Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

gerektiğini gösterdi. Bu da kim bilir ne malıngözüydü! Bunların hepsi gayet uslu dururlar,durumlarından memnun gibi görünürler, oysahepsi bir an önce sürelerini doldurmak için canatar. Peki, bunu ne diye isterler dersiniz? Basıktavanlı, havasız, küflü odalarından kurtuluphapishanenin avlusunda gezinebilmek ve…ve’si yok, işte o kadar… Hapishaneden aslaçıkamayacaklardır. Zincirden kurtulmuşolanların ölünceye kadar hapishanede, prangaaltında kaldıklarını pekâlâ bilirler. Buna rağmen,zincir sürelerini bir an önce doldurmayı isterler.Zaten bu istekleri de olmasa ölmeden ya daçıldırmadan beş altı yıl zincirde dayanabilirlermiydi? Kim dayanabilir ki?Çalışmanın beni kurtaracağını, sağlığımı vegücümü tazeleyeceğini hissediyordum. Süreklitedirginlik, ayaklanmış sinirlerim, koğuşunboğucu havası beni büsbütün harap edebilirdi.“Ancak sık sık dışarıda, temiz havadabulunmak, her gün yorulmak, ağır şeyleritaşımaya alışmakla kendimi kurtarabilir, buradansağlıklı, çevik, zinde ve ihtiyarlamadan

çıkabilirim.” diye düşünüyordum. Yanılmadımda: İş ve hareketin bana çok faydasıdokunmuştu. Arkadaşlarımdan birinin(soylulardandı) hapishanede mum gibi eriyişinedehşetle tanık olmuştum. Hapishaneye benimleberaber, henüz genç, gürbüz girmiş ve bir insanyıkıntısı halinde, saçı başı ağarmış, beli ikibüklüm, bir de nefes darlığıyla çıkmıştı. Onabakarken, “Hayır, ben yaşamak istiyorum veyaşayacağım.” diye düşünüyordum. Ama ilkzamanlar çalışma aşkım yüzünden neler çektimşu mahpuslardan; uzun zaman aşağılayıcı, alaylısözlerle beni iğneleyip durdular. Oysa benkimseye aldırmıyor, kendimi canla başla işimeveriyor, hiç olmazsa, en önce öğrendiğim kireçyakma, karıştırma işine gidiyordum. Bu hafif birişti. İstihkam amirleri soylulara elden geldiğincehafif iş vermek isterlerdi; bunu hoşgörülüolmalarından ötürü değil, adil olmak içinyaparlardı. Pek tabii ki, hep ağır işlerde çalışanbir adamın yarısı kadar kuvvetli olup ömründeçalışmamış bir kimseden, ötekinin yaptığınıbeklemek saçma olurdu. Fakat bu “şımartmalar”

her zaman mümkün olmaz, hatta mümkünolduğunda da gizli tutulurdu; bu iş sıkı birkontrol altındaydı. Çok defa bizler de ağır işyapmak zorunda kalırdık, tabii o zaman soylularötekilerine göre iki kat ezilirlerdi. Kireç yakmaişlerine üç dört yaşlı ya da zayıf mahpusla bizlerigöndermek âdet olmuştu; ayrıca yanımıza buişin ustası bir mahpusu da katarlardı. Birkaç yılboyunca bu usta, Almazov adında, kuru, esmer,yaşlıca, sert, titiz bir mahpus olmuştu;konuşmayı sevmez, herkese tiksinerek bakardı.Bizi son derece aşağı görürdü. Ama konuşmayıhiç sevmediğinden bizi aşağılamaya bileüşenirdi. Kireçtaşını ezdiğimiz sundurma danehrin sarp, ıssız kıyısındaydı. Kışın, hele pusluhavalarda nehre ve karşı tarafa bakmak çoksıkıcıydı. Bu vahşi, boş manzarada hüzün verici,yürek ezici bir hal vardı. Ama bu ucu bucağıgörünmeyen beyaz kar örtüsü üzerinde bir degüneş parlayınca, manzara bir kat daha çekilmezbir hal alırdı, zira insanın içinde, güneye doğrubin beş yüz verstlik bir alana yayılmış bozkıra,bu göz alabildiğine uzanan koca halıya doğru

uçma arzusu belirirdi. Almazov hep sessiz, amasert bir tavırla iş görürdü; biz içimizden, onagerektiği gibi yardım edemediğimizden ötürü birbakıma utanç duyarken o da galiba ona karşıkabahatli durumda bulunalım, faydasızlığımızıanlayarak utanalım diye, kasten yardımımızıistemezdi. Gerçi bütün iş de yakılmak üzeregetirdiğimiz kireçtaşıyla dolu ocağıhazırlamaktan ibaretti. Ertesi gün, kireçtaşıtamamıyla yandıktan sonra ocaktan çıkarma işibaşlardı. Hepimiz birer ağır çekiç alarak, özeltahtalar üzerine yaydığımız topakları dövmeyebaşlardık. Bu pek keyifli bir işti. Çabucakdağılan kireçtaşı kolaylıkla, gayet biçimli birşekilde ufalanır, hemen beyaz, parlak bir tozhaline geliverirdi. Elimizdeki koca çekiçlerinçıkardığı gürültü pek hoşumuza giderdi.Sonunda yorulurduk elbette, ama aynı zamandabir hafiflik de duyardık; yanaklarımız kızarır,nabzımız hızlanırdı. Almazov da bizi küçücükçocuklarmışız gibi küçümseyerek seyrederdi; biryandan da çubuğunu tüttürür, konuşmaya gerekduyduğunda ağzından anlaşılmaz birtakım

mırıltılar çıkarırdı. Bununla beraber, Almazovherkese karşı böyleydi; hem aslında iyi biradamdı galiba.Beni gönderdikleri başka bir iş de, atölyedetorna çarkını döndürmekti. Çark büyük veağırdı. Döndürmek için epeyce kuvvet isterdi;hele tornacı, memurlardan birine bir merdiventırabzanı ya da büyücek bir masa ayağıyontarken, bunlar için büyük kalaslarkullandığından çarkı çevirmek pek güçleşirdi.Böyle olunca çoğu zaman soylu B.’yi debenimle birlikte gönderirlerdi. Bu çarkdöndürme işi daima bize verilirdi. B. gençolmasına rağmen zayıf, cılız, göğsünde ağrısıolan bir adamdı. Hapishaneye benden bir yılönce, iki arkadaşıyla gelmişti: Biri hapishanehayatı boyunca gece gündüz dua eden (böylecede bütün mahpusların saygısını kazanan) benimzamanımda ölen bir ihtiyar, ötekiyse yolunyarısından sonra yorgun düşen B.’yi yedi yüzverst boyunca taşımış, henüz çok genç, gürbüz,körpe, pembe yüzlü, gözü pek bir delikanlıydı.Arkadaşlıkları, birbirine bağlılıkları eşine az

rastlanır ölçüdeydi. B. iyi eğitimli, soylu,âlicenap, ama hastalık yüzünden hırçınlaşmış,sinirli bir adamdı. Çarkı ikimiz çevirir, bunuyaparken de eğlenirdik. Hem bu iş benim içinmükemmel bir egzersiz olurdu.Bir de kar küremeyi çok severdim. Bu, kışmevsiminde tipi ve fırtınalardan sonra sık sıkgörülen bir hizmetti. Yirmi dört saat sürentipiden sonra bazı binalar pencerelerine kadar,bazıları da tamamıyla kar altında kalırdı. Tipikesilip güneş kendini gösterdikten sonra, bizikalabalık gruplar halinde, hatta bazen bütünhapishane halkını dışarı çıkarır, kışla binalarınınönündeki karları temizletirlerdi. Herkese birerkürek verilir, hep beraber çalışmaya koyulurduk;bazen bu iş de epeyce zorlu olurdu. Yumuşak,henüz yatışmaya başlayan, üstü hafifçe donmuşkar kümelerinden ustaca küreğe aldığımızkısımlar etrafa dağılırken, havada parlak bir tozhalini alırdı. Kürekler, güneşte parlayan beyazyığınlar üzerinde durmadan işlerdi. Mahpuslarbu işi her vakit istekle yaparlardı. Taptaze kışhavası ve hareket onları canlandırırdı. Herkes

neşelenir, kahkahalar, bağrışmalar, nükteler gırlagiderdi. Sonra da kartopuna başlarlar, tabii çokgeçmeden, ağırbaşlı geçinen neşe düşmanlarınınitirazları yükselirdi; böylelikle genelleşip yayılanneşe, daima bir hırgür, bir kavgaylasonuçlanırdı.Yavaş yavaş ahbap çevremi genişletmeyebaşladım. Gerçi henüz ahbaplık düşünecekhalde değildim, çünkü hâlâ huzursuz,gamlıydım, kimseye güvenim yoktu. Amabirçok kimseyle kendiliğinden ahbap oluverdim.Beni ilk ziyarete gelenler arasında Petrov vardı.Evetziyaretdiyor ve özellikle vurguluyorum.Petrov özel bölümde, bizden en uzakkoğuştaydı. Görünüşte bizi birbirimizeyaklaştıracak ortak hiçbir noktamızın olmayışı,aramızda bir münasebet kurulabilmesine pek deimkân bırakmazdı. Yine de Petrov, şu ilkzamanda hemen hemen her gün bana uğramayıya da paydos saatlerinde herkesten uzaklaşarakkoğuşun arkasında dolaştığım sırada yanımagelmeyi adeta görev sayardı. Önceleri bundanhoşlanmamıştım. Ama Petrov ne yaptı etti, fazla

konuşkan olmadığı halde ziyaretleri beni gittikçesarmaya başladı. Kısa boylu, sağlam yapılı,çevik, becerikli, saz benizli bir adamdı; yüzüsevimli, elmacık kemikleri geniş, bakışlarıcesaretliydi, dişleri sık, beyaz, inci gibiydi. Pekçok mahpus gibi ağzına tütün atıp çiğnemealışkanlığı vardı. Petrov yaşından gençgörünürdü. Kırk yaşında olduğu halde, onaotuzundan fazla denemezdi. Benimle serbestkonuşur, ancak terbiyeden, nezakettenuzaklaşmazdı. Yalnız kalmak istediğimi anlaranlamaz, bir iki dakika konuştuktan sonrahemen beni bırakır, hiçbir mahpusa yapmadığıhalde, her defasında inceliğime teşekkür ederekayrılırdı. Görüşmelerimizin bu ilk zamandakişeklini hiç kaybetmemesi, bana tam anlamıylabağlı olsa da Petrov’un mesafeyi korumasıgerçekten ilgi çekici bir noktadır. Bu adamınbana niçin geldiğini, ne diye boyuna banayakınlık gösterdiğini bir türlü anlayamamışımdır.Gerçi önceleri benden şunu bunu çalardı, amabunukazarayapardı sanırım; hemen hemenhiçbir zaman para da istemezdi, yani gelmesi

para ya da başka birtakım çıkarlar için değildi.Nedense, Petrov’la birlikte olduğum zaman,kendimi evde, şehirde, kısacası hapishanedenbaşka bir yerde sanır, onu hapishaneye hiçyakıştıramazdım. Bana, hapishaneye ait önemlihaberleri öğrenmek, beni ziyaret etmek,hepimizin nasıl olduğumuza bakmak içinuğruyor gibi gelirdi. Her zaman birisiylebuluşacakmış ya da onu bekleyen biri, bir işivarmış gibiydi. Acele ediyormuş gibigörünmesine rağmen fazla telaşlı da değildi.Bakışları da bir tuhaftı: Konuşurkenkarşısındakine değil, onun üstünden uzaklarabakardı; sanki önündekinin görmesine engelolduğu bir şeye bakmaya çalışırdı. Bazen Petrovyanımdan ayrılınca nereye gidecek diyearkasından özellikle bakardım. Bekleyenlerinerede acaba diye merak ederdim. Ama bendenayrıldıktan sonra, acele acele ya koğuşun birineya da mutfağa girer, orada da konuşanlardanbirinin yanına oturarak dikkatle dinlerdi; aradalafa karışıp hararetli bir tartışmaya daldığı daolurdu, ama az sonra birden sözünü keserek

susuverirdi. Lakin konuşsa da, sussa da dediğimgibi, üzerinde hep geçerken uğramış,bekleyenleri varmış gibi bir hal vardı. En garibide Petrov’un elinde onu oyalayacak hiçbir işolmamasıydı; (elbette günlük hapishaneişlerinden sonra) daima işsiz güçsüz otururdu.Bir zanaatı da yoktu, parası da. Amaparasızlıktan şikâyetçi değildi. Benimle nelerneler konuşmazdı. Konuşması da kendisi gibituhaftı. Mesela, hapishane arkasında dolaştığımıgörür, birden yanıma seğirtirdi. Hızlı hızlı yürür,sertçe dönerdi. Yürüyerek gelirdi, ama sizkoşmuş sanırdınız.— Merhaba.— Merhaba.— Rahatsız etmiyorum ya?— Rica ederim.— Size Napolyon hakkında bir şeysoracaktım. Şu mahut Napolyon, sekiz yüz oniki yılındaki asıl Napolyon’un akrabası mıymış?(Petrov, Kantonistlerden olduğu için okumayazması vardı.)

— Evet, öyleydi.— Ne biçim devlet başkanıymış bu adam?Petrov çabuk, kesik soruyor, sankisorduklarını bir an önce öğrenmek istiyordu.Gören de, önemli, acele bir iş için sabırsızcabilgi topluyor derdi.Napolyon’un cumhurbaşkanlığının aslınıanlattım, yakında imparator olma ihtimalindende söz ettim.— Bu da ne demek oluyor?Elimden geldiği kadar bunu da açıkladım.Petrov her şeyi anlıyor, çabucak kavrayarakdikkatle beni dinliyordu; safi kulak kesilmişti.— Hımm… Size bir şey daha sormakistiyordum Aleksandr Petroviç. Diyorlar ki, enuzun boylu insanın boyunda, kolları topuklarınakadar uzanan maymunlar varmış, doğru mu bu?— Evet. Varmış.— Ne biçim şeyler acaba bunlar?Bildiğim kadar bunu da anlattım.

— Nerede yaşıyor bu maymunlar?— Sıcak memleketlerde. Sumatra Adası’ndabulunuyorlar.— Amerika’da mı? İşittiğime göre, oradainsanlar baş aşağı yürürlermiş.— Hayır, baş aşağı yürümezler. Siz,antipotlardan söz ediyorsunuz.Ona Amerika’nın, elimden geldiği kadar daantipotların ne demek olduğunu anlattım. Petrov,yalnızca antipotları dinlemek için gelmiş gibibüyük bir ilgi gösteriyordu.— Bir şey daha… Ben geçen yıl Kontes LaVallière hakkında Dumas’nın bir eseriniokumuştum; Yaver Arefyev vermişti. Bu doğrumu, yoksa uydurma mıydı?— Tabii uydurmadır.— Eh, hoşça kalın. Teşekkür ederim…Ve Petrov birdenbire uzaklaşıverirdi, iştebütün söyleşilerimiz bu şekildeydi.Soruşturup hakkında bilgi edinmeye uğraştım.

M., Petrov’la aramdaki ahbaplığı duyunca pektelaşlandı. Hapishaneye ilk geldiği sırada,Petrov’un onun üzerinde yaptığı korkunç etki,mahut Gazin’inkini de geçmişti. Onun hakkındaşöyle diyordu:— Bütün mahpuslar içinde en azimli, engözünü budaktan esirgemeyeni Petrov’dur. Herşeyi yapacak yaradılışta bir adamdır; aklına birşeyi koydu mu, hiç bir engel tanımaz. Hattaaklına eserse, sizi bile doğrayıverir, hem de kılıbile kıpırdamadan, hiç bir pişmanlık duymadan.Bana kalırsa, onun aklı tam değildir.Petrov hakkında düşündükleri beni de oldukçameraklandırdı. Hoş, M. neden böyledüşündüğünü kendisi de bilmiyordu ya. İşintuhafı, Petrov’la ahbaplığımız birkaç yıl dahasürmüştü, hemen hemen her gün dekonuşurduk; Petrov bana içten bağlıydı(nedenini hiç bilmiyorum), bununla beraber,hapishanede çok sakin, uslu oturup ürkütücühiçbir şey yapmazken, sohbetlerimizde M.’ninhaklı olduğuna kanaat getiriyordum: Petrov

gerçekten müthiş azimli, korkusuz ve üzerindehiçbir baskı tanımayan bir adam olmalıydı.Yalnız neden böyle düşündüğümü kendikendime açıklayamıyordum.Bu arada, cezalandırılmaya gönderilirkenbinbaşıyı öldürmeye kalkan ve binbaşınınarabaya binip gitmekle, elinden, mahpuslarındediği gibi “mucize kabilinden” kurtulduğumahkûmun Petrov olduğunu belirteyim. Dahaönce de, henüz sürülmeden, talim zamanında biralbay ona el kaldırmış. Petrov bu olaydan evvelde muhtemelen epey dayak yemişti; ama bu defadayanamamış, güpegündüz bütün askerinönünde albayı süngüleyivermiş. Gerçi bu olayıbütün ayrıntılarıyla bilmiyorum; kendisi debundan hiç söz etmemişti. Şüphesiz ki, bütünbunlar yaradılışının ne derece çetin olduğunuortaya koyan öfke taşkınlıklarıydı. Amadoğrusunu söylemek gerekirse, bu halleri pekseyrek görülürdü. Petrov gerçekten uslu, sakinbir adamdı. İçinde birtakım tutkuları, üstelikkuvvetli, yakıcı tutkuları gizlediği belli olurdu;ne var ki, közlerin yanması küllerin altında

olurdu… Petrov’da, başkalarında olduğu gibi birfiyakacılık ya da gurur görmezdim. Pek azkavga ederdi; öte yandan Sirotkin’den başkakimseyle arkadaşlık ettiği yoktu ki, onu daancak ihtiyacı olduğu vakit görürdü. Petrov’unbir defa müthiş bir öfkesine tanık olmuştum.Birisi ona istediği bir şeyi vermemiş, onukızdırmıştı. Hasmı iriyarı, kuvvetli, hırçın, alaycıve oldukça gözü pek bir mahpus, sivil sınıftanVasili Antonov’du. Bir süre bağrışıp durdularben de, meselenin çok çok bir pataklamaylabiteceğini sandım, çünkü Petrov sık sık değilsede arada bir dövüşür, hem de en bayağısürgünler gibi söverdi. Bu defa böyle olmadı:Petrov’un birdenbire benzi attı, morarandudakları da titremeye başladı; güçlükle solukalıyordu. Oturduğu yerden kalktı, çıplakayaklarının (yazın yalın ayak gezmeyi severdi)yavaş, alabildiğine yavaş, sessiz adımlarıylaAntonov’a yaklaştı. Bağrışma, gürültü dolukoğuşta her şey birdenbire sustu o anda; sinekuçsa duyulurdu. Herkes ne olacağını merakediyordu. Antonov da yerinden fırladı, onun da

beti benzi uçmuştu… Daha fazla dayanamadım,koğuştan dışarı çıktım. Merdivenden inmeyevakit kalmadan, bıçaklanmış adamın haykırışınıduyacağımı sanmıştım. Ama iş bu defa daolaysız kapanmıştı. Antonov daha Petrov onayaklaşırken, kavgaya neden olan eşyayı (bunlarda, bir paçavrayla ayak sargılarından ibaretti)sessizce, aceleyle önüne fırlatmış. ElbetteAntonov, hem âdet yerini bulsun diye, hem deonurunu korumak ve öyle pek fazlakorkmadığını göstermek için, alçak sesle bir ikidakika küfürler savurmuş durmuş. Ama Petrovküfürlere önem vermemiş, hatta karşılık bilevermemiş: Mesele kendi yararınaçözümlendikten sonra küfrün ne önemi olabilir?Petrov memnunluk içinde paçavraları almış. Birçeyrek saat sonra, bir şey olmamış gibi haylazhaylaz hapishanenin şurasında burasındadolaşıyor, burnunu sokup dinleyebileceği ilginçkonular üzerine bir sohbet arıyordu. Görünüşteonu her şey ilgilendiriyordu, ama aslında çoğuzaman her şeye karşı tamamıyla kayıtsızdı;hapishanede işsiz güçsüz, bir aşağı bir yukarı

gezer dururdu. Petrov güçlü kuvvetli, her işibaşarabilecek kudrette olmasına rağmen, işsizkalıp, vaktini küçük çocuklarla oynayıpoyalanmakla öldüren bir adam gibiydi. Nedenhâlâ hapishanede olduğunu, şimdiye dek nedenkaçmadığını da anlamazdım. Şiddetle istediktensonra, kaçmaktan çekinecek biri değildi. Mantık,Petrov gibi insanlara ancak bir şeyi şiddetlearzulayıncaya kadar hâkim olur. İstedikleri şeyingerçekleşmesine engel olacak herhangi birkuvvet yoktur yeryüzünde. Hem eminim ki,kaçmak istese gayet ustaca, kimseyesezdirmeden becerirdi bunu; açlığa katlanarakormanda ya da derenin sazları arasındahaftalarca saklanırdı. Herhalde bu fikir henüzhatırına gelmemişti veya Petrov şimdilik böylebir şeyitam olarakistememişti. Doğrusumuhakeme yeteneği pek fazla olmadığı gibi, peksağlıklı da düşünemezdi. Bu gibi insanlar tekfikirli olarak dünyaya gelirler; bu düşünce onlarıhayatları boyunca bilinçsizce oraya burayasürükler ve bu böyle, isteklerine uygun bir işbuluncaya kadar sürer gider. Ondan sonra da

artık kafalarına ihtiyaçları kalmamıştır. Şaştığımdiğer bir nokta da, amirini sırf dayak yememekiçin öldüren bir adamın, hapishanede böyle kuzugibi, hiç sesini çıkarmadan sopa altınayatmasıydı. Kaçırdığı şarap yüzündenyakalandığında dayak yediği olurdu. Bir sanatıolmayan öbür sürgünler gibi, Petrov da bazenşarap kaçakçılığı yapardı. Ama sopa altınayatarken, buna gönül rızasıyla katlanıyormuşgibi bir hali vardı, yani cezasını kabullendiği,zaten aksi takdirde, öldürseler bile böyle bir şeyeizin vermeyeceği anlaşılırdı. Onda beni iyiceşaşırtan bir başka nokta da bana gösterdiğisamimiyete rağmen öte berimi çalmaktan geridurmamasıydı. Bu hal ona zaman zaman gelirdi.Birisine götürmek üzere verdiğim İncil’imi içeden oydu. Yürüyeceği yol, birkaç adımlıktı,ama Petrov yolda bir alıcıya rastlamış, hemenkitabı ona satıvermişti. Aldığı parayı da hemeniçkiye verdi. Şüphe yok ki, o gün bunun canıfena halde içmek istiyordu, bu derece arzulananşey demutlakaelde edilmeliydi. İşte böylesi, birşişe içkiye vereceği bir yirmi beş kapiklik için

kolayca adam öldürür; başka zaman olsaönünden binlerce ruble geçer de bakmaz bile.Aynı günün akşamı en ufak bir utanç ya dapişmanlık belirtisi göstermeden, gündelik birolaydan söz eder gibi gayet soğukkanlı birtavırla hırsızlığını kendisi anlattı. Onu iyicehaşlamaya başladım; doğrusu, İncil’ime de pekacımıştım. Petrov hiç kızmadan, hatta uslu uslubeni dinliyor, İncil’in çok yararlı bir kitapolduğunu da kabul ederek bu kitaptan yoksunkaldığım için benim hesabıma içten üzülüyordu,ama kitabı çaldığı için hiç pişmanlıkduymuyordu; bu konuda öylesine kesin bir tavrıvardı ki, azarlamayı derhal kestim. Petrov’unöfkeme sabredip katlanışının nedeni de,herhalde böyle bir hareketi hoş görmemin,kızmamamın olanaksızlığına hak vermesiydi;yani “Varsın azarlasın da içinin zehrini döksünbari; yoksa aslında iş incir çekirdeğinidoldurmayacak kadar saçma bir şey; ciddi biradamın üzerinde durmasına değmeyecek kadarsaçma.” diye düşündüğü her halinden bellioluyordu. Galiba beni çocuk, hatta dünyada en

basit şeylere aklı ermeyen bir bebek sanıyordu.Mesela, onunla bazen bilim ve kitap dışı birkonu üzerine konuştuğumuz vakit, sorularımıçok kısa cümlelerle, belli ki, sırf nezaket icabıcevaplandırırdı. Birçok defa kendi kendimesorardım: Benden istediği bu karmaşık bilgilerine yapacak bu adam? Hatta sohbetlerimizsırasında onu göz ucuyla süzerdim: Sakınbenimle alay etmiş olmasın? Ama hayır, ciddi vedikkatle dinlerdi; gerçi bazen pek de dikkatliolmazdı ve bu durum beni kızdırırdı. Sorularınıdoğruca, açıkça sorar, ama verdiğim karşılıklarapek şaşmaz, hatta bazen kayıtsızlıklakarşılardı… Sanki hakkımda uzun boylu kafasınıyormadan şöyle bir yargıya varmıştı: Benimlebaşka insanlarla olduğu gibi konuşulmazdı vekitaplardan başka konulardan anlamadığıma,anlayacak yetenekte olmadığıma göre, beni boşuboşuna böyle konularla yormamalıydı.Petrov’un beni sevdiğine emindim, buna daşaşıyordum doğrusu… Acaba beniolgunlaşmamış bir adam saydığından, her güçlüyaratığın kendisinden zayıf olana karşı

gayriihtiyari hissettiği şefkatle karışık acımamıydı bana olan tavırlarını yönlendiren…bilmiyorum. Hem bütün bunlar onu öte berimiçalmaktan alıkoymazdı, ama çalarken bile banaacıdığından emindim. Sanırım, eşyama eluzatırken, “Bu da adamım diye dünyadageziyor… Daha malını korumaktan aciz…” diyedüşünürdü. Fakat galiba bunun için severdi beni.Bir kere ağzından: “Pek fazla iyi kalplisiniz. Okadar saf, o kadar safsınız ki, size acıyacağımgeliyor.” sözlerini kaçırmıştı. Bir dakika sonrada, “Ama sözlerime darılmayın AleksandrPetroviç. İçimden geldi de söyledim.” diyeeklemişti.Bu gibi adamlar, bazen hayatta bir devrimleya da herkesin katıldığı bir faaliyetle birdenbiresivrilirler, böylelikle yaradılışlarına göre bir işbulmuş olurlar. Çok konuşmazlar, faaliyetinsavunucusu, öncüsü de olamazlar, fakat başuygulayıcı olurlar. İşe herkesten önce,gürültüsüz, gösterişsiz girişirler, hep ön safta yeralır, her türlü engelin ortadan kaldırılması içinuğraşırlar; hem de düşünmeden, korkmadan,

tehlikenin kucağına dosdoğru atılarak yaparlar,geri kalanlar da bunların arkasından, gözlerikapalı, sonuna kadar gider, çoğu zaman dahayata veda ederler. Petrov’un sonunun iyiolacağına inanmazdım, vadesi geldiğinde herşey bir anda bitiverecek onun için. Bugüne dekdüşmemişse henüz bir sebebin ortayaçıkmamasındandır. Ama kim bilir? Belki desaçları beyazlaşıncaya kadar yaşar, amaçsızşurada burada dolaşarak ihtiyarlayıp eceliyleölür. Fakat bence M.’nin, Petrov’unhapishanenin en azimli adamı olduğuhakkındaki sözleri doğruydu.

VIII: Azimli Adamlar – LuçkaBir insanın azimli olup olmadığınıkestirebilmek kolay olmaz; böylelerine her yerdeolduğu gibi, sürgünde de pek az rastlanır.Bakarsın, görünüşte dehşetli bir adamdır; bir dehakkında anlatılanları duyunca yanındankaçarsın. İlk zamanlarda bir içgüdüyle onlardanuzaklaşmaya çalışırdım. Sonraları en korkunçkatiller konusunda bile düşüncelerim oldukçadeğişti. Katil olmadığı halde, altı cana kıymış bircaniden daha korkunç insanlar gördüm. Öylecinayetler vardır ki, başta bunların içyüzühakkında en ufak bir yargıya varmak bileoldukça güçtür: Çünkü pek garip birtakımnedenleri vardır. En şaşırtıcı nedenlerle işlenencinayetlere bizim basit halk arasında rastlandığıiçin böyle diyorum. Çok defa şöyle bir katil tipigörülür: Adamcağız kendi halinde, sessizyaşamakta, çilesini doldurmaktadır. Epeyce acıda çekmiştir. Diyelim ki, bir mujik, bir uşak, birküçük burjuva yahut askerdir. Bir de bakarsın,

zembereği kopmuş gibi birdenbire boşalıverir;dayanamayarak düşmanını, onu ezenibıçaklayıverir. Asıl gariplikler de buradadır: Buadam bir anlığına kendi kalıbının dışınaçıkmıştır. İlk öldürdüğü adam onun düşmanı,kendisine zulmeden biridir; bir suç işlemiştir,fakat büsbütün anlaşılmaz bir şey de değildir,zira ortada bir neden vardır. Ne var ki, bu adambundan sonra hiçbir düşmanlık olmadığı halde,keyif için, bir yan bakış, bir kaba söz yüzündenyeni cinayetler işler; artık basbayağı, “Savulun,ben geliyorum!” diyerek çevresine gözdağıvermek istemektedir. Sarhoşa dönmüş,hummaya tutulmuş gibidir. Sanki yasaklanmışsınırı aştıktan sonra, her türlü kutsallığı ayakaltına almaktan hoşlanmaya başlamıştır; sankionu bütün yasa ve töreleri çiğnemeye kışkırtanbir güç vardır ve bu gücün etkisi altında, sınırsızbir hürriyetle çevresine dehşet vermeyiarzulamaktadır. Üstelik onu korkunç bir cezabeklediğinin de bilincindedir. İhtimal ki, bütünbu duygular, yüksek bir kulenin ucundakibirinin aşağıya bakarken hissettiklerine benzer:

Kendini baş aşağı bırakıverse her şey çabucakbitecektir! Hem de bu gibi durumlar, pek uslu veo vakte kadar tamamıyla silik kalmış kimselerdegörülür. İçlerinden bazıları da girmiş olduklarıyeni kalıpla övünürler bile. Eskiden ne kadarezilmiş ve hor görülmüşlerse, şimdi o ölçüdeyaman, duman attırıcı görünmek isteğindedirler.Çevreye saldığı dehşetten zevk alır, insanlardauyandırdığı tiksinme duygusunu sever.Umursamazbir tavır takınır ve bu“umursamazlıkla” içinden, bir an önce cezanıngelmesini, hüküm giymeyi bekler; çünküyapmacık umursamazlıktan artık bıkmıştır.İlgiye değer bir nokta da, bu gibi davranış vegösterişlerin ancak ceza sekisine dek sürmesidir;ondan sonra her şeye bıçakla kesilmiş gibi sonverilir: Bu gösterişlerin belirli bir zaman içindeyapılıp sonra da onlardan vazgeçilmesigereklidir sanki. Adam birdenbire uslanır,küçülür, paçavraya döner. Cezalandırılırkenağlayıp sızlar, halktan af diler. Hapishaneye öylemiskin ve mendeburca, ağzından salya,burnundan sümük akarak gelir ki, onu görünce:

“Beş altı kişiyi doğrayan adam bu muymuş?”diye şaşarsınız. Elbette hapishanede bile kolaykolay uslanmayanları da çıkar. Gösterişten,gevezeliklerinden kolay vazgeçmez; “Siz benigörüyor musunuz? Altı cana kıymış bir adamımben!” der gibi bir halleri vardır. Ama önündesonunda onlar da yatışırlar. Arada bir, kendikendini avutmak için hayatlarının bu biricikkabadayılığını, bu astığı astık kestiği kestik“umursamaz” dönemlerini hatırlarlar, o kadar;karşılarında saf birisini bulacak olurlarsa dakurumlanarak ve olayı anlatmaktan ne derecezevk duyduğunu hiç göstermeksizin eskikahramanlıklarıyla övünmeye bayılırlar. “İşteben böyle bir adamım!” gibilerden övünürdururlar.Hele bunların gururlanıyorlarmış izlenimivermesin diye aşırı bir duyarlılıkla konuşmaları,hikâyeyi çok önemsiz bir şeymiş gibi anlatmalarıgerçekten görülmeye değer! Ya o, seslerinintonunu hikâyelerinin her sözcüğüne uygunolarak alçaltıp yükseltmeleri… Nereden deöğrenmişlerdir bütün bu düzenleri?

Bir defasında, hapishaneye ilk geldiğimsıralar, ranzamda işsiz güçsüz uzanmışken,böyle bir konuşmaya kulak misafiri olmuştum.Tecrübesiz olduğumdan anlatanı heybetli,korkunç bir haydut, görülmemiş ölçüde sertyaradılışlı bir adam sanmış, hatta onun yanındaPetrov’u bile pek önemsiz görmüştüm.Hikâyenin konusu, Luka Kuzmiç adındaki buadamın hiç yoktan, yalnızca kendi keyfi için birbinbaşıyı nasılhakladığıydı. Luka Kuzmiçkendisinden daha önce de söz ettiğim,koğuşumuzun ufak tefek, sivri burunlu, gençUkraynalı mahpusuydu. Aslı Rustu, amagüneyde doğmuştu; galiba bir derebeyinintoprak kölesiydi. “Sinek küçük, ama midebulandırır” hesabı, insanı rahatsız edici,iğneleyici bir hali vardı. Ama mahpuslar sadeceiçgüdüleriyle insanın içini okurlar. Arkadaşlarıarasında pek sayılmazdı ya da sürgün deyimiyle“onu pek takmazlardı”. Luka son derecegururluydu da… O akşam ranzasında oturmuş,bir gömlek dikiyordu. Zaten zanaatı iç çamaşırıdikmekti. Yanında ranza komşusu iriyarı,

hımbılca, ama iyi kalpli ve sokulgan bir delikanlıolan Kobilin oturuyordu. Luçka, komşusuolduğundan onunla pek sık kavga ediyor, onuküçümsüyor, zorbaca davranıyordu, amaKobilin bunun pek farkında değildi. Bu defa daLuçka’nın hikâyesini ilgisiz ilgisiz dinleyerekyün çorap örüyordu. Öteki epey yüksek sesle vetane tane anlatıyordu. Herkes tarafındanişitilmesini istediği belli olduğu halde, en çokKobilin’e anlatıyormuş gibi bir hali vardı iğneyibeze batırırken:— İşte böyle birader, memleketimden…efendime söyleyeyim… serserilik suçuyla Ç.’yesürdüler beni…Kobilin sözünü kesti:— Ne vakit oluyordu bunlar?— Bezelye çıkınca, ikinci yıl bitmiş olacak…Neyse, K.’ye gelince beni bir zaman içinhapishaneye tıktılar. Baktım, benimle birlikteoturan on iki kişi de Ukraynalı, ama o boyluboslu, kanlı canlı, öküz gibi heriflerin hepsi deson derece uyuşuk. Bu yüzden yemekler kötü

çıkıyor, binbaşıları keyfine göre sağa sola emiryağdırıp duruyor (Luçka konuşması sırasındabazı kelimeleri özellikle yanlış söylüyordu). Birgün geçti, iki gün geçti… baktım, bizim millettehareket yok. “Neden bu enayiye kavuksallıyorsunuz?” diye sordum. Pis pis sırıtarak,“İstersen git de kafa tut.” demezler mi? Hiçsesimi çıkarmadım.Luçka birdenbire Kobilin’e anlatmaktanvazgeçerek çevresindekilere döndü:— Aman kardeşler, hele şu Ukraynalılardanbir tanesi pek tuhaftı. Mahkemede nasıl hükümgiydiğini, yargıçlarla nasıl konuştuğunu anlatırdururdu. Anlatırken de hüngür hüngür ağlardı,arkasında çocuklarıyla karısını bırakmıştı. Kartbir adamdı, ak saçlıydı, şişkoydu. “Yargıca,‘Babacığım masumum!’ dedim.” diyordu, “Amaherif yazdıkça yazıyor. Kendi kendime, ‘Şimdiortadan çatlayıp geberiverse şu köpoğlu herif!’diyordum. O ise boyuna yazıp çiziyordu, hemde öyle şeyler yazmış ki, beni mahvedipbitirdi!..”24Bir sap iplik versene Vasya,

benimki pek çürük.24Luçka bu olayı ihtiyar Ukraynalıyı taklitederek Ukrayna diliyle anlatıyordu.Vasya iplik uzatarak:— Pazardan ama… dedi.Luçka ipliği ışığa tutarak:— Bizim dikimevindekiler bundan daha iyi,dedi. Geçen gün sakatı göndermiştik, hanginamussuz karıdan aldı acaba bunları?— Yavuklusundan almıştır.— Herhalde ondandır.Tamamen unutulmuş olan Kobilin sordu:— E, binbaşı ne oldu?Luçka’nın istediği de buydu zaten. Yine dehikâyesine hemen devam etmedi, hattaKobilin’in söylediğini umursamamış gibidavrandı. Sakin bir tavırla elindeki ipliği düzeltti,sonra tembel bir hareketle, üstünde oturduğuayaklarının durumunu değiştirip anlatmayabaşladı:

— Bizim Ukraynalıları neden sonraayaklandırabildim, binbaşıyla konuşmayı kabulettiler. Ben de o sabah bir arkadaşımdan birjulik25alıp sakladım; hani her ihtimale karşı.Binbaşı beyimiz çağırılışı üzerine hiddetlenmiş.Baktık ki geliyor. Bizimkilere, “Bana bakınUkraynalılar!” dedim, “Korkmaca yok…” Oysaonlar korkudan üç buçuk atıyor, tir tirtitriyorlardı. Binbaşı içeriye daldı, sarhoştu.“Kimmiş bakalım beni isteyen? Bunlara da neoluyor? Buranın çarı da, Tanrı’sı da benim!” –“Buranın çarı da Tanrı’sı da benim.” der demezortaya fırlayıverdim. Bıçağı da yenimesaklamıştım. “Yok efendimiz.” dedim, “Öyle şeyolur mu? (Konuşurken yavaşça onasokuluyordum) Nasıl çarımız ve Tanrı’mızolacakmışsınız efendimiz?” Binbaşı bu defabana bağırmaya başladı: “Yaa, demek bütünbunlar senin başının altından çıktı ha! İsyancıkerata seni!” – “Yok efendim, bunu asla kabuledemeyiz.” diyor ve ona daha dayaklaşıyordum, “Zatıâlinizce de malum olduğuüzere Tanrı’mız birdir, kadirdir, her yerde hazır

ve nazırdır.” diyordum. “Tanrı’nın bize ihsanettiği çarımız da tektir. O bir imparatordurefendim. Sizse ancak bir binbaşısınız ve kendigayretinizle olduğu kadar, çarın lütfuyla bizimbaşımızda bulunmaktasınız.” Bizim binbaşı:“Nasıl? Nasıl, nasıl?..” diye tavuk gibigıdaklıyor ve şaşkınlıktan ağzını açamıyordu.“İşte öyle.” dedim ve üstüne atıldığım gibibıçağı sapına kadar karnına daldırdım. Tamyerine isabet ettirmişim. Yuvarlanıverdi, birkaçkere ayakları kasıldı o kadar. Bıçağı yerefırlattım. “Hadi Ukraynalılar, kaldırın şunuartık.” dedim25Julik, hırsız demektir; yankesici argosundabıçak anlamına gelir. (Yazarın Notu)Burada konudan biraz ayrılacağım. Eskizamanda subayların ağzında ne yazık ki, “Çarda ben, Tanrı da benim!” türünden bir sürülakırdı dolaşmaktaydı. Doğrusunu söylemekgerekirse, zamanımızda böylelerinden pekkalmadı; belki hiç kalmamıştır. Şunu dabelirtmek isterim ki, böylesi sözleri kabara

kabara söyleyenler, övünmeyi pek seven alaylısubaylardı. Subay üniformasını giymekle ruhlarıadamakıllı sarsıntı geçirir, kafaları allak bullakolurdu. Uzun yıllar orduda, emir altında hiçbirrütbesi olmadan hizmet etmişken, birdenbirekendilerini subay, komutan durumunda görünceafallar, bunun verdiği baş dönmesiyle kudret veönemlerini pek büyütürlerdi; bütün bunlarelbette sadece astlarına karşı davranışlarındaaçıkça görülürdü. Üstlerine karşıysa hiç gerekliolmayan yerlerde bile, bazı amirlerin tiksinerekkarşılamalarına rağmen, hâlâ birer er gibiyaltaklanmaya devam ederlerdi. Hatta aralarındaçok yılışık olan bazıları, küçük rütbelerdenyükseldikleri ve şimdi subay oldukları halde“her zaman için yerini bildiğini” üstlerinegöstermekte acele eder gibiydiler. Ne var ki,astlarına karşı hudutsuz bir amirlik taslamaktanasla geri durmazlardı. Kuşkusuz bu zamandaböyleleri, hele “Çar da ben, Tanrı da benim!”diye bağıranları pek bulunmaz. Bununlaberaber, mahpusların da, askerlerin deamirlerinin bu yoldaki sözlerine ifrit olduklarını

belirteyim. Bu kendini büyük görme hayasızlığıve amirin her türlü cezadan uzak olduğudüşüncesi, en uysal bir adamda bile kinuyandırır, onu çileden çıkarır. Bereket versin,bütün bunlar geçmiş günlerde kalmış, ozamanlarda bile büyükler tarafından şiddetlecezalandırılan şeylerdir. Bunlar üzerine birkaçörnek de bilirim.Zaten askerler, onlara yapılan aşağılayıcıdavranışlardan, gösterilen tiksintiden pekalınırlar. Bazı kimseler mahpusları iyi yediriponlara iyi bakmak ve yasadışı davranmamaklaher işin bittiğini sanırlar. Bu da bir yanılgıdır.Kim olursa olsun, ne kadar aşağı mevkidebulunursa bulunsun, her insan içgüdüsel olarak,hatta bilinçsizce, bir onuru olduğunununutulmamasını ister. Mahpusa gelince, mahpustoplum dışı olduğunu, amirlerine karşı mevki vedurumunu bilir. Ama ne vurulan damgalar, netakılan prangalar ona bir insan olduğunuunutturamaz. Yani sırf bir insan olduğu için, onada insanca davranılması gerekir. Tanrım!İnsancadavranış, senin kulun olmaktan çoktan

çıkmış birini bile tekrar insanlaştırabilir. Böyle“bahtsızlara” karşı elden geldiğince insancadavranmak gerek. Kurtuluşları da, mutluluklarıda sadece bundadır. Bunu yapan iyi ve asilkalpli amirlere rastlamıştım. Böyle bir davranışındüşük sayılan bu gibi insanlar üzerindeki etkisinide gördüm. Birkaç şefkatli söz, mahpuslarınruhça dirilmesine yeterdi. Çocuklar gibisevinirler, sonra da çocuklar gibi sevmeyebaşlarlardı. Tuhaf bir noktayı daha belirteyim:Mahpuslar, amirlerinin fazla laubali vefazlayumuşak olmalarından da hoşlanmazlar.Amirlerini mutlaka saymayı isterler, oysa budurumda onları saymak ellerinden gelmez. Hermahpus, yüce, göğsü nişanlarla dolu, yakışıklıamirin himayesinde bulunmayı ister;komutanının titiz, vakarlı, hak gözetir, onurlu biradam olmasından pek hoşlanır. Mahpuslar böyleadamlar için canlarını verirler: Çünkü böylelerionurlarını korur, onları hiç incitmezler yani onlariçin her şey daha iyi, daha güzel olur.Kobilin sakin bir tavırla:

— Kim bilir, bunun üzerine nasıl yaktılarcanını? dedi.— Eh. Yakmasına yaktılar kardeş, orası öyle.Ali, makası versene! Ey kardeşler, bugünmeydan kurulmuyor mu?Vasya:— Millet parayı içkiye yatırdı, diye karşılıkverdi. Eğer harcamasaydılar, belki şimditoplanırlardı.Luçka:— Eğer! Eğer, öyle bir kelimedir ki,Moskova’da yüz ruble veriyorlar buna, dedi.Kobilin yine söze karıştı:— Ya sana bütün yaptıkların için ne verdilerLuçka?— Yüz beş verdiler cancağızım. Size bir şeysöyleyeyim mi çocuklar (Luçka yine Kobilin’lekonuşmaktan vazgeçmişti), bu yüz beşin emriçıkınca, meydana öyle bir törenle götürüldümki… O vakte kadar hiç kırbaç yememiştim.Millet akın akın geldi; bütün şehir oraya

toplanmıştı: Bir haydut, bir katil ceza giyecektiya. Şu halk da, nasıl söyleyeyim, öyle aptaloluyor ki, deme gitsin. Timoşka26beni soyupyatırdı. Sonra da: “Sıkı dur, canını yakacağım!”diye bağırdı ve sırtıma öyle bir yapıştırdı ki,haykırmak için ağzımı açtım, ama gıkdiyemedim. Sesim kısılmıştı. Arkasından ikincisigeldi. Artık ister inan, ister inanma kardeş, “ikii”diye bağırdıkları zaman duyamamıştım.Kendime geldiğim vakit on yedideydiler. Bunlarbeni tam dört defa yatırıp kaldırdılar kardeşsonra da direğe bağladılar. Yarım saat dinlenipsoluk aldım, su döktüler üstüme. Gözlerimyuvalarından fırlamıştı. Çevreme bakıyor,“Öleceğim burada…” diye düşünüyordum.26Timoşka: Cellat (Yazarın Notu); argoda.Kobilin safça:— Peki, ölmedin mi? diye sordu.Luçka hakaret dolu bir bakışla onu süzdü.Koğuştakiler kahkahayı bastılar.— Odun işte… Ne diyeceksin!

Böyle bir adamla konuştuğuna pişman olmuşgörünen Luçka:— Tahtalarında noksanlık var, dedi.Altı cana kıydığı halde, hapishanede kimseLuçka’dan korkmazdı. Oysa kim bilir, korkunçbir adam diye ün salmak, onun en fazla istediğibir şeydi.

IX: İsay Fomiç Hamam –Bakluşin’in HikâyesiSonunda bütün mahkûmların heyecanla vehazırlıklar yaparak bekledikleri Noel yortusugeldi. Onlara bakarak ben de olağanüstü bir olaybekler gibiydim. Bayramdan dört gün önce bizihamama götürdüler. Benim zamanımda, hele ilkyıllarda mahpusları hamama pek seyrekgötürürlerdi. Herkes sevindi, hazırlanmayabaşladı, öğle yemeğinden sonra gidilecekti ki,bu da o gün yemekten sonra iş yok demekti.Koğuşumuzda bu işe en fazla sevinen vetelaşlanan, hikâyemin dördüncü bölümündesözünü ettiğim Yahudi mahkûm İsay FomiçBumştayn’dı. Sersemleyinceye, kendinikaybedinceye kadar sıcakta terlemeye bayılırdı;eski anılarıma her dalışımda, hapishanedekihamam mutlaka aklıma gelir (unutulacak gibi dedeğildir ya), onun arkasından da hayalimdesürgün ve koğuş arkadaşım, şu mübarek veunutulmaz İsay Fomiç’in yüzü belirir. Tanrım,

ne garip, ne gülünç bir adamdı! Dışgörünüşünden az buçuk bahsetmiştim zaten: Elliyaşlarında, cılız, bumburuşuk yüzlü,yanaklarında ve alnında korkunç damgalarbulunan, zayıf, güçsüz, bembeyaz tenli biradamdı. Yüzünde daima, hiçbir şekildekaybolmayan bir memnunluk, hatta mutlulukifadesi vardı. Galiba sürgünde bulunmasına bilehayıflanmıyordu. Kuyumcuydu, şehirde bir tekkuyumcu bile olmadığı için, beylerin ve şehrinileri gelenlerinin siparişleriyle uğraşmaktanbaşka hiçbir iş yapmazdı. Emeğine karşılık azçok para da alırdı. Muhtaç durumda olmak şöyledursun,zenginbile sayılırdı, ama parasınıbiriktirir, mahpuslara faiz karşılığı borç verirdi.Semaveri, iyi bir döşeği, fincanları ve eksiksizbir yemek takımı vardı. Şehirli Yahudiler ondanahbaplıklarını, himayelerini esirgemezlerdi.Cumartesi günleri, muhafızlarla şehrin havrasınagiderdi (kanun buna izin verirdi); İsay Fomiç’inrahat geçen hayatının tek kaygısı, bir an önceevlenmesi için on iki yılın çabucak geçmesiydi.Bu adam, çok gülünç bir biçimde bir masumluk,

aptallık, kurnazlık, küstahlık, safdillik,korkaklık, fiyakacılık ve arsızlık karışımıydı.Mahpusların asıl buna gülmeyip de onu yalnızcaeğlence kabilinden alaya almalarına şaşardım.Görünüşe bakılırsa İsay Fomiç herkesin neşekaynağıydı. Mahpuslar, “Ona ilişmeyin, birtanedir bizim İsay Fomiç.” derlerdi. İsay Fomiçde işin aslını bilir, ama galiba göreviyleövünürdü ki, mahpuslar bununla da pekeğlenirdi. Hapishaneye girişi de epeycegülünçmüş (benden önce girmişti, bunubaşkasından duydum). Bir akşamüstü, paydossırasında, hapishaneye bir Yahudinin geldiğiduyulmuş; henüz dışarıda, nizamiyede tıraşolmaktaymış, ama nasılsa koğuşlara gelecekmiş.O vakte kadar hapishanede bir tek Yahudiyokmuş. Onu sabırsızlıkla bekleyen mahpuslaravluya girer girmez çevresini sarmışlar.Hapishane çavuşu, onu sivillerin koğuşunagötürüp ranzadaki yerini göstermiş. İsayFomiç’in elinde, verilen beylik eşyalar ve kendieşyalarıyla dolu bir torba varmış. Torbasını birkıyıya koymuş, ranzaya çıkıp bağdaş kurarak

oturmuş; korkudan başını öne eğmiş, kimseyebakamıyormuş. Çevresinde kahkahalar veYahudiliğine dair hapishane latifeleriduyuluyormuş. Birdenbire, elinde son dereceeski, kirli ve yırtık yazlık şalvarıyla beylikdolaklarını tutan genç bir mahpus, kalabalığınarasından öne çıkmış. İsay Fomiç’in yanınaoturarak omzuna vurmuş.— Ey aziz dostum, altı yıldır senibekliyordum. Söyle bakalım, ne verirsinşunlara?Yahudinin önüne paçavraları sermiş.Hapishaneye girdiğinden beri onu saran veşimdi büsbütün üstüne düşen bir sürü alaycı,çarpık ve korkunç yüze hâlâ bakamayan vekorkusundan ağzını bıçak açmayan İsay Fomiç,rehine getirilen eşyayı görünce, birdenbirecanlanmış ve parmaklarını hızlı hızlı oynatarakpaçavraları karıştırmaya başlamış. Hatta aradabir kaldırıp ışığa doğru tutarak incelemiş. Herkesonun ne söyleyeceğini bekliyormuş.Eşyaların sahibi, göz kırparak,

— Ne haber, bir gümüş ruble vermeyeceksingaliba, ha? demiş.— Pek gümüş ruble değilse de, yedi kapikveririm.Bunlar İsay Fomiç’in hapishanede söylediğiilk sözler olmuş. Herkes gülmekten katılmış.— Yedi mi? Ne yapalım, yedi olsun; bu iştesen kârlı çıktın! Ama malımı iyi sakla sonrakellenle ödersin, karışmam.— Faizi de üç kapik… hepsi on kapik ediyor.Titrek ve kesik bir sesle konuşan Yahudi,korkak bakışlarla mahpusları süzerek elinicebine sokmuş. Bir yandan ödü kopuyor, öteyandan da iş becermek istiyormuş.— Yılda mı üç kapik vereceğiz?— Yılda değil, ayda.— Amma da yaman adammışsın be Yahudi.Adın ne senin?— İsay Fomiç.— Yamansın İsay Fomiç! Bu gidişle burada

çabuk ilerlersin. Haydi hoşça kal.İsay Fomiç, rehine getirilen eşyayı bir keredaha gözden geçirip mahpusların sürüp gidenkahkahaları arasında dikkatle torbasınayerleştirmiş.Onu gerçekten herkes seviyor gibiydi; hemenhemen bütün mahpuslar ona borçlu olduklarıhalde, aralarından hiçbiri ona bir fenalıkyapmazdı. O da bir tavuk kadar zararsızdı, heleyakınlık gösterince nazlanması da vardı. Amabunu o kadar saf bir komiklikle yapardı ki,davranışı hemen hoş görülürdü. Hayatta pek çokYahudiyle karşılaşmış olan Luçka, çok defa onatakılırdı, ama bunu kötülükten değil, eğlenceolsun diye yapardı. Tıpkı küçük bir köpekle,papağanla ya da evcil hayvanla eğlenir gibi.Bunu gayet iyi bilen İsay Fomiç de hiç darılmazve pek yerinde latifelerle karşılık verirdi.— Hey, buraya baksana Yahudi, seni birgüzel döverim ha!İsay Fomiç, kabadayı bir tavırla karşılıkveriyordu:

— Sen bana bir vurursan, ben sana on taneçakarım.— Melun, çirkef seni…— Çirkef olayım, ne çıkar?— Çirkef çıfıt, sen de…— Öyle olsun. Çirkefim, ama zenginim de…param var benim2727İsay Fomiç yarı Leh, yarı Ukrayna şivesiylekonuşuyor.— İsa’yı sattın sen be…— Öyle olsun.Mahpuslar neşeli kahkahalar atarakbağrışırlardı:— Aferin İsay Fomiç! Yemin olsun yamansın.Dokunmayın ona, İsay Fomiç bir tane!— Buraya bak Yahudi, kırbacı yer, Sibirya’yagidersin.— Zaten Sibirya’dayım ya.— Daha uzağa sürerler.

— Tanrı babanın olduğu yere mi?— Evet, oraya.— Eh, ne yapalım… Hem Tanrı babanınbulunduğu yer, her yerden daha iyi olmalı.Etrafını alır, “Aferin İsay Fomiç,babayiğitsin!” diye bağrışırlardı; İsay Fomiç ise,onunla alay edildiğini görür, ama aldırmazdı.Belli ki, her yandan gelen iltifatlara, övgülerebayılır, bunların üzerine tiz, incecik bir sesleanlamsız, acayip bir makamla bir “La-la-la-la…”tuttururdu; bu güftesiz lalala’lar İsay Fomiç’insürgün yaşamı boyunca söylediği tek şarkıydı.Benimle daha yakından tanışınca, bu şarkı vemakamın vaktiyle altı yüz bin YahudininKızıldeniz’i geçerken, yaşlısıyla genciylesöylediği şarkının melodisi olduğuna vedüşmanına karşı zafer kazanan her Yahudininbu şarkıyı söylediğine inandırmıştı beni.Her cumartesi akşamı koğuşumuza sırf İsayFomiç’in tapınmasını seyretmek için başkakoğuşlardan mahpuslar toplanırdı. İsay Fomiç’teo kadar çocukça bir övünme ve gösteriş isteği

vardı ki, bu toplu merak hoşuna bile giderdi.Bilgiççe ve abartılı bir azametle ilkinköşesindeki minicik masasını örter, sonrakitabını açıp iki mum yakar ve ancak kendininbildiği birtakım kelimeler mırıldanarak cüppesinigiymeye başlardı. Bu alacalı, yünlü cüppesinibüyük bir özenle sandığında saklardı. Sonra dakollarına birer kolluk geçirir, başına, alnınınortasına şeritle tutturulan tahta kutu gibi bir şeyiliştirirdi; bununla alnından acayip bir boynuzçıkmışa benzerdi. Bundan sonra da duayabaşlardı. Şarkı söyler gibi dua okur, bağırır,tükürür, daireler çizerek döner, acayip gülünçhareketler yapardı. Tabii bütün yaptıkları, kendiibadet kurallarına uygundu ve bunlardadoğrudan doğruya gülünç ya da garip bir tarafyoktu; gülünç olan, İsay Fomiç’in tapınmasırasında aldığı tavır, bize karşı yaptığıgösterişlerdi. Bakardık, birdenbire başınıelleriyle sarar ve hıçkırarak okumaya başlardı.Hıçkırıkları gitgide kuvvetlenir, sonunda İsayFomiç bitkin bir durumda, artık ulumayabenzeyen iniltileri arasında, küçük sandıkla

süslü başını kitabın üstüne bırakıverirdi; amahıçkırıkları alabildiğine şiddetlendiği sırada,birdenbire ve birbiri ardınca kahkahalar savurur,sonra bir kendinden geçme, taşkın bir mutlulukiçinde, baygın bir sesle tekrar makamlaokumasını sürdürürdü. Mahpuslar ona bakıpkendi aralarında, “Herifin haline bakınçocuklar!” diye söylenirlerdi. Bir kere İsayFomiç’e bu boğulurcasına hıçkırıklardan sonrabirdenbire mutluluk ve gönül rahatlığı içindekahkaha atmanın ne anlama geldiğinisormuştum. İsay Fomiç benim bu gibi sorularımıpek severdi. Hemen anlatmaya başladı: Ağlamave hıçkırmalar, Kudüs’ün kaybını düşünmektenileri geliyordu. Kitap, bunları düşünürken eldengeldiğince hızlı ağlayıp dövünmeyiemrediyormuş. Ama en şiddetli hıçkırıklarıarasında İsay Fomiç,birdenbire(bubirdenbire’nin bile kitapta yeri varmış) sankigayriihtiyari aklına gelmiş gibi YahudilerinKudüs’e döneceklerine dair kehaneti hatırlamakzorundaymış. Burada da hemen sevinmeli, şarkısöyleyip kahkahalar atmalıymış; duasını

okurken de sesine mümkün olduğu kadarmutluluk, yüzüne de resmiyet, soyluluk ifadesivermesi gerekliymiş. İsay Fomiç bu zorunlubirdenbiregeçişi pek seviyordu; bunda özel,ince bir ustalık görüyor ve övünerek banakitabın bu karışık mecburiyetinin içyüzünüanlatıyordu. Bir defa, duasının en hararetlianında odaya nöbetçi subay ve muhafızlarlabirlikte mevki komutanı binbaşı girdi.Mahpusların hepsi ranzaların yanında vaziyetaldılar, yalnız İsay Fomiç daha çok bağırıpşaklabanlığa başladı. Tapınmaya izin verildiğinive kendisine kimsenin karışamayacağınıbildiğinden, binbaşının karşısında bağırıpçağırmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Aynızamanda binbaşının önünde maskaralık yaparakhepimize çalım satmaktan pek hoşlanmıştı.Binbaşı aralarında bir adımlık mesafe kalıncayakadar yaklaştı: İsay Fomiç arkasını masayadönmüş, binbaşının yüzüne karşı ellerinisallayarak, o muazzam kehaneti okuyordu. Busırada bir yandan da yüzüne pek büyük birmutluluk ve soyluluk ifadesi vermesi

gerekiyordu. İsay Fomiç bunu hemenolağanüstü bir göz kırpışla ve gülüp başıylabinbaşıya doğru birtakım işaretler yaparakyerine getirdi. Binbaşı önce şaşırdı, ama sonra oda kahkahalar atarak, İsay Fomiç’e, “Aptal!”diye bağırarak dışarı çıktı; bunun üzerine İsayFomiç çığlıklarını bir perde daha yükseltti. Birsaat sonra akşam yemeğini yerken ona, mevkikomutanı bir saçmalık yapıp kızsa ne yapacağınısordum.— Hangi mevki komutanı?— Nasıl hangi? Görmediniz mi?— Hayır.— Adam önünüzde, bir arşın ötededuruyordu.Ama İsay Fomiç, beni büyük bir ciddiyetle,binbaşıyı filan görmediğine, duasını okurken birtür kendinden geçme içinde olduğuna,çevresinde olan bitenin asla farkına varmadığınainandırmaya çalıştı.İsay Fomiç’in cumartesi günleri, kitabın


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook