Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:38:15

Description: Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

sebepten dolayı Haminne birdenbire telâşla birtas su getirdi, mendilini ıslatarak Kemal dayınınbaşına koydu. Havva Hanım’la beraberkoltuğuna girerek onu odasına çıkardılar.Bundan sonra evin içinde mutlak birsessizlik, herkes ayağının ucuna basarakyürüyor. Mahmure ablanın en küçükpatırtısını Haminne hoş görmüyor ve darılıyor.Bu ağır sükûtun ne kadar sürdüğünübilemem. Haminne daima Saraylı Teyze ilebirlikte Kemal dayının odası önünde veyaiçinde. Büyükbaba söyleniyor, dolaşıyor, bizçocuklar tamamen kendi hâlimize terk edilmişbir durumda. Yakın bir felâketi haber veren bumutlak sükûtun ağırlığını, omuzlarıma çökmüşgibi duyardım. Şayeste de artık gelmiyordu.Yanımda hiç insan sesi yok. Hoca Efendi’yeKur’an surelerini okurken kendi sesimi bileyadırgıyorum.Bir sabah uyanınca Haminne’nin yatağınıhiç bozulmamış bir hâlde buldum. Babamkapıda ayakta, bizi Mahmure abla ile aldıgötürdü.

O günlerde babamın tekrar taşındığıyokuşun altında, köşe başında, bakkalınüstündeki eve gittik. Kimse bunun sebebinibize izah etmedi, aynı ağır ve felâket bekleyenhava orada da hissediliyordu. Benim tektesellim birdenbire arkadaş oluverdiğim,babamın Flora adlı köpeği idi. Pençeleri ince,yumuşak tüyleri kahverengi, kısa ve parlak birkadife gibi, gözleri kocaman, içlerinde zamanzaman kızıl şûleler245 var. Flora da başkasebepten dolayı bedbaht246 idi. O evdebabamla benden başka kimse onu istemiyordu.Abla’nın büyükannesi Güllü Hanım namızkıldığı için onu odasına sokmuyordu. HizmetçiRoza da onu hiçbir tarafta istemiyordu. Babamevden çıkar çıkmaz, tek gezmesine müsaadeedilen yer kapının önündeki mermer taşlık vebir de yukarıdaki terastı. Fakat Flora kapınınönündeki taşlıktan ayrılmaz, kapının önündegaliba babamı beklerdi. Roza, Flora’ya bağırıptekme attığı zaman, tekme ve yumruklarvücuduma isabet etmiş gibi acı duyardım.

Sonbahar serinliği başlamış olduğu için benitaşlığa salıvermiyorlardı. Fakat ben ortalığıtenha bulunca koşar Flora’yı kucağıma alır,öper koklardım.Sabahları babam hepimizi odasına çağırır;Mahmure abla, küçük Nilüfer’le oynar,babamın bir dizinde ben, öteki dizinde Flora,ikimizi de okşar, sever: “Halide’nin gözleriFlora’nınkine benziyor,” derdi. Belki doğru idi.İkimizin içinde de bu garip dünyanın hüznü veağırlığı var, ikimizin içinde de nerede ve nasılolduğunu bilmediğimiz bir dünya hasreti vardı.Flora öldü ve köpek cennetine gitti. Fakat benmütemadiyen, kılıkları kıyafetleri başka, içleribir örnek olan bu zavallı zararsız görünen insancinsinin her devirde bazan içimde isyanuyandıran hareketleri, tekrar edipdurduklarını, hüzün ve hayretle seyretmeyemahkûmdum.Bu ağır felâket havası bir akşam sona erdi.Güllü Hanım’ın odasında yatıyordum. Geceyarısı uyandım. İçimde bir korku, bir sıkıntıvardı, vızıldanıyordum. Güllü Hanım beni

teskine çalışıyor, fakat muvaffak olamıyordu.Bu sıkıntının zaman zaman nüksettiği vetelepatik247 bir şey olduğu muhakkaktı.Ertesi sabah ev telâş içindeydi, babamerkenden gitti, Güllü Hanım’a bizi sokağaçıkarmamasını ve bilhassa beni sokaküzerindeki odaya bırakmamasını tembih etti.Nihayet Flora’nın odasına gelmesine müsaadeetmek sureti ile Güllü Hanım’ın arka taraftakiodasına kapanmaya razı oldum. Dışarıdaherkes Mahmure abla ile uğraşıyordu. O,“Teneşir kazanı gördüm,” diye bağırıyordu.Sonra birdenbire ellerinden kurtulmuş olacakki kapının kapanmasını duydum.İki gün sonra, babam elimden tutarakHaminne’nin evine götürdü. Büyükbabaselâmlıkta bir yatakta ve yanında akrabasındanSüleyman Ağa adlı sakallı bir adam yatıyordu.Nefes alamıyordu. Bana çevrilen gözlerindederin bir keder, mahiyetini bilmediğimiz ötekidünyanın esrarını sezenlerin garip bakışı vardı.Kıpkırmızı, yerlerinden fırlamış zavallı gözler.Beni yanına götürmelerini eliyle işaret etti,

başımı göğsünün üstüne çekti, okşadı, sonrababama beni götürmesini işaret etti.Birkaç gün sonra Mahmure abla ile tekrarHaminne’nin yanına döndük. Artık ne Kemaldayı, ne de Büyükbaba vardı. Büyükbaba da buahret yolculuğunda oğlunu aynı hafta takipetmişti.Haminne her zamanki köşesindeoturuyordu. Yüzü manasız, gözleri bomboş...Fakat yaşayacak olan insanın vücudu hastalığanasıl karşı gelirse insan ruhu da ıstıraba öylekarşı geliyor. Haminne’nin boş gözlerinde yavaşyavaş yeni bir karar, dizlerinin üstündehareketsiz duran ellerinin üstünde yeni birhareket başladı. Bu matem sahası olan evdençıkacak Üsküdar’a taşınacaktı. Her gün evaramaya gidiyorduk. Bulur bulmaz evdekieşyaların büyük bir kısmı satıldı, bize lâzımolanlar toplanmaya başlandı.Evden taşınacağımız günden bir günevveline ait hatıram vardır. O gece Havva

Hanım’ın odasında Haminne’nin kanaryası ileoynuyorduk. Mahmure ablanın elindeki birağır oyuncak kutusu kuşun üstüne düştü, kuşöldü. Mahmure abla: “Koş Haminne’ye git,kuşu ölü bulduk de. Biraz de yalandan ağlaemi,” dedi. Bu benim gibi, samimî arzu vehislerini göstermekten çekinen bir çocuk içinkabil değildi. O, “Haydi gözlerini tükürükle,”diye kolumdan yakaladı, kendisi feryat ederekHaminne’ nin odasına beni sürükledi.Haminne yatağında oturmuş Dumas’nın248çok sevdiği tercüme romanlarından biriniyüksek sesle okuyordu. Ablamı dinledi, biraztebessüm ederek: “Buraya gel Halide, busöylenenler doğru mu?” diye sordu. Galiba pekşaşkın görünmüş olacağım ki lâfı değiştirdi.“Haydi, Fikriyar seni soysun,” dedi. YataktaHaminne’nin yüksek sesle okuduğu hikâyeyidinliyordum. Kaçırılan bir küçük kızdanbahsediliyordu. Aynı zamanda mavi gözlüsüiyi, kara gözlüsü fena olan iki kardeş de buhikâyenin içine giriyordu. Sonunu işitmedendalmışım.

Ertesi sabah Mahmure ablaya karşı içimdebüyük bir hınçla uyandım. Bana, Haminne,yalan söylediğimizi anlamış gibi geliyor vebunun gibi gülünç bir vaziyete sokmuşolmasına isyan ediyordum. Bahçeye koştum,bir solucan alarak avucumun içine sakladım,bebekleri toplayan Mahmure ablanın yanınagittim. “Gözünü kapa, ağzını aç,” dedim.Çocukların ağzına şeker verileceği zaman hepböyle denirdi. Mahmure abla başını kaldırdı,gözlerini sımsıkı kapadı ve ağzını açtı. Hemensolucanı ağzına tıkayarak tabanları kaldırdım,kaçtım. Bu güne kadar böyle bir intikamı nasıldüşündüğümü izah edemiyorum. İşte artıkBeşiktaş’daki Mor Salkımlı Ev’d yaşadığımehayatın üstüne kalın bir perde inmişti.98. Açıklıkla.99. Mizah.100. Belirsiz.

101. Üstün gelmesi.102. Ortak.103. Gelişti.104. Herkesin katıldığı.105. Ortadan kalkıyor.106. Eyüp semtinde gelişen, 1950’lere dek sürenve günümüzde tekrar canlandırılmaya çalışılan, atıkmalzemelerden üretilen oyuncaklar. Bu günOyuncakçı Çıkmazı diye anılan sokakta EvliyaÇelebi’nin söylediğine göre yüz oyuncakçı dükkânıbulunurdu.107. (Far.) Suçlunun öldürülmek amacıylaçivilendiği haç biçimindeki dar ağacı.108. İçgüdünün.109. Belirtisi.110. Yaşayabilmeleri.111. Bir hastalığı iyi etmek için okutup üfletmek.112. Bağ.113. Söyleşi.

114. Ruh durumunu.115. Yazgımıza.116. Egemen.117. Erdemi.118. Hayalî.119. (Rum.) “Aleksi, gel buraya.”120. Zihnimde canlandırırdım.121. Basamaklarından.122. Yaradılışıma karşın.123. Uyuşukluk içgüdüsü.124. Bir erkeğin birden fazla kadınla evli olması.125. Etkeni.126. Onurunu.127. Sedefotugillerden, yaprakları almaşık, çiçekleribeyaz renkte, susama benzeyen tohumları acı olanbir bitki.128. Dini törenlerde çevrenin güzel kokmasınısağlamak, büyü ve ilaç yapmak amacıyla yakılankokulu madde.

129. Cinler, periler.130. (Fr.) Aşk rollerini oynayan yakışıklı oyuncu.131. Sosyal durumlarına.132. Sırlar.133. Geçmiştir.134. Pırıltısına.135. Sürekli olarak.136. Görünüşte, görünüşe göre.137. Yapay.138. Doruğunu, zirvesini.139. Alışkanlık.140. Aydınlanması.141. Midhat Paşa (Asıl adı Ahmed Şefik, 1822-1884) Osmanlı devlet adamı, sadrazam ve BirinciMeşrutiyet’in kurucusudur. Ziraat Bankası,Emniyet Sandığı, sanayi mektepleri de onuneseridir.142. Üstünde.143. Tutku.

144. Belirtisi.145. Kalıtım yoluyla birinden diğerine geçmek.146. Sebebi.147. İlkel.148. Eleştirmenden.149. Düşkünlük.150. İçgüdülerini.151. İngiliz yazar Charlotte Brontë’nin 1846’dabasılan ünlü romanı.152. Eleştirirdim.153. Özgür bırakılmış cariye veya köle.154. Saray veya büyük konaklarda yıllarca hizmetettikten sonra geçimi sağlanarak izin verilen kimse.155. Sevgi.156. Sarmış.157. Mark Twain (1835-1910): Tom Sawyer’ınSerüvenleri’nin yazarı.158. En pes erkek sesi.159. Filika büyüklüğünde, islimle işleyen deniz

teknesi.160. (İt.) Düet, karşılıklı iki kişi tarafından söylenenşarkı; düetto, küçük düet.161. Her yıl Recep ayının 12’sinde Hicaz’a gitmeküzere törenle yola çıkarılan ve padişahlarınarmağanlarını taşıyan topluluk.162. Ufak tefek sevimli insanlar için kullanılan birdeyim.163. Sessizlik ve durgunluk.164. Camilerde halka karşı Kuran okuma.165. Tanrısal.166. Gezegen.167. Cami, mescit gibi yerlerde Kâbe yönünügösteren, duvarda bulunan ve imama ayrılmış olanoyuk veya girintili yer.168. Dinî öğütlerde bulunuyorlar.169. Cami ve mescit gibi yerlerde Kuran’dan,hadis kitaplarından örnekler getirerek dinî öğütveren kimse.170. Çeşitli.

171. Müslümanlıkta dünyada günah işlemişolanlara ahirette verilecek ceza.172. Ramazan ayında, yatsı namazından sonracemaatle kılınan yirmi rekâtlık namaz.173. Ramazan gecelerinde, camilerde iki minarearasına gerilen ipler üzerine kandil (günümüzdeelektrik ampulleriyle) yazılan yazı veya resim.174. Aydınlık, ışıltılı kutsal görüntü.175. Baltazar: Kutsal Kitap’ta Belşassar adıyla yeralan “Daniel”: 5, 7 ve 8. bablarda adı geçen sonBabil kralı.176. Ulaştık.177. Bu metinde kastedilen “mahfil,” camilerdeparmaklıkla ayrılmış yüksek yer.178. Yoksullara ve öğrencilere yiyecek dağıtmakiçin kurulmuş hayır kurumu.179. Bir iyiliğe karşı teşekkür etme.180. Yok olmadı.181. Gelişmiş Brahmanizm. Hintlilerin ulusal dini.182. Hindistan ve Çin’de yaygın olan, Buddha’nın

ileri sürdüğü mistik dünya görüşü ve din.183. Üzüntü.184. Başarılı.185. Im Herzen von Afrika 1868-1871. Almanbotanikçi ve gezgin Georg AugustSchweinfurth’un yapıtı.186. Hayal ürünü.187. Düz yakalı önü ilikli bir tür ceket.188. (İt.) Ökçeli, konçsuz ayakkabı.189. Tuhaflığı.190. Istırap ve acı çekerdi.191. Sığındım.192. Osmanlı devletinde padişahların dışarıyla olanilişkilerine bakan, buyruklarını ilgililere bildiren, bazıkişilerin dileklerini kendisine ileten görevli.193. Osmanlı saraylarında ve büyük konaklardaharem ile selamlık arasında hizmet gören hadımedilmiş zenci köle.194. (Burada) Ayrılmaz parçaları.

195. Alaycı.196. Yazı masasının.197. Oyuncular topluluğu.198. Düzeni bozan etkisine.199. Yanlışlıklar Komedyası.200. Operada başkadın rolünü oynayan oyuncu.201. Osmanlı alfabesi.202. Kuran’ın bölünmüş olduğu otuz parçadanher biri.203. Sosyal.204. Kutsal.205. Sebep olabilecek.206. Gönül üzgünlüğü.207. Tanrı’ya boyun eğme, gönlü korku ve saygı iledolu olma.208. Kuran’ın belli kural ve işaretlere göreokunması.209. Göçmen.210. İlkokulda.

211. Öğretmenlik.212. Gerçekleşmemesi.213. Arapçada bir ünsüzün geniş kısa ve düz (a, e)okunacağını gösteren işaret.214. Arapçada bir ünsüzün dar, düz ve kısa (ı, i)okunacağını gösteren işaret.215. Göç.216. Küçük kitap.217. Kendinden geçen.218. Acımasızlık ve sıkıntısı.219. Tedirgin etti.220. Görünüşü.221. Arabozucular.222. Kötü davranışlı.223. İslami inanışa göre mahşer günü, üstündenyalnız günahsızların geçebileceğine inanılan köprü.224. Cehennem.225. Alçalmayı.226. İpekten, sarımtırak dallı nakışlarla işlenmiş bir

tür beyaz kumaş.227. Yakasız, uzun kollu erkek gömleği.228. Malı, eşyası.229. XVII. yüzyılda yaşamış Flemenkli ressam.Sanat tarihinin büyük adlarından biridir.230. Müzik terimi. İnce sesli çalgılara tek perdedeneşlik etmek.231. Türbelerde iri tespihler bulunur, yatırlarıntarikat erbabı türbedarları küçük çocukları vehastaları okuyup üfledikten sonra bu tespihiçocukların üzerine çevrelerini kuşatmak üzereatar, sonra da üzerine bastırmadan tespihinüstünden atlatır ve bunu üç kez yinelerlerdi. Buişleme tespihten geçmek, tespihten geçirmekdenirdi.232. Mezar.233. İnananlar.234. Padişahın hususi kesesi.235. Bir üst görevlinin yanında bulunan kimse.236. Gazi Osman Paşa: Plevne Müdafaası’ndaki

kahramanlığı ile büyük ve haklı bir şöhretkazanmıştır.237. Kavramını.238. Sonu.239. Kendine bağlamıştı.240. İğrenç.241. Yumuşak ve doğru kimse.242. İstemeksizin.243. Üzüldü.244. Kurtuluş Savaşı’nda milis kumandanı.245. Alevler.246. Mutsuz.247. Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen birolayı duygusal hiçbir bağlantı olmadan algılamak.248. Alexandre Dumas (1802-1870), Fransızyazar.

3Üsküdar’da oturduğumuz eve dairBirincisi, Selimiye’de İbrahim PaşaKonağı’nın ya selâmlık yahut da haremtarafıdır. Arkası Karacaahmet Mezarlığı ilekarşı karşıya, yüzü ve yanı İstanbul’un gökteyükselen binlerce minaresine bakar. Yarısındasahipleri oturur, fakat bizim taraf daBeşiktaş’daki evimiz kadar büyük. Yanında vearkasında, bilhassa gül ağaçları bol, bakımsız,fakat geniş bir bahçesi vardır. Mahallesizamanla kararmış, yıkılmaya yüz tutmuşkocaman ahşap konaklar ve evlerle dolu idi.Anlaşılan sahipleri vaktiyle sadrazam, nazır herhalde daha çok eski devrin ekâbiri249 imişler.O ev artık yanmıştır; fakat oradan geçerkeneski bir ahbaba bakar gibi, gözlerim daimaoraya dalar. Gül ağaçlarından başka bir hayligölgelik büyük ağaçları da vardı. Bilhassa

Mahmure ablanın ta tepesine tırmandığı,gözlerimi çevirdiğim zaman başımı döndüren,dalları göğe yapışmış gibi duran bir ceviz ağacıda vardı.Taşınır taşınmaz Selimiye Camii imamınıbize hoca olarak tuttular. Babam da ailesiyleyazı bizimle beraber geçirmeye geldi. ŞimdiNilüfer’den sonra Nigâr adlı küçük bir kızkardeş daha peyda olmuştu. Havva HanımNilüfer’e baktığı ve onu erken yatırdığı için,artık onun odasına pek gidemiyordum,selâmlıktaki ikinci erkek, daha evvel adı geçenSüleyman Ağa idi. Fakat Büyükbaba’dan çokdaha fazla bir efendi tavrı takındığı içinHaminne ondan pek memnun değildi.Maamâfîh, ben onu, daha doğrusu bütünlalaları, halayık ve hizmetçilere tercih ederdim.Bilhassa Şarkî250 Anadolu’ya ait peri masallarıveya şahsî maceralarını anlattığı zaman ağzımaçık kalırdı. Mahmure abla, Süleyman Ağa’nınüç karılı olduğunu nasılsa öğrenmiş, onunlaalay eder dururdu. Süleyman Ağa, karılarını,pilâv pişirmekteki maharetlerine göre tasnif

ederdi. Derdi ki: “Birinci karı, pilâvı kuru veyağı eksik pişirirdi. Pilâv pişirmesini bilir, diyemedh ettikleri bir kadın daha aldım. Fakat odaha hasis olduğu için pilâvı daha kuru önümesürüyor, yağı esirgiyordu. Kırk gün geçmedenbir üçüncüsünü aldım, bu da o kadar yağlıpişiriyordu ki yağlar, bıyıklarımdan,sakallarımdan aşağı akıyordu. Bir daha artıkevlenmedim.”Süleyman Ağa’dan sonra Eğinli Ahmed AğaLalamız geldi. Okur yazar, kurnaz, efendileriniparmağının üstünde çevirecek bir zekâyamalikti251. Muhayyilemin inkişafında o baştagelen âmillerden252 biridir. Her haldeiçtimaî253 sanat tarafımın inkişafında o büyükbir rol oynadı. Bana Türklerin halk edebiyatınıaçan odur. Bundan dolayıdır ki daha fazla garbusulü talime254 ve yabancı lisana ehemmiyetverilen bir sınıfın muharrirlerininherhangisinden fazla, Türk Edebiyatı’nınruhunu kavrayabildim. Yine aynı günlerdeyanlış olarak, babam musikiye istidadım

olduğunu zannetmiş ve Devlet Efendi ismindebir piyano hocası tutmuştu. Bu yaşta piyanoyabaşlamak kolay bir iş değildi. İskemleninüstüne benim için yüksek bir minder korlar,ellerimin cüsseme255 nazaran büyük olmasınarağmen, parmaklarım bir türlü oktav256yapamazdı. Hem piyanoya, hem de başkaderslerime beni hep Saraylı Hanım Teyzeçalıştırırdı. Fakat benim en çok sevdiğim şey,Ahmed Ağa ile Karacaahmet Mezarlığıetrafında ve Haydarpaşa’ya uzanan genişçayırlıklarda dolaşmaktı. Ahmed Ağa tam üçsene yanımızda kaldı. Daima hikâyeler okurdu.Bunlardan birincisi, beni çok cezib eden BattalGazi257 hikâyesidir. Bir gün elinde kocamansiyah bir kitap gördüm, bana okumasınısöyledim. O okurken ben kendimden geçiyorve mütemadiyen sual soruyordum. Eskiyeniçerilerin kahramanlık hikâyelerini anlatanbu kitap, muhayyilemi âdeta tutuşturdu. Banaeski zamanın askerî destanlarını açtı. Bu kitaptabeni teshir eden258 taraf belki kahramanlık

tarafından çok fazla olan şarkvarî259 hayali idi.Kitap “Afrika Seyahatnamesi” kadar uzundu.Hemen okumaya başladım ve altı ayda ancakbitirebildim. Onda sadece vak’alar değil,kudret, ses ve renkler beni gaşyediyordu260.Hele Gazi’nin bir tek numarasının, bir niceküffarın261 kulaklarını patlatıp, canlarınıcehenneme göndermesi, beni tir tir titretirdi. Okadar kuvvet ve korku timsali olan bu Gazi’ninisminin, Bizans kadınlarını korkutması kadartabiî bir şey olamazdı. Onun yanında, buhikâyeye göre, Peygamberimizin zamanındankalma üç yüz yaşında bir ihtiyar da vardı.Bizans imparatorları tevekkeli262prensesleri Kız Kulesi’ne saklamazlarmış, fakatyine de Gazi onları bulur, alırmış. AdıHeraklius olan bir Bizans İmparatoru ileyaptığı bir savaşta, İmparator’un ordusu üçyüz bin, Gazi ile ihtiyar ordusu da birkaç bin...Fakat anlaşılan, sadece şiirleri ileöldürdüklerinin sayısı, silâh ile öldürdükleriniaşıyor. Hele harbin gümbürtüsü, toz bulutları,

tehlikeler, zaferler... Her halde bu hikâyeyeniçeri ecdadımızı263, Ahmed Ağa ile beniteshir ettiği kadar teshir etmemiş olsa gerek.Ondan sonra okuduğum, sarı kâğıtlı Acembasması Ebû Müslim el-Horasanî’nin264hikâyesidir. Manzumdu265. Kitabınkahramanı, kuvvetlerini kaybetmiş olanAbbasilerin tarafını tutuyordu. Emevîlerledövüşüyordu. İnsan aklı almayacak kadar uzunve kanlı bir cidal266 Bu kitabın içinde, dahasonra okuduğum İspanya engizisyonunu267hatırlatan sahneler vardı. Bunu Battal Gazi’ninaçık ve mert savaşları kadar beğenmemekleberaber, okurken âdeta tüylerim ürperdi. Fakatbu eser bana, Asya’nın çok karışık ve sezilmesimüşkül olan taraflarını sezdirdi. Burada insan,birçok unutulmuş medeniyetlerin, İslâm’ınmert Arap dünyasına nasıl sızdıklarınıinhitat268 tohumlarını nasıl ektiklerini, siyasîvahdedi269 nasıl bozduklarını sezebilirdi. Evet,İslâmiyet’in o harikulâde demokrasisine, halkın

seçtiği idealist ve büyük liderleri yerine nasılAsyaî ve karışık bir sürü insan girdiğini insangörüyordu. Şahsî emniyetsizliğin,mütekabil270 gayz271 ve nefretin, bir veyaöbür tarafını imha272 için ne akla gelmezşeytanî vasıtalar kullandıklarını bu iptidaî273eserlerde sezmemek mümkün değil.Ebû Müslim el-Horasanî, eser olarakanlamasam bile, yüreğimi demir bir çembersıkardı. O, meşhur kahramanların kudretgösterilerindeki çirkin ve korkunç taraflarınıbana sezdirirdi. Kendi kendime derdim ki: “Bukanlı kavga ortalıkta devam ederken, küçükçocuklar ortalıkta ne yaparlar? Acaba geceleribu sahneler rüyalarına girer miydi?” Yıllar yılısonra, bir gün Suriye’de Er- kânı HarbiyeReisi274 Fuad Bey’le gezerken Arapçocuklarının kendini selâmladıklarını gördüm.Kendisi demişti ki: “Çocukların bu selâmıidaremizin yanlış bir tarafını gösteriyor. Bizimvarlığımızdan haberdar olmaları lâzımdı.”Maamâfih ben bu hikâyeleri okurken sadece

çocukları değil, halk tabakasını da şuur altıdüşünüyordum.Ne Battal Gazi, ne de Ebû Müslim el-Horasanî benim kahramanlarım arasında idi.Daha fazla, hayatlarının yarattığı muhteşemsahneler ve vak’alar muhayyilemikamçılamıştı. Ruhumun kahramanı Hazret-iAli idi. Ahmed Ağa onun harplerine ait banabirçok hikâyeler okumuştu. Gerçi Hazret-iAli’nin hayatı da harplerle dolu idi; fakat onlarıokurken hiçbir defa acaba o devirde çocuklarve halk ne hissederdi diye düşünmedim. Bilâkisbana Hazret-i Ali’nin başta olduğu savaşlardave yerde herkes kendini emniyette hisseder gibigelirdi. Bilhassa Hazret-i Ali’nin insanları yiyenejderhaları öldürmesi çok hoşuma giderdi.Hazret-i Ali sadece savaş meydanıkahramanının karşısına çıkamadığı iptidaî vekolektif kafalardaki korku sembolünü yok edenbir manevî kudret ifade ediyordu. Milletlerinkafasındaki ve halkın ruhundaki mevkileridaimî olan kahramanların arasında garip birbenzeyiş vardır. Siegfried275, St. Georg’lar gibi

tarih alanında şahsî şan ve şöhretin değil,insanların manevî emniyet, huzur, sükûn verahatını temin için karanlık ve korkuya karşıgelmiş sîmâlardır.Bütün şecaatine276, büyük harplerdekimuvaffakiyetine rağmen Hazret-i Ali siyasîbakımdan hiç de muvaffak olmuş bir sîmâdeğildir. Her düşman onun kalbininasaletinden, faziletinden277 istifade ederdi.Nihayet, düşmanlarına karşı mert ve insanîdavranan, zayıfları himaye eden, bir sîmâolarak tarihe geçti. Napolyonlar, İskenderlersadece yazıda, Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömergibiler insanların kalbinde ve kafasında ideal birörnek olarak kaldılar.İbrahim Paşa Konağı’nda, Mahmure abla onbir yaşına bastı. Sokakta çarşafa sokmayaçalışıyorlardı. Fakat o herhangi bir çocuk gibisokağa fırlar, oynardı. Ona, ilk görücü orada,on ikisine basmadan geldi. Gerçi Haminne’ninonu o yaşta kocaya vermesi imkânı yoktu.Fakat görücüleri de kapıdan çevirmeyi doğru

bulmuyordu. Bu ilk görücüler geldiği zamanMahmure abla ceviz ağacının en yüksekdalında idi. Onu indirmek, görücüye çıkmayarazı etmek için, başta Haminne olmak üzere,bütün ev halkı ağacın altında durdu, yalvardı.Görücüye çıkabilecek esvabı olmadığı için,pek de ufak tefek olan üvey annemizin birentarisini giydirdiler. O devirde görücüyeçıkacak yaştaki kızlara ayrıca uzun eteklikusulü entariler hazırlanırdı.Fikriyar’ın elinde kahve tepsisi, arkasındaMahmure abla görücülerin odasına girdiler.Orta yere, Saraylı Hanım Teyze’nin yaldızlı birsandalyesi konmuştu, temenna edip278 orayaoturdu. Hanımlar bir taraftan kahveleriniiçiyor, bir taraftan Abla’yı teftiş ediyor; aynızamanda damadın mevkii ve fazileti hakkındamalûmat veriyorlardı. Görücülerden biri kahvefincanını tepsiye kor koymaz, görücüye çıkankız ayağa kalkar, temenna eder ve odadan çıkargiderdi. Kahve içmek müddetinin kısalığı veyauzunluğu daima kızın beğenilmediğini veyabeğenildiğini işaret ederdi.

Havva Hanım bir gün bizi Haydarpaşa’dakiAbdürrezzak Tiyatrosu’na götürdü. Türktulûatçılığının279 en büyük yıldızı olan busanatkârı, hatta tiyatroyu, ömrümde ilk defagördüm. Abdürrezzak280, Avrupa’nın açıkhava tiyatrolarına muadil281 olan ortaoyunu,yani yerli sahnenin mahsulü idi. Bunlarmemleketin muhtelif sınıf, millet ve fertlerine,içtimaî rezaletlere282, siyasî aksaklıklara dairaçık ve imalı hicviyeler283 ve tenkitleredayanırdı. Ona muvazi olarak Mınakyan284Tiyatrosu da daima tercüme veya adapte285piyesler veren tiyatromuzdakiGarblılaşmamızın bir başlangıcı sayılabilirdi. Bugünkü Türk sahnesinin de ilk basamağı odur.Abdürrezzak gibi tulûatçılar ve az çokortaoyunu ananesini286 muhafaza edenlerartık açık havadan, o günün kapalı salaştiyatrosuna geçmişlerdir. Tiyatro, hınca hınçdolu idi. Kadınlar kafesler arkasından

seyrediyorlardı. Halk arasında, şerbetçiler,sucular, fındıkçı ve fıstıkçılar mütemadiyendolaşıyor ve yerler süprüntü içinde, fakathalkın oyuna karşı alâkasını hiçbir şeyeksiltmiyordu.Abdürrezzak, bir alkış tufanı ile karşılandı.Orta yaşlı, yuvarlak kumral sakallı, gözlerisonradan Avrupa’da gördüğüm bütün büyükkomedyenlerin gözlerine benziyordu. Bu gözlerbana konuşuyor gibi geldi. Tebessüm ediyor,alay ediyor, fakat aynı zamanda içlerinde derinbir hüzün vardı. Bir histen öteki hisse akarsugibi geçiyorlar, huzurlarının287 halktauyandırdığı neşe ve hayranlık, ancak hakikî vesanatkârın tarif edilemeyen bir hususiyetiniifade ediyor.Halkın ona karşı beslediği muhabbet vehayranlık, sonraları Abdülhamid’in şüphesinidavet etmiş, onu halktan uzaklaştırmak içinSaray’a almıştı. 1908 İhtilâli’ne kadar sahnedençekildi. Hakikî despotlar, siyasî olsun olmasındaima, her nev’î şöhretten ürkerler.

Neron’un288 tiyatro oynamaya özenmesi,sırf bu kudret ve şöhretin her cephesini elindetutmak hırsından ileri gelmişti. Babam bizi ogünlerde bir de cambazhaneye götürdü.Bilhassa bir kızın at üstündeki marifetleri benio kadar sardı ki uzun müddet içimde cambazolmak hevesine galebe çalamadım289.Selimiye’de o günlerde mezarlıklar arasındadolaşırken, beyaz sakallı, düşük kıyafetli biradam gördüm. Ve daima ne zaman mezarlığınönünden geçsem onun gölgesini mezarlararasında görüyordum. Niçin dolaştığını çokmerak ediyordum. Bir gün sokakta Haminne ileyürürken onunla karşılaştık. Haminne onunyanına doğru gitti, hatırını sordu. Sonra banaonun hayatı hakkında verdiği malûmat içimdebüyük bir tesir yaptı. Sakalının aklığınarağmen, meğer kırk yaşından pek fazladeğilmiş. On beş yıl önce karısı ölmüş. Bütünbir yıl karısının mezarını açıp, karısını görmekiçin mezarlıktan ayrılmak istememiş. Nihayetmezarı açmış, sevgilisinin yarı çürümüş cesedi

aklını başına getirmiş, fakat yine de mezarlıktanuzaklaşmamış. İşte yarı unutulmuş ve çökmüşbir mezarlık içinde, onun karısının mezarıbaşında, her gece bir fener yanar ve daimaüstünde çiçekler görürdüm.Selimiye’de karşımızda Yaver Paşa Sokağıdenilen yerde eski bir ahşap konak vardı.Büyük bir bahçe içinde idi. Her katında aileninayrı ayrı fertleri otururdu galiba. Tabiîmahalleye yeni gelenlere bir sefa geldin ziyaretiyapılırdı. Bu konakta oturanlardan birdoktorun Lütfiye Hanım adlı genç bir karısıvardı. Haminne ona ziyaretini iade ederkenbeni de götürdü. Büyük sofanın kalın perdesinikaldırarak büyük bir odaya girdik. LütfiyeHanım’ı ilk defa görüyordum. Gebeliğiilerlemiş, yatakta yatıyordu. Yüzünü görürgörmez birdenbire yatağına sıçradım, koynunagirdim, boynuna sarıldım. Haminne ağlamayabaşladı: “Kusura bakma kızım, annesinebenzetti,” dedi. Evet, aynı soluk ve çökük

yanaklar, uzun kirpiklerin arasından dünyanınötesine bakar gibi duran, rengini bilehatırlayamadığım aynı derin ve iri gözler...Lütfiye Hanım’ın karnındaki çocuk RuşenEşref ‘di290.Üsküdar’da kısa bir müddet için birkaç evdeğiştirdikten sonra, nihayet sahilde ŞemsipaşaKarakolu’nun yanında, Şemsi Paşa Yalısıdenilen büyük bir evin yarısına taşındık.Yanında ve arkasında yemiş ağaçları ile dolu,geniş bir bahçesi vardı. Önümüzdeki kumlaradikili sırıklara bağlı iplere binbir renkliyazmalar asılırdı. Taşları, kumları akşamgüneşinde pırıl pırıl yanan bu kıyıya beyazköpüklü dalgalar, havaya göre ağır ve hırçın birahenkle vururlar, hepsi birden emsalsiz birhareket, renk ve ses ahengi yaratırlardı. KızKulesi yalının hemen yüz metre ötesinde idi.Ahmed Ağa’ya, uzun müddet vızıldadıktansonra, nihayet adamcağızı, beni bir kayığabindirerek oraya götürmeye mecbur ettim.İçini görünce alelâde bir kenar kulesi ilekarşılaşmıştım. Lalama ve bekçilere Bizans

prenseslerinin buranın neresinde oturduklarınısordum. Fakat hiçbiri bu içimi yakan tecessüsügideremedi.Bu eve girdikten biraz sonra, Mahmureablanın sürgünde olan babası Ali Şamil Bey’denbir mektup geldi. Kendisi de dahil hiçbirimizMahmure ablanın başka bir babadan olduğunuaklımıza getirmezdik. Fakat bu mektup, bumevzuu açtı. Havva Hanım’ın odasında AliŞamil ile babamın arasındaki ölünceye kadarsüren dostluk ve maziye ait garip hâdiselerakşamlarımızı işgal etti. Mesele kısaca şu idi:Bedirhan Paşa, Kürdistan’dan İstanbul’a onkarısı ve kırk oğlu ile idareten getirildiği zaman,oğullarının en küçüğü ve belki de en yakışıklısıolan Ali Şamil Bey, o zaman on beş yaşındaolan annemle evlenmişti. Ali Şamil Bey MorSalkımlı Ev’e iç güveysi girmişti. Daimakardeşleri eve misafir gelir, içerler, bumuhafazakâr291 ve dindar evin ananevi huzurve sükûnunu bozarlarmış. Çok zamanlar içki,şarkı ve hatta oyunla iktifa etmeyip292, pek

azıtınca bellerinden tabancalarını çekip ateşederlermiş. Hatta tavana sıkılan bir kurşunyatakta yatan Hayri Dayı’nın karısı FirigülHanım’ın bacakları arasından geçmiş.Tavandaki kurşun yerini bize de göstermişlerdi.Bu şen, genç ve taşkın hayata Büyükbaba ancaküç yıl tahammül ettikten sonra annemi babamavermişler. Babam da Mahmure ablayı kendiçocuğu imiş gibi sevmiş, büyütmüş.Bu izdivaçtan biraz zaman geçtikten sonra,Türk adliyesinin en güzide ve ahlâkbakımından en yüksek sîmâlarından olan LebibEfendi’nin riyasetinde293, Mekke’de çıkan birkargaşalık hakkında tahkikat yapmak, Şerif ’iazl edip294 yerine Abdullah Paşa’yı oturtmakiçin bir komisyon gönderilmiş. Bu tabiî benimdoğmamış olduğum bir tarihte geçmişti. Bukomisyonda Ali Şamil yeni şeriflerin yaveri,babam ise komisyonun kâtibi imiş. Bu resmîseyahatin deniz kısmı tabiî Haliç’de mahpusgibi çürüyen donanmaya mensup bir gemi ileyapılmış. O kadar kötü şartlar içinde geçmiş ki

içindekiler vasiyetnamelerini bile yazmışlar.Babam yıllar sonra sadece deniz kısmını değil,çölde deve üstündeki seyahati, kumların içinesaklanan Arap şakilerinin295 nasıl pusukurduklarını anlatırken, ağzımız açıktadinlerdik. Her ne ise nihayet Mekke’yevarmışlar. Asfaltta toplanan hacılaraferman296 okunmuş. Bu aralık, Mekke’dedaimî olan koleraya nasılsa Ali Şamil detutulmuş. Tabiî herkes yerinden kaçmış,sadece yolda arkadaşlık ettikleri genç kâtipEdib Bey yanından ayrılmamış ve ona bakmış.Bu vak’a, âdeta bir dram çıkarılabilecekkadar gariptir. Bunu bana çok sonraları, AliŞamil Paşa’nın kendisi anlattığı zaman büyükbir alâka ve heyecanla dinlemiştim. Babamonun, annemin ilk kocası olduğunu biliyor,fakat o, babamın kendisine halef297 olduğunubilmiyormuş. Sadece ona karşı içinde yakın birarkadaşlık hissetmiş, hastalığında gösterdiğifedakârlığı hiç unutmamış. Nihayet kendisininölmek üzere bulunduğunu hissetmiş, genç

arkadaşına saatini ve eşyasını alarak İstanbul’akendisini vaktiyle zorla ayırtmış oldukları AliEfendi’nin kızı Bedirfen Hanım’a götürmesinivasiyet etmiş. Babam da Bedirfen Hanım’lakendisinin evlenmiş olduğunu, küçük kızıMahmure’yi kendi kızı gibi büyüttüğünüsöylemiş. Ali Şamil ölü hâline geldiği zaman,babam kendi kürkünü onun üstüne örtmüş vebaşucunda oturmuş, beklemiş. Fakat Ali Şamilölmemiş ve bu kürkü hatıra olarak yıllarcasaklamış. Ali Şamil’in hayatı, bazan parlak birikbal298 içinde bazan da karanlık bir felâketiçinde geçmiştir. Bütün bunları seneler sonra,Sultantepesi’nde bana kendisi anlatırken daimagözlerinden yaş akardı.Mekke’den dönüşte Ali Şamil,Abdülhamid’in gözdelerinden Ebul Hüda’yakardeşleri ile birlikte hücum ederek bir meseleçıkartmışlar ve Şam’a sürülmüşler, fakat birazsonra Şam’dan getirilmiş ve tekrar gözegirmişti. İşte o zaman bizi sık sık ziyarete gelirve bana karşı on, on iki yaşında bir çocuk değilde yaşlı bir kadınmışım gibi, muhebbetle

karışık bir hürmet gösterirdi. Parlak siyahgözlü, kartal burunlu, enli omuzlu, yakışıklı vesevimli bir adamdı. Annemden bir sırasınıgetirip mutlak bahsetmek isterdi. Annemdensonra dokuz defa evlenmiş olduğunu, fakathiçbir kadının onun yerini tutmadığını,ömrünün son senelerini babam gibi iyi birinsanla geçirmekten memnun olduğunusöylerdi.Şemsipaşa’daki evde Ahmed Ağa artıkkahramanlık hikâyelerini tüketmiş, aşkhikâyelerine başlamıştı. Onlar da Acembasması idi. Ekseri ben sabahları denizkenarında oturur peynir, ekmek ve kavunyerken o okur, ben dinlerdim. Bu sarı Acembasmasında bu günün sürrealistlerini299hatırlatan resimler de vardır.Eğer yanımızda bir Wagner300 veyaTennyson301 olsaydı, bunları Şark edebiyatınınOrtaçağ devirlerinden alır, musiki ve şiirde

yarattığı şaheserler derecesinde bütün zamaniçin dünyada ön sırada yer tutan dram,facia302 ve operalar yaratabilirlerdi. Bunlarınarasında sadece Leylâ vü Mecnûn, Fuzûlî303tarafından ebedîleştirilmiştir. Diğerleri hep sarıkâğıttaki Acem basması yerinde kaldılar. Ve bugün çocuklarımızın hiçbiri bunları okuyamaz.Sadece Kerem ile Aslı’yı Azerbaycanlı birsanatkâr304 yerli bir opera hâline sokmuştur.İşte bundan dolayı Adnan Saygun’un305Keremve Aslı’sını iki sene evvel Ankara’da seyrettiğimzaman, gözlerimi bu dünyaya kapamadan Şarkile müşterek bir yerli destanımızın dirildiğinigörmek hazzı306 gözlerimden yaş getirmişti.Evet, Divan Edebiyatının padişahları medih307ve sena308, veyahut sefa ve eğlenceye hasredilen309 dehaları bunları ele almış olsalardı,Tanzimat’ın sadece siyasî mevzulara hasredilen kalemleri bu günkü dilimizde bunlardanalınan birer dram yazmış olsalardı, sanat ve

edebiyatımız daha çok zengin ve orijinalolabilecekti. Belki de son yıllarda folklorumuzakarşı uyanan alâka bunun bir başlangıcıdır.Maamâfih bu hikâyeleri, çocuk neşriyatınadevredebilecek bir Türk H.C. Andersen310çıkarsa muhayyilerimizin inkişafında,müstakbel sanatımızın dünyada yer almasındahakikî bir başlangıç olabilecektir.O evde, Ramazan gecelerinde Ahmed Ağabeni Karagöze de götürürdü. Üsküdarçarşısında büyük bir kahvede oynarlardı.Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk,hatta büyükler kahvenin bahçesine dolarlardı.Sinekli Bakkal’daki Kız Tevfik bu akşamlarınbende bıraktığı intibadan311 bir hayli şeyalmıştır. Kahveye seyirciler için birer iskemlekonur, orta yerde küçük beyaz bir perde,üstünde acayip bir ejderha resmi dolaşır,arkasında esrarlı bir vızıltı işitilir. Küçükseyirciler ayaklarını yere vurarak: “Başlarmısın, başlayalım mı?” diye bağırır dururlardı.Nihayet deflerin çalınması ve perde arkasından

gelen bir şarkı seyirci alayını teskin eder312 vesonra da oyun başlardı.Hiç şüphe yok ki, Karagöz’deki bütünkarakterler cemiyetimizin karikatürize edilmişbirer sembolü idiler. Hacivat bir nev’iİstanbul’un ukalâ münevverini313 temsilederdi. Karagöz ise daima itilip kakılan,zahiri314 aptallığından istifade edilen, fakat neyapıp yapıp en müşkül vaziyetlerde başınıkurtarabilen, halkın çok dikkate değer birferdi315 idi. Evet, dayaktan, zulümden, hattaölümden başını sıyıran, düşmanlarını daimamaskara eden bir fert. Karagöz göçtü gitti.Fakat bir karakter örneği olarak başkakıyafetler içinde hâlâ bu hayat görüşübakidir316.Bundan sonra da kukla oyunlarını gördüm,bütün bunları çocukluğumda görmüş olmam,bana cemiyetimizdeki yerli karakterleri, dahaçok tabiî olarak ve realist bir şekildesezdirebildi.

Bu aralık büyükler arasında da evde,haberdar olmadığım bazı şeyler olup bitiyordu.O günlerde Saraylı Hanım Teyze ve AhmedAğa hayatımda yerleri doldurulmaz birer varlıkolmuşlardı. İkisi de başka başka bakımdan,kafamın inkişafında –belki kendileri dahi idrakedemeyecekleri derecede– birer temel unsurolmuşlardı. Birdenbire Teyze’nin evlenmekihtimali söylenmeye başladı. Bu, bende tarifedemeyeceğim şuur altı bir korku uyandırdı.Evlenmeyi sadece yirmi yaşına, basmamışkadınlara mahsus bir şey telâkki ettiğim317için, Teyze’nin bir gün evlenip evden gitmesinihavsalam318 bir türlü almıyordu. Maamâfihbüyüklerin hayatında bir değişme alâmetiolduğu muhakkaktı. Teyze ile Haminnearasında ilk defa mahiyetini anlamadığımmünakaşalar oluyordu. Bütün bunlar bendegarip bir huzursuzluk yaratmıştı. Haminne,geceleri uykumdan kalkıp dolaştığımı, birşeyler söylediğimi görünce “İyi saatteolsunlar”ın bana musallat oldukları319

kanaatine varmıştı. Beni Arziye Hanım’a derhalgötürdü. Arziye Hanım da perilerle mutat320olan konsültasyonunu yaptıktan sonra bana birtütsü verdi. Nazar değmiş olduğunu ve fazlaçalıştırmamalarını tavsiye etti.Haminne her akşam yatağa yatmadan bana“Kul’ euzü”leri okutuyordu. Esasen kendimibildim bileli yatağa yatmadan, “yattım sağıma,döndüm soluma, sığındım Süphan’ıma, hep bumelekler şahit olsun dinime imanıma”cümlesini tekrar etmeyi öğrenmiştim.Her halde bunlar bana Arziye Hanım’ıntütsüsünden daha fazla sükûn verirdi.Bu günlerde bir gün Abla (üvey annem),Beşiktaş’da bir dosta gece yatısına misafir gitti.Ve babam nasıl oldu bilmiyorum Teyze ileevlendi. Bu Teyze’nin evden gitme ihtimaliniortadan kaldırmış olmasına rağmen, benisevindirdi diyemem. Evdeki kolektif rahatsızlıkbana da sirayet etti321. O zamana kadar, herşeye rağmen, manevî havasında sükûn olanevimiz değişmişti. Herkeste Abla’ ya acımak

hissiyle beraber, döndüğü zaman hoş olmayançatışmalar olabilmesi ihtimali evde felâketbeklenen bir gerginlik yaratmıştı.O zaman sezmiştim; felâket ve acı, tıpkımuvaffakiyet ve büyük şöhret kadar, belki dedaha fazla, bir insana, etrafındakilerin alâkasınıçekiyor. Bir kadının kocası, hariçte başka birkadınla münasebette bulunursa tabiî ıstırapverir. Fakat evine başka bir kadının ortakolarak gelmesi, onu bir maznun322 vaziyetinesokuyordu. Herkesin gözünde acımak kadar birtecessüs alâmeti323 beliriyor. Abla döndüğügün, bütün ev ayakta idi. O yukarı çıktı veTeyze’nin odasına gitti. Teyze ayakta, başıönünde ağlıyordu. Herkes kapının dışarısındaayakta duruyordu. Abla gençliğine rağmen,büyük bir metanetle324 yanına gitti, boynunasarıldı: “Ne yapalım kısmet böyleymiş,”dedikten sonra, kendi odasına çekildi. Sofadabuna şahit olan bütün ev halkı heyecan içindeidi. Abla’nın Anadolulu hizmetçisi bağıra bağıraağlıyor, kendi hayatında aynı cins acıyı geçirmiş

olan Havva Hanım’ın bir taraftan gözlerindenyaş akarken, öteki taraftan Cemile’nin kolunuyakalamış: “Kız sana ne oluyor, senin kocan mıevlendi?” diyerek sarsıyordu. Bu evde ortakolarak bu iki kadının yaşadığı müddetçe, içhuzursuzluğu devam etti, fakat bunu dışarıyavuran, patırtı çıkaran sadece Teyze’nin halayığıFikriyar ile Abla’nın halayığı Cemile idi. Onlargürültü çıkarıyorlar ve kavga ediyorlardı.Birçok yıl sonra Kenneth Brown’ınHaremlik hikâyesini okuduğum zaman, bugünleri hatırladım ve çok güldüm.İngiltere’de bazı münevver ve kadınhaklarının şampiyonu olan birkaç kadının bana,İngiltere’de kadın nüfusunun çokluğundandoğan bir vaziyetten dolayı makul325bulduklarını söylediler. O zaman İngiltere’dedokuz kadına ancak bir erkek düşüyormuş.Nikâhsız münasebetlere bu günkünden dahaçok taassupla326 bakıldığı günlerde bukadınlar taadüdü zevcatın327 elzem328olduğunu ileri sürdüler.

Medenî cemiyetin en küçük parçası veâdeta temeli olan aile meselesine, başka başkazaviyelerden329 bakacak olanlar daimamevcuttur. Fakat bilmelidirler ki, kadın veyaerkek, her ferdin kalbinde inkâr edilemeyecekve birçok şekillere giren kıskançlık diye birrealite vardır. Hatta bu iptidaî hissi muayyenbir terbiye sisteminin bir gün tâdiledebileceğine330 inansak dahi, yine de ikikadınlı bir aile sistemini tabiî görmek mümkünolmayacaktır. Bir kadın, her zaman kocasınındışarıdaki münasebetlerine tahammüledebilecek bir vaziyette olsa dahi kendi evinibaşkası ile paylaşması mümkün değildir. Çinyazılarında bunu ifade edebilen iki sembolvardır: Açıkta iki kadın sulh sembolüdür, damaltında iki kadın harp sembolüdür. Bir evde ikikadın kavga etmeseler dahi gaflet ve sükûnkalmıyor. Bütün evin, bilhassa çocuklarınbirbirine zıt menfaat çarpışmalarınındoğurduğu gerginlik, bütün cemiyetin esasınısarsıyor. Her halde bu vaziyet, Teyze’yi,

Abla’yı, babamın ve bütün ailenin iç huzurunualtüst etti. Nihayet babam, Abla’yı çocukları ileberaber Beşiktaş’daki Mor Salkımlı Ev’egötürdü. Haminne ile Teyze, Mahmure abla veben de İcadiye’de başka bir eve taşındık.İcadiye’ye gidişimizin asıl sebebi babamınbeni Amerikan Koleji’ne vermek istemesindenileri geliyordu. Babam ben yedi yaşında ikenKolej’e müracaat etmiş ve benim orada kalıpbüyümem için her türlü ısrarı yapmıştı. Fakatreddederek on bir yaşından evvel talebealmayacaklarını söylemişlerdi. Nihayetİcadiye’de babam bana yeni bir nüfus kâğıdıçıkartarak yaşımı büyültmüş ve Kolej’eyazdırmıştı. Fakat bu yaş büyültme hareketinibilen Kolej’in başındaki doktor Patrick, bukadar küçük bir kız çocuğunu geceli olarakalamayacaklarında ısrar etmişti.Bu ilk Kolej’e gittiğim seneye ait intibalarımçok sarih değildi. Sınıf arkadaşlarımın enküçüğü idim. Bana yukarıdan bakıyorlardı. Ben

korkunç bir yalnızlık ve çekingenlik içindekıvranıyordum. İngilizceyi hayli çabuköğrendim, çünkü Kolej’de o devirde başka dilkonuşulmazdı. Fakat İngilizceye alâkamın,babamın yakın dostu olan ve o zaman TürkBahriyesi’nde bulunan Woods Paşa’nın benimiçin seçip gönderdiği hikâyelerle başlar.Mektepte, bu devirde benimle tek alâkadarolan Gülfaris isminde harikulâde güzel veyüksek sınıflarda bulunan bir kızdı. Ondanbaşka da Türkçe bilen Miss Fensham beniodasına götürür, tercüme dersine devam ederve aynı zamanda ömrü boyunca bana yardımetmiş olan Miss Dodd da benimle meşgulolurdu.Bu devirde ancak bir sene Kolej’de kaldım.İrade331 ile mektepten çıkarıldım. Bu yıliçinde bir taraftan Ahmed Ağa, bir taraftan daTeyze (beni) çok müşkül bir duruma soktular.Ahmed Ağa mektep kitaplarındaki bütünresimlerin gözlerini çıkarır, yazıları bozardı.Yerli destanlardaki resimlere neden aynı şeyiyapmadığını sorduğum vakit, “Onlar insana

benzemiyorlar ki, bir kere bunlara bak, Allah’ınyarattığı insanların aynı, nerede isekonuşacaklar, bu gibi olmaz,” derdi.Teyze de elimdeki İncil’i görünce fena hâldeisyan etmişti. O zaman Kolej’de, İncil kültürderslerinin arasına girer ve ayrıca bir ders teşkilederdi. Bunda zannedildiği kadar misyonerlikyoktu, diyebilirim. Hakikatte, insan Davud’unZebur’unu, Süleyman’ın felsefî parçalarınıokuduğu zaman bunda muayyen bir dininparçasını değil, felsefî ve edebî düşüncelerinbirer ifadesini görür. Hele muharebe kısımlarıbana az çok Battal Gazi Hikâyeleri gibi gelirdi.Şurasını nazarı dikkate almak lâzımdır; İncil,çok seçme bir heyet tarafından en güzelİngilizce’ye tercüme edilmiştir. İngilizEdebiyatı’nda, hatta edebî olmayan yazılardadahi mutlak İncil’den cümlelerle karşılaşırsınız.İngilizce var oldukça, hatta Hıristiyanlıkortadan kalkmış olsa dahi siyasî ve diğerherhangi ilmî mevzularda da mutlak ve mutlakİncil’den cümlelerle karşılaşırsınız. Bundandolayı her İngilizce bilen eğer kültür ve ilim

taraflarıyla da alâkadar ise mutlak İncil’iokumak mecburiyetindedir. Her halde benİncil’i eve getirince hemen ortadan kaldırıyorlarve derslerimi hazırlayamıyordum. Üç defaparamla almış olduğum İncil birbiri ardınaortadan kayboldu. Bu, beni sınıfta küçükdüşürüyordu, çünkü arkadaşlarımdanİncillerini isteyemiyordum. Bütün bu manasızdinî tedhiş332 bende fazla olarak Serencam-ıMevt’i okuduğum zamanki korkuyu,rahatsızlığı tekrar içimde uyandırdı. Çok şükürTeyzemin bir kızı dünyaya geldi de benim İncilokumamı ona unutturdu.O kış geçti. İcadiye’nin Hıristiyan mahallesiçok şen bir karnaval gösterisi yaptı. Aynızamanda Ahmed Ağa beni pazar günlerikarşıdaki Kel Hasan333 Tiyatrosu’nagötürürdü. O, Türk sahnesinin son büyüktulûatçısı idi. Bilhassa uşak rolünde sahnedegörüldüğü an, seyircileri yerinden oynatırdı.Aynı zamanda o günlerde altmış beşindeolduğu söylenen Peruz Hanım334 da hem


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook