Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

hatırlıyorum.Kaderimde bu adamın yönetiminde iki yılkalmak yazılıymış. Akim Akimiç’in onunhakkında anlattıkları baştan aşağı doğru çıkmıştı,ama gerçek, anlatılan bir hikâyeden çok dahaetkili oluyor. Bu binbaşının korkunçluğu, iki yüzkişi üzerinde hemen hemen hudutsuz biryetkiyle amir durumunda bulunmasından ilerigelirdi. Derbeder, kötü bir adamdı. Mahpuslarıda kendisi için doğal bir düşman gibi görürdü ki,bu da onun ilk ve en önemli hatasıydı. Bazıyetenekleri vardı, ama ondaki iyi taraflar bileinsana hoş görünmezdi. Her şeyde aşırı vehırçındı; bazen, geceleri birdenbire hapishaneyedalıverir, sol yanına ya da sırtüstü yatan birmahpus görürse, ertesi sabah, emrettiği gibi sağtarafına yatmadığı için onu cezalandırırdı.Hapishanede ondan hem nefret ederlerdi, hemde vebadan korkarcasına çekinirlerdi. Morumsukırmızı yüzü haşin bir anlam taşırdı. Emir eriFedka’nın binbaşıyı avucunda tuttuğunu herkesbilirdi. En sevdiği şey, Trezorka adlıfinosuymuş; hatta bir defasında Trezorka

hastalandığında binbaşı nerdeyse çıldıracakmış.Anlattıklarına göre, hasta köpeğin başında özevladıymış gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış; birveterineri kovmuş, hatta Fedka’dan,hapishanede mahpuslar arasında tedavidebecerisi olan bir alaylı veteriner bulunduğunuöğrenmese alışık olduğu üzere adamladövüşecekmiş. Derhal adamı çağırtmış:— Aman kurtar onu! diye bağırmış. Altınlaraboğarım seni, Trezorka’yı iyi et yeter!Kurnaz, zeki bir Sibirya köylüsü olanveteriner gerçekten çok becerikliymiş, ama tamanlamıyla bir köylü işte.Bu ziyaretten epey zaman sonra, olay tümdenunutulmuşken mahpuslara binbaşıyı ziyaretinişöyle anlatıyordu:— Trezorka’yı görmeliydiniz çocuklar; itoğlusedirde, beyaz bir yastığın üstüne öylekurulmuştu ki… Hayvana bir baktım,gövdesinde bir yara vardı ve bir kan almaklaiyileşeceği belliydi, yemin ederim iyileşecekti!Gel gelelim içimden: “Ya iyi edemezsem? Ya

geberir giderse bu köpek?” düşüncesi geçti.“Yok efendimiz, beni geç çağırmışsınız; dün yada önceki gün bu vakitler çağırsaydınız,kurtarırdım köpeğinizi, ama artık iş iştengeçmiş…”Trezorka böylece öldü gitti işte.Günün birinde binbaşımızı nasıl öldürmekistediklerini bütün ayrıntılarıyla anlattılar.Hapishanede bir hükümlü varmış. Birkaç yıldırburadaymış ve son derece sakin, uysal biradammış. Kimseyle konuşmazmış.Hapishanedekiler onu biraz meczup sayarlarmış.Okuyup yazması varmış ve son yıl gece gündüzİncil okurmuş. Herkes uyurken yatağındankalkıp kilise mumunu yakarak ocağın peykesineçıkarmış; orada da sabaha kadar kitabınıokurmuş. Bir gün başçavuşa giderek işe gitmekistemediğini bildirmiş. binbaşıya habervermişler; beriki köpürmüş ve hemen orayakoşmuş. Mahpus onun üzerine atılarak,evvelden hazırladığı bir tuğla parçasını fırlatmış,ama rast getirememiş. Yakalanmış, mahkemeye

verilmiş ve cezalandırılmış. Bu işler bir çırpıdaolup bitmiş. Hükümlü üç gün sonra hastanedeölmüş. Ölürken kimseye bir kini olmadığınısadece çileli bir ölüm istediğini söylemiş.Bununla beraber, Raskolnik mezhebiyle hiçbirilgisi yokmuş. Bu adam hapishanede saygıylaanılırdı.Sonunda prangalarımı değiştirmişlerdi. Osırada kalaç satan birkaç kız art arda atölyeyegeldi. Bazıları henüz pek küçüktü. Olgunlukçağına varıncaya kadar annelerinin yaptıklarıkalaçları satarlardı. Büyüyünce de hapishaneyegelmeye devam ederlerdi, ama kalaç satmayadeğil; neredeyse her zaman böyle olurdu. Ayrıcakız da olmazlardı artık. Bir kalaç on paraydı;mahpusların aşağı yukarı hepsi kalaç alırdı.Marangoz mahpuslardan ak saçlı, pembeyanaklı bir ihtiyar dikkatimi çekmişti; kalaçsatan kızlara gülümseyerek takılıyordu. Kalaççıkızlar gelmeden önce de boynuna kırmızıbezden bir atkı sarmıştı. Şişman, yüzü kalburgibi çopur bir kadın, tablasını tezgâhına koydu.

Konuşmaya başladılar. Mahpus kendinibeğenmiş bir gülümsemeyle:— Dün oraya neden gelmediniz? diye sordu.Oynak kadın:— Amma yaptın, ben geldim, ama Mitka’ylasiz yoktunuz, diye karşılık verdi.— Bizi içeriden çağırtmışlardı, yoksa sözverdiğimiz yerde bulunurduk mutlaka… Öncekigün sizinkilerin hepsi bana geldi.— Kimmiş o gelenler?— Maryaşka geldi, Havroşka geldi, Çekundageldi, İki Paralık geldi…Akim Akimiç’e:— Bu da ne? diye sordum. Yoksa?..Öteki:— Öyle efendim, diyerek utançla başını eğdi,çünkü çok onuruna düşkün bir adamdı.Elbette bu olağan şeylerdendi, ama kırk yıldabir, bin bir güçlükle ayarlanırdı. Zaten baskıaltındaki hayatın tabii ağırlığına rağmen,

mahpuslar bu türlü eğlencelerden çok, içkiyehevesliydiler. Kadınları elde etmek zordu. Vakitve yer bulunacak, söz kesilecek, tenha bir yeraranacaktı; işin daha güç yanıysa muhafızlarlaanlaşmaktı, yani sözün kısası, duruma göre avuçdolusu para harcamak gerekirdi. Bununlaberaber, sonraları bir iki aşk sahnesine tanıkoldum. Bir yaz günü, İrtiş kıyısında, bir salaştakireçtaşı yakıyorduk; üç kişiydik.Muhafızlarımız iyi kalpli çocuklardı. Birden ikitane “suflör” çıkageldi; mahpuslar böyle kızlarabu adı takmıştı.Onları çoktandır bekleyen mahpus:— E, neden geç kaldınız? dedi. Zverkov’lardamıydınız yoksa?Kızlardan biri gayet neşeli bir tavırla:— Ben mi geç kaldım? dedi. Orada çokoturmadım ki; karga bile ağaçta daha çokkalırdı.Bu kız dünyanın en çirkin kızıydı. Çekundadedikleri oydu işte. İki Paralık da onunla berabergelmişti. O da sözle anlatılamayacak bir

yaratıktı. Bizim zampara ona da laf attı:— Sizi de epeydir göremedik. Birazzayıflamışsınız galiba.— Olabilir. Önceden o kadar şişmandım ki;artık iğne ipliğe döndüm.— Hep askerler yüzünden değil mi?— Yok canım, sizin gibi dili kopası, kötüinsanların iftiraları bunlar; hem öyle olsa neçıkar? Asker yarim olsun, varsın kaburgakemiğim kırılsın!1111Eski bir halk şarkısından.— Siz onlardan vazgeçin de bizleri sevin;bizde para var, para…Bu manzarayı tamamlamak için kafası tıraşlı,yarısı başka, yarısı başka renkte elbise giymiş vemuhafızların gözü altında bulunan bir zamparayıgöz önüne getiriniz.Akim Akimiç’le vedalaşmıştım ki,hapishaneye dönmeme izin verildiğiniöğrenince, muhafızımı alıp gittim. Mahpuslar

toplanmaya başlamışlardı. İlk olarak bellivazifeler görmekle ödevli olan mahpuslardönerdi. Mahpusu gayretle çalıştırmanın çaresi,ona belli bir ödev vermektir. Bu ödevler bazençok çetin olur. Buna rağmen öğle trampetinekadar çalışanlara kıyasla, işlerini daha çabukbitirirlerdi. Verilen görevi bitiren mahpuskoğuşuna döner, kimse de ona karışmazdı.Yemeğe birlikte oturulmazdı; önce gelenrasgele bir yere otururdu, zaten mutfak herkesibirden alacak büyüklükte değildi. Çorbayıkaşıkladım, ama henüz alışmadığım içinyiyemedim. Çay kaynattım. Masanın birkenarına oturduk. Yanımda benim gibi soylu birarkadaş vardı.Mahpuslar girip çıkıyorlardı. Pek kalabalıkdeğildi hepsi toplanmamıştı. Beş kişilik bir grupbaşka büyük bir masanın etrafında oturmuştu.Aşçı, masalarındaki iki kaba çorba ve bir sahankızarmış balık koydu. Bunlar yemeklerini birşeyi kutlayarak yiyorlardı. Bize yan yan baktılar.Bir Polonyalı gelip yanımıza oturdu.

Mutfağa giren uzun boylu bir mahpus, oradabulunanlara çabucak bir göz attıktan sonra:— Evde değildim, ama her şeyi biliyorum!diye bağırdı.Elli yaşlarında, adaleli ve kuru bir adamdı.Yüzünde şeytanlık, neşe okunuyordu. Yüzününen dikkat çekici yanı, kalın, sarkık ve yüzünüçok gülünç gösteren alt dudağıydı.— E, nasılsınız dünden beri? Selam sabah yokmu?.. Kursklu hemşeriler merhaba! dedi vekendi paralarıyla aldıkları yemeklerini yiyenlerinsofrasına oturdu.— Bereketli olsun. Tanrı konuğu kabul edermisiniz?— İyi ama birader, biz Kursklu değiliz ki.— Tambovlu musunuz?— Tambovlu da değiliz. Sen şöyle bizden açılda zengin herifin birini bulup ona yanaş.— Aman çocuklar, bugün karnımda İvanBuruntulu ile Marya Hıçkırıklı karşı karşıyagöbek atıyor. Şu zengin herif de neredeymiş;

gösterin hele.— Gazin zengindir, onu dene.— Gazin bugün âlem yapıyor, içip duruyor.Kesesindekini tüketiyor.Bir başkası:— Yanılmıyorsam, yirmi ruble kadar birparası vardı, dedi. Şarap satmak kârlı işkardeşler.— Demek konuk kabul etmiyorsunuz, ha? Neyapalım, biz de beylik aşa kaşık sallarız.— Git de çay iste. Bak işte, beyler içiyorlar.Köşede oturan şimdiye kadar ağzını açmayanbir mahpus, asık suratla:— Bey de ne demek oluyor? diyehomurdandı. Bey filan yok burada. Herkesbizim gibidir.Kalın dudaklı mahpus içten bir bakışla bizebakarak:— İçerdim, ama doğrusu istemeyeutanıyorum; onurluyuz da hani! dedi.

— İsterseniz verelim, diyerek mahpusuçağırdım. Buyurun, ister misiniz?— İstemez olur muyum? Elbette isterim.Masamıza yaklaştı. Suratı asık mahpus:— Şuna bakın, evinde çarığını kaynatıpekmek banardı, buraya gelince çay içmeyiöğrendi; bey içeceği istiyor, dedi.Ona dönüp:— Burada kimse çay içmez mi? diye sordum.Ama mahpus bana cevap vermek lütfundabulunmadı.— İşte kalaç da getiriyorlar. Bari bir kalaç dalütfetsenize.Kalaçları getirdiler. Genç bir mahpus, bir dizigetirir, hapishanede satardı. Kalaç satışı ona onkalaçta bir kalaç sağlardı. Mahpus işte bu birkalaçın peşindeydi…Bağırarak mutfağa girdi:— Kalaçlar, kalaçlar, Moskova kalaçları sıcaksıcak!.. Param olsa da ben de yesem. Hadi

çocuklar! Bir tanecik kaldı, anası olan alsın!Ana sevgisini hatırlatması herkesi güldürdü;bunun sayesinde ondan birkaç kalaç aldılar.— Size bir şey söyleyeyim mi çocuklar? dedi.Gazin bugün eğlene eğlene belayı bulacak.Yemin olsun! Tam da eğlenecek zamanı bulduha! Sekizgözlü bir damlayıverirse.— Saklarlar onu. Çok mu sarhoş?— Ne diyorsun! Kızgın da, önüne geleneçatıyor.— Canı yumruk istiyor da ondan…Yanımda oturan Polonyalıya sordum:— Kimden söz ediyor bunlar?— Gazin adında bir mahpus var. Şarap satarburada. Eline geçen parayı hemen içmeyeharcar. Gaddar, canavar gibi bir adam, ama kuzugibidir; yalnız kafayı çekince bütün içini döker,çevresine bıçakla saldırır. Ancak o zaman onuyatıştırmaya başlarlar.— Nasıl yatıştırırlar?

— Beş on mahpus üstüne atılıp adam kendinikaybedinceye, yani öldüresiye döverler. Sonraranzaya yatırıp gocukla örterler.— Ya adam ölüverirse?— Ne gezer; başka birisi olsa, belkidayanamaz buna, ama Gazin yedi canlıdır.Hapishanenin en kuvvetli, en sağlam yapılıadamıdır. Bir de bakarsınız, ertesi sabah dipdiri,bir şey olmamış gibi kalkar.Polonyalıya sormaya devam ettim:— Söylesenize, buradakiler kendi paralarıylayemek yerken, neden benim içtiğim çayıkıskanır gibiler?Polonyalı:— Çaydan değil, diye yanıt verdi. Soyluolduğunuz, onlara benzemediğiniz içinkızıyorlar. Çoğu size takılmak istiyor. Siziaşağılamak, küçültmek çok hoşlarına gider.Burada daha bir sürü tatsızlıklakarşılaşacaksınız. Bizim için buradaki hayat çokağırdır. Her yönden, herkesten daha güç

durumdayız. Alışmak için çok soğukkanlı olmaklazım, içtiğiniz şu çay, yediğiniz ayrı yemekleryüzünden daha kaç kere terslenecek, bir yığınküfür işiteceksiniz; oysa buradakilerin çoğu,hem de sık sık kendi paralarıyla yerler,bazılarıysa sürekli çay içer. Onlara serbest, bizegelince iş değişir.Polonyalı sözünü bitirdikten sonra kalkıp gitti.Bir kaç dakika sonra dedikleri çıkmayabaşladı…

III: İlk İzlenimlerM. (benimle konuşan Polonyalı) mutfaktançıkar çıkmaz zilzurna sarhoş olan Gazin içeridaldı.Herkesin çalışmakla yükümlü olduğu birişgünü güpegündüz, hem de titiz amirlerin heran çıkagelmeleri ihtimali varken, Gazin’in buserkeşliği beni afallatmıştı doğrusu; daima birbaşçavuşun, muhafızların ve sakatların kontrolüaltında, bu kadar sıkı disipline rağmen sarhoş birmahpusun bulunması, hapishane hayatıhakkında henüz belirmeye başlayandüşüncelerimi altüst ediverdi. Ancak, epeyzaman geçtikten sonra, sürgün hayatımın ilkgünlerinde bana bilmece gibi gelen bu türolayları kendi kendime açıklayabildim.Mahpusların elinde daima birtakım özel işleriolduğunu ve bunun da sürgün hayatının tabiigereklerinden olduğunu daha önce söylemiştim;mahpusların parayı tutkuyla, her şeyden çok,hemen hemen hürriyet kadar sevdiklerini,

ceplerinde para şıkırtıları duymakla bileavunduklarını da belirtmiştim. Aksi durumdaysa,yani ellerinde para yokken neşesiz, üzüntülü,tedirgin olur, metanetlerini kaybederler; işte ozaman da sırf bunu elde etmek için hırsızlığavarıncaya kadar her şeye başvururlar. Bununlabirlikte, hapishanede değeri bu kadar yüksekolan bu nesne, bahtiyar sahibinin cebinde uzunsüre kalamaz. Her şeyden önce, paranın açıkgözbirine kaptırılmaması, idarenin elinegeçmemesinin sağlanması zor bir şeydir. Binbaşıda ansızın yaptığı aramalarda bulduğu parayaderhal el koyardı. Belki de bu parayı,mahpusların yemeklerinin düzeltilmesinekullanıyordu; ama çoğu zaman, saklanılan paradaha binbaşının eline geçmeden çalınırdı.Sonraları, tehlikesiz para saklama usulübulundu. Parayı saklamak üzere ihtiyar birStarovere teslim ederlerdi; bu adam bize vaktiyleStarodub’un12Vetkovtsi adında bir köyündengelmişti… Her ne kadar konudan uzaklaşmışolsam da onun hakkında birkaç söz söylemedenolmaz.

12Starover, Staroobryadets: XVII. yüzyılda dinkitaplarında yapılan düzeltmeleri kabuletmeyenler, eski inanç yanlıları. Starodub:Çernigov eyaletinde bulunan Staroobryadetsakımının merkezi.Altmış yaşında, ufak tefek, ak saçlı birihtiyardı. Daha ilk görüşümde beni büyülemişti.Başka mahpuslara hiç benzemiyordu: Öylesakin, tatlı bakışları vardı ki, açık mavi, parlakve bir hale şeklinde çizgilerle çevrilmiş gözlerinebakmaktan ayrı bir zevk duyduğumuhatırlıyorum. Sık sık konuşurduk; hayatımdaonun kadar iyi kalpli, iyi huylu bir insana pek azrastlamışımdır. Çok önemli bir suç yüzündensürülmüştü. Suçu da şuydu: Starodub bölgesininStaroobryadetsleri arasında Hıristiyan olanlargörülmeye başlamış. Bunları destekleyenhükümet de henüz muhalif olanları bu yolateşvik etmek için elinden geleni yapıyormuş.İhtiyar, başka mutaassıplarla birleşerek, kendideyişiyle “inancı korumaya” karar vermiş. Sonrada bir Ortodoks kilisesinin inşaatınıkundaklamışlar. Elebaşılarından olan bu ihtiyar

da sürgüne gönderilmiş. Eskiden hali vaktiyerinde, ticaretle uğraşan bir şehirliymiş; evdekarısıyla çocuklarını bıraktığı halde, sürgünebüyük bir metanetle gelmiş, çünkü sofuluğuyüzünden bunu “din uğruna çekilen bir cefa”sayardı. Bu adamla kısa bir süre bile beraberbulunmuş olsanız, kendi kendinize elde olmadanşunu sorardınız: “Bu kadar uslu, bir çocuk kadariyi huylu olan bu adam, nasıl bir isyancıyadönüştü?” Birkaç kez “inanç” üzerinekonuşmuştuk. Düşüncelerini asladeğiştirmemekle beraber, itirazlarında hiçbiröfke ya da nefret belirtisi olmazdı. Bir kiliseyiyaktığını da asla inkâr etmezdi. Kanaatlerinegöre, bu hareketi ve karşılığında çektiği“cefalar” bir kahramanlık sayılmalıydı. Amaonda ufacık da olsa bir kibir ya da gururişaretine hiç rastlamadım. Hapishanemizdebaşka Staroobryadetsler de vardı ve çoğuSibiryalıydı. Feleğin çemberinden geçmiş,kurnaz adamlardı; son derece usta İncilyorumcuları, iyi birer hatiptiler ve kendilerinegöre kuvvetli bir mantık sahibiydiler, ama gurur,

küstahlık ve hilebazlıklarıyla son dereceçekilmez insanlardı. Bizim ihtiyarsa, bambaşkabir adamdı. Muhtemelen diğerlerinin hepsindendaha iyi bir yorumcu olmasına rağmentartışmadan daima kaçınırdı. Herkesle iyigeçinirdi. Neşeliydi ve sık sık gülerdi; hem deöbür mahpuslar gibi kaba ve arsızca değil, sakin,temiz ve ak saçlarına yakışan bir çocuksaflığıyla gülerdi. Belki yanılıyorum, amaherhangi bir kimse hakkında, yalnızca gülüşünebakarak hüküm vermek kabildir bence; onuniçin hiç tanımadığımız birinin gülüşü daha ilkkarşılaşmanızda hoşunuza giderse,karşınızdakinin iyi bir adam olduğundantereddüt etmeyiniz. İhtiyar, bütün hapishanedeherkesin saygısını kazanmıştı, lakin bununlaövünmezdi. Mahpuslar onu “dede” diyeçağırırlardı ve asla incitmezlerdi. Aynımezhepten olanlar üzerindeki etkisini bir ölçüdeanlayabiliyordum. Ama sürgün hayatına karşıgörünüşte gösterdiği metanete rağmen, içindeherkesten saklamak istediği şifasız bir kederinvarlığı belliydi. Koğuşlarımız aynıydı. Bir gece

saat üçe doğru, rastlantı sonucu uyandığımzaman hafif, boğuk bir ağlama duydum. İhtiyar,(vaktiyle binbaşıyı öldürmek isteyen mahpusungeceleri üzerinde İncil okuduğu) ocak peykesineoturmuş, el yazması bir kitaba bakarak duaediyordu. Ağlıyordu da, kesik kesik söylediği,“Tanrım, şu zavallı kulundan yardımınıesirgeme! Bana dayanacak kuvvet ver Tanrım!Yavrularım, sevgili çocuklarım, göremeyeceğimsizi artık!” sözlerini duydum. Yüreğimin nasılsızladığını anlatamam. Yavaş yavaş bütünmahpuslar paralarını işte bu ihtiyara emanetetmeye başladılar. Sürgünde bulunanların aşağıyukarı hepsi hırsızdı, ama nedense ihtiyarınkendi paralarına el süremeyeceğiinancındaydılar. İhtiyar, sırrını ancak çoksonradan, bana ve birkaç Polonyalı arkadaşaaçtı. Avlu duvarındaki kazıklardan birininüstünde sağlam görünen bir budak vardı. Amaihtiyar bunun altında derince bir oyukkeşfetmişti. İşte dede, paraları buraya saklıyorduve herhangi birinin bunu sezmesine imkânyoktu.

Lakin ben hikâyemizden epey uzaklaştım.Mahpusların ceplerinin neden daima tamtakırolduğu meselesinde kalmıştım galiba. Parasaklamanın güçlüğü yanında hapishane hayatıçok sıkıcıdır; mahpus da doğası gereği hürriyeteöylesine susamış ve sosyal durumu dolayısıylada öylesine havai, derbeder bir yaratıktır ki“nasılsa battık” düşüncesiyle son meteliğinekadar harcar. Can sıkıntısını bir an olsungiderebilme amacıyla gürültülü patırtılı vemüzikli bir cümbüşe dalmak, onun için tabiiihtiyaçtır. Hatta bazen bir bakarsın, aylarcadurmadan dinlenmeden çalışan biri, bütünkazandığını bir gün içinde son meteliğine kadariçkiye vermiş tüketmiş; sonra da sırf böyle birgün daha yaşamak için tekrar birkaç ay, kan teriçinde çalışıp didinir. Çoğu, üstüne başına yenibirtakım şeyler almaya meraklıydı; aldıkları daille siyah pantolonlar, kazaklar, sibirkalar13gibi,hapishanenin verdiği beylik eşyalardan farklıolmalıydı. Basma mintan ve bakır tokalıkemerler de çok gözdeydi. En çok bayramgünlerinde giyinip kuşanır, sonra da muhakkak

koğuşların hepsini dolaşıp kendileriniçevresindekilere gösterirlerdi. Giyinişi beğenilenmahpus, bundan dolayı çocuk gibi sevinirdi;zaten birçok bakımdan tam anlamıylaçocuktular. Elbette böyle iyi elbiseler çoğuzaman durup dururken yok oluverirdi; bazen dedaha giyildiği günün akşamı ya rehine verilir yada yok pahasına satılırdı. Ama sefahat âlemibirdenbire değil, azar azar açılırdı. Eğlencelerbayramlara ya da düzenleyenlerin isim günlerinedenk getirilirdi. O gün, isim günü olan mahpus,sabah erkenden ikonanın önünde mum yakardua ederdi. Sonra da giyinir, yemek ısmarlardı.Çoğu zaman et ve balık alınır, mantı yapılırdı;mahpus da bu yemeği genellikle tek başına, biröküz gibi yer, arkadaşlarını binde bir davetederdi. Yemeğin ardından da şarap gelirdi: İsimgünü sahibi körkütük sarhoş oluncaya dek içer,sonra da muhakkak koğuşları gezmeye çıkardı:Sallanarak, o yana bu yana yalpa vurarak sarhoşolduğunu, “âlem yaptığını” göstererektopluluğun saygısını kazanmak isterdi. Rus halkıarasında hemen her yerde sarhoşa karşı bir tür

sempati duyular; hapishanede de içki âlemiyapanlara pek itibar edilirdi. Hapishanenineğlencelerinde kendine özgü bir aristokratlıkvardı. Keyfi şöyle azıcık yolunda olan birmahpus mutlaka bir çalgı kiralardı. Hapishanedeasker kaçağı bir Polonyalı vardı; pek mendeburbir şeydi, ama biricik serveti olan kemanını iyiçalardı doğrusu. Hiçbir mesleği yoktu; buyüzden kazancını, içkili toplantılarda neşelibirtakım oyun havaları çalmakla sağlardı. Bütünişi, sarhoş patronunun arkasından ayrılmadan,koğuştan koğuşa dolaşıp kemanını olancagücüyle gıcırdatmaktan ibaretti. Çoğu zamanyüzünde bıkkınlık, üzüntü okunurdu. Ama, “Çalbe, para verdik!” haykırışı üzerine toparlanır,telleri gıcırdatmaya devam ederdi. Mahpusiçmeye başlarken, fazla kaçırınca, onukoruyacaklarını, zamanında yatıracaklarını veamirleri gelirse daima bir yere saklayacaklarınıbilirdi; hem bütün bu hizmetler en ufak çıkargözetilmeksizin yapılırdı. Düzenin sağlanmasıiçin hapishanede bulundurulan başçavuşlasakatlar da kendi hesaplarına rahat olabilirlerdi;

çünkü sarhoşun herhangi bir gürültü patırtıçıkarmasına engel olunurdu. Mahpus, sarhoşlukhalinde bütün kışlanın onu kollayacağındanemindir; bağırıp çağırmaya, kargaşa çıkarmayakalkışsa derhal yatıştırılır, hatta bağlanırdı.Bütün bunlardan ötürü hapishanenin pek büyükolmayan amirleri sarhoşa göz yumar, varlığınınfarkına varmak bile istemezlerdi. Hem onlar dabilirdi ki, içkiyi yasak etmek büsbütün kötüolacaktır. Peki ama, nereden geliyordu şarap?13Sibirka: Kısa, kürk yakalı da olabilen birkaftandır.Şarap, hapishanede “meyhaneci” denilensatıcılardan alınırdı. Hapishanede ancak birkaçkişi şarap satardı; eğlenmeye para gerektiği vemahpuslar da pek kolay para kazanamadığı için,içen ve “eğlenen” genellikle az olsa daşarapçılar ticaretlerini ara vermeksizin, başarıyladevam ettirirlerdi. Bu ticaretin başlaması, devamıve bitmesi epey orijinaldi. Mesela, zanaatı veçalışma isteği olmayan bir mahpus var diyelim(ki böyleleri vardı gerçekten); ama para

kazanmak, hem de sabırsız olduğundan bir anönce kazanmak istiyor. Böyle bir mahpus, işebaşlayacak kadar parası olunca şarap satmayakarar verir; çok riskli olan bu işe cesaretleatılıverir. İşin ucunda hem dayak yemek, hem demalla sermayeyi kaybetmek de vardır. Amageleceğin şarap tüccarı tehlikeye bile bile atılır.Başlangıçta parası az olduğundan şarabıhapishaneye kendisi getirir elbette ve makul birkârla elden çıkarır. Bunu iki, üç defa dahatekrarlar, idare tarafından yakalanmazsa, ticaretihızla gelişir ve ancak bundan sonra geniş çaptagerçek bir iş kurar; müteşebbis sermayeyibüyütür, ajanlar ve yardımcılar tutar, daha azriskle daha çok kazanır. Artık onun yerine riskeatılanlar yardımcılarıdır.Hapishanede her vakit varını yoğunu kumaraya da içkiye yatırmış zavallılar bulunur; belli birsanatı olmayan bu acınası hırpaniler her şeyerağmen oldukça cesur, kararlı insanlardır. Buadamlarda sermaye olarak ancak sağlam bir sırtkalmıştır, ama bu da birilerinin işine yarar elbet;işte, meteliksiz kalan sefih, bu son sermayesini

tedavüle çıkarmaya karar verir. Bir müteşebbisebaşvurarak, hapishaneye şarap getirmek üzerehizmete girer; yükünü tutmuş bir şarapsatıcısının böyle birkaç işçisi vardır. Şarabıhapishane dışından biri –bir asker, bir şehirlihatta bazen de bir fahişe– müteşebbisinparasıyla, pek de ufak olmayan bir ödülkarşılığında bir meyhaneden alır ve mahpuslarınçalışma yerleri yakınında kuytu bir köşeyesaklar. Satıcı, hemen hemen her vakit sattığıiçkinin tadına önce kendisi bakar ve içtiğininyerine de insafsızca suyu basar; canı isteyenzaten alır, mahpus da öyle güç beğenir değildirhani: Sonuçta parasını tüketmeden evvel amaiyi, ama kötü eline bir şişe şarap geçirmiştir,mırın kırın etmeden diker kafaya.Komisyoncuya hapishane şarapçısının öncedenanlaştığı kaçakçılar gelir; bunlar gelirkenyanlarında sığır bağırsakları getirirler.Bağırsaklar önce yıkanır, sonra içine sudoldurulur; böylece, hem yaş kalır, hem deşeklini korur ve ileride içine şarap koymayayarar. Mahpus, şarabı bağırsaklara doldurduktan

sonra bunu mümkün olduğu kadar vücudununen görünmeyen kısımlarına sarar. Tabii buradabir kaçakçının bütün ustalığını, bütün hırsızkurnazlığını göstermesi gerekir. Bu onun için azçok bir onur meselesidir; çünkü muhafızları venöbetçileri atlatmak zorundadır. Atlatır da: Heleusta bir hırsıza acemi bir asker düşerse, mahpusiçkiyi mutlaka kaçırır. Ama bunun için öncemuhafız adamakıllı gözden geçirilir; ayrıcakaçakçılık için çalışma vakti ve yeri de gözönünde tutulur. Mesela, mahpus ocakçıysa, kimocağın üstüne çıkıp orada neler becerdiğinebakar ki? Muhafızı da çıkıp bakmaz elbette.Yine de kaçakçı hapishaneye yaklaşırken, neolur ne olmaz, on beş, yirmi gümüş kapikhazırlar; sonra da kapıda onbaşıyı bekler.Onbaşı, işten dönen mahpusları yoklar, arar,sonra içeriye sokar. İçkiyi iyice saklayankaçakçının umudu onbaşıların üstünkörü biryoklama yapmasıdır tabii. Ama bazı açıkgözler,mahpusun her tarafını iyice elden geçirirler veiçkiyi de bulurlar. Artık tek bir çare kalmıştır;kaçakçı sessizce ve muhafızından saklayarak,

hazırladığı parayı onbaşının eline sıkıştırır.Bazen bu dalavere başarıyla sona erer; kaçakçıda şarabı kazasız belasız hapishaneye sokar.Lakin bazen de bir işe yaramaz ve kaçakçı sonsermayesini yani sırtını ortaya koyar. Binbaşıyahaber verilir, “sermayeyi” sopa altına yatırıptemiz bir dayak çekerler, içki idareye gider,kaçakçı da patronu ele vermeden bütün suçuüzerine alır; ispiyondan tiksindiğinden değil, sırfçıkarına uygun düşmeyeceğinden böyleyaptığını da belirtmeli: Sopayı nasıl olsayiyecek, patronu ele vermek de cezayıhafifletmez. Her ne kadar önceden koşulmuşşarta göre, kaçakçı, dövülmüş sırtı içinpatrondan tek kapik bile alamazsa da, ileride onayine ihtiyacı olacağından ispiyonlamaz. Bununlaberaber, ispiyoncular hiç de küçük görülmez.Hapishanede ispiyoncu, en ufak bir hakaretemaruz kalmadığı gibi ona öfkelenmek bileakıllarına gelmez. İspiyon o kadar olağan sayılırki, hapishanedekilere ispiyonculuğunkötülüğünden söz etmeye kalkarsanız hiçbir şeyanlamazlar. Kendisiyle ilgiyi kestiğim ahlaksız

soylu mahpus, iyi arkadaşı olan binbaşınınneferi Fedka’nın açıktan açığa casusuydu;beriki, ondan duyduklarını binbaşıya bildirirdi.Hepimiz bunu biliyorduk, ama bu alçağıcezalandırmak, hiç olmazsa onu küçümsemekkimsenin aklına gelmezdi.Fakat ben yine konudan uzaklaştım. Tabii,şarabın dış kapıdan kazasız belasız geçirildiği deoluyordu; böyle zamanlarda bağırsaklarhapishane içi satıcısına teslim edilip parasıalınırdı. Şarap, içerideki satıcıya epeyce pahalıyamal olur; bu yüzden masrafı karşılamakamacıyla şaraba yeniden yarı yarıya su katılır vemüşteriye satılacak içki hazırlanmış olur.Genellikle tatil günlerinde, bazen de işgünlerinde alıcı bulunur: Bu, birkaç aydan beriçift öküzü gibi çalışmış ve kendince belirli birgünde son meteliğine kadar içkiye vermek içinpara biriktirmiş bir mahkûmdur. Zavallı adamınhapishanenin sıkıcı hayatında tek avuntusu, hepbugünün hayaliyle yaşamak olmuştur. Sonundao mutlu gün de gelir; biriktirdiği parayıçaldırmamayı başaran mahpus, şarap satıcısına

koşar. Beriki de önce mümkün olduğu kadartemiz, yani ancak iki defa sulandırılmış şarabıçıkarır; ama şişe dibini bulmaya başlayınca,içilen şarap yerine derhal bir o kadar su eklenir.Bir bardak şaraba, dışarıdakimeyhanelerdekinden beş, altı misli fazla paraverilir. Sarhoş olmak için böyle kaç bardakiçilmesi gerektiğini, bunun da ne tutacağınıkolayca tahmin edebiliriz! Ama içmealışkanlığını kaybetmiş ve bir süre perhizdekalmış mahpusu şarap pek çabuk çarpar veelindeki parayı tüketinceye kadar içmeye devameder. Sonra da sıra yeni aldığı bazı eşyanınokutulmasına gelir: Şarapçı aynı zamandatefecilik de yapar. Mahpusun özel ve yenieşyasından en eski paçavrasına kadar her şeyialır, sonunda sıra beylik eşyaya gelir. Sonpaçavra da şarapçının eline geçince sarhoşyatmaya gider; ertesi gün de muhakkak müthişbir baş ağrısıyla uyanır ve “çivi çiviyi söker”düşüncesiyle bir yudumcuk şarap vermesi içinşarapçıya boşuna yalvarır. Bahtsızlığına kederlikederli katlanır ve hemen aynı gün yine

çalışmaya başlar; dönmemek üzere uzaklaşmış omutlu eğlence gününün hayaliyle birkaç ayboyunca başını kaldırmadan çalışır, yavaş yavaşmetanetini toplamaya ve çok uzak görünse deöyle veya böyle gelecek olan o günü beklemeyebaşlar.Şarap satıcısına gelince, o da yüklüce, yaniyirmi rubleden kırk rubleye kadar bir parayıkıvırdıktan sonra son bir defa daha şarap getirir,ama bu kez içkiye su katmaz, çünkü kendisiiçecektir; yaptığı ticareti yeterli sayar, artıkeğlenme sırası ondadır! Yemekli, içkili, hattaçalgılı bir âleme dalar. Harcanan para o kadarçoktur ki, hapishanenin yakın ve küçükamirlerinin bile gönlü alınır. Âlem bazen birkaçgün sürer. Şüphesiz, tedarik edilen şarapçabucak tükenir; âlemci de onu bekleyen diğerşarapçılara gider ve orada son meteliğiniverinceye kadar içmeye devam eder. Âlemcimizmahpuslar tarafından kollansa da, bazen üstrütbelilerin, binbaşının ya da nöbetçi subayıngözüne ilişiverir. Suçlu hemen idareyegötürülüp, kalmışsa üstündeki bütün para alınır

ve adamakıllı bir sopa çekilir. Dayağı yediktensonra suçlu bir şey olmamış gibi hapishaneyedöner ve birkaç gün geçince tekrar şarapsatıcılığına başlar. Mahpuslar arasında cepleribiraz dolu olanlar cinsilatife düşkündür.Böyleleri, epey para yedirdikten sonra, işe gidergibi kaleden çıkıp rüşvet verdikleri muhafızlabirlikte gizlice şehrin civarına çıkarlar. Orada,şehrin ta kenarındaki tenha bir evde yüklümiktarda para harcayarak âlem yaparlar.Verdikleri paranın hatırı için mahpuslar gözdemüşterilerdir; önceden seçilmiş muhafız da buişin erbabıdır hani. Zaten bu gibi muhafızlar,hapishanenin gelecekteki mahpuslarıdır. Parasayesinde böyle kaçamaklar daima gizli kalır.Şunu da ekleyelim ki, böyle eğlenceler çok paragerektirdiğinden pek seyrek yapılır; cinsilatifedüşkün olan mahpuslar genellikle dahatehlikesiz başka vasıtalara başvururlar.Hapishanedeki hayatımın ta ilk günlerindemahpuslar arasında, genç ve çok güzel bir çocuközellikle ilgimi çekmişti. Adı Sirotkin’di. Birçokyönden bir sır kutusuydu bu çocuk. Her şeyden

önce dikkatimi çeken olağanüstü güzel yüzüolmuştu; yirmi üç yaşından fazla değildi. Özelbölümde, yani müebbet mahkûmlarınbölümünde olduğuna göre, en ağır askerisuçlulardan demekti. Sessiz, yumuşak başlı birçocuktu; az konuşur, az gülerdi. Gözleri mavi,temiz yüzünün hatları düzgün, ince saçları açıksarıydı. O kadar güzel bir çocuktu ki, yarısıtıraşlanmış kafası bile onu çirkinleştirmiyordu.Elinden hiçbir iş gelmediği halde, az da olsaparası olurdu hep. Oldukça tembeldi, pasaklıydıda. Kırk yılda bir, birisi üzerine temizce, kırmızıbir mintan giydirince Sirotkin sevinçten uçardı:koğuştan koğuşa gezer, kendini gösterirdi. İçkiiçmez, kumar oynamaz, hemen hemen hiçkimseyle kavga etmezdi. Düşünceli bir tavırlaellerini cebine sokup uslu uslu koğuşlarımızıgezerdi. Ne düşündüğünü kestirmek de güçtü.Bazen merak edip bir şey soracak olsan, Sirotkinhemen ve mahpuslar arasında pek rastlanmayanbir saygıyla, ama daima kısa, adeta atlatarakcevap verirdi. Bakışları, on yaşındakiçocuğunkiler kadar saftı. Eline para geçince, ne

ceketini tamire verir, ne de yeni bir ayakkabıalayım der, yedi yaşında çocuk gibi tatlı çörekya da kalaç alıp kemirirdi. Mahpuslar çok zamanona, “Eh be Sirotkin,” derlerdi, “sahiden birKazan öksüzüsün!”14derlerdi. İş saatleridışında Sirotkin çoğu zaman başkalarınınkoğuşunda görülür; herkesin elinde bir iş vardır,yalnız Sirotkin elini kolunu sallayarak gezerdurur. Birileri ona genellikle de alay dolu bir lafatınca (ona ve arkadaşlarına takılırlardı hep)sırtını çevirip bir başka koğuşa geçiverir; bazende pek alaya alınınca, kızarıp bozarırdı. Buyumuşak başlı, saf çocuğun hapishaneye düşmesebebinin ne olacağını çok düşündüm. Bir defahastanede, mahpuslar koğuşunda yatıyordum.Sirotkin de hastaydı ve yanımdaki yataktayatıyordu, bir akşamüstü adamakıllı açıldı bana.Her nasılsa müthiş coştu ve laf arasında, askerenasıl gittiğini, annesinin kendisini uğurlarkennasıl gözyaşı döktüğünü, askerliğin ona nederece çetin geldiğini anlattı. Askerliğe bir türlüısınamamıştı: Herkes gaddar, herkes öfkeliydi,komutanları da hemen hemen hiçbir vakit ondan

memnun kalmamışlardı…14Tatarlarla Kazan Savaşı’nda, Rusların verdiğikayıplar birçok aile ocağı söndürmüştür. Sirotkinadı Rusça öksüz anlamına gelen “sirota”sözcüğünden türetilmiştir.— Ee, sonra? dedim. Buraya nasıl düştün?Hem de özel bölüme… Ah zavallı Sirotkin!— Taburda bir yıldan fazla kalmadımAleksandr Petroviç, bölük komutanım GrigoriyPetroviç’i öldürdüğüm için buraya geldim.— Bunu duydum Sirotkin, duydum amainanmıyorum. Adam öldürebilir misin sen?— Oldu bir kere Aleksandr Petroviç. Askerlikpek zor geldi bana.— İyi de diğer askerler nasıl alışıyor?Önceden güç gelir tabii, ama sonra alışırlar; birde bakarsın, mükemmel asker olurlar. Seni ananşımarttı herhalde; on sekiz yaşına kadar tatlıçöreklerle, sütle besledi.— Doğrusu, anacığım beni çok severdi. Benaskere gidince, arkamdan yatağa düştüğünü

duydum; galiba bir daha da kalkmadı…Sonunda pek ağır geldi bana askerlik. Komutansevmiyor, ne yapsam cezalandırıyordu; niyeöyle yapıyordu ki? Her şeye boyun eğiyor,dürüstçe yaşayıp gidiyordum; içkim yok,kimseden bir şey istemem, çünkü başkalarındanbir şey istemek fena şeydir Aleksandr Petroviç.Etrafın taşyürekli heriflerle doludur, ağlayacaktenha bir köşe bile bulamazsın. Bir gece nöbetbekliyordum. Beni abvahte’ye15nöbetçibırakmışlardı. Sonbahardı; rüzgâr boyuna esiyor,göz gözü görmüyordu. Öyle bir canım sıkılıyor,öyle sıkılıyordu ki! Tüfeğin süngüsünü çıkarıpdipçiği yere koydum; sonra da sağ postalımıçıkardım, tüfeğin namlusunu göğsüme yasladımve ayağımın başparmağıyla tetiği çektim. Canınayandığımın ateş almadı! Tüfeği muayene ettim,temizledim; taze barut doldurdum, yinegöğsüme dayadım. Peki ne olsa beğenirsiniz?Bu sefer de barut parladı, ama kurşun namludakaldı. Kendi kendime: “Bu da ne biçim iş?” diyehayret ediyordum. Postalımı giydim, süngüyütaktım; sessiz sessiz dolaşmaya başladım, işte

tam o sırada kararımı verdim: Şu askerlikbelasından, her ne pahasına olursa olsun yakayısıyıracaktım! Yarım saat kadar sonra baktım birigeliyor. Baş karakol komutanıydı. Doğru banayanaştı. “Böyle nöbet mi beklenir be?” dedi.Tüfeği kavradığım gibi, süngüyü namluya kadarherifin göğsüne daldırdım. Sonra da dört binverst yürüdük işte ve soluğu burada, özelbölümde aldık…15Rusçaya Almancadan geçmiş, merkez karakolanlamına gelenhauptwachesözcüğünü yanlıştelaffuz ediyor. (Rd.n.)Şüphesiz, yalan söylemiyordu. Başka ne içinözel bölüme yollanacaktı ki? Basit bir suçuncezası çok daha hafif olurdu. Arkadaşlarıarasında bu kadar güzel olan yalnız Sirotkin’di.Sirotkin’in içinde bulunduğu on beş kişilikgruba şaşkınlık duymadan bakmak zordu:İçlerinden ancak iki ya da üçü biraz yüzünebakılacak gibiydi; geri kalanları koca kulaklı,çirkin, pasaklı, birkaçı da ihtiyardı. İmkânbulunca bu gruptan ayrıca, uzun uzadıya söz

ederim. Zaman zaman Sirotkin’le Gazinarasındaki dostluğun arttığını görürdüm.Gazin’in, kafayı çekip mutfağa dalmasıylahapishane hayatı hakkında edindiğim kanaatlerialtüst eden mahpus olduğunu hatırlarsınızherhalde.Bu Gazin korkunç bir yaratıktı. Herkestedehşet uyandıran bir ifadesi vardı. Bana,dünyada ondan daha yırtıcı bir canavar yokmuşgibi gelirdi hep. Tobolsk’ta cinayetlerle ünsalmış haydut Kamenev’i görmüştüm; korkunçbir katil olan asker kaçağı Sokolov’u dasonradan tanıdım. Ama hiçbiri, üzerimde Gazinkadar iğrendirici bir etki bırakmamıştı. Kimizaman ona baktığımda, gözlerimin önünedevasa bir örümcek gelirdi. Tatardı, çokkuvvetliydi. Hapishanede kuvvetten yana üstüneyoktu. Boyu ortadan fazlaydı; çirkin, nispetsizderecede koca kafalı, Herkül gibi dev yapılıydı.Kambur yürür, sinsi sinsi bakardı. Hapishanedehakkında tuhaf söylentiler dolaşırdı: Askerolduğu bilindiği halde, mahpuslar arasında

Gazin’in bir Nerçinsk16kaçağı olduğusöylenirdi; bu söylentilerin ne ölçüde doğruolduğunu bilemem, ama Sibirya’ya sürülüşü, ilksürülüşü olmadığı gibi kaçışı da ilk kaçışıdeğilmiş. Bir kaç defa adını değiştirmiş; sonundahapishanemize, özel bölüme düşmüş.Anlatıldığına göre eskiden, sırf zevk için küçükçocukları kesmeyi pek severmiş: Yakaladığı biryavruyu kuytu bir yere götürdükten sonra, öncekorkutup hırpalar, sonra küçük avına verdiğidehşet ve azabın tadını çıkararak, yavaş yavaş,acelesiz, keyifle kesermiş onu. Ama belki bütünbunlar sırf Gazin’in öbürleri üzerindeuyandırdığı nefret yüzünden uydurulmuşsöylentilerdi; buna rağmen, uydurma da olsa,hakkında söylenilenler ona pek aykırı düşmezdi.Gazin, sarhoş olmadığı zaman çok usluydu.Sessizdi, kimseyle dalaşmaz, kavgadan kaçardı,ama bunu diğerlerini küçümsediği, kendiniherkesten üstün gördüğü için yapardı sanki. Çokaz konuşur, kimseye sokulmazdı. Tümhareketleri ağır, sakin ve kendine güvenliydi.Aptal falan değil, son derece kurnaz olduğu

gözlerinden okunurdu; fakat gerek yüzünde,gerek gülümseyişinde her zaman kibirli, alaycı,gaddar bir anlam sezilirdi. Şarap sattığı için halivakti oldukça yerindeydi. Yılda bir iki kere dekörkütük sarhoş oluncaya kadar kendişarabından içerdi; yaradılışının bütün vahşiliğiişte o zaman meydana çıkardı. Sarhoşluğugitgide artar, ötekine berikine öfkeli, hesaplı,önceden hazırlanmış gibi duran alaylarlasataşmaya başlardı; sonunda bulut gibi olunca,adeta kudurur, bir bıçak kaparak çevresinesaldırırdı. Korkunç kuvvetini bilen mahpuslar,kaçışarak öteye beriye saklanırlardı; karşısınaçıkan herkesin üstüne atılırdı çünkü. Amamahkûmlar onun hakkından gelmenin yolunubulmuşlardı. Kendi koğuşundan on kadarmahpus üzerine atılır, pataklamaya başlardı.Bundan daha vahşi bir dayak düşünemezsiniz:Adamcağızı göğsüne, kaburgalarının altına,karın boşluğuna rasgele vurarak epey ıslatırlarve ancak ölü gibi hissizleşip bayılıncadururlardı. Bir başkasını bu kadar dövmeye aslacesaret edemezlerdi, çünkü böyle bir dayaktan

sonra Gazin’den başkasının sağ kalmasıimkânsızdı. Bu dayaktan sonra onu, kendinitamamıyla kaybetmiş halde gocuğa sararak,ayılsın diye ranzasına yatırırlardı. Ertesi günGazin asık bir suratla, ama gayet dinç, adeta birşey olmamış gibi kalkar, kimseyle konuşmadanişine yollanırdı. Hapishanedekilerin hepsiGazin’in her içtiği günün sonunda muhakkak birdayak faslı olduğunu bilirdi. Bunu o da bilirdi,ama yine de kafayı çekerdi. Bir kaç yıl böylesürüp gitti. Fakat sonunda bütün mahkûmlar,Gazin’in günden güne erimeye başladığınınfarkına vardılar. Birtakım ağrılardan şikâyetetmeye başlamış, gözle görülecek kadarzayıflamıştı ve sık sık hastaneye gidiyordu.Mahkûmlar aralarında, “Hapı yuttu!” diyorlardı.16Sibirya’da başka bir sürgün yeri.Hikâyemin devam ettiği gün, içki âlemlerindekeman çalan o iğrenç Polonyalıyla mutfaktaotururken birden Gazin içeri daldı, ortaya doğruilerledi ve oradakileri dikkatle süzdü. Herkessusmuştu. Arkadaşımla beni görünce nefret ve

alay dolu bir bakışla bizi süzdü, sonra aklınabirdenbire bir şey gelmiş gibi gururla sırıttı vebasbayağı yalpalayarak masamıza yaklaştı.— Müsaadenizle bir şey soracağım, diyekonuşmaya başladı (Rusça konuşuyordu), şuçayı filan hangi geliriniz, hangi kazancınızlaiçersiniz bakayım?Bir şey söylemeden arkadaşımla birbirimizebaktık; susmanın, ona hiç cevap vermemenin eniyisi olacağını anlamıştım. Herhangi bir karşılıkkudurtacaktı onu.Sorgusuna devam etti:— Demek paranız var ha? Demek kesenizdolu, ha? Ne demeye sürgüne gelirsiniz, çayiçmeye mi? Çay içmeyi mi, ha? Cevap versenizebe!..Ağzımızı açıp cevap vermemekteki ısrarımızıgörünce mosmor kesilip hiddetinden titremeyebaşladı. Köşede, hemen yanı başında, üstünemahpusların öğle, akşam yemeğinde yediklerikesilmiş ekmeğin konulduğu kocaman birekmek tablası duruyordu. O kadar büyüktü ki,

üzerine bütün mahpusların yarısının ekmeğisığıyordu; o sırada da boştu. Gazin, tablayı ikieliyle kavradığı gibi, kafamıza doğru kaldırdı.Tablayı indirip beynimizi dağıtmasına ramakkalmıştı. Daha önce de söylediğim gibi, biröldürme olayı ya da buna benzer bir girişim,hapishanede hiç kimsenin işine gelmeyen birolaydı: Mahkûmlar bir sürü soruşturmayla,aramayla hiç arasız rahatsız edileceklerinden,yönetimin tavrı sertleşeceğinden elbirliğiyle bugibi olaylara meydan vermemeye gayretederlerdi; gene de o sırada mutfaktabulunanların hepsi oldukları yere sinip sessizcebeklemeye başladılar. Bizi savunmak için kimsetek kelime etmedi! Bize duydukları nefretöylesine kuvvetliydi ki, Gazin’e tek bir uyarıyapılmadı! Tehlikeli durumumuzun hoşlarınagittiği belliydi… Fakat tehlikeyi kazasız belasızatlattık; Gazin, tam tablayı kafamızayerleştireceği sırada avludan birisi:— Gazin, senin şarapları tırtıklıyorlar! diyeferyadı bastı.

Gazin tablayı bir kenara fırlatıp kudurmuş gibidışarı koştu. Mahpuslar aralarında:— Eh, Tanrı korudu! deyip duruyorlardı.Bunu epey zaman tekrarladılar.Çalınan şarap hakkındaki haberin doğru mu,yoksa yalnızca bizi kurtarmak amacıyla mıuydurulmuş olduğunu bir türlü öğrenemedim.O akşam, koğuşlar kapanmadan evvelalacakaranlıkta, duvar dibindeki kazıklarınçevresinde dolaşıyordum; içimi derin bir kedersarmıştı. Sonradan sürgün hayatım boyunca öylebir kederi hiç duymadım. Hapishane olsun,sürgün olsun, kürek cezası olsun, mahpusluğunilk günü daima insana çok zor gelir… Kafamıher şeyden fazla kurcalayan ve hapishanehayatım boyunca bir türlü aklımdan çıkmayanbir düşünceye takıldığımı anımsıyorum; kısmençözümsüz, benim içinse şimdi bile yanıtıolmayan bir düşünceye: Gerçekte birbirindenpek farklı olan bazı benzer suçların aynı şekildecezalandırılması. Doğrusu, suçlar birbirleriylekıyaslanmazlar, hatta benzer görünenleri bile.

Mesela iki kişi birer adam öldürür, suçlaretraflıca incelenir ve her ikisine de aşağı yukarıaynı ceza biçilir. Oysa suçlar birbirinden nekadar da farklıdır… Mesela biri, bir hiçyüzünden, bir baş soğan yüzünden adam kesmişolabilir: Tenha bir yolda kurbanına rastlamış; birşey bulurum umuduyla bıçağı saplayıvermiş,eline de topu topu bir baş soğan geçmiştir. “Bakbabacığım! Ganimet gırla diye yolladın beni buişe, mujiği kestik, ama topu topu bir baş soğanbulduk!” – “Aptal! Bir baş soğan, bir kapikdemektir! Yüz can, yüz soğan eder; al sana birruble!” (Bu bir hapishane efsanesi tabii.) Ötekide, nişanlısının, kardeşinin ya da kızınınnamusunu şehvet düşkünü bir zorbadankorurken katil olmuştur belki. Biri sırfserserilikten ya da bir düzine hafiye tarafındansarılmış hürriyet ve hayatını savunurken ya da –nadir de olsa– açlıktan öldürür; başkası daküçücük çocukları boğazlar, hem de sırf ellerinikurbanının sıcak kanına bulamaktan zevkduyduğu, masum yavrucukların bıçağın altındayaralı güvercin gibi çırpınmalarından hoşlandığı

için. Sonunda ne olur? Hepsi aynı yere sürülür.Gerçi verilen cezaların süreleri biraz farklıdır.Ama cüzi farklar; oysa aynı cinsten suçlararasında sayısız fark vardır. Haydi diyelim ki,cezaların suçlar arasındaki farklar gözetilerekverilmesi ya da hafifletilmesi, bir daireninkendisine eşdeğer bir kareye çevrilmesitüründen çözülmesi imkânsız bir problemdir.Ama böyle bir fark var olmasa bile bir başkafarkı, verilen cezaların doğuracağı uygunsuzsonuçları görmek gerekir. Bir yanda sürgünhayatının soldurduğu, her gün bir mum gibierittiği bir adam; öte yandaysa sürgünde kendineneşeli arkadaşlar bulmuş, sürgüne dek varlığınıhayal dahi edemediği keyifli bir yaşamakavuşmuş bir başkası. Hapishane bu gibilerledoludur. Mesela bir mahkûm okumuş, vicdanlı,bilinçli ve yüreklidir. Duyduğu vicdan azabınınverdiği ıstırap onu cezasından çok daha fazlamahvetmektedir. Suçu yüzünden kendi kendinien zalim kanundan daha amansızca mahkûmetmiştir. Onun yanındaysa sürgün hayatıboyunca işlediği suçu bir defacık olsun aklına

getirmeyen bir herif vardır. Hatta yaptığındanötürü kendini haklı sayar. Dışarıda,sürgündekinden daha düşkünce bir hayatyaşayıp sırf sürülmek için, bile bile cinayetişleyenler de vardır; böylelikle sürgün hayatıylakıyaslama dahi kabul etmeyecek hür hayatındankurtulmuş olur. Eskiden yarı aç yarı tok sürünüpacımasız bir patronun emrinde sabahtan akşamadek didinirken, sürgünde rahata, başının üstündebir dama, o vakte kadar görmediği iyi, bolyiyeceklere kavuşur; bayramlarda et yer, sadakadağıtıldığı gibi, birkaç kapik kazanma ihtimalide vardır. Ya çevresindekiler? Feleğin türlüçemberinden geçmiş, her çeşit hüner ve bilgiyesahip onlarca madrabaz; yeni gelen mahkûm,arkadaşlarına saygı dolu bir şaşkınlıkla bakar,zira onun gözünde dünyanın en yüksek insanlarıbunlardır. Şu halde cezanın, söylediğimizmahkûmla böyle bir adama etkisi aynı olabilirmi? Ama ne diye çözümü imkânsız problemlerleuğraşayım! Trampet çalıyor, koğuşlara girmezamanı.

IV: İlk İzlenimlerŞimdi de son yoklama başladı. Buyoklamadan sonra koğuşların her biri ayrı kilitlekilitlenir, mahkûmlar sabaha kadar kapalıkalırdı.Yoklama iki erle bir çavuş tarafından yapılırdı.Mahpusları arada bir avluda sıraya dizerler,nöbetçi subay da gelirdi. Fakat çok kere butörene gerek görmez, yoklamayı koğuştayaparlardı. Bu defa da öyle yaptılar. Amayoklamacılar sık sık hata yapıyor, boyuna yenibaştan sayıyorlardı. Nihayet zavallıcıklar eldekimahkûm sayısını gereken rakama güçlükleuydurup koğuşu kapatabildiler. İçeride oldukçasıkışık bir halde bulunan ranzalara otuz mahpusyerleşmişti. Yatmak için vakit henüz erkendi.Yatma zamanına kadar herkes bir şeyleuğraşırdı.Önceden de sözünü ettiğim gibi, koğuş içindeamir olarak sadece sakatlar vardı. Ayrıca herkoğuşta kıdemli mahpuslar arasından, iyi haline

ödül olarak temsilci adıyla seçilen bir mahpusbulunurdu. Çok defa bu temsilciler de ciddiuygunsuzlukları yüzünden yakalanırlardı; budurumlarda hemen sopayı yedikleri gibitemsilcilikten de derhal atılır, yerlerine başkalarıseçilirdi. Koğuşumuzun temsilcisi AkimAkimiç’ti; mahkûmlara ara sıra ciddi ciddiçatarak bağırması epey tuhafıma gitmişti.Mahpuslar ona daha çok alayla karşılıkverirlerdi. Bizim sakat, ondan daha akıllıydı:Hiçbir şeye karışmazdı; kırk yılın başı bir şeysöylese bile, bunu daha çok âdet yerini bulsundiye yapardı. Yatağında sessizce oturup kundurayapmakla vakit geçirirdi. Zaten mahpusların daona aldırdıkları yoktu.Hapishanedeki ilk günümde gözlemlediğimbir noktanın doğru olduğuna sonralarıtamamıyla inandım: Mahpuslardan başka herkes,hatta mahpuslarla doğrudan doğruyamünasebette bulunan muhafız ve nöbetçiaskerlerden başlayarak, sürgün hayatıyla şu yada bu yönden ilgisi olanlara dek her insan,onlara daima mübalağayla bakar. Herkes

mahkûmun eline bir bıçak geçirip durupdururken üzerine saldırmasını bekler gibidir.Daha da ilginci, mahpuslar kendilerindenkorkulduğunun farkındadır ve bu da onlara birtür cesaret verir. Oysa mahkûmlar için en uygunidareci, onlardan korkmayandır. Hem o cesareterağmen mahpuslar bile, kendilerinegüvenilmesinden hoşlanırlar. Hatta onları, sırfkendilerine güven göstererek kazanmakmümkündür. Hapiste bulunduğum sırada, bindebir de olsa, amirlerimizin arada bir muhafızsızgeldiği olurdu. Mahpusların bunu takdirlekarışık bir şaşkınlıkla karşılaması görülecekşeydi. Böyle cesur ziyaretçiler daima kendilerinisaydırırlardı ve mahkûmlar herhangi bir kötüharekete niyetlenmişlerse bile vazgeçerlerdi.Mahpusların verdiği korku duygusu geneldir,mahpusların bulunduğu her yerde görülür vesebebini ben de bilemiyorum doğrusu. Elbette,herkesçe haydut diye kabul edilen mahpusun dışgörünüşü başta olmak üzere, belli başlı bir ikisebebi vardır; bundan başka, hapishaneye yoludüşen herkes, buradakilerin kendi istekleri


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook