şey idi. Havva Hanım’ın İstanbul’daki evi, kocasının ikinci defa evlenmesindensonra, büyük yangınlardan birinde yanmış vekocası iflâs etmişti. Havva Hanım ortağınıkıskanmış mı? Bundan hiç bahsetmez, fakat buiradeli kadının kocasının evinden çekilmesi buyıkımın başlıca âmili125 olmuştu. Kocası, iflâsettikten sonra ikinci karısını boşamış ve sıhhatiçok bozuk olan oğlu ile bir tekkeyeçekilmişlerdi. Başına gelenlerin sebebininHavva Hanım’a yaptığı muameleden ilerigeldiğini itiraf etmiş ve hakkını helâl etmesi için

ona yalvarmıştı. Bütün bunları Havva Hanımsesinde gamla karışık bir zaferle anlatırdı. Fakatbu hâdiseden sonra kendisi de yapayalnız,bîçare vaziyete düşmüştü. Eski bir ahpabı olanArziye Hanım ona acımış, evine almış ve izzet-inefsini126 kırmayacak bir iş bulmayı va’detmişti. Burada Arziye Hanım’ı da o gününtanınmış bir karakteri olarak ele almaklâzımdır.Arziye Hanım’ın, o gün İstanbul’da, Paris’inMadam Thèbes’ine benzer bir durumu vardı.Hastalık zamanlarında onu mutlak döşeğiminyanında görürdüm.Arziye Hanım, insanların istikbalinikeşfeden tabiat üstü kudretine –istersenizfalcılığına– ilk çocuğunu doğurduğu zamanerişmişti. O günlerde her loğusanın kırk günmüddetle perilerin eline düşmek tehlikesinemaruz kaldığına inanılırdı. Kırk gün loğusalaryalnız bırakılmazlar –şayet evde kendinibekleyecek kimsesi yoksa– bir komşu gelir,

başında oturur, dışarı çıkmaya mecbur olursakapının arkasına bir süpürge kordu. Yanisüpürge, perilere karşı herhangi bir insan kadarmuhafız vazifesini görürdü. Loğusanın başınamutlak bir kırmızı kurdele, başının ucunda birKur’an bulundurulur, perileri kaçırmak içinher akşam çörek otu, üzerlik127 tütsüsü128verilirdi.Her halde bu tabiat üstü tedbirlerden biriihmal edilmiş olacak ki Arziye Hanım perilerineline düşmüş, falcı olmuş, hastalık, loğusalıkveya herhangi bir felâkette, bilhassa büyü,yahut –iyi saatte olsunlar129– perilerin elinedüşen bütün yüksek sosyetede kendine bir isimyapmıştı. Maamâfih aynı hâllerdeki pek aşinagöründüğü Rüküş adlı bir genç peri kızından veonun galiba âşıkı olan erkek perilerin bir nev’ijeune premier130 Yavru Bey’den yakınahbapları imiş gibi bahseder dururdu. ArziyeHanım Selâmsız’da bakımsız, büyücek birbahçede, fakat hoş bir ahşap evde otururdu.Kendilerini okutmaya veya ondan akıl

danışmaya gelenleri hep bu evde kabul ederdi.Yuvarlak, şen yüzlü, zaman zaman ince vealaylı ışıldayan bir tanesi “iyi saatte olsunlar” iletemasta olduğu zaman şaşılaşan kara gözlü,orta yaşlı bir kadın. Önünde bir fincan, altındabir yer minderi, parmaklarında bir tesbih, birgözü tavanın muayyen bir noktasına saplanmışotururdu. Konuşurken tavana dikilen gözübirisiyle alay ediyormuş gibi kırpılırdı. Sözleriaşağı yukarı şöyle aklımda kaldı.— Çocuğu öyle zaptedemezsin. Aksiliklâzım değil. Sana bir horoz, hem de güzel birhoroz gelecek. Sen oradan çekil Rüküş, benYavru Bey’le konuşuyorum...Bu arada hasta ile başka şeyler konuşur.— Adam şimdi bir mavi evde oturuyor.Dar bir sokak. Zavallı başını duvara çarpıyor.Yavru Bey onu sımsıkı yakalamış. Galiba herçöplükte... Bakayım, bakayım hayır bir incirağacı altında... Sen Yavru Bey’e bir horoz getirgönlünü alırsın. Rüküş’e de kırmızı bir loğusaşekeri...Genç perilerin, bir hastayı bırakmak için

istedikleri, hastaların içtimaî vaziyetlerine131göre, horozdan kırmızı loğusa şekerindenbaşlayarak, kuzuya veya altınlara kadaryükselirdi. O günün evlenme, boşanma, ailegeçimsizliğine ait esrar132 hep ArziyeHanım’ın evinde açılırdı. O makul sözlerledaha fazla ara bulmaya muvaffak oluyordu.Arziye Hanım olmasa belki hastaları arasındahastalık, boşanma ve geçimsizlik salgın bir hâlegelebilirdi.Haminne beni okutmak için zaman zamanbu eve götürürdü. Okuduktan sonra benibahçeye yollarlardı. Halbuki ben, bir tiyatrosahnesine benzeyen hastalarla münasebetlerinigörmeyi her halde tercih edecektim. Bahçeyeiner inmez, Arziye Hanım’ın evlâtlıklarındanyüzü arkamı ürperten, acayip sözler söyleyen,dilsiz ve vahşî bir çocukla karşı karşıyagelirdim. Arkasında bir entari, kafası tıraşlıayakları çıplak, kız mı, oğlan mı, Allah bilir.Bahçede Yavru Bey’e adanmış kınalıkuzulara bakar, aynı zamanda yerlerinde

durmayan güzel horozların da arkalarındankoşar ve ağzından hep o kelimesiz, korkunçsesler çıkardı.Bana bütün bu bahçe, horozu ve kuzusu ileYavru Bey’in oğlu olduğuna inandığım bukorkunç çocukla “iyi saatte olsunlar”ın ülkesigibi gelirdi. Orada ne bir incir ağacına, ne de birsüprüntü kümesine yaklaşırdım. Kazara birineelim değse dilim tutulacak, ağzım çarpılacaksanırdım.İşte vaktiyle Havva Hanım’ı alan,Haminne’ye tavsiye eden bu iyi yürekli ArziyeHanım’dı. Haminne’ye Havva Hanım’ın nasıliradeli, temiz bir ev kadını olduğunu söylediğizaman aylık verdiğini kimseye söylememesinide şart koşmuştu. Haminne ona tütününüalacak, üst baş yapacak, cep harçlığı adı altındabir de aylık verecekti ve Havva Hanım evde birhanım muamelesi görecekti. Havva Hanım,Haminne’ye minnettar görünmekle beraber,kusurlarını da ima eden bazı sözler söylerdi.Sofrada misafir kabulünde hep evin hanımı gibigörünürdü.

Havva Hanım’ın anlattıkları arasında, gelinolduğu akşamın tarifi hafızamda en fazla yeretmiş olanıdır. Kendini dinleyenlerin iki küçükkız ile bir de aptal Çerkes halayık olduğunuunutur, âdeta kahramanı olduğu tiyatrosahnesini tekrar eder gibi konuşurdu:— Bizim zamanımızdaki saçlar, iki uzunörgü yapılır, arkamıza bırakılırdı, fakat benimarkamda kırk örgü vardı. Omzumu bir baştaöbür başa bir şal gibi örterdi. Dişlerim inci gibi–o günlerde Havva Hanım’ın ağzı karanlık, boşbir delik gibi açılır, fakat bu dişsiz delik en zorlokmaları bile öğütürdü–, yanaklarım ikipembe şeftali –o günlerde iki buruşuk köselegibi idi–. Güvey, duvağımın arkasından banabaktı, duvağımı açtı, fakat hemen kapıdanyengeyi çağırdı.— Şu örgülerden birini çöz dedi.— Yenge şaşırdı, çünkü benim saçlarım onbeş günde bir hamamda usta tarafındanörülürdü. Yenge: “ancak bir hamam ustası busaçları çözer,” dedi; ama efendi, örgüleraçılmadan bu saçların takma olmadığına

inanmadı. Ne dersin... Bir hamam ustasıbuldular, getirdiler saçlarımı çözdüler. Ondansonra mendilini tükürükledi yanaklarımasürdü.Ben hemen sözü kestim:— Niçin yaptı Havvanım Teyze?Mahmure abla şiddetle beni dürttü.— Aptal... yanakları boyalı mı, değil midiye?Bu sahneyi mangalın başında Havva Hanımbize kaç defa tekrar etti hatırlayamam. Amaher defasında bizde büyük bir alâkauyandırıyordu. Her gelinin ilk akşamı böyleinek gibi fizik muayenesinden geçmesi, gelinlikmerasiminin bir parçası gibi aklıma yerleşti.Başka kadınlardan da buna benzer hikâyelerdinledikten sonra, hiçbir kadının boya veyatakma saçı ile kocasını aldatamayacağı kanaatizihnime yerleşti. Geceleri bu mangal başındatoplanmamız âdeta resmî bir hâl almıştı. HavvaHanım dudaklarına yapışır duran sigarası ilemangal başında kahvesini pişirir, bazan dafincan tabağına biraz döker, bana uzatır, ben de

kedi yavrusu gibi yalardım.Henüz dokuz yaşında olduğu söylenenMahmure abla –tabiî gizli olarak– sigaraya yediyaşında başlamıştı. Fakat Havva Hanım’ınodasında sigarasını yalnız içmekle kalmaz,dumanlarını burnundan fosur fosur çıkarır,sonra da bana yan gözle bakarak –büyük birçalımla– kurum satardı.— Haminne’ye söyleyeceğim Abla.— Kime istersen söyle, ben korkar mıyım?Zaten sen bir fitnesin. Ne olacak Çingene sütüvar kanında.İnatçılık yaparsam, somurtursam, ilksütninemin Arnavut olduğundan geliyor,fitnelik edersem Çingene sütünden. Bereketversin, Haminne’nin eski çıraklısı bir Araphalayık bana üç ay süt vermişti. NevresBacı’nın yüzü kömür gibi kapkara, fakat kalbisüt gibi beyaz, temiz bir insandı. SüleymaniyeCamii’ne yakın bir yerde otururdu. Ondan,ileride, Ramazan münasebeti ile bahsedeceğim.Havva Hanım ailenin eski, yeni bütünşahsiyetlerini ve karakterlerini o basit ifadesiyle

canlandırırdı. Burada Kemal dayıya ait birtarafı da ele alacağım. Bir gün Kemal dayı için –hepimize kimseye söylemeyeceğimize dairyemin ettirdikten sonra– bahsi açtı:— Üstümüzdeki kâgir konağa geçen senebir Çerkes aile taşındı. Orada çok güzel bir kızvardı.Bu sözlere başlarken kafamın içinde birhatıra uyandı. Bir sabah Kemal dayı beniodasına çağırmıştı. Üst kattaki bu küçük oda,Büyükbaba’nın odasının üstünde ve arkapenceresi kırmızı konağa nazırdı. Kemaldayının yüzünde hemen hiç tebessümgörülmezdi. Maliyede kâtip olan bu genç adambir ihtiyar gibi sükûn içinde yaşar, hakikathâlde, mizaç itibarıyla da babasından belki yaşlıidi. Odasında ipek ve yünden parlak renklikuşlar yapar, ev planları çizer ve güzel boyalıresimler yapardı. Bunları hep kendi kendineöğrenmişti ve babasından gizli tutardı. Herhalde resime büyük bir istidadı olduğuna hiçşüphe yoktu. Bu gün ressam olarak kendinitanıtmış olan Zürih’de yaşayan Mahmure

ablanın oğlu Galip’e sanatının tohumu belki deKemal dayısından intikal etmiştir133.Bir cuma sabahı odasına girdiğim vakit,kırmızı konağa açılan pencerenin perdeleriaçıktı. Kemal dayı beni çekti, kuşlarıgöstermeye başladı. Fakat ben hemenpencereye koştum, iki ev arasındaki yüksekakasyaların yeşil yaprakları arasından, konağınbir penceresindeki sarı bir şalın, altındansaçakları sallanıyor gibi geldi. Bu saçaklarbirdenbire çekildi. Güneşin parlattığı, beyazçilli, kırmızı dudaklı, harikulâde güzel bir yüzgördüm. Biraz evvel pencereden sallanan altınsaçaklar onun saçları idi. Bunları penceredengüneşin kızıl şaşaasına134 neden döktüğünüancak şimdi biraz seziyorum. Fakat bu gözkamaştıran tablonun haşmeti beni o günşaşırttı. Hiçbir yüzün, sırf maddî güzelliğindendolayı beni bu kadar şaşırttığınıhatırlamıyorum.— Ah Kemal dayı bak ne güzel, ne güzel,diye bağırdım.

İki sert kol beni omuzlarımdan yakaladı,içeriye çekti ve perdeyi indirdi.— Pencereden böyle komşu evine bakmakayıptır. Fikriyar galiba perdeyi kapamamışolacak, dedi. O günden sonra bizim bahçeninakasyaları altında durur ve o altın saçaklı güzeligörmeye çalışırdım. Ancak bir tek defa daha ocanlı altın saçakların güneşe serildiğinigörmüştüm. Şimdi Havva Hanım’ınanlattıklarına dönelim... Dedi ki:— Kemal Bey’in neden bu kadar mahçupdurduğunu size anlatayım. Bir gün Hanımsokakta iken beni odasına çağırdı. Gözleri yaşlı,sesi kısıktı. Karşıdaki evin kızı için öleceğinisöyledi.— Ben, ne yapabilirim Kemal Bey, diyesorunca, git bana o kızı iste Havva HanımTeyze dedi.— Annenin haberi var mı, diye sordum.— Aman anneme söyleme, kabil değilistemez, dedi.— O kadar yalvardı, elimi öptü ki ben degidip isteyeceğimi söyledim. Fakat odama

çekilince beni bir düşünme aldı. Haminneniz’ehaber vermeden bu işi yapmaya cesaretedemedim. Bir gece yarısı odasına gittim,kaldırdım, işi ona da anlattım, fakat bir türlükandıramadım.— Birkaç gün bir şey söyleme, sonra da birdaha sorarsa nişanlı dersin, dedi.— Ondan sonra mutfağın kapısındangeçerken Kemal Bey yan gözle içeri bakıyor, birşey sormuyordu. Nihayet içim dayanamadı,kırmızı konağa gittim. Hepsi Çerkes, adamakıllıTürkçe anlamıyorlar. Hani kızın babasızannettiğimiz kara sakallı herif yok mu, meğerkızın kocası imiş. O gece gittim, Kemal Bey’esöyledim. Daha evvelden işi bilmesem hiçaldırmadı derdim. İşin tuhafı on gün sonraHanım’ın da bana: “Aman Havva Hanım git, okızı iste; Kemal günden güne eriyor,”demesidir. Ben de ona: “Hanım geç kaldın,”dedim. Kemal yaşayamaz, yirmi beşinden evvelölür.İşin tuhaf tarafı da Kemal dayının yirmi beşyaşına basmadan evvel ölmüş olmasıdır. Şimdi

dayımla Büyükbabam ölüp de, HaminnemÜsküdar tarafına geçmeden evvel son parlakRamazan’ın nasıl geçtiğini anlatacağım.“On bir ayın bir sultanı” diye müjdelediklerio ay girmeden evvel Haminne bütün günlerinireçel ve şurup kaynatmakla geçiriyordu.Babasından öğrendiği bu işteki maharetinigösteren şey, aynı şişeye üç muhtelif renktekişurubu birbirine karıştırmadan koyması idi. Bumutfak günleri Haminne çok konuşur vebilhassa babasından bahsederdi. Annesi âlim biradamın kızı imiş, babası Saray’da Şekercibaşıolmasına rağmen tahsili az imiş.— Bari sizin Efendi Baba gibi faziletli olsaidi, ne gezer... Annem öldüğü zaman, haftasınakalmadan babam, benim halayıklarımasataşmaya başladı. Efendi Baban hiçbir halayığayan gözle bakmamıştır.Bu bir ilkbahar Ramazanı idi galiba.Haminne mutfakta küçük bir iskemledeoturuyor, önünde üç küçük mangal, üçününde üstünde kaynayan şurup ve reçellerikarıştırıyor. Havva Hanım da

mütemadiyen135 lâfa karışıyordu. O dakendisine göre, her ilkbaharda sıhhat vegüzelliğine ait baharlı, kara üzümlü ve acayipmaddeli bir takım ilâçlar kaynatıyor, birtaraftan da israf günlerine artık bir son vermeklâzım geldiğini söylüyor, Haminne’ninmüsrifliğini tenkit ediyordu. Fakat Haminne,yiyeceği bol, geniş iftar sofralı bir Ramazanyapmaya karar vermiş olduğundan, bu sözlerehiç kulak asmıyordu. Fakat bu günlerinzahirî136 ve sunî137 bir neşe, bir Ramazanhavası yaratmak için sarf ettiği gayretlererağmen, havada sezilen bir hüzün vardı. Kemaldayı günden güne etten, candan düşüyor.Büyükbaba da daha huysuz, daha somurtkan,ya susuyor ya da konuştuğu zamanborçlarından şikâyet ediyordu. Kemal dayı onumutfakta görürse hemen yukarıya kaçıyordu.Çünkü babası ile arasında mizaç bakımındansonu görünmeyen bir uçurum vardı.Büyükbaba ile Haminne arasındaki karakterve mizaç başkalığını da bu günlerde hissetmeye

başlamıştım. Haminne, daha evvel de dediğimgibi, her zaman herkese karşı nazik, belki defazla nezaket icabı sesini hiçbir zamanyükseltmiyor ve hiddet etmiyordu. Ogünlerde, hatta onun şiddetinin şahikasını138ifade eden “Yediği nane macununa bak,”sözünü bile sarfetmiyordu. Fakat Büyükbabahiddet ettiği zaman, hiddetlendiği adamlaranane macununa hiç de benzemeyen bir şeyyediriyordu. Kalın sesi, olanca kudreti ileselâmlığı çınlatıyordu. Tabiî bu küfürler,halayık da dahil olmak üzere haremdeki hiçkimseye, hiçbir zaman hitap etmiyordu. Karısıile şahsen kavga edeceği zamanlar da herkesinuyuduğu saatleri seçiyordu.Bu mizaç başkalığı en küçük itiyatlarda139bile kendini gösteriyordu. Haminne midesiağrıdığı zamanlar nane ile limon kabuğukaynatır içer; başı ağrısa gül yapraklarınısirkeye batırdıktan sonra alnına ve şakaklarınabastırıp bağlardı. Büyükbaba mide ağrısındabüyük bir soğanı yumruğu ile kırar –bıçak

şifasını alırmış– yer, başı ağrırsa, patates diler,sarardı. Büyükbaba’nın sözlerinde çok kudretlibir ahenk, sesinde tabiatin renkli ve hayretedeğer tenevvürü140 vardı.Büyükbaba’nın hareme karşı bir defahürmetini bozuşunu Haminne şöyle anlatırdı:— Rahmetli Bedrifem, Mahmure’yidoğurduğu zaman, yedinci günü akşamı, benmisafir çağırdım. Bir de Selâmsız’dan şarkısöylemek için şu meşhur Çingene’yigetirtmiştim. Tam şarkı başlarken, selâmlıktansofaya geçen kapı kırılır gibi vuruldu. Koştum,baktım Efendi’nin gözlerinden ateş çıkıyordu:— Bana bak Hanım, dedi; bu gün MidhatPaşa’yı141 sürdüler. Bu gece milletin matemgecesidir. Misafirlerini hemen dağıt, yoksa bendağıtırım, diye bağırdı. Ömrümde onunharemde böyle bir şey yapmış olduğunugörmediğim için şaştım kaldım.Büyükbaba okumak bilir, fakat yazmakbilmezdi. Haminne’nin o güne göre yüksekkültürüne rağmen siyasî ideal bakımından

Haminne’nin fevkinde142 idi. Her ne olursaolsun ben Büyükbaba’yı tercih ediyorum.Her halde Haminne’yi büyük birihtirasla143 sevmiş ve hâlâ sevdiğine şüpheyoktu. Haminne çok tatlı davranıyor, fakatonda ekseriyetle kadınlarda kocalarına karşıateşli ve maddî taraf eksikti galiba.Çocukluğumda kendimi bildiğim gündenitibaren umumiyetle kadınların, hattahanımefendilerin –o zaman pekanlayamadığım– cinsî hayatına temas edenkonuyu bir tek defa dahi açmamış ve bunlaradair ağzından da bir kelime çıktığını işitmişdeğilim. Fakat bu cinsî taraftaki ateşineksikliğine rağmen o, sevdiği insanlara, devamlıve hayret verecek bir fedakârlıkla bağlanırdı.Hislerinin maddî tezahüratı144 yoktu, biz dedahil, hiç kimseyi okşayıp, öptüğünügörmedim. Bunun tek istisnası oldu. O da ölümdöşeğinde.Haminne bir inme ile yatağa düşmüştü.Tabiî bu çok sene sonra; seksenine kadar hiç

hasta döşeğinde görmediğim Haminne bir günodasına girdiğim zaman gözleri ile beni çağırdı,çünkü dili söylemiyordu. Elini uzattı, başımıçekti, yanağımı öptü. Bu rikkatle, hasretle doluöpüşme, onun tek ihtiyarî muhabbet tezahürüolduğu için hafızamda açık bir yara bıraktı,daima içim sızlayarak hatırlarım.Evet, sevdiklerine, kendini, varını, yoğunuhiçbir temas ve maddî karşılık beklemedenverirdi.Her şeye rağmen Haminne’nin deüzerimdeki tesiri Büyükbaba kadar mühimolmuş, ikisinden de birçok şeyler tevarüs145etmişimdir. Yazı yazmak tarafımınHaminne’den geldiğine hiç şüphe yoktur.Zamanının ve belki de tahsilinin derecesi, birmuharrir olmasına mâni olmuştur, fakat enbahtiyar zamanı bir tarafa çekilip bir takım aşkhikâyeleri veya şiirler yazdığı saatlerdir. Garipolarak yazdıkları kendi mizacına çok zıttır.Bunun saiki146 belki kendisinin yabancı kaldığıbir âlem yaratmaktı. Handan çıktığı günlerde,

bir akşam bana koltuğunun altında bir defterlegeldi; hayli sıkılarak bir hikâye yazdığınısöyledi, bunu bastırmanın mümkün olupolmayacağını sordu. Kitabı okudum. O kadariptidaî147 ve mübalâğalı bir hassasiyetle doluidi ki hususî konuşmalarında orijinal, hattazaman zaman mizaha kaçan Haminne’ninneden bu kadar kendinden başka şeyleryazdığına şaştım. Bastırmanın mümkünolmadığını söyleyince fena hâlde kırıldı:— Neden basmayacaklarmış? Senin kitabınçok satılıyor, benim borçlarım, faizlerimyükseldi.— Benimki biraz başka.— Başka mı? Neresi başka? Hep aşkhikâyesi, benimkinde seninkinden daha çok aşkvar. Bir piyano bile soktum, âşıklar penceredenkonuşuyorlar, sevişiyorlar. Seninki gibi ikisinide bir odaya koyamam. Bunu alacaklılarımınhepsi bir araya gelse bile yaptırmam.Evet, Haminne, Handan romanını herhangibir münekitten148 daha iyi anlamıştı. Başka


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook