772. Alçak gönüllü.773. Kişisel davranışı.774. Güç içgüdüsüne.775. Vazgeçilmez.776. Kabul ettiği.777. Yolsuzluğa.778. Güç sömürüsüne.779. Hayri Efendi (Mustafa) (1867 – 1927), Türkdevlet adamı. 1908 Meşrutiyetinin ilânından sonraEvkaf ve Adliye Nazırlıklarında bulundu. 1914’teŞeyhülislam oldu. Evkaf Nazırlığı yaptığı dönemdevakıf hanları açtı ve İslam Eserleri Müzesini kurdu.Suad Hayri Ürgüplü’nün babasıdır.780. Vakıf okullarında.781. Genellikle İslam dini kurallarına uygunbilginlerin okutulduğu yer.782. İlkokulları.783. (Fr.) scolastique. İnanç ve bilgiyi kiliseyle,özellikle Aristoteles’in bilimsel sistemini uyumlubir biçimde birleştirmeye çalışan Ortaçağ felsefesi.
784. Düzeltme, iyileştirme.785. Bağlı.786. Basık, loş, nemli.787. Kız Lisesi.788. Düzen.789. Batı’da.790. Kimseler.791. Söz sahibi, yetkili.792. Kurumu.793. Toplumunun.794. Teâlî-i Nisvan Cemiyeti.795. Kovulurcasına muamele görmüş.796. Ortaya çıkmıştı.797. Hayal gücümüzdekini.798. Hamamlarda, musluk altında, içinde subiriktirilen, yuvarlak ve çoğunlukla mermer veyataş tekne.799. Dini bir gönül saygısına.800. Sevecenlik, acıma.
801. Pişmanlık.802. Başsağlığı dilemek.803. Geri alınan.804. Döndü.805. Şeyhülislamların görev yaptıkları daire.806. Sarıklı din bilginleri.807. Açıklığı.808. Doğruluğu.809. Reformu.810. Söz arasında, yeri gelmişken.811. Boyunun.812. Gizemci.813. Oturanlarından.814. Saldırmaktan.815. Tetikte.816. Allık.817. Birlik oluşmuş.818. Yaradılışından.
819. Deyimiyle.820. Akım.821. (Fr.) prologue. Öndeyiş. Bir eserde asıl konuolarak ele alınan olaylardan önce, geçmiş bir takımbaşka olayları anlatan ilk bölüm.822. Vedi Sabra. Lübnanlı besteci. Türkçe, KenanÇobanları; Arapça İki Kral” adlı operaları var., “Lübnan ve Osmanlı marşlarını besteledi.823. (İt.) libretto: Bir operanın sözlerinin yazılıbulunduğu kitap.824. Yahya Kemal Beyatlı (1884 – 1958), Türkşair, yazar.825. Prova yaparken, çalışırken.826. Muhsin Ertuğrul (1892 – 1979), Türk tiyatrove sinema yönetmeni.827. Bayram veya şenliklerde, geçit yapılacakcaddelerde geçici olarak kurulan, yazılar veçiçeklerle süslenen kemer.828. Ölçülü davranışları.829. Dinleyici topluluğuna.
830. Vartabet Komitas (1869 – 1935), Ermenibesteci.831. Düşüncelerin.832. Üstün geldi.833. Papa VII. Gregorius’un kilise reformunauyanlar. XI. yüzyılda gerçekleştirilmeye çalışılan bureform, teokratik bir düzen kurma amacınadayanır.834. İçekapanıklık, gönül üzüntüsü.835. Org çalan sanatçı.836. Güney.837. Cami (Baykut) (1877 – 1958), Türk asker vesiyaset adamı. Osmanlı Meclis’i Mebusanı’nda ikidönem Fizan milletvekilliği, İçişleri Bakanlığımüsteşarlığı yaptı. Millî Meşrutiyet Fırkasıkurucuları arasında yer aldı. 1938’den sonra Tan,Yeni Dünya gazeteleri ve Görüşler Pazar Postası, dergilerinde sosyalizmi savunan yazılar yazdı.838. Elemanı.839. Dinî tören.
840. (Burada) Geçmişti.841. Nefsin isteklerini kırma.842. Bestelenmiş olan.843. Makamla okunan Zebur surelerinden.844. Öfke.845. Faust. Pek çok edebiyat ve tiyatro eserininkahramanı. Zevke ve bilime susayan Faust, ruhunukendisine yirmi dört yıl hizmet etmesi karşılığındaŞeytan’a satar. Böylece Şeytan, Faust’a bütünzevkleri tattırır; onu büyücülüğe alıştırır ve onumucizeler yaratma gücü verir. En tanınmışı J.W.von Goethe’nin iki bölümlük dramıdır.846. Mephisto Mephistopheles (). Faust’un ruhunusattığı şeytan.847. Sürülmekten.848. Dengesizlik.849. Kesimevi, mezbaha.850. Immanuel Kant (1724 – 1804), Almanfilozof.
121914-1916 yılları arasındaBu yılların, sadece bizim için değil, bütündünya için en büyük hâdisesi Birinci DünyaHarbi’dir. Avusturya Velî-ahdı’nınöldürülmesini müteakip851 harp ilân edildiğizaman, umumiyetle milletler bunun dünyanınistikbaline yeni bir veçhe852 verecekehemmiyeti haiz olduğunu belki idraketmiyordu853.Burada mesuliyetin hangi tarafa aitolduğunu münakaşa etmeye girişmeyeceğim.Bunda Almanya’nın uzun harp hazırlığı vemateryalist felsefesi olduğu kadar, aynızamanda diğer Avrupa milletlerininhazırlıkları, kısa ve çarpık görüşleri vesiyasetlerinin de hissesi vardır.Bu mesele hakkında son vardığım kanaat
pek uzun senelerden ve tetkiklerden sonraancak şekil alabildi. Bütün bu meselelerde,Türkiye’de, Şark, Garb ve Amerikan Tesirleriadlı Yeni İstanbul’da tefrika edilen ve şimdi debasılmakta olan kitabımda uzun uzadıyabahsetmiş bulunuyorum. Bütün dünya içinmühim olan bu mesele hakkında en dikkatedeğer olan ve muhtelif dillerde çıkan bir haylieser vardır ki, onları da bahis mevzuu olaneserin bibliyografyasına ilâve ettim.Milletinin ve memleketinin istikbalitehlikede olmamak şartıyla ben daima harpaleyhtarıyım. Fakat harbe girdikten sonra ogünlerin, millet olarak hayatımızda bütünzaman için bir şeref, aynı zamanda tarihimizinnişan taşlarından ve Galibolu’nun insan üstübir kudret ve fedakârlıkla müdafaasını da hiçunutmam. Bu hususta İngiliz şairi Masefiled’inGallipoli854 adlı eseri de hakikaten dikkatedeğer.Gelibolu hücumları esnasında bir hayli aileİstanbul’dan çekilmişti. Ben de o zamanBursa’da bulunan babamın yanına çocuklarımı
göndermiştim.5 Mart Muharebesi’nden sonra YusufAkçura bütün milliyetçi muharrirleri855 TürkYurdu binasında bir toplantıya davet etti.Muhasım856 devletler şayet İstanbul’agirerlerse bu muharrirlerin nasıl bir harekettarzı ihtiyar edecekleri857 münakaşa mevzuuidi. Evvelâ böyle bir felâket karşısındamuharrirlerin İstanbul’da kalıp kalmamalarımeselesi konuşuldu.Bu toplantı çok hareketli olmuştu. Hemenherkes büyük bir heyecan ve taşkınlık içindekendi fikrini ileri sürüyordu. Bereket versin buiçtimada858 Dr. Adnan, reis seçilmişti. Onunbüyük bir soğukkanlılıkla idaresi toplantıyıimkân dairesinde sükûnet içinde geçirtti.İlk teklifte, milliyetçiliğin mahiyetini hermuharririn onu kendi anlayışına göre ifadeetmesi talep ediliyordu. Türk milliyetçiliğinunsurlarının hangisinin en mühim ve ana temelolabileceği o gün için hemen hemen hayatî birmesele idi.
Hüseyinzade Ali Bey859, en sarih olarak enevvel fikrini söyledi. Ona göre en başta dil vedin geliyordu. Dedi ki: “Dili Türkçe, diniMüslüman ve kendisi Türk’üm diyen kimolursa olsun, hatta bir zenci bile, bana ırkıTürk olan bir Hıristiyan Macar’dan dahayakındır.”İçtimaın son meselesi muharrirlerinİstanbul’da kalıp kalmamaları üzerinde durdu.Oradaki en genç ve ateşli bir aza: “Bütünazaların İstanbul’da kalmaları lâzımdır,”diyordu. Onun fikrince İstanbul’da kalmakdahi kifayet etmiyor860, mutlak şehitdüşmeleri lâzım geliyordu, bu şehadete enbaşta namzet ve lâyık olması lâzım gelenMehmed Emin Bey olduğu iddia ediliyordu.Milliyetçiliğin mahiyeti hakkında FuadKöprülü861 ile Ömer Seyfeddin862 epeycekonuştular. Bir milletin “ego” yani benliğininmahiyetini bulup bunu millete öğretmekolduğunu söylediler. Bir milletin benliğininesaslarının neden ibaret olduğuna dair olan
suale verilen cevaplar epeyce muğlâk863 idi.Bunun neden muğlâk olduğunu bana ozaman evime sık sık gelip serbest konuşanÖmer Seyfeddin gülerek anlattı. Diyordu ki:“Bu sahada Ziya Gökalp ne derse biz de onukabul ederiz. Bundan dolayı bilhassa ZiyaGökalp’ın İstanbul’da olmaması bize sarih864bir şey söylemek imkânını vermedi.” ÖmerSeyfeddin’e göre Ziya Gökalp üstat, millîbenliğin esasları hakkında fikir değiştiriyormuş.Gençler sık sık kendilerini nakzeden865ifadelerde bulunmak mecburiyetindeoluyorlardı. Bence Ziya Gökalp, uzundüşünmelerden sonra milliyetçiliği pek sarihbir şekilde ifade etti. Maalesef o toplantıdakendisi yoktu. Merhum Ahmed Ağaoğlu Bey’egöre milliyet: Din, dil, ırk ve anane idi. Derhaltoplantı bunların hangisinin başta geldiğine dairçok hararetli bir münakaşaya girişti.Gelibolu’ya hücum atladı geçti. Sonra Şarkmeselesi. Ermenilerin muhacereti866 ortayaçıktı. Bütün bunların doğurduğu münakaşalar
zıt fikir ve temayüllerden de buradabahsedecek değilim. Çünkü fikirlerine iştirâketmediklerim arasında samimiyet ve milletaşkına hürmet ettiklerim de vardır.Bu günler benim için Suriye ve Arapdiyarına hoca ve maarifçi olarak gitmemle sonaerdi.851. İzleyen.852. Yön.853. Akıl erdirmiyordu.854. John Masefield; I. Dünya Savaşı sırasındaFransa’da hizmet etti ve konusunu bu savaştanalan bir kitap yazdı (Gallipoli, 1916).855. Yazarları.856. Birbirine düşman olanlardan her biri.857. Seçecekleri.858. Toplantıda.
859. Hüseyinzade Ali Turan (1864 – 1941),Milliyet ve bilim alanında çalışmalarıyla ünlü fikiradamı.860. Yetmiyorlar.861. Mehmed Fuad (Köprülü) (1890 – 1966),Türk fikir ve siyaset adamı, edebiyat tarihçisi.Eserlerinden birkaçı; Yeni Osmanlı Tarihi Edebiyatı,Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Türk Edebiyatı, Tarihi I, II Osmanlı Devletinin Kuruluşu, ...862. Ömer Seyfeddin (1884 – 1920), Türkhikâyecisi. Yeni Türk hikâyeciliğinin doğuşunabüyük katkısı olan yazarın eserlerinden birkaçı:Efruz Bey Yüksek Ökçeler Gizli Mabet Beyaz Lâle, , , .863. Anlaşılması güç.864. Açık.865. Bozan.866. Göçü.
İkinci bölüm
Suriye ve Arap diyarıLübnanlı dostlarımızın ziyareti ve omünasebetle yapılan muhabbet gösterisionların diyarı ve halkı hakkında hafızamda yeralmış olan acı, tatlı bütün intibaları867canlandırdı. Tatlı dediğim zaman sakın Arapdiyarına mahsus dünyaca meşhur tatlılarınıkast ettiğimi ve bazı gazetecilerin romantik,fakat çirkin bir tarzda Cemal Paşa’nınkudretine dayanarak o diyarda keyifsürdüğümü sanmayın. Çünkü Suriye veLübnan’da geçen hizmet yıllarım baştan başaen derin ıstırap ve meşakkat868 içindegeçmiştir. Şikâyetçi değilim, çünkü, gerçi herzaman, “Çiğnerim, çiğnerim, hakkı tutarkaldırırım,” iddiasında bulunamam. Fakat herzaman, herhangi şart içinde ıstırap çekenlerekalbim ve kollarım açıktır. Ve ben Arapdiyarına, bilhassa en çok aralarında kaldığımLübnan’a, acı günlerinde gittim ve insan
takatinin869 tahammülü derecesinde de kendimahdut sahamda870 onların dertlerine ortakoldum.Bütün o geçen günlerin işte, Lübnanlımisafirlerimin resimlerini gazetelerde tekrargördüğüm zaman yaşadım.Arapları, mizaç itibariyle Türklerden çokbaşka olmalarına rağmen, belki ferdiyetçi871taraflarından dolayı ve belki de daha sıcak insanoldukları için severim. Arapların arasındanbana başka başka bakımlardan Lübnanlılarcazip872 gelirler. Aralarında hayalesığmayacak derecede bariz873 bir tenevvü874vardır. En eski ve hatta tarih öncesi efsanelerekarışmış, birbirinden çok başka örnekleretesadüf edersiniz. Bu gün de bu bir avuçmedeniyet türlüsü millet arasından dünyaçapında devlet adamı görüşü, sükûn vekabiliyeti gösterenler olmuştur.Aziz okuyucular, bu münasebetle
hatıratımın birinci cildine bir hayli taraflarıkaydedilmiş olan günlerimin devamını sizinlepaylaşmak istiyorum. Ve bu maksatla eserimedevam ediyorum.* * *Lübnan ve kısmen Arap diyarını tanımamaâmil olan şahıs Cemal Paşa’dır. Kendisiniİttihat ve Terakki’nin ilk senelerinde, beniFazlıpaşa’daki evimde hanımı ile ziyaret ettiğizaman tanımıştım.Birinci Dünya Harbi’nde Türkiye’de, başkabaşka sebeplerden dolayı bir taraftan en acıtenkitlere bir taraftan da yapıcıkabiliyetlerinden dolayı takdire maruz kalmışiki isimden birisi, eski aziz dostumuz, İzmirValisi Rahmi Bey875, diğeri ise CemalPaşa’dır. Rahmi Bey, İzmir Valisi sıfatı ilevilâyetindeki Hıristiyanların tehcirine manioluştu.Cemal Paşa da Suriye’de, sürgünErmenilere karşı eski Osmanlı devlet adamınayakışır bir vaziyet almıştı. Hatta, Suriye’de
Ermeni kıtali876 çıkarmaya sebep olabilecekbir hareketi kökünden koparmak için, birmüteşebbisini877 idam ettirmişti. CemalPaşa’nın en büyük müşkülâtı, Türk Ordusu dadahil, Arapların, Ermenilerin iaşesi878meselesi idi. Maamâfih, ordu büyük birâlicenaplık879 göstererek, yardım teşkilâlarınakendi erzakından elinden gelen fedakârlığıyapmaktan çekinmemişti. Ben de hemenhemen daimî olan bağırsak rahatsızlığımdandolayı mekteplerin başlıca iaşesi olan bulguruyiyemediğim için, bana zaman zaman, daimamuhtaç olduğum lâpa için pirinç göndermişolmasına çok minnettarım. Bilhassa Suriye’ninerzak menbaı880 olan Cebel-i Havran’dan881buğday tedariki882 çok müşkülleşmişti.Denizler ablukada ve tek nakil vasıtası olanşimendiferin de henüz tamam edilmemişolması, aynı zamanda asker nakliyatının da aynıhat üzerinde yapılmakta olduğundan, Suriye’yepek az erzak geliyordu. Bu günlerde Mısır’a
taarruzu bir cinnet telâkki edenler vardı. Fakat,esasen bütün o ilk Cihan Harbi, başında Garbdevletleri olmak şartıyla hırs ve cinnetin ayrıayrı birer tezahüründen883 ibaretti. Maamâfihsebepleri ne olursa olsun, hermuharip884devlet, medeniyet ve müdafaa içinher şeyi göze alması hayatî bir zaruretti885.Kanal hücumları esnasında, Fransızlarınteşviki veyahut Fransızları getirmek içinSuriye’de bir ihtilâl teşebbüsü olduğusöyleniyordu. Âmilleri ne olursa olsun, CemalPaşa bu isyan teşebbüsünü bastırmak için çokşiddetli davranmış, Âliye Askerî Mahkemesi,kırk ihtilâlciyi idama mahkûm etmiş, bir haylişüpheli gördüklerini de Anadolu’ya sürmüştü.Gerçi yıllar yılıdır, değil kırk, yüzleri ve binleriaşan insan hayatına siyasî sebeplerden dolayıson vermek, bu garip dünyanın hemen hementabiî olayları arasına girmiştir. Fakat ne olursaolsun, bu kırk kişinin idamı bana çok acı birtesir yapmıştı. Maamâfih sükûnu iadedensonra, Cemal Paşa, hastalıkla mücadele etmek,
mektep açmak siyasetini ele almış ve emsalsizenerjisi sayesinde bir hayli kıymetli işleryapmış ve Suriye’de nizam886 ve hayatmasuniyetini887 temin etmişti.O günlerde Falih Rıfkı Bey888, İstanbul’agelerek Âliye Mahkemesi’nin icraatını müdafaaetmişti889. Esasen genç ve kabiliyetli bir yazarve gazeteci olan Falih Rıfkı Bey, bana CemalPaşa’dan bir mektup getirmişti. Bundan Fransızmanastırlarını, mekteplerini kapamaya mecburolduğunu, maarif mekteplerinin kifayetsizliğinizikr ettikten890 sonra Suriye vilâyetivasıtasıyla ve ordunun yardımıyla mektepaçmak teşebbüsüne giriştiğini yazıyor, aynızamanda benim şahsen gitmem veyahut bazıhocaların gitmesine vesatet etmemin891mümkün olup olmadığını soruyordu. İlkSuriye’ye gönüllü giden hoca Nigâr Edib’dir.Beyrut’da altı sınıflı bir mektep açtı ve her sınıfhalk, çocuklarını bu mektebe gönderdi. Çokbariz bir Türk aleyhtarlığına rağmen bu
mekteptan o hoşnut892 göründü ve dostanebir vaziyet aldı.1916 başlarında bir ikinci mektup dahaaldım. Bu defa, Cemal Paşa, Nakiye Hanım ileberaber mahdut bir zaman için Suriye’ye gelipŞam, Beyrut ve Lübnan’da mektep açmak içinbir plan hazırlamamızı rica ediyordu. Tatilgünlerine tesadüf eden bu daveti kabul ettik.Aynı zamanda Suriye’deki Türk ve İslâmeserlerini tetkike davet edilmiş olan HamdullahSuphi Bey ile beraber Haydarpaşa’dan hareketettik. Cemal Paşa’nın bir yaveri de bize refakatediyordu. Bazılarımıza fazla şiddetli görünenÂliye Mahkemesi kararlarından sonra, Türk’leArap’ın arasını açan husumet893 hissininizalesi894 için Cemal Paşa ciddî bir karar almışolduğuna hepimize bir kanaat gelmiş idi. Ovaziyette her Türk’ün elinde olan hizmetiyapması, âdeta bir vatandaşlık borcu idi.Anadolu hattında, İzmit’den öte, bu ilkseyahatim olduğu için etrafıma merak ve alâkaile bakıyordum. Gerçi o günden beri muhtelif
sebepler ve vaziyetlerde sayısız defa bu hattangeçtim. Bu birinci sefer, askerî harekât venakliyatı ilk görüşümdü. Hâlâ o gün yüzbinlerce vatan evlâdının meçhul akıbetleri,şehadetleri895 ve muhtemel faciaları içimdehüzün ve endişe uyandırdı. Aynı trende,tanınmış doktorlardan müteşekkil bir Kızılayheyeti, mukaddes896 yerleri müdafaadagösterdiği ideal cesareti ile şöhret alanFahreddin Paşa’nın897 Mekke’deki veyaMedine’deki karargâhına gidiyorlardı.Eskişehir’den Konya’ya uzanan çıplak, sarısaha çok sıcaktı. Trenin Konya civarında biristasyonda iki saatten fazla kalmasındanfaydalanarak oracıktaki bir köyü gezdik. Buyirmi beş haneli köycükte, hemen hiç erkekyoktu. İhtiyar kadınlar kapıların önlerindeelleri şakaklarında oturmuş düşünüyorlar,çocuklar sokakta oynuyor, bir genç kadıngrubu da omuzlarında çapalarıyla tarladandönüyorlardı. Kadınların yalnızlığı, tozun sıcaksıkıntısı tarif edilmez bir hatıradır. Tarladan
dönen kadınlar, tozlu köy sokağındaçömeldiler. Hepsi birer birer kocalarınınisimlerini söylerken birdenbire hıçkırarakağlıyorlardı. Henüz harbin ikinci yılında idik.Fakat bu kendi hallerine terk edilmiş kadınlarıntakati tükenmiş, harbin ne zaman biteceğinisoruyorlardı. Bunlar sadece cephedekisevgililerini düşünmekle kalmıyor, bütünTürkiye’yi ve orduyu beslemek vazifesiAnadolu kadınlarının omuzlarına yüklenmişti.Her halde bu zavallı kadınlar bir hayli yıl dahabu yükü taşıyacaklardı ve zavallıların pek azıdünya gözü ile kocalarını veyahut oğullarınıgörebileceklerdi.Konya İstasyonu, bir sefalet sahnesi idi.Şarkî Anadolu’dan muhacirler, aileleri veçıkınları ile istasyonu doldurmuşlardı.İstasyonun lâmbaları altında birbirlerinesokulmuş, parça parça, fakat parlak renkliesvapları ile muhaceretin, yani köklerininkoparılmasından gelen bomboş ve manasızgözlerle tren bekliyorlardı. Hepsinde garip birsefalet ve biçarelik898 kokusu... Evet, koku
sadece maddi kirden gelmiyor, manevî sefaletiçinde kalabalığın garip bir kokusu oluyor.Pozantı’da henüz bitmemiş bir takım yenibinalar, yollar, bir han bir de hastahane gözeçarpıyordu.İslâhiye’de bizi Halep trenine yetiştirmekiçin bir kamyon tedarik edildi. Nakliyevasıtaları o kadar az olan bir yerde,vasıtasızlıktan şaşırmış bir kalabalıktan,kamyonun alabileceği kadar yolcu soktuk.Yaver itiraz etti. Evvelâ Paşa’nın misafirlerisıfatıyla bizleri rahat seyahat ettirmek istiyor,sonra da haklı olarak memleketi baştan başasaran tifüs ve koleradan bizi sakınmakistiyordu. Fakat biz yolda bir alay insanın vasıtatedarik edemediği bu garip yerde birkaç kişikamyona kurulup gitmeyi içimizesığdıramıyorduk. Yaver, Hamdullah Suphi’ye:“Siz kolera, tifüs nedir bilmiyorsunuz galiba?”diye serzeniş899 ettiği zaman HamdullahSuphi en hatibane tavrıyla başını sallayarak:“Biliriz, biliriz,” diyordu. Yaver artık yolcualamayacağını ilan edip şoförün yanına sıkıştığı
vakit biz arka kapıdan bir Türk, bir de Ermenitüccarını aldık ve onların yanına sıkıştık.Toros Dağları’nın eteğinde, tam o muazzamsırta tırmanmak üzere iken acı bir feryat işittikve kamyonu durdurduk. Yolun ortasında yarıçıplak bir ihtiyar kadın oturmuş ağlıyordu.Yeleği parça parça, beyaz saçları fesininyemenisi altında saçak saçak, çıplak ayaklarıyerde, buruşuk yüzünde yolunu kaybetmiş birçocuğun korkusu ve çaresizliği vardı. Yaverorada ne aradığını sorduğu vakit, bir çocuk gibidudaklarını büktü ve boş bir çukura benzeyendipsiz, çökük ağzındaki bu ifade o kadar garipbir tezat yapıyordu ki: “Osmaniye’ye gidenaşirettenim oğul, dün beni burada koyupgittiler, bu gün gelip alacaklardı, beniunuttular, beni terk ettiler. Ah oğul, ah oğul...”diye feryada başladı. Bu zavallı ihtiyar hatun,bütün kamyonu alâkadar etmişti. Her haldeherkes kıyafetinden o civarda dolaşanaşiretlerden birine mensup olduğunakaniydi900. Acaba gelip alacaklar mı? Yoksa,
bu beyâbâna901 ölsün, gitsin diye mibırakmışlardı? Aşiretlerdeki ihtiyarlara karşıbeslenen hürmeti bildiğimizden gelipalacaklarına inandık. Karanlık basmadan dağlarıgeçmek mecburiyeti bizim orada daha fazlakalmamıza mani idi. Ona ekmek peynir vepara bıraktık, arkasına da bir ceket giydirdik veoradan ayrıldık. Kamyondakiler Mamure’yekadar gidebileceğini, hiç olmazsa orada aşiretiile temasa girebileceğine kani idiler. Benimiçimde o günden beri geçmeyen büyük biracaba vardır. Kamyon hareket ettiği zaman,gözüm orada, yüreğim parça parça kamyonunarkasından yola bakarken birdenbireHamdullah Suphi’nin bir çocuk gibi hıçkırahıçkıra ağladığını gördüm. O günden beri herne zaman kısa veyahut uzunca bir zaman içinHamdullah ile aramızda bir fikir ayrılığı olsa,onun terk edilmiş bir ihtiyar kadın için nasıl birçocuk şefkatiyle ve merhametiyle ağladığınıhatırlarım. Ve aramızdaki boşluk ve çukurderhal dolar.O akşam İslâhiye’den Halep’e hareket
etmiştik. Halep sokaklarında Hamdullah Suphiile bütün bir gün dolaştık. O, İslâm eserlerinibüyük bir ciddiyetle tetkik ediyor, ben, darsokakların Ortaçağ cazibesine tutulmuş,vaktiyle büyük Osmanlıların Arap diyarınagiderken kalıp belki ozanların sazlarını,seslerini, müşaarelerini902 dinledikleriviran903 hanların uyandırdığı tarih destanlarıhayaline dalmış dolaşıyordum.Halep’den o akşam geç hareket ettik. Birkaçsaat sonra, akşamın loşluğunda, arı kovanlarıgibi görünen Arap köylerinin evlerinebakıyordum. Koyulaşan mavi havada kıvrılakıvrıla yükselen hafif bir duman, ne kadarmodern şehirlerin fabrika bacalarından çıkanisli, kara dumanlardan başka idi.Birkaç saat uyumuşum. Humus’a gelmişiz.İstasyondan gelen garip seslerle uyanmıştım.Ekserisi kadın olmak şartıyla belki yüz boğukboğazdan gelen sesler birbirine karışıyordu:— Yâ Abdurrahman..., yâ Abdullah..., yâMehmed...
Bu kadın sesleri arasında bazen kalın, fakatyine o diyara mahsus boğuk bir erkek sesi debazan geliyordu:— Yâ ummî904, yâ ummî... Kocaları veyaoğulları askere giden kadınlar, her askerî trengeçtikçe istasyona üşüşüyor, sevgililerini askervagonlarında bulmak ümidi ile ellerinisallayarak sesleniyor ve koşuşuyorlardı. Bir ikitanesi erkeğini bulmuş, vagonun eşiğindesarmaş dolaş oluyor, şapur şupuröpüşüyorlardı.Tren, Humus’dan hareket etti. Fakat düdüksesleri arasından yükselen, “YâAbdurrahman...” feryadını hâlâ işitiyor gibiidim. Abdurrahman kimdi? Bunu hiçbir zamanbilemeyeceğim, fakat trenin arkasındanistasyonda koşan kadının ellerinin hareketini,boğuk ve sıcak sesini her zaman duyacağım.Baalbek’de tren bir an için durdu, uyandım,bir sürü kırık beyaz sütunlar arasından ayışıldıyordu. Biraz rüya gibi geçti. Mektepgünlerinde bile bir hayal uyandıran bir tarihöncesi garip diyor, yaşayan realiteler arasında
bana hiç tesir yapmadı.Cemal Paşa ailesi, Lübnan’da, Sauffer’de,güzel, mermer kaplı bir köşkte oturuyorlardı.Geniş sofaları, salonları, dikkat ve sanatlaişlenmiş merdiven tırabzanları vardı. BalkondanLübnan’ın keskin koyu mavi gölgeler altında,çıplak kayaları, kadife gibi yumuşak zeytinyeşili ormanları ile seyrediyorsunuz.Cemal Paşa’nın hanımı İsviçre’ye çocuğunutedaviye götürmüş, kendisi de cephede idi.Evde annesi, kardeşi ve bende büyük birmuhabbet uyandıran kayınvalidesi vardı. Belkialtmışında, ince zarif, fakat cazibesi en fazlaçocuk mizacında sezilen bir hanımefendi idi.Bu evin hanımlarının da, hatta hizmetçilerininde birbirlerine karşı münasebetlerinde çok hoşbir dostluk havası seziliyordu. En fazla hoşumagiden şey de evdeki hayatlarının orta halli biraileyi geçmeyen sadeliği oldu. Çünkü paşaevlerinde, bilhassa Cemal Paşa’nın evinde,halkın sefaleti karşısında çok lüks bir hayatyaşandığı iddiası bende kötü tesir yapmıştı.Ertesi gün Cemal Paşa mektep planı hakkında
konuşmak için Lübnan’a geldi. Ben, kendiihtiyaçlarını herkesten iyi bildiklerine kaniolduğum Arapların kendileri ile temasyapmadan bir tetkik yapmak ihtimaliolmadığını ve en fazla garblılaşmış Arapunsuru Lübnanlılar olduğundan planı bilhassaBeyrut’da yapmayı teklif ettim. Muvafık905buldu ve planı bitirince çölü ziyaret etmemiziteklif etti. Suriye’deki Türk Ordusu’nu vedevletimizi tehlikeye sokması ihtimaliniönlemek için ihtilâl teşebbüsünün önünübüyük bir şiddetle yapmaya906 mecburolmuş, fakat bunun milletteki tesirini detamamen idrak etmişti.Halkı memnun edecek bir idare tesisi vebilhassa tahsil meselesinin zihnini çok meşgulettiği anlaşılıyordu. Fransızların Araplara tesiri,siyasî gayeye dayanmakla beraber, tesis ettiğimekteplere bağlı idi. Dinî ve dar bir çerçeveiçinde olsa dahi, bu vazıh907 tahsil sistemleriolduğunda hiç şüphe yoktur. Cemal Paşa,tahsil meselesini, dinî olmaktan ziyade liberal
ve Garb esaslarına istinat ettirmek908istiyordu.Lübnan’da ilk teması aradığım, o zamanLübnan’da oturan, vaktiyle Tanin gazetesimüessislerinden909 olan ve Halep valiliğindebulunmuş olan Hüseyin Kâzım Bey910 ileyaptım. Daha sonra, Ermeni muhacirleriniSuriye’de, insanî metotlarla yerleştirmeyiüzerine almış, fakat hükûmet merkezi ile çıkananlaşmazlık sebebiyle istifa etmiş, Saliffer’debüyük bir eve yerleşmişti. Esasen Lübnan’daküçük evlere pek tesadüf edilmiyordu. EkserisiAmerika’da servet yapmış olan her Lübnanlıhemen mutlak beyaz mermerli lâtif911 bir evyaptırıyordu. Hüseyin Kâzım Bey’lekonuşmalarım bende çok iyi bir tesir bıraktı.İyi Arapça biliyor, Arapları yakından tetkiketmişti, yalnız Araplara değil, bütünekalliyetlere912 tatbik edilmesi lazım gelenidare hakkında çok geniş ve insanîdüşünüyordu. Bu husustaki fikirlerini kendime
çok yakın buldum. Kâzım Bey aynı zamanda enhakikî ve esaslı manasıyla Müslümandı.Münevver bir Avrupalı nasıl İncil’den ayetleriherhangi bir işte kolaylıkla ve tabiî bir surettezikr ederse, o da Kur’an’ın bütün zaman içininsaniyete elzem olan parçalarını zikredebiliyordu. “Zulme dayanan herhangi biridare iflâsa mahkûmdur,” derken, sesindekiheyecan ve imanı daima hatırlayacağım. Herhalde Cemal Paşa’nın Araplara tatbike kararverdiği idare zihniyetindeki yeni temayülde913hissesi olduğunu zannediyorum. Ondan sonraArslan ailesiyle görüştüm. Mektepmeselesindeki fikirlerini dikkat ve alâka iledinledim. Onlar Lübnan’ın örnek ailelerindenbiri idiler.İki gün sonra Beyrut’a hareket ettik.Lübnan’ın zeytin yeşil tepeleri karlı idi.Beyrut’a yaklaştıkça önümüzde çam ağaçları,muz fidanları, uzun palmiyeler kaplı bir sayahagiriyorduk. Daha aşağıda kızıl bir sahil, koyumavi Akdeniz’e uzanıyor, üstünden hiç gemigeçmeyen bu güzel deniz gök ile birleşiyordu.
Halk, bariz bir şekilde sefalet içindegörünüyor, fakat muhteşem kıyafetlerleyüksek sınıf aileler de lüks otomobiller içindedolaşıp duruyorlardı. Maamâfih henüz kıtlık,sonraki korkunç dereceye düşmemişti.Beyrut’da rıhtımdaki Bassoul Otel’indekaldık. Ve planı orada hazırladık, aynı zamandaOrdu Erkânı Harbiyesi’yle başlarındaki MiralayFuad Bey914 orada çalışıyorlardı.Rapor iki haftada hazırlandı ve aynızamanda Lübnan ve Beyrut’daki Fransızmanastırları, dinî mektepleri hakkında da lâzımgelen tetkiki de yapabildim. Tabiî en yüksekmektep ve ilim müessesesi Amerikalıların idi,başında Doktor Bliss bulunuyordu. MaamâfihFransız manastırlarının loş duvarları arasındaçocukların kafasına ve karakterine dikkatedeğer bir kabiliyetle muayyen bir istikametvermekte emsalsiz bir metotları vardı.Aralarında gerek kadın ve gerek erkek papaz verahibelerden bazılarını tanımak faydalı oldu.Fedakârlık ve ideallerine sadakat bakımındanemsalsiz kimselerdi. Tarzlarını insan ne kadar
kendi tarzına muhalif görürse görsün, idarîkabiliyetlerini ve insanî taraflarını takdiretmemek imkânsızdır.Raporun kısaca iskeleti şu idi:Beyrut, Lübnan ve Şam için Beyrut’damüşterek bir muallim mektebi tesis etmek, herüçü için şimdilik zikri geçen şehirlerde altısınıflı birer mektep hazırlamak. Bu bir taraftanekseriyetin tahsil hududunu teşkil etmesiihtimaline rağmen, aynı zamanda bunların idadîve muallim mektebi devresine de bir hazırlıkolduğunu göz önünde tutarak programı onagöre tesbit etmek, Arapça, Türkçe veFransızcayı dil olarak öğretmek, Fransızcayerine İngilizceyi tecviz edenler915 de yokdeğildi. Ben Fransızcada ısrar ettim, çünküekseriyet o güne kadar Fransız kültürü –birazmübalağalı taklit vaziyetinde olsa dahi– içindeyetişmişti. İnsanları köklerinden koparmak çokkolay olmadığı gibi, az zamanda da çok muzirve marazî916 bir vaziyete de sokabilir.Bu planı hazırlarken, birkaç ay sonra bunun
bir kısmını tatbik için kendimin Lübnan veArap diyarına (döneceğimi) hiç düşünmedim.Bence mühim olan şey, tahsil vasıtasıylamillette uyandırılması lazım gelen yeni birzihniyetin ilk temelini atabilmekti.O zamana kadar, Suriye’deki Arapmilliyetçiliği, ecnebiler elinde birer siyasîmanivelâ gibi kullanılmıştı. Bütün zaman içinmedenî insanlar arasında var olacağınainanıyorum. Fakat aynı zamanda bu güzelidealin herhangi siyasî gayeye âlet edildiğizaman en korkunç ve vahşî bir şekil almasıihtimaline de inanıyordum ve hâlâ da buinancım bâkîdir917. Kanaatimce Türkiye,Arapları herhangi yabancı kültürden fazlaArap kültürüne bağlaması lâzımdı. Fakat aynızamanda Türk Devleti’nin muhtelif ve zıtunsurlarını birleştirmek için Türk kültürünüve dilini öğrenmesi de lâzımdı. Bunu dadevletin açacağı yeni mektepler teminedebilirdi. Yine inanıyorum ki, Arap milleti birgün tam istiklâlini alırsa, iktisadî, coğrafî vehatta dinî kültür bakımından Türklerle işbirliği
lüzumunu idrâk edecek, Türklerle medeniyetve sulh yolunda el ele yürüyecektir. Bu günLübnanlı misafirlerin uyandırdığı alâkayıgördüğüm zaman, acaba o yolun başında mıyız,diye kendi kendime soruyorum.1914 senesinde, parlamentomuzda, Arapmensupları da vardı. Fakat, Anayasadaki bütünhaklara ve mesuliyetlere iştiraklerine rağmenbir türlü Arapları kendimize bağlayamamıştık.Bana öyle geliyordu ki, Türkiye, tahsilistikametini ve idaresini tesbit ederken,istikbalde kendisiyle işbirliği yapabilecek birmüstakil Arap diyarını ve milletini göz önündetutması lâzımdı. Arapları ebediyen idaremizaltında tutabilmek gayesinden tamamenvazgeçmelidir. Türkler, Arap dünyasına,Anadolu’dan çok fazla emek ve para sarfettiler. O topraklarda Türk kanı döktüler.Fakat Araplar, memleketlerini müdafaa edenTürkiye’yi istemiyordu. Çünkü Türkiyebilhassa tahsil ve idarede lazım gelen zihniyetiaşılamaya muvaffak olmamıştı.Otel Bassoul’de Miralay Fuad Bey bizi
birkaç defa ziyaret etti ve hâlâ hatırladığımkonuşmalar yaptı. Fuad Bey kudretli birkaleme sahip, aynı zamanda bazı yazıları –bilhassa Yemen’e ait olanlar– birer sanateseridir. Kendisinin aynı zamanda Âliye Divanıkararlarına muarız olduğunu işitmiştim.Kendisine bu kararlar hakkında fikrini sordum.Acaba Arap milliyetçileri idareyi Türkiye’denFransızlara geçirmek için mi harekete geçmiş,ihtilâl ve isyan hazırlamış, yoksa hakikîgayeleri istiklâl mi idi, mealinde bir sualsordum. Cevapları bu hususta Cemal Paşa’nınkanaatlerinin aynını ifade ediyordu.Türkiye’nin gayesinin harbi kazanmakolduğunu söyledikten sonra, eğer Âliye Divan-ıHarbı’nın kısa süre tedhişi918 olmazsa,ordumuzun ilk aylarda Suriye’den çekilmekmecburiyetinde kalacağını anlattı. Arapmilliyetçilerinin hepsinin eseri mi, yoksa hakikîgayelerinin istiklâl mi olduğunu sorduğumzaman, aralarında hakikî istiklâlci ve milliyetçiolanlar da bulunduğunu söyledi. Bu hakikîistiklâlciler arasında bazılarının ölümünü
anlattı. Bir tanesi hakkında söylediklerininmeali şudur:— Ben Beyrut’a, hükümlerin icra edileceğigün geldim. Hükûmet konağı karşısında birkaçtanesinin asılmış olduğunu gördüm. Diğerlerigelirken, aralarında vaktiyle ihtiyat zabitliği919etmiş başı kalpaklı biri vardı. Çok sakindi,sehpaların karşısındaki tahta sıralardan birineoturdu, sırası gelinceye kadar sigara içti. Sonrasehpasını kendi seçti, boynuna ipi kendigeçirdi, son sözü: “Araplar için ölüyorum,”oldu.Bu bana o kadar derin bir tesir yaptı kiismini bile Fuad Bey’den sormadım. Fakatondan sonra ne zaman hükûmet konağınınönünden geçsem durur, onun ruhunuselamlardım. Ve onun ruhuna kendimi o kadaraşina hissettim ki bu diyarda olduğummüddetçe Arap çocukları için elimden gelenher şeyi yapmaya ahdettiğimi920 bu ruhasöyledim.Beyrut’dan sonra Şam’a gittik. Yol
harikulâde idi. Dünyada hiçbir millet, yaşadığıtopraklara acaba Araplar kadar kendidamgasını basabilir mi, diye kendi kendimesordum. Görüyordum ki insan Arabistan’a nesıfatla, hangi mecburiyetle giderse gitsin, oradabiraz yaşadıktan sonra, o hava içinde eriyor vedillerini öğreniyor. Hatta kendi ana dilini dahiArap telâffuzu921 ile söylemeğe başlıyor.Hatta o diyarda uzun müddet kalmışlarınyüzlerini dahi Araplardan ayırt etmek ve farketmek müşkül oluyor. Acaba bu sadece coğrafîve iklimî bir tesirden mi ileri geliyor, yoksahalkın içindeki ateşli ruhun sirayetindenmi922? Bilemem.Kapkaranlık bir gece, fakat Şam’ayaklaşırken, vadiden bir akarsu musikisininaksi kulaklarımıza geliyor. Biraz sonra salkımsöğüt korularının arasında BaradaNehri’nin923 tabiat üstü şeffaf bir beyazlıklakıvrılarak akıp gittiğini görüyorsunuz. Bu vadi,gündüz ışığında güneş vurduğu zaman dahi,uzun kavakların içinde muhayyileyi924
büyüleyen bir levhadır. İşte bu Barada, gecegündüz çağlayarak muazzam bir kudretle akıpgeçerken, ıssız çölün bütün varlığı yakansıcaklığından gelen serin bir sükûn ferahlığısızdırır. Ben, her zaman Yunus Emre’nin Şolcennetin ırmakları, akar Allah deyu deyuilâhisini, çocukluğumdaki yüzlerce çocuğun birağızdan söylediklerini hatırlarsam, derhalBarada’nın su ve rengi hafızamda dirilir. Aynızamanda bu gün, Hazret-i Peygamber’in,insaniyette hiçbir ayrılık kabul etmeyen birdemokrasi tayin ettiği günlerin, bu Barada’nınilhamı olduğunu düşünür dururum. HattaNiyagara Şelalesi’ni saatlerce seyretmiş birinsan olduğum hâlde, dünyada hiçbir nehrin bukadar ruhu kavrayan ve yıkayan bir güzellikleakıp geçtiğine inanmıyorum.Şam’da birkaç gün kaldıktan veraporumuzu teslim ettikten sonra çöle hareketettik. Cemal Paşa’nın kayınvalidesi de bizimleberaber geldi. O Beer-Şeba’da925 kalacak, bizgündüzleri çölü ve oradaki tesisleri926 görecek
ve akşamları birleşecektik. Ondan sonra daKudüs’e gidecektik.Seyahatimizin ilk günlerinde geçtiğimizArap kasabalarının hiçbir hususiyetinihatırlamıyorum. Sarı bir kum denizi, sıcak,çıplak beyaban. Kadınları ve erkekleri heristasyonda Humus’da şahit olduğumuzsahneleri tekrar edip durdular. Sade Toul-Kerbu’nun927 kırmızı renkli harikulâde tatlıve lezzetli kavunlarını unutamadım.Akşamüstü Vadi Sarar’a geldiğimiz zamantrenin penceresinden garip bir manzaragördüm. Askerî bir tren yükletiliyordu.İstasyonlarda tabiî olan telâşa, bir de askerîicapların ilâvesi, itişme ve kakışmayı korkunçbir hâle sokmuştu. Vagonların ekserisi açıktı.Ve asker bindiriliyordu. Makineler odunkullanmak mecburiyetinde kaldığı için, dumankaranlık havada milyonlarca ateş böceğiuçuşuyormuş gibi geliyordu. Uzun boylu birTürk çavuş, aralarında demir bir sütun gibidimdik durmuş, her açık vagona alabildiğikadar Arap eri yüklüyordu. Suratı çatıktı. Belki
Türk erlerinin Anadolu’nun bir ucundan öbürucuna günlerce, hatta aylarca hiç sesçıkarmadan yürüdüklerini düşünerek Araperlerinin altlarında bir tren olmasına rağmentelaş etmelerine kızıyordu. Hakikat biraz tuhafolmasına rağmen sabrının biraz tükenecektarafı da yok değildi. Çünkü bu vagonaalabileceği kadar er bindirdikten sonra ötekivagona geçiyor, fakat derhal bir an evvel okadar tıklım tıklım doldurduğu vagonunkarşısından bir kadın alayı bir vaveylâdırkoparıyor928 ve hemen yemişleri fazla olmuşbir insan ağacı silkelenmiş gibi erler vagonunkenarından pıtır pıtır yere dökülüyorlardı.Çavuş o kadar hiddetlendi ki bir aralık elindekikamçıyı vagondan atlayıp kadınlara doğrukaçan bir iki ere indirdi. Çavuş’un çıkardığıâdeta madenî ses, sakin ve umumiyetleiradesine hâkim Türk’ün sabrı tükenmişolduğu hissini veriyordu. Bu satırları yazarkenİsmet İnönü’nün İstiklâl Mücadelesibaşlarındaki bir sözünü hatırladım. “Enkorkunç ve sakınılması lazım gelen isyan, bu en
sakin Anadolu halkının isyanıdır.”Hemen vagondan atladım, çavuşun yanınakoştum, arkası dönüktü, kolundan çektim:— Hemşerim, bunlar kadın gibi hisli.Kuzum vurma, dedim.O kudretli kol birdenbire yanına düştü,bana döndü. Belki ana diline hasret çekiyordu.Birdenbire içini döktü:— Bir istasyonda iki yüz er yükletiyorum,öbür istasyona varmadan kırk elli kalmıyor.Hep kadınların sesi... Verdikleri zahmetibilemezsin. Kadın ne derse onu hemenyapıyorlar. Ateş hattına gitmek, kadınlarıistasyonlarda, yollarda dolaşan Araperkeklerinin nakliyatından daha kolay.— Köyünden ayrılalı kaç yıl oldu?— Altı.Bunu söyler söylemez sesi eski madensertliğini tekrar aldı. Askerlere dönerek emirvermeye başladı. Fakat bir daha kamçıkullanmadı. Ben vagonuma giderken, yüzünüdönmeden, “Allah selâmet versin hemşire,”diye seslendi. Ve o tren bacalarından çıkan ateş
zerreleri929 ile yumuşayan karanlık içinde deArap erleri ve Türk çavuşu gözümdenkayboldu.O akşam gece yarısından iki saat sonraNâsıra’dan930 Celile’ye931 geçecektik. Benoradaki tarihî gölü mutlak görmek istiyordum.Miralay Fuad Bey yanımıza Mülâzım932 ArifBey’i vermişti. Oraya gelince beniuyandırmasını rica ettikten sonra derin biruykuya dalmışım.Garip bir akarsu sesiyle uyandım ve etrafıdinledim. Bir dakika sonra kompartımanımızınpenceresi vuruldu. Arif Bey idi. Nakiye Hanımile beraber paltolarımızı giyerek dışarıyafırladık. Her taraf yasemin kokan bir gece. Darbir geçitten göle indik. Ay ışığı altındapırıldıyan altın renkli yaseminlerle kaplı biryere ve en kudretli avazların933uyandıramayacağı bir heyecanla muhayyileyiharekete getiren mutlak bir sükût...Önümüzdeki göl, beyaz ve siyah bir levha,uyuyan suları ayın beyaz ışığı yaldızlamış,
kıyılardaki yelken gemileri birer kocaman siyahgölge gibi gölün ayna şeffaflığına vurmuş...Evet, dedim; İsa Peygamber, mutlak böylegecelerde bu gölden kaç defa gelmiş geçmiş,belki de ayağımızın altında iskele vazifesi görenşu iptidaî taş yığınları üstünde balıkçılarla kaçdefa oturmuş konuşmuştu. Üçümüz de o gecegöle hâkim olan mutlak sükût, tatlı yaseminkokuları içinde o yeri tarihî manasıyla heyecaniçinde sustuk.Ertesi akşam Arif Bey, işte nihayet çölevardık, dediği zaman, etrafıma bakınıyor, yenibir heyecan bekliyordum. Öyle olmadı. Birtarafta bu susuz ve karanlık beyaban, öbürtarafta elektrik ışıkları içinde Birüssebi... ArifBey hemen yere atladı, askerin âmirlerikarşısında taş kesilen tavrı ile selâm verdi.“Sina Kumandan Miralay Behçet”934 diyekendini takdim eden zat, nezaketle elini uzattı,bizi yere indirdi. Unvan muhteşem. Fakatkendisi bir Ortaçağ filozofunun insanî vemütevazı hüviyetini canlandırıyordu.Birüssebi’de plan dahilinde yapılmış askerî
binalar gördük. Sokakları apaydınlıktı. Çölünortasında bu modern tesis insana âdeta birserap hissini veriyordu. Sokaklarda dolaşanaskerlerin arasında, ince vücutları kendilerinemahsus bir eda ile dalgalanarak hareket edenArapların deve sürülerinin başlarındageçtiklerini görüyorduk. Kasabanın ortasındageniş ve temiz bir meydan vardı. Aynı yerdeortası havuzlu bir bahçeye bakan bir demisafirhane göze çarpıyordu. Biz oraya misafirolduk. İçi çok güzel tanzim edilmişti935. İçeferahlık veren yeşillikler ortasında bayraklarsallanıyordu. Behçet Bey bizimle yemekyiyordu. Birüssebi memurları, bilhassadoktorları, belki Türk ülkesinden uzun müddetuzak kaldıkları ve o yerlere pek az adam geldiğiiçin pek memnun oldular, bize çok ikramettiler.Ertesi gün etrafı, Behçet Bey’in hazırladığıplan dairesinde gezmeye başladık... Devesürüleri ve Bedevîler936, inanılmaz birintizamla idare edilen hastahaneler ve siyah
örtülü Katolik Arap rahibelerindenhastabakıcılar ve bu muzlim937 gölgelerarasında derhal dikkati çeken beyaz birhemşire... Bu hemşirenin mevkii birazmüstesna idi938. Çünkü bütün hastalar onunşefkat ve itinasına güveniyorlar, doktorlar onakarşı en fazla hürmet ve muhabbetgösteriyorlardı. Yuvarlak beyaz yüzü etrafınısımsıkı kuşatan ıstırap ve acıya rağmen hâlâteravetini939 kaybetmemiş, açık elâ gözlerikuvvetli bir ışık saçıyor ve bize yabancıgelmeyen bir Türkçe konuşuyordu. Adıhemşire Anna. Kendisi bir Protestan Ermeniailesinin evlâdı idi. Mütekabil940 dökülenkanlardan dolayı iki tarafta biraz tabiî olangayzdan941 onda eser yoktu. Bu facianın içyüzünü onun kadar olduğu gibi, bütünsebepleri ile gören Ermeni vatandaşa ogünlerde tesadüf etmek imkânı yoktu. Hayatınıbütün hastalara vakf etmiş942, bütüninsaniyeti içine almış güzel bir kalbi vardı.
Istırabın ırk, cins, sınıf tanımadığını, eziyetçekenlere, düşmüşlere yardımın insana enbüyük hazzı verdiğini943 tecrübe ileöğrenmişti.Hastahaneden sonra Almanların tayyareistasyonuna gittik. Erlinger adında bir havazabiti bizi gezdirdi. Bana daha evvel bu adamınhavadaki harikulâde tayyare cambazlığındanbahsetmişlerdi. Bilhassa hava ile münasebetiolmayan bir piyade Türk zabitini tayyaresinebindirirse birdenbire tayyareyi taklakettirir944, korkutmaya çalışırmış. Havacesareti, toprak cesareti, deniz cesareti hepbirbirinden ayrı şeyler. Korku ve cesaret,adamına göre, daha doğrusu mizaca göre çokdeğişken bir şey olduğunu bana yıllarca sürenpsikolojik müşahede945 öğretti. Belki ben deömrüm boyunca muhtelif korkularla mücadeleetmeye mecbur kaldığım için bu sahada epeyceşeyler öğrendim. Erlinger’in yüzündeki garip,alaycı tebessüm havadaki cesaretininkazandırdığı şöhretin üzerindeki tesirini
anlatmaya kâfi idi. İçimde havaya çıkmanınnasıl bir his vereceği hakkında bir merakuyandırdı. “Acaba insan havada ne hisseder?”dedim. Bu kelime ağzımdan çıkar çıkmazderhal Almanca emirler vermeye başladı ve ikidakika sonra önümüzde bir tayyare hâsıl oldu.Erlinger, alelâcele nasıl ele geçirdiğinianlayamadığım bir bereyi başıma geçirdi.Sırtıma bir kürk giydirdi.Nakiye Hanım ile bizimle beraber gelmişolan hanımın korkusu, belki bu gün için yersizgörünebilir; fakat o günlerde tayyareci Erlingergibi olmasa dahi tayyareye karşı umumî birkorku vardı. Benim şahsen havadan ürkmemhiç geçmiş değildir. Hatta denizde bile kendimiacayip hissederim. Fakat o gün çölün üstündenuçarken bu harikulâde süratin uyandırdığıheyecanın verdiği baş dönmesi bana hoşgelmişti. Ondan sonra altımızdaki hudutsuzsarı kum deryasının, yumuşak tepelerininmanzarası bana her şeyi, bir an için her şeyiunutturdu.Tayyare bir zaman için sürati tabiî bir
tempo takip etti. Fakat ondan sonra birdenbiresallanmaya, havada sıçramaya başladı. O an,Erlinger’in tayyareye taklak attırmayıdüşündüğünü anladım. Acaba tayyare taklakatarken insan ne hissederdi? Tayyareye iyicebağlı dahi olsa acaba yerini muhafaza edebilirmiydi? Önümde tayyareyi idare edenErlinger’in yüzünü arkasına çevirip yüzümütecessüsle946 tetkik ettiğini gördüm. Toprağaalışık insanları –hatta kadın dahi olsalar–korkutmanın onu eğlendireceğini anlayınca,sükûnla yüzüne baktım ve güldüm. En küçükkorku emaresinin947 tehlikeli olacağınısezmiştim. O an hemen tayyare düzeldi.Beni tayyare taklağından kurtaran hiçşüphesiz onun yüzündeki alaya, alaylamukabele etmem olmuştu. Çünkü en küçüktelaş emaresi onu her nev’i tayyarecambazlığına sevkedebilirdi.Tayyare yere indiği zaman, hanımefendininelleri kulaklarında, gözleri kapalı. NakiyeHanım’a: “Sağ mı?” diye sorduğunu duydum.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 611
Pages: