Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-17 11:38:15

Description: Mor Salkımlı Ev-Halide Edip ADIVAR

Search

Read the Text Version

Nakiye Hanım hiddetli hiddetli: “Evet,sapasağlam,” deyince hanımefendi çoksinirlenmişti. Kendine verdiğim korkudandolayı haklı olarak sitem etti. Bu hareketiminonun ölümüne sebep olabileceğini söyledi.Hayatta garip tesadüfler vardır. Ertesi günyüksek ateşi vardı ve zatürreeye çevirdi. Gerçikorkunun zatürree yapmayacağını bilmiyordeğildim, fakat ne de olsa bir vicdan azabıduydum. Doktorlar on gün orada kalmasınınelzem948 olduğunu söylediler. Behçet Bey, çokendişelendi, çünkü İngiliz tayyareleri ogünlerde Birüssebi üzerinden sık uçuyorlardı.Bu da hasta bir kadın için hoş bir şey değildi.Hemşire Anna geceleri birkaç saathastamızın yanına geliyor, fakat gündüzlerigelemiyordu. “Bu hanımefendiye herkesbakabilir. Fakat ben, benim kimsesiz askerhastalarımı bırakamam,” demişti. Bu hareketi,hatta kendisini yanından ayırmak istemeyenhastamızın bile o kadar hoşuna gitmişti ki,Anna’nın bu hareketinin ahlâk tarafından çok,iradesi hoşuma giti, dedi ve bu arada şu geçmiş

vak’ayı da anlattı:— Ben de her vakit kendi istediğimiyapardım. Bir defa dişim ağrıyordu, merhumefendi beni bir dişçiye götürdü –her halde butaşrada geçmiş bir vak’a idi–. Ben dişimiçektirmemeye karar vermiştim. Bizim beybenim her dediğimi yapardı. Bana cesaretvermek için oturdu, evvelâ kendisi bir dişiniçektirdi. Ben, doktor da kendi dişini çekerseben de çektiririm, dedim. Bey ile dışarıyaçıktılar, konuştular, doktor fena hâlde kızmıştı.Ne yaptı bilmiyorum, içeri geldiler ve dişçikendi dişini de çekti. Belki bey ona çok paravermişti. Her ne ise ben hemen iskemledenfırladım, böyle bir dişçiyi dişimedokundurmam dedim ve yürüdüm, gittim.”O günlerde her akşam Nakiye Hanım’labirlikte bahçede oturur konuşurduk. Ben,yalnız etrafımla meşgul olduğum için hiçkonuşmazdım. Çölün üzerindeki gök denilenkubbe o kadar alçak, yıldızları başımıza o kadar

yakın idi ki uzunca bir adam elini uzatsa bu ışıkçiçeklerini toplar sanırsınız. Ay geç çıkar, fakatyıldızlar o kadar parlaktır ki onun ışığınaihtiyaçları yoktur. Bahçenin öbür tarafındadeve dizileri ve Çöl Arapları bu yumuşak,esrarlı ışık içinde gelir geçerler.Bahçenin karşısındaki bir ahşap minareden,genç bir ses ezan okur. Yalnız İstanbulminarelerinde duyulan ezanların âhengi... Herhalde müezzin İstanbullu olacak. Yatsıezanından biraz sonra, misafirhanenin aşçısıArtin kapıya dayanır, ağır ağır bariton949sesiyle Aida operasından950 parçalar söyler.Her halde ikisi de İstanbullu olacak. İkisininsesindeki hasret ve hüznü belki İstanbulhatıraları yaratıyor.Beşinci gün hastamız iyileşmiş vekumandan bizi en uzun geziye götürmüştü.Tanyeri henüz ağarmış ve hava renksizdi.Kasabayı solgun bir leylâk rengi ile açık yeşilinimtizacından951 hâsıl olan açık bir renksarmıştı. Deve dizileri, üzerlerinde de

başlarında gidenlerle beraber sabahın bu garipışığında sağa sola âhenkli bir dalgalanma... Osabah, otomobilin ve şimendiferin çölde nekadar falsolu sesler çıkardığını, hiç orayayakışmadığını düşünmek mümkün değildi.Nihayet çölün ortasındayız.Uçsuz, bucaksız beyaban, insana, âdeta dinîbir vecd952 içinde hiçliğini hissettiriyor.Tepemizdeki kubbenin maviliği ufukları yakankızıl bir alevle nasıl birleşiyor. Etraf gittikçedaha sıcak, renkler daha azgın bir alevlekarışık, dağlar da sık. Nihayet renkler parlakbir altın ışığına kavuştu, gökyüzü şimdi mavibir ateş, uzun saatler etrafta hiçbir hayat eserigörünmüyor. O kadar ki insan pekâlâ çölünhenüz yaratılmış olduğuna inanabilir.Bahçet Bey, bana bu ıssız yerlerde bazı kumkümelerini göstererek, Kanal Seferi’nde953ölen erlere ait olduğunu söyledi. Bunlar şimditamamen kaybolmuş olacak Varsınkaybolsunlar. Esasen bu erlerin hayat yolundaher hangi vazife uğruna ne kadar ulvi954 bir

şekilde canlarını feda ederlerse etsinler, onlarınşerefleri, sultanların ve paşaların, şöhret veşanlarının malzemesi değil midir? Ve bu ateşmaazallah955 fertlerin içinde sönerse sultanıda, paşası da, tarihte yer alan bütün büyükleride arkeolojinin bir mevzuu olmazlar mı?Çöl ile o günden beri temasım bende garipbir tesir bırakmıştır. Ne zaman etrafımdaki hayhuy, arbede956 ve şamata dayanılmaz bir hâlegelse çölü düşünerek biraz dinlenirim. Oradakiyalnızlık ve ebedî sükûn bana yorgun bir ruhuntek sığınağı gibi gelir. Bütün varlığını menbaı veyaratıcısı olan Allah çölde insana ne yakıngeliyor. Münzel957 dinlerin çölün etrafında birmucize güzellik içinde şekil aldığına o gündenberi hiç hayret etmiyorum. Behçet Bey, banaburadan vaktiyle Musa Peygamber ve YavuzSultan Selim’in geçtiğini hatırlattığı zaman pekde alâkadar olmadım. Peygamber veya padişahveya herhangi bir fert orada kendisini,milyarlar ve milyarlar içinde bir tek kum tanesigibi hissetse gerektir, diyordum.

Bundan sonra her küçük istasyondadurduk. Hepsinde küçük bir misafirhane, birtamirhane, su ve yeşillik vardı. İstasyondanayrılır ayrılmaz sıcaklar arttı. Renkler azgın vegöz kamaştıran parlaklıklar ile insanın kafasınahâkim.O gün öğle vakti Hafir İstasyonu’naerişmek, Doktor Hasan Ferit’in958 KızılayHastahanesi’ni görmek istiyorduk. Birazyükseklikte beyaz hastahane çadırları, uzaktangöze çarpıyordu. Doktor Hasan Ferit’in kendisiHamdullah Suphi ile beraber bizden önceKudüs’e gitmişlerdi. Bütün müşkülâta959rağmen hastahanenin intizam ve temizliğihayrete şâyândı960. Sıcak artık dayanılmazdereceyi bulmuştu. İnsanın nefesi ağzınıyakıyor, kuma çıplak ayak basmanın imkânıyok, zira yer ateş olmuş.Öğleden sonra çölün sıcaklığına nasıltahammül ettiğimizi Allah bilir. Fakat akşamındahi, gözü gönlü alan başka renkler vegüzellikler ziyafeti var.

Güneş batarken Kuseyme’ye vardık. Yeşilbahçeli, havuzlu ve fıskiyeli hoş bir yer. Oyerin şeyhi küçük oğlunun elinden tutmuş bizikarşılamaya gelmişti. Gamlı961, kasvetli962bir yüz. Bornozunun963 omzundankoskocaman bir kılıç sarkıyor. Behçet Beytebessüm etti ve bu kılıcın Cemal Paşatarafından hediye edildiği için omzundan hiçdüşmediğini alçak sesle söyledi: “Bu kılıç nekadar ağırdır bilseniz, adamcağıza acıyorum,”dedi. Fakat Şeyh galiba bu kılıcı, yeni biroyuncağa karşı küçük bir çocuğun duyduğugurur ile taşıyordu.Şeyhin oğlunun başı tıraş edilmiş, tatepesinde dimdik bir tutam saç bırakılmıştı.964Bunu birçok yıllardan sonra Hindistan’da dagördüm. Fakat çölde bunun dinî bir manası varmı bilmiyorum. Bahçenin önünde bir sürü, kısamavi gömlekli, vücutlarının yarısından fazlasıçıplak, kafaları tıpkı Şeyh’in oğlu gibi, bir alayçöl yavruları sıçrayıp duruyorlardı. Hareketlerişimşek gibi, sesleri gırtlaktan gelen bir

boğuklukla, fakat âhenkle birbirine karışıyor,Şeyh’in oğlu biraz uzaktan, belki de birazgıpta965 ile bu ateşli çocuk oyununuseyrediyor. Niçin o da aralarına karışıpoynamıyor? Belki sınıf farkı denilen bir hudutbekçisi onu yerinde mıhlamış.Hastahaneye geldiğimiz vakit, el-Ariş’den966 henüz getirilmiş olan bir ağıryaralı grubu ile karşılaştık. Bir ağızdan inliyorve gözlerinde ölüm denilen garip akıbetingölgesi var.Hareket etmeden evvel havuzun kenarınaoturduk. Suyu görmek bile insana o sıcaktarahat nefes aldırıyor. Küçükler hâlâ oynayıpduruyorlar. O cavlak kafalar, tepelerinde birersaç püskülü olan birer top gibi sıçrayıpduruyor. Bahçenin bir köşesinde birkaçErmeni, Türkçe bir türkü çağırıyor. Fıskıyeninşırıltısı bu hasret melodisinin bir nakaratı gibi;nihayet akşam çölün tutuşmuş gibi parlakrenklerini yavaş yavaş söndürdükten sonra,

oradan da ayrıldık. Artık serinlik basıyordu.Gökyüzündeki yıldızlar birer birer yanıyor,başımıza muazzam bir avize gibi iniyor, sarıkum yığınlarının yumuşak hatları uzaktakayboluyor. Etrafımız sonsuz bir boşluk. Bazanyarı karanlık içinde çakallar yaklaşıyor, gözleribirer elektrik lâmbası gibi yanıp sönüyor.Çölde geçirdiğimiz o uzun günün akşamıBirüssebi’ye yaklaşıp da elektrik lâmbalarınıgörünce bana bir rüya görüyormuşum gibigeldi. Âdeta meskûn yerleri yadırgıyorgibiydim.Üç gün sonra hastamızı Şam’a götürdüler.Biz de Mülâzım Arif Bey’le Kudüs’e hareketettik. Yolun Kudüs istikametindeki sırtlarda içioyuk kayalar vardı. Ortaçağ’a mahsus yüzlerceiçi oyuk mağaralarda, o günün kargaşalığından,dışarıya vuran maddî ve manevî hastalıkiptilâsından967 kaçanlara birer “inziva968hücresi”, birer sığınak olmuştu.Bu mağaraların önlerini ekseri rüzgârlarınattığı kum yığınları kapamıştı. Kafam bu çöldeinsanlardan kurtulup, tek başına yaşayıp

ölenlerle meşguldü.Her adımda otomobil bozuluyor,duruyordu. Her duruşta bu mağaralardanbirinin içine girmek istiyordum. Fakat şoföracele ediyordu. Maamâfih bir defasında birininiçine iki büklüm girmeye teşebbüs ettim.Mağaranın zulmetinde969 yere beyaz bircismin uzanmış olduğunu gördüm. İki büklümyanına yaklaştım. Üstüne beyaz gömleğiörtülmüş bir Arap gencinin cesedi. Ayaklar şişve mosmor. Ölünün korkunç realitesi çöle dairOrtaçağ’ın tarihî hatıralarına son verdi.Kudüs’e, gece iyiden iyiye geldikten sonragirebildik. Gökyüzü mora yakın eflâtun,yıldızların her biri bir zincire asılarak, yereuzatılmış birer canlı beyaz ışık.Yarı dinî bir müessese, yarı otel vazifesigören Augusta Victoria’da kaldık. Başındakihemşire Matilda asil bir Alman ailesine mensupimiş. Bina sık bir çam korusu içinde ve Kudüssırtlarına nazır. Bahçesi ve koridorları kırmızıve beyaz çiçekli, irili ufaklı saksılarla süslü.Burası bir zaman için Türk Karargâhı’nın yeri

olmuş, fakat biz gelmeden evvel KarargâhŞam’a nakl edilmişti.Bizi karşılayan hemşire Matilda’nınvakarlı970 ve hâkim tavrıyla, yüzününmuvazeneli971 manasını ve güzelliğini görüncebu yerin idaresindeki intizama ve temizliğe,gözü gönlü kavrayan letafete972 artık hiçşaşmadım.Hemşire Matilda Türk askerlerine büyükbir şefkat gösteriyor, onlar da ona çok bağlıgörünüyorlardı. Bu binaya girer girmez bütünerler kunduralarını çıkartıyorlardı. Aynızamanda Türk Karargâhı heyetinin subaylarıda büyük bir hürmetle ona bakıyorlar, hattabinanın içinde sigara dahi içmiyorlardı. CemalPaşa bu kadından bahis ederken:— Onu en karışık ve en büyük birvilâyetimize vali tayin etsek, emin olun ki azzamanda refah, sükûn ve intizam yaratırdı,diyordu.Hemşire Matilda da yıllar yılı Kudüs’deyaşamıştı. Cemal Paşa devrinin intizamını hiç

görmemiş olduğunu söylüyordu. Her haldeCemal Paşa’nın birinci gayesi nizam veintizamdı. Fakat, nizam diye nizamın datepelenebileceğini her halde sezmişti. O zamanKudüs’de bulunan ve ilmî müesseseler ile sanateserlerini eline alan Cemil Bey’i973 göstererek!“Çok şükür Cemil Bey sayesinde buralardafazla intizam yapmaktan vazgeçtim,” diyegülmüştü. O günlerde, Kudüs’ü ve Suriye’yiesaslı surette tetkik ettirmek için Zürcher’i974davet etmiş, o da Birinci Cihan Harbi’ndensonra bu mevzuda esaslı bir sanat eserineşretmişti.Kudüs’e dair hatıralarımın başında Cami-iÖmer gelir. Yüksekte, âdeta terasa benzeyenbir sedden Ortaçağ ve eski İsrail eserlerinebakıyordu. Heybetli, fakat emsalsiz kubbesi, bugünlerde şehre şüphesiz bir güzellik ilâveediyordu.Caminin olduğu yere tırmanırken, Hazret-iPeygamber’in bir sözünü kendi kendime tekrarediyordum:

“Bütün uzun boylular ahmaktır, Ömer’denbaşka; bütün kısa boylular fitnedir, Ali’denbaşka...”975Kudüs’e gelirken, bu koca fatihin, devesinidevecisi ile paylaştığını anlatan küçük hikâye,bütün demokrat memleketlerin gençlerineöğretilmeli. Ömer kadar demokrasinin adaletve nizamla beraber, en mütevazı ve halktanolan bir ferdin de insanı olarak haklarını onunkadar tanımış büyük adamların sayısı o kadarazdır ki...Oradan, karşıda karanlık ve çukur birvadinin üzerindeki bir sırta baktık. Gözümüzebir taş yığınının altında bir mezar ve mezarınetrafından, ta vadiye kadar atılmış taş yığınlarıgördük. Bizi Cemil Bey gezdiriyordu.— Bu nedir acaba? dedim.— Hazret-i Süleyman’ın oğluAbşalom’un976 mezarı, Yahudiler o mezarıher gün taşlarlar, dedi.Evet, bu adam, babası Süleyman’ı hernasılsa kızdırmış ve o günden beri mezarı her

gün bütün millet tarafından taşlanır durur.Hazret-i Süleyman’ın bütün zamanlar içininsanlar arasında fikir, ahlâk, en yüksek edebîkıymet bakımından yaşayacak eserleri vardır.Onu hepimize akıl ve hikmetin insan şeklindebir sembolü gibi öğretmişlerdi. Fakat yarattığıeserlerdeki vecizelere977 kendi hayatı acaba nekadar uyar? Peygamber dahi olsa insan nihayetinsandır.Bundan sonra Hazret-i İsa’nın hayatında roloynamış yerleri gezdim. En evvelBeytüllâhim’deki978 doğduğu yerin üstünebina edilen kiliseye gittim. Kilisenin içindekiKatolik papazları, âdeta dramatik vemuhteşem kıyafetleriyle âyin yapıyorlardı.Etraflarında Hazret-i İsa gününün kıyafeti vebaşlığıyla bir alay güzel Hıristiyan kadınlarvardı. Büyük bir huşu979 ile diz çökmüşler,başları önlerinde, murakabeye varmışlar980.Harikulâde bir org sesi taşları titretiyor.Biliyorum ki, ömrü şehadetle sona erenbüyük adamlar, insanların içinde derin bir alâka

ve daimi bir huşu uyandırırlar. İnsanlar galibaömrünü kendi hizmetine vakf eden981fertlerin işkence içinde can vermesine, mihnetve meşakkat982 içinde yaşamasından hazduyuyorlar.Ancak onlar namına dikilen abidelertaarruzdan masun983 kalıyor, ebediyenyaşıyor. Galiba sadece muhabbetle, insaniyetehizmet gayesine dayanmak sonu gelmeyenbüyüklük, namın ve şanın alâmeti oluyor.Kendi omzunda taşıdığı çarmıhta ölen İsa, –Hıristiyanlık ne kadar garip ve insaniyeteuymayan bir şekil dahi alsa– her dine mensupinsanın hatırasına baş eğdiği bir insan numunesiolarak kalacaktır.Kilisenin merdivenlerinden, İsa’nın doğmuşolduğu söylenen, bir kaya içine gömülmüş biryere inerken ayağımızın altındaki taşlar hâlâorgdan gelen seslerle titriyordu. Karşısındaotuz iki yıl inzivaya çekilip orada ölenJerome’un hücresi vardı. Acaba bu hayataarkasını çevirip bir hücrede yaşamak mı, yoksa

hayatın bütün meşakkatlerine, maskaralığınagöğüs gererek insaniyete hizmet ederek ölmekmi daha büyük bir muvaffakiyettir? Bunudüşünürken Jerome’un hücresinin karşısındabaşka bir hücre gösterdiler. Orada Jerome’aâşık olan Paula adlı bir İtalyan kadın tam on altısene Jerome’un hücresinde yaşamış.Vaktiyle Hazret-i İsa’yı muhakeme etmeyegötürdükleri Via Dolorosa (Istırap Yolu) bendebelki bu kiliseden daha fazla tesir yaptı.Üstündeki yer yer Roma devrinden kalmakemerler, altlarını yarım karanlığa sokangölgeler veriyorlar, bunların arasındaki açıkkısımlarda da yerli halk pazarlar kurmuş. Alışveriş, telâş ve şamata... İsa’nın o yerden geçtiğigünden beri sahne ve dekor pek değişmiş değil.Gethsemane Behçesi, İtalyanların elinde,yerler rengârenk bir krizantem gösterisi. İki binyıl evvelki zeytin ağacı da orada. İsa’nınçarmıha gerilmesi sahnesini İtalyanlar, hakikatibir sanatla temsil eden balmumundan şekilleryapmışlar. Bir tahta kerevete oturdum, dolaşanpapazları, rüzgârda dalgalanan krizantem

tarlasını seyre daldım. Etrafta musikisi vemistik ihtişamıyla Katolik kiliseleri görünüyor.Kitab-ı Mukaddes’in984 kaydettiği kadınmezarları ve etraftaki dar sokaklar uzakdeğildir. Gözünüzün önünde muazzamkemerler, altlarından gelip geçen her renkten,her dinden, her örnekten, her sınıftan insanlarvar.Gariptir ki, bu eski kiliselerde tarihin takdisettiği sahnelerde ne huzur var ne sükûn. Hermezhepten Hıristiyan zümresi985 burasınısadece kendilerine mal etmek istiyor. Buuğurda birbirinin boğazını sıkmak için vaziyetalmış bir halde. Âdeta isteri986 denecek birheyecan ve ihtiras etrafa ateş saçan ve normalolmayan bir hava yaratmış. Tek sakin olaninsanlar Türkler. Ancak onlar imkân dairesindebir tarafsızlık ve adaletle, birbirini boğmayahazırlanan zümreler arasında kanlı arbedelerinönünü alabilmişler.Türk idaresinin kuvvet ve sükûnunu enfazla, Meryem Ana’ya ait olan kilisede

hissettim. Kocaman ve yüksek bir pencerenincamından, yerdeki dört köşe kırmızı halıyagüneş aksetmişti. Cemil Bey bu mukaddeshalıya basmadan etraftaki mermerlerin üstündedikkatle yürüyordu. Kilisenin altına inen birmerdivenden telâffuzundan Arap olmadığıanlaşılan birinin okuduğu Kur’an sesikulağımıza aksetti. Güneşten kaçarak loşmerdivenin basamağına oturmuş, Kur’an’ıdizlerinin üzerine açmış, sakin yüzlü bir adamtatlı bir sesle Kur’an’ını okumaya dalmıştı. Buadam, bu kilisede, bu kırmızı halıda, muhtelifmezhep mensubu987 Hıristiyanların birbirininhudutlarına tecavüz etmelerini, aralarındakavga çıkarmamalarını temine memuredilmişti. Bana dedi ki:— Biri ötekinin hududunu bir parmak aşsakan çıkar, bakın şu pencereye. –Pırıl pırılyanan camı gösterdi– orası belki asırlardan berikir ve örümcekten simsiyahtı. Hiçbiridokunmaya cesaret edemiyordu. Hepsi orayıtemizlemek hakkının kendine ait olduğunainanmıştı. Aralarında biri maazallah bu camı

temizlemeye kalksa muhakkak kan olurdu988.— O halde orasını kim temizledi? diyesordum.Güldü ve dedi ki:— İki ay evvel buraya Enver Paşa gelmişti.Mezhep reislerinin hepsini çağırdı. “Bu camıtemizleyin,” dedi. Hemen bir kavgadır koptu.Kim fırçalayacak, kim su taşıyacak aralarındabir türlü karar veremiyorlardı. O zaman EnverPaşa, Türk askerlerinin bu yerin muhafızısıfatıyla bu işi yapacaklarını söyledi ve camlarbir saat içinde tertemiz oldu.İstanbul’a hareket etmeden evvel CemalPaşa, Nakiye Hanım ve Hamdullah SuphiBey’le beraber bize Ayin Tura Yetimhanesi’nigezdirdi. Vaktiyle Cizvitler989 tarafındanyapılmış olan, geniş bir bahçe içinde, muhtelifsağlam taş binalardan müteşekkil990 bir kolejimiş. Şimdi içinde dört yüz yetim çocukbulunan, bizim hükûmete ait bir yetimhane idi.

İki kadın, iki de erkek hocası vardı. Çocuklarzayıf, mahzun ve bakımsız görünüyorlardı.Bunlar, Türk, Ermeni ve Kürt çocuklarındanmüteşekkildi. Hepsi, kıtal991, hicret992 veharbin sokağa, hatta beyâbâna saldığı kimsesizçocuklar. Babalarının hatalarından şu veya busebepten dolayı mesul olmayan yavrular.Bu Yetimhane üzerinde merhum CemalPaşa ile aramızda hayli çetin ve uzunmünakaşalar oldu. Ben, Ermeni çocuklarınınTürk veya Müslüman ismi taşımalarına itirazettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu suretteizah etti. Şam’da Ermeniler tarafından idareedilen yerde Cemal Paşa idaresinin yardımettiği birtakım yetimhaneler vardı. Bunlaryalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiç birindeyeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yenibir yetimhane açmak için de maddî imkânkalmamıştı. Ayin Tura sadece Müslümançocukları için olup, orada henüz yer vardı.Ermeni yetimhanesinin alamadığı kimsesiz,avare Ermeni çocuklarını Ayin Tura’ya alırkenonlara Türk veya Müslüman ismi vermek

zarurî993 idi. Esasen din dersi de verilmiyordu.Yani Ermeni çocuklarını zorla Müslümanyapmak gibi bir gaye yoktu. Din ve milliyetedokunulmazlık taasubu994 bazı fecivaziyetlerde ve hayatî ihtiyaçlar karşısındakuvvetini kaybedeceğini o zaman hiçdüşünmemiştim. Her halde 16 Eylül 1916tarihinde İstanbul’a dönerken, Ayin Tura ilearamda doğru veya yanlış hiç münasebetimolacağını aklıma getirmemiştim.Lübnan ve Arap diyarında tahsil ve terbiyesahasında fiilen harekete geçeceğimi hiçdüşünmeden dönmüştüm. Fakat Suriye’yedöndüm, hem de çok geçmeden döndüm.Beni tekrar o diyara sevkeden saiklerin995üzerinde duracak değilim. Bunları, hâtıratımıçocukluğumdan itibaren ta bu güne kadaryazdığım zaman münakaşa edebilirim. Beni,1916’da tahsil ve terbiye sahasında işgal edenEvkaf mekteplerinin, Şeyhülislâm Hayri Efenditarafından modern şekle sokulmak hareketinde,Evkaf mektepleri fahrî996 müfettişliği ve aynı

zamanda, o vakitler Sultan Ahmed civarındakiEvkaf mektebindeki derslerimdir. Evkafmektepleri Maarif ’e geçince istifa ettim.Çünkü merhum Şükrü Bey’in MaarifNezareti’ndeki hizmetinin büyük ve faideliolduğuna kani olmakla beraber, tahsilin sıkı birmerkeziyetçiliğe tâbi olmasına hiçbir zamaninanmadım.Benim hayatımın muharrir ve hoca olarakiki ayrı safhası vardır. Evkaf mekteplerininHayri Efendi idaresinde, maarifimizde enisabetli yolu tuttuğuna kaniim. Her halde onlarMaarif ’e geçtiği zaman, orta mektepleri,Maarif orta mekteplerine faik997 bir vaziyetteidi.1916 yılının Eylül’ü harbin insanlarıümitsizliğe sevkeden ıstırap ve sefaleti iledoludur. Muharrirlik hayatım bence ogünlerde ehemmiyetini kaybetmişti. Bir satıryazı yazamıyordum. Eğer Müslümankadınlarının çekilebileceği bir manastır hayatıbizde olabilse idi, mutlak çekilirdim. Her ne isebu vaziyette her insan mutlak insaniyete

elinden geleni yapmak ister. Benim için teksaha, talim ve terbiye sahası olabilirdi. Ohizmet sahasını bana Lübnan ve Arap diyarıaçtı. Ayin Tura Yetimhanesi’ndeki çocuklarınsayısı sekiz yüze çıkmış olduğunu, gerek orasıve gerekse Lübnan ve Suriye’de hazırlanmışplana göre mektep açma faaliyetini deruhteetmemi998 Cemal Paşa tekrar teklif ettiğizaman, düşünmeden kabul ettim. Fakat AyinTura için sadece iyi bir müdür bulmayı vemüfettiş sıfatıyla onunla meşgul olmayı kabuletmiştim. Yetimhane için (bulunan kişi),Kızılay’da çalışmış, fevkalâde yararlık etmiş,kendisi de çoluk çocuk sahibi, yani babayürekli bir adamdı. Lâzım gelen hocaları(bulmayı) da, hocalık mesleğinde muvaffakolmuş ve benim eski bir dostum olan eşiüzerine aldı.Daha evvel planımızda karar verildiği gibikızlar için lise ve aynı zamanda muallimmektebi Beyrut’da tesis edilecek, ben oradakalacaktım. Lübnan ve Şam’da iki leylî999 ilk

mektep tesis edilecekti. Bunlar için seçtiğimhocalar ekseriyetle Evkaf mektebinimodernleştiren eski talebelerimdi. Bu üçmektep için elliye yakın kadın hoca ve birkaçtane erkek, ikinci teşrin1000 sonunda Arapdiyarı ve Lübnan’a yollandılar.Beyrut’a yağmurlu bir akşam vardık. Erkekmemurları otele gönderdik, ben de, kadınhocalarla beraber daha evvel bahsetmişolduğum Beyrut’daki Nigâr Edib’in mektebinemisafir oldum.Beyrut, Lübnan ve Şam valileri, bizeellerinden gelen yardımı yaptılar. Günde on altısaat mübalâğasız çalışıyorduk. Fakat Kânûn-ıSânî ayının1001 içinde mektepler açılmış talebeyerleşmiş ve tedrisat1002 başlamıştı.Lise ve muallim mektebi, Nasıra’da1003 üçvilâyete hoca yetiştirmek üzere açıldı. Yüksekbir teras üstünde, uzun, üç köşeli bir bina idi.Yüksekteki terastan portakal ve muz ağaçları,altındaki teraslardan hurma ağaçları veAkdeniz’in muhteşem mavi su alanı

görünüyor.Bu binalar vaktiyle dinî, fakat rahibelerinidare ettiği, yüksek sınıf aile kızlarının geldiğioldukça moda bir mektep imiş. Biz geldiğimizvakit rahibeler orada idiler. Ertesi gün, badanave hazırlık başladı. Rahibelerin başı benimleberaber etrafı dolaştı.Ordu onlar için Kudüs’de bir manastırhazırlatmış, ertesi günü Baş Rahibe Mère1004Freige ile beraber hareket edeceklerdi.Kendisiyle karşı karşıya kahve içerken, zihnimonları alıkoymak çareleri ile dolu idi. Herhalde, onların rahatı temin edilecekti, fakatonların Nasıra’da kalmalarını temin edersemtedris bakımından olmamakla beraber, idarehususunda büyük bir boşluğu dolduracaklardı.Bilhassa Mère Freige çok dikkate değer birşahsiyete sahipti. Uzun, kestane rengindegözleri, metin ve iradeli ağzının aynı zamandamerhamet ve anlayış ifade eden hatları, büyükbir kıymet, geniş bir kadın kalbi hissettiriyordu.Rahibeleri orada alıkoymak, zannettiğimdendaha kolay temin edildi. Yarım saat içinde

Mère Freige, ile iç idareye ne suretle elealacakları, hangi iş sahasında mesuliyetintamamen kendilerinin olacağına dair anlaştık.Binanın sol tarafı, esasen mektep için müsaitolmadığından, onlara tamamen terk ediliyordu.Rahibelerin, hayat tarzlarında o kadarkendilerine mahsus tarafları vardır ki hiçkarışmaya gelmez. Mère Freige Nasıra’dakalmaları temin edildiğine memnun oldu.“Senin için her gün dua edeceğiz, evlâdım,”derken sesindeki şefkat ve samimî bağlılık banaçok tesir etti. Hakikat, esrarlı ve loşkiliselerinde beni her gün dualarında zikrettiklerini biliyorum. Bu dua belki de,ruhumun selâmeti onların yolunda Hakk’akavuşmam içindi. Ben Hakk’a erişmek içinaçılan yolların hepsinin aynı neticeyevaracaklarına inanırım.Mektebin hazırlandığı hummalı bir faaliyetiçinde geçen günlerde, tek dinlendiğim zaman,tiryakisi olduğum çayı içmek için odamdageçen yarım saatti. Mère Freige bu saatlerdebenimle konuşmaya geldiği zaman çok

memnun olurdum. Bana talim ve terbiyehakkında fikirlerini anlatır, nazik bir şekildeâdeta nasihat verirdi.Onun bu husustaki kanaati ile benimki tabiîhiç uymuyordu, fakat buna rağmen onudinlemekten büyük bir huzur hissederdim.Talebeye her hafta banyo yaptırmaya şiddetlemuarızdı1005. Halbuki biz en evvel, bunutemin için iptidaî de olsa lâzım gelen tertibatıtemin etmiştik. Onlar ayda bir yıkanırlarmış.Onlara göre bu kadar sık yıkanmak kızlarıkendilerini beğenmeye, kendi nefislerine1006ve vücutlarına fazla değer vermeye sevkedermiş. Bizim talebeye fazla serbestivermemize de aleyhtardı. Hürriyetin insanlarıhaylaz ve mütecaviz yapacağına inanıyordu.Bilhassa, rahibelerin, en fazla üstündedurdukları nokta, iki talebe arasında dostluk vefazla yakınlığın zararlarıdır. Onlar, mutlak üçerkişi bir arada bırakırlarmış.İlk ay, rahibelerin orada bulunmasınataraftar olmayanlar, yahut onları jurnal

etmekle hükûmetin gözüne girmek isteyenler,beni çok müşkül durumlara, bazan içindençıkılmaz gibi görünen vaziyetlere soktular.Bunlardan ikisini burada zikr edeceğim. Evvelâ,mektebin damında bir telsiz teşkilâtıbulunduğu ve rahibelerin Fransızlara işaretverdikleri iddiası ortaya atıldı. Damı bilhassakendim karış karış dolaştım. Telli veya telsizhiçbir emare görmedim. Esasen rahibeler okadar kendilerini dine vakf etmiş ve bir dakikaboş zamanları olmayan insanlardı ki onlarınsiyasetle alâkalarını tahayyül etmek müşküldü.Gerçi Mère Freige, Fransız taraftarı idi ve öyleolması tabiî idi, fakat onun da casusluğa hiç,ama hiç müsait olmayan asil ve mert bir kalbivardı. Bundan emin olmakla beraber ben de,vatanımın ve ordumuzun selâmeti için çokdikkatli ve uyanık davranmak mecburiyetindeidim.İkinci jurnal, her gece yarısından sonra,papaz kıyafetli bir adamın, rahibelerindairesinin kapısından girip sabaha karşı aynıkapıdan çıktığını, bunun şüpheli bir iş

olduğunu yazıyordu. Bu defa uzun ve yinedikkatli bir tahkikat yaptıktan sonra, adamınhakikaten bir Katolik papaz olduğunu verahibelerin gece dualarına riyaset1007 ettiğiniöğrendik. Anlaşılan bizde nasıl kadın imamlıkedemezse, onlarda da bu mühim âyinlerimutlak bir erkeğin idare etmesi lâzımmış. MèreFreige’e açık ve kat’i bir lisanla, hiçbir erkeğingece oraya gelmesi imkânı olamayacağını, birzaman için bu gece âyinlerinin sadece kadınlararasında olması lâzım geldiğini söyledim. Birazmüteessir oldu, fakat yapılacak bir şey yoktu.Harp zamanında bundan daha ne kadar sıkışeyler, her yerde yapılmıyor muydu? MèreFreige de oradaki rahibe heyeti de, hiçbirzaman ilk altı ay zarfında onlar hesabına nekadar sıkıntı çekmiş olduğumu bilemezler.Mektebe gelenleri çok dikkatle kontrol edenkapıcı ve bekçiler de çok müteyakkız1008davranıyorlardı.Der-Nasıra’ya giriş imtihanları çokheyecanlı oldu. Yüksek sınıflar için yirmi boş

yer vardı. Ekseriyeti Lübnan ve Beyrut’danolmak şartıyla yüz yetmiş beş kişi müracaatetti. Bereket versin Şam talebesini mektebinkendisi intihâb ediyordu1009. Lübnanlı talebehemen hemen hepsi Hıristiyan, Beyrutlularkarışık, Şam sadece Müslüman talebe gönderdi.Müfettiş Cessir Efendi –Arap’dı– sualleriArapçaya tercüme ederken, gülerek: “Eğer sizArap olsa idiniz, sizi Arap mültecisi1010 diyeÂliye Mahkemesi’ne gönderirlerdi,” dedi. Dargörüşlü olmamak şartıyla milliyetçi olanherkes, her imparatorluğun müşterek dili vekültürü ile beraber, kendi cinsine ve ülkesinemahsus kültür ve dili öğrenmesi icap ettiğineinanır, zannediyorum. Bilhassa Fransızmekteplerinden gelen Arap kızları, Arapça’yahep yukarıdan bakarlardı. Bir gün kültürlü birArap hanıma, peynirin Arapçasını sormuştum.Yanındakilere “fromage”ın Arapçasını bilen varmı diye sormuştu. Bizim açtığımız yenimekteplerin hepsi Arapçaya çok ehemmiyetveriyordu.

Yatakhaneler, dershaneler hazırlandıktansonra, bir gün Cemal Paşa ile Beyrut ValisiAzmi Bey mektebi gezmeye geldiler. Her tarafıgördükten sonra kiliseyi de görmek istediler.Kiliseye, rahibelerin dairesinin yanındakikapıdan girilirdi ve mektebe açılan kapısıkapatılmıştı. Ben de onlarla beraber kiliseyegirdim. Tabiî resim ve mukaddes insanlarınheykelleri ile dolu, âdeta karanlık bir yerdi.Cemal Paşa, bir resmî mektep yanında kiliseolması münasip olamayacağını, buranın biryatakhaneye çevrilmesi lâzım geldiğini ilerisürdü. Yatakhaneler hazırdı ve burasıyatakhane olmaya hiç de müsait değildi.Bundan başka da, burada alıkoyduğumuzrahibelerin ibadetlerinde serbest olduklarını,kilisenin ise mekteple hiçbir alâkası olmadığınıanlattım. Uzunca süren bir münakaşaesnasında, sıraların arasında diz çökmüş,ibadete dalmış bir rahibenin bizi endişe ileseyrettiğini gördüm. Her halde kiliselerininbırakılması onları bize çok bağladı. Bundansonra bahçede garip bir sahne geçti. Kısa boylu

şişman bir adam Paşa’nın yanına sokularak,bahçenin bir köşesindeki rahibe mezarlarındahaç olduğunu, bunları sökmek için müsaadeistediğini söyledi. Cemal Paşa derhal kaşlarınıçattı: “Beni ne zannediyorsun? Mezarlara benhiç el uzattırır mıyım?” dedi.Der-Nasıra aynı zamanda, lisan ve nakış,dikiş için ayrı ve serbest sınıflar açtı. Beklemeodaları, uyanık yüzlü, sonraları çok kabiliyetgösteren Arap kadınları ile dolu idi. Aynızamanda Dumani adlı bir Arap, sahip olduğumühim bir fabrikadan üniforma ve önlükyapılmaya müsait kumaş örnekleri getirdi. Çokucuz verecekti, fakat parasının buğday ileödenmesini şart koşuyordu. Vali Azmi Bey buadamı himayesine1011 aldı ve bizimmekteplerin üniformaları, önlükleri hep ofabrikadan alındı. Dumani’nin Suriye’nin enzengin bir adamının oğlu olduğunu, fakat adambütün servetini mütemadî yedikten sonra, fazlaolarak bir sürü de borç bırakarak öldüğünüMère Freige söyledi. Oğlu, işe en evvel alelâdebir işçi olarak başlamış, sonra, bütün borçları

ödeyecek hâle gelmiş ve nihayet o da Arapdiyarının çok ileri bir sîmâsı olmuştu.Dumani’nin annesi de asil bir kadındı. Bu anaoğula, daima içimde büyük bir hürmethissettim.Değil sadece Arap diyarında, diğer yerlerdede, hangi cepheden alırsanız alınız, Ayin TuraYetimhanesi’ndeki hizmetim kadar ruhumutatmin eden hâdiseler pek azdır. Çünküoradaki ıstırap çekenler hep insan yavrularıydı.Hepsi, hiçbir kahabati olmadan inanılmazmihnet ve biçarelik1012 içinde kıvranıyorlardı.Daha evvel de dediğim gibi oranın müdür vemüdürün seçtiği heyeti Yetimhane’yeyerleştirdikten sonra, benim vazifem sadecemüfettişliğe inhisar edecekti. İstanbul’dan gelenheyet ikincikânunun1013 ilk haftasında işebaşladıkları zaman, Yetimhane inanılmaz birsefalet ve pislik içindeydi. İntizam diye birmefhum1014 yoktu. Bütün idare, a dan z yekadar, iki tane iyi yürekli, fakat âciz kadın,birkaç erkek, bir düzine askere terk edilmişti.

Sekiz yüz küsur çocuğun beş yüzden fazlasıhasta idi. Her çocuk, bazan üç çocuğun işgalettiği yataklar, her eşyanın üstü bit içinde.Hatta taş koridorda yürürken, önünüzdehareket hâlinde akıp giden bit akışına basıpgeçerdiniz. Bu satırları yazarken,Borodin’in1015 son günlerde çıkanhatıratındaki bir parçanın ne kadar realiyeteyakın olduğunu, ancak o günlerde, yetimçocuklar cehennemini görmüş olanlar takdirederler: “Kuvvetleri ve yiyecekleri yoktu;kuvvetleri yetse bitleri yerlerdi, fakat bitlerdaha kuvvetli olduğu için onları yedi.”Maamâfih Ayin Tura’da yiyecek yokdenilemezdi. Fakat gıda hiç de bir intizama tâbideğildi. Çocukların birkısmı “iskorbut”a1016tutulmuştu. Çocukların hemen hepsi, küçük,büyük, hasta veya ayakta, artık insan yavrusuolmaktan çıkmışlardı. Hayvanlar nasıl bütünihtiyaçlarını her yerde def ederlerse1017 buçocuklar da, alenen yatak içinde ve dışında aynışeyi yapıyorlardı. Kıyafetlerinden ve

yüzlerinden bazı çocukların hangisi kız, hangisioğlan bilemezdiniz. Fakat garip birinsiyakla1018 kız çocukların bazısı, belkiaileleri tarafından vaktiyle delinmiş olankulaklarının deliğinden bir tire parçası geçirmiş,küpe gibi bağlamıştı.İşte bu vaziyet, İstanbul’dan gelenlerişaşırtmıştı, hatta ürkütmüştü. Maamâfihtahümmülü hemen hemen imkânsız olan buvaziyet karşısında, bir şeyler yapmaya daçalışmışlardı. Müdür evvelâ bir etüv1019istedi, eşyayı dezenfekte etmeye başladı,kaynaması mümkün olan her şeyi kaynatmakiçin elinden geleni yaptı. İşte bu günlerde,cepheden bize verdikleri Doktor Lütfü1020,Allah’ın bir inayeti1021 oldu. Bitler, imhaedildi, imkân dairesinde müstevli1022 birhastalık hâlini almış olan murdarlık1023 imkândairesinde sona erdi. Fakat her şeye rağmençocuklar yine aynı garip vaziyette idiler.Müdürün maneviyatı süratle sona eriyordu.

Onları, tavır, hareket bakımından, yani maddîve manevî bakımından insanlıktan ayırmış olansefalet ve zillet1024 hâlâ barizdi. Bir avuçkuvvetli ve yaşları da müsait olan erkek çocuk,bütün müesseseye hükmediyordu.Bunlar küçüklerin ekmeklerini alıp köydesatıyor, kumar oynuyor, daha ağıza alınmazderece vahşî insiyaklar1025 gösteriyordu.Hocaların ve talebenin bir kısmıylakonuştuktan, vaziyeti kavradıktan sonra, bu işikendi elime almam lâzım geldiğine kanioldum1026. Der-Nasıra’nın her şubesikabiliyetli ellerde muvaffakiyetle işliyordu.İstanbul’dan gelmiş olan müdür, heyettenbazılarıyla İstanbul’a dönmek istediler. DoktorLütfü Bey’e müessesenin müdürlüğünü teklifettim, kabul etti, ordu da bunu muvafık buldu,vaziyet müessese için büyük bir inayet oldu.Ben, Ayin Tura’da üzerime aldığım işe,mektebin yemekhanesinde ilk akşam yemeğivakti başladım, çünkü bilhassa yemek vaktigeçen şeyler, İstanbul heyetini en fazla

ürkütmüştü.Yemekhane, gayet uzun ve geniş, birbiriiçine açılan üç kocaman salondu. Ekseriyetiancak ayak üstü durabilecek, sanatoryumlukçocuklar teşkil etmek şartıyla dört yüz elliçocuk yemekhaneye gelebiliyordu. Kapılarınönünde, ellerinde ekmek çuvalı birer askerduruyor, her giren çocuğa bir ekmekveriyordu. İstanbul’dan idare müdürü olarakgetirmiş olduğum Makbule Hanım birkaç hocaile kâselere çorba koymaya çalışıyordu.Çocukların hepsi gelmeden evvel korkunçbağrışmalarla karışan kavga ve döğüş başladı.Bu sahneyi antropoloji1027 âlimleriningörmesini çok isterdim. Çünkü, en iptidaî1028hayvanlar arasındaki hayat mücadelesinin insanyavruları arasında nasıl olabileceğinigösteriyordu. Kuvvetliler, zayıflarınekmeklerini ellerinden kapıyor, zayıflarvermemek için çabalıyordu. Bu vahşî veumumî döğüşmede bütün çocuklar birbiriniyumrukluyor, tırnaklıyor, ağlıyor ve avazları

çıktığı kadar bağırıyorlardı. Mektebinmuhasebecisi elinde bir sopa, sağa solaindirerek kavgayı durdurmaya çalışıyordu.Çocukların bir kısmı yerde yatıyor ve İdareMüdürü Makbule Hanım yaralanmış,boynundan ve ellerinden kan akıyordu. O gün,daimî olan sahnenin en azgını olmuştu ve ben,insan denilen mahlûkun sefaletin birderecesinde nasıl hayvaniyete döndüğünügörmekten duyduğum ıstıraba rağmen, busahneyi görmüş olduğuma memnundum.Nihayet bu bana, nasıl bir harekete geçmeklâzım geldiğini gösteriyordu.O haftanın sonunda İstanbul’a hareketedecek olan müdür yanıma geldi, mazurgörülmesi lâzım gelen bir memnuniyetle: “Buişin çıkmaz olduğunu gözünüzle gördüğünüzememnun oldum,” dedi. Ben de: “Bir hafta sonraburada sükûn içinde yemek yiyeceklerdir,”dedim. Ve o günden sonra hocalarının daçocuklarla yemek yemelerini temin ettim veben de esasen Der-Nasıra’da da, burada daçocuklarla beraber yemek yiyordum.

O gün depoları gezdim, eşyayı kaydettim.Yığınlarla dokuma ipliği, pamuk, yün, derivardı. Ondan başka da yatak, masa, sediryapılabilecek tahta da vardı. Çocukları kendiihtiyaçlarını temin için yetiştirmek, bir taraftanda çalıştırmak sayesinde intizama sokmak,mütevazı1029 bir sanat sahibi yapmak icapediyordu. Bundan dolayı bir marangozhane, birkunduracılık atölyesi, bir örücülük, bir deterzilik san’atı açmak icap ediyordu. O gece,lâzım gelen ustaları temin için resmîmakamlarla muhabereyi1030 hazırladıktan,planı çizdikten sonra bütün mektebi dolaştım.Koridorlarda büyük çocuklar oynuyor,dolaşıyor, askerlerle şakalaşıyordu. Yatakhane,ekserisi yerde, büyük, küçük bir sürü çocuklarüst üste yatıyorlardı. Gece odama döndüm,müşahadelerimi1031 kaydettim.İstanbul’dan gelip de dönmeyen kadınlarınbiri terzi idi. Köyden birkaç yerli kadın, büyükkızlarla beraber, çocukların esvaplarını,şiltelerini hazırlamaya hemen başladılar. İyi bir

doğramacı ile kunduracı gelecekti. Aynızamanda, iki tane usta örücü ve birkaç tane debasit dokuma tezgâhı tedarik edildi1032. Üçgün sonra bütün ustalar geldi, büyükçocuklardan istediklerini seçtiler, hummalı birfaaliyete giriştiler. İşin garip tarafı müesseseyialtüst eden, ıslah kabul etmez1033 gibigörünen haylaz ve dejenere çocukların bu ilkişlerde en fazla işe yaramalarıdır. Onlarla sıksık konuşurdum ve aralarından yukarıda zikredilen1034 işlerden başka sahalarda dakullanılacağı seçiyordum.Bir haftanın sonunda, en küçüklerinyatakları ve esvapları hazır, kunduralarıyapılmak üzere idi. Her yedi yaşından aşağı kızveya erkek çocuğun on tanesine, büyücekkızlardan bir abla tahsis ettik. Onlar, buküçüklerin, yıkanmasını, giyinmesini,derslerine gitmelerini temin edeceklerdi. Heryatakhanenin içine açılan bir odada bir hocayatırıyorduk. Hamam yeri de hazırlanmıştı. Buküçüklerin, sıra ile onu bir abla ile hamama

gittikleri gün, unutulmaz bir gün oldu. Birincionluk kafile yıkandıktan ve yeni, temizesvaplarını giydikten sonra, dışarıda tahtakerevete yan yana oturdular, birbirlerineyaslanarak, yüzlerinde büyük bir sükûn verahat içinde uyudular. Her on çocuk kafilesi,başta ablaları, saçları taranmış, üst baştertemiz, hamam dairesinden çıkarken, bütünayakta olan çocuklar, hatta hizmetçilertoplanıyor, bir mucize görmüş gibiseyrediyorlardı. O gece, o gün, yıkanmış, temizyataklara yatırılmış yavruları seyretmek için üçdefa yatakhanelerine gittim.İki ay sonra, bütün çocukların esvapları,kendileri tarafından örülmüş kumaştanyapılmış, pabuçları bitirilmişti. Yatakhanelertemizlik ve intizam içinde işliyordu. Gençdoğramacılar, üç yüz tahta yatak kerevetihazırlamıştı. Çünkü, hiçbirini yerde yatırmakistemiyordum. Şilteleri atılmış, çarşaflarıtemizdi. Aynı doğramacılar, küçükler içinhazırlamakta olduğumuz Montessori1035

sınıfları için lâzım gelen masa ve edevatı1036da yapıyorlardı. Tedris programı1037 beşsınıfa ayrılmış ve tatbike geçilmişti. Yedi yaşınıgeçmiş büyük erkek çocukların yirmi beşi için,büyük erkek çocuklardan bir çavuşseçiyorduk.Bu çavuşlar, verilen mesuliyetten vehocalarla işbirliği yapmaktan büyük bir gururhissettikleri için, her biri kendi grubunu en iyiidare etmeye çalışıyordu. İş yapmak, temizlik,oyun ve musiki ile alâka onları meşgul ediyorve çocuklar arasındaki insanî münasebetnormal bir durum ve hayret edilecek bir âhenkgöstermeye başlamıştı. Çünkü, iş ustaları ileberaber, bir de musiki hocası getirtmiş,mektebe basit bir bando hazırlıyorduk. İlkzamanlardaki, bilhassa Kürt ve Ermeniçocukları arasındaki birbirlerinin boğazınaatılan husumet1038 ve geçimsizliğihatırladıkça, iki ayda vücut bulan bu gelişmehayrete şâyân görünüyordu.İlk günlerde –şimdi örücülükte en ileri

olan– iki Kürt çocuk başları beyaz sargı ilebana gelmişler ve:— Biz Şam’a gitmek için izin istiyoruz,demişlerdi.— Niçin gitmek istiyorsunuz?— Ermenileri öldüreceğiz.— Niçin öldüreceksiniz?— Anamızı babamızı Ermeniler öldürdü.Buradaki Ermeni çocuklar bize her gün dayakatıyorlar.— Babanızı ananızı öldürenler, buradakiçocuklar değildi. Hem onların anasını babasınıda başkaları öldürmüş. Şimdi bana başınızınnasıl yaralandığını söyleyiniz.Söylemediler. Hastahaneye gönderdim. Buhâdise olalı iki ay bile geçmemişti.İki ay sonra, aynı çocuklar, şimdi Ermeniçocuklarıyla beraber dokuma tezgâhlarındakuzu gibi çalışıyor, arkadaşlık ediyorlardı. Buiki çocuğun bende bıraktığı en büyük tesir,hatta hürmet hissi, bütün hiddet venefretlerine rağmen kafalarını yaran çocuklarınisimlerini vermemiş olmalarından doğuyordu.

Kürt çocukları, doğru sözlü, beklenilmeyenderecede insana bağlanan ve belli etmemelerinerağmen çok şefkatli idiler, fakat onları idareedebilmek için mutlaka adalete ve hakka bağlı,aynı zamanda çok kuvvetli bir irade lâzımdı.Maamâfih liderlik hassaları1039 zayıftı, çünküçabuk hiddet ederler ve hislerine mağlûpolurlardı. İdaresi en kolay olanlar Türkçocukları idi, disiplin ve liderlik kabiliyetleri deçok kuvvetli olduğu gibi, çok sakindiler vemektebin sulh unsurunu teşkil ediyorlardı.En ağır ve zor işlerde, bilhassa nefsindenfedakârlık lâzım olan sahada onlara tamamengüvenebilirdiniz. Yemekhanede sükûn veintizamı onların sükûnuna ve aynı zamandametanetine1040 borçluyum. Şimdi artık yüzügözü temiz, üstü başı muntazam, saçlarıtaranmış yavrular, ablalar ve çavuşlarıylayemekhaneye geliyor, sükûn içinde yemekyiyorlardı. Pek beğendikleri ve sevdikleri biryemek bazan küçükleri coşturur, içindensonsuz bir hasret sezilen bir Anadolu türküsü

söylemeye başlarlardı. Hayatları ne şekil alırsaalsın, bu yavruların hepsinin içinde normalolmayan bir sakat taraf, ömürlerinin sonunakadar zaman zaman sızlayacaktı. Ermeniçocuklarının bilhassa musikiye istidatlarıbüyüktü ve ekseriyetini teşkil ettikleri bando,yetimhanenin çok iftihar ettiği gibimuvaffakiyet teşkil ediyordu.Dolaşmaktan şişen ayaklarımı çıkarıp birsandalyeye koyduğum, mekteplerin yiyecek vediğer ihtiyaçlarını temin için mütemadiyenyapılması lâzım gelen karışık muhaberatıhazırladığım zaman ancak birazdinlenebiliyordum. İki ay süren geceligündüzlü çetin ve öldürücü çalışmalardansonra mektepteki nispeten1041 düzelenumumî sıhhat ve bilhassa çocuklarınbirbirlerine karşı muameleleri benim içinbüyük bir mükâfat idi. Fakat bu iki ayın benine kadar bitkin bir hâle soktuğunu ancakömrümde ilk defa, birdenbire düşüpbayıldıktan sonra anlamıştım.

Bu nisanda vâki olmuştu1042 ve doktorbuna dimağ1043 fakr-üd-demi1044 demişti.Bir hafta kadar yatakta yatmaya mecburolduktan sonra Şam’daki mektebimizi teftişegittim. Hareket ederken, kendi kendime iki ayevvel, Ayin Tura’da çocukların kahkaha ilegülebileceklerini hiç hatırıma getirmediğimidüşündüm. Olsa olsa daha az gözyaşı ve dahaaz hastalık bekliyordum. Halbuki şimdi tombulve pembe yüzlü yavruların gülüştüklerinioynaştıklarını görüyordum.İçinde bulunduğum Arap diyarınınmuhtelif hayat cephelerini biraz görmeyebaşlamıştım. Beyrut ve Lübnan’da asil vezengin sınıfı, kıyafet, tavır itibarıyla tamamenFransızların, daha doğrusu Paris şehrinin tesirialtında idiler. Her şeye rağmen biraz aralarındabulunduktan sonra, kendilerinin pek göstermekistemedikleri, fakat belki daha çok sevimli,nev’i kendilerine mahsus bir taraftarı vardı.Müslüman ve Dürzî1045 asîl aileleri, kendihususiyetlerine ve şahsiyetlerine hiçbir yabancı

tesirin –zahirî1046 dahi olsa– damgavurmasına müsait davranmıyorlardı.En büyük ve hâkim tarafı buğdaya dayananbir hayli harp zengini vardı. Fakat halktabakasında kıtlık, en korkunç derecesineyaklaşmakta idi. Beyrut’un en muntazamsokaklarında, yüzleri açlıktan gerilmiş,paçavraya sarılı kadın ve erkek bir alay yersizyurtsuz avare insan, bacakları değnek gibi,küçük yüzleri, âdeta yüz yaşındakileri gibiburuşmuş, saçlar dökülmüş, gözleri çukurakaçmış, fakat içlerinde insana acı acı bakankimsesiz çocuk sürüsü. Hâlâ kafamın içindezaman zaman aydınlanan bir sonsuz sokakmanzarası içinde bütün bu isimsiz küçüksürüler geçer giderler ve aynı zamandamuhteşem binaların, mermer merdivenlerindebir çocuk iskelet koluna başını dayamış cançekişir.Açlık, bir ses hâlinde kendini ilk defa ifadeettiği zaman hem kalbinizde, hem kafanızdaömrünüz boyunca bir sada aksini1047

işitirsiniz. Ben, ilk defa Amerikan Koleji’ndearkadaş hocalarla bir konser dinledikten vemusikinin dinlendirici tesirine kendimi terkettiğim bir gün o sesi işittim. Konserden Der-Nasıra’ya dönerken birdenbire bir tekmütemadiyen “ju-an” diye haykıran ses, havayıbıçakla keser gibi kesiyor, yırtıyordu. Ondansonra o sesi çok işittim. Zaman geçtikçe,kadınların ince ihtiraslı sesleri, erkeklerinboğazlarından gelen, bütün ihtiras ve manasınıkaybeden sesi, nefes almaya dahi kudretikalmamış, çocuk gırtlaklarından hep aynıkeskin perdeden bir tek “ju-an” notası havayıdeğil kalbi dahi bir bıçak ucu gibi delipgeçiyordu.Münevver1048 Araplar bana hep büyükbir musikişinas olan Vedi Sabra’dan1049bahsetmişlerdi. Bu ismi 1908’de, TevfikFikret’in bir millî marşını bestelediği ve TaksimBahçesi’nde orkestrasının başında, seksen binkişiye çaldığı zaman işittim. Hürriyetin balayısayılan o günlerde, ırk ayrılığı henüz Türkiye’yi

içinden parçalamamıştı. Vedi Sabra, Fransıztaraftarı ve ihtilâl hareketine karışmakla ithamedilmiş, Erzurum’a nefyedilmiştir. Vedi Sabra’nın Fransızları sevmesi kadar tabiî bir şeyolamazdı. Çünkü on beş sene Paris’in en büyükkatedralinin orgcusu, organisti, olmuştu.Aynı zamanda musikinin nazariyeleri1050arasında onun da tanınmış bir nazariyesi vardı.Fakat herhangi siyasî bir harekete iştirakedebilecek bir mizaçta1051 olmadığına benkaniim.Der-Nasıra’nın musiki kısmının başınagetirtilmesi, yeni açılan mekteplerin o sahadayeni bir çığır açmalarına sebep olacaktı. Maddîve manevî en büyük ıstırap ve sefaletlerlemücadele edildiği zaman sıhhat ve intizambaşladıktan sonra, insanların en büyük teselli vehayat insiyakını hiç şüphesiz musikî teşkileder.Arap diyarına bir sene daha gelmeyi kabulettim. Eğer, harbi kazanırsak, sonsuz bir şefkatve muhabbet eseri olan bizim mütevazı

mekteplerin, hükûmetimizin tutacağı yenitedris sahasında ilk temel adım olmasınıumuyordum. Doktor Adnan, Türk ordularınınteftişi için haziranda Suriye’ye geldi,vakansı1052 geçirmek için onunla beraberİstanbul’a döndüm.10531917 yılının Eylül ayında va’dimi yerinegetirerek, bir sene için tekrar Suriye’yedöndüm. Hocaların birinci sene gösterdiklerigayret, kudret ve fedakârlık sayesinde,açtığımız mekteplerde ikinci sene tedrisatkolaylıkla devam etti. Ayin Tura hayrete değerbir şekilde ilerlemişti. Esasen yaz aylarıprogramı da oldukça hafifti. Yetimlerin sayısıtam iki bin yüze çıkmıştı. Yanımızda bir kadınrahibeler manastırı vardı. Doktor Lütfü Bey,onun bizim tarafındaki kısmını kiralamış,bütün kızlarla kadın hocaların el işi sınıflarınıoraya nakl etmişti. O rahibeleri bir sene evvelziyarete gittiğim zaman, onların sadecebaşlarıyla o da demir parmaklık arkasından,birbirimizin hatırını sormak şeklinde


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook