Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

Hastaneye gelişimin ilk günlerindemahpusların hikâyelerini can kulağıyladinlerdim. Sırtüstü yatmaktan hepimizin canısıkılırdı. Günler hep birbirine benzerdi. Sabahlarıdoktorların vizitleriyle, hemen arkasından gelenyemekle şöyle böyle oyalanırdık. Tekdüzehayatımızda yemek faslı şüphesiz bireğlenceydi. Yemekler başka başka, herkesinhastalığına göreydi. Bazılarına içinde hububatbulunan bir çorba, bazısına yalnız lapa, bazısınada irmik lapası çıkıyordu; bu irmik lapasının pekçok isteklisi vardı. Mahpuslar yataktanazikleşiyor, pisboğaz oluyorlardı. İyileşmeyeyüz tutmuş olanlarla sağlamlara, mahpusların“öküz” dediği bir parça söğüş et verilirdi. Amaen iyi yemek iskorbüt hastalarına çıkardı: Soğan,turp vb. ile pişirilmiş et, bazen de bir kadehvotka. Esmer, yarı beyaz çeşitleri olan oldukçaiyi, pişkin ekmek de hastalığa göre verilirdi.Yemeklerin seçiminde bu kadar titizlikgösterilmesi hastaları sadece güldürürdü.Şüphesiz, bazı hastalıklarda zaten insanın canıbir şey çekmezdi. Ama iştahı olanlar canlarının

istediğini yiyebilirdi. Aralarında değiştokuşyapar, belli bir hasta için verilmiş yemek başkabir hastaya giderdi. Hafif yemek çıkmış hastalaret veya iskorbütlülerin yemeğini satın alabilirdi.Gene belli hastalara verilen kvas ve hastanebirasını da cebinde parası olan içebilirdi.Kiminin iki porsiyon yemek yediği de olurdu.Tayınlar elden de parayla satılırdı. Etyemeklerinin fiyatı oldukça yüksek, kâğıtparayla beş kapikti. Koğuşumuzda yemeksatacak kimse bulunmadığı vakit, hademeyiöteki mahpus koğuşuna yollardık. Oradan da işçıkmazsa, askeri ya da kendi deyimimizle“serbest” koğuşlara başvururduk. Burada herzaman yemek bulunurdu. Yemeğini satanlarkuru ekmeğe kalır, ama böylece para yapardı.Genel olarak herkes züğürttü, fakat elinde birkaçkuruşu olanlar çarşıdan kalaç, tatlı vesairealdırabilirlerdi. Hademelerimiz bunu hiçbir çıkargözetmeden yaparlardı. Yemekten sonrası entatsız, en can sıkıcı zamandı; kimi yapacak işolmadığından uyur, kimi gevezelik eder, kimitartışır, kimi de yüksek sesle bir şeyler

anlatmaya başlardı. Yeni bir hastanın, helekimsenin tanımadığı birinin gelmesi çoğu zamanbir merak uyandırırdı. Herkes onunla ilgilenir,kim olduğunu, neci olduğunu, nasıl, nereden,niçin geldiğini öğrenmek isterdi. En çok merakuyandıranlar sürgüne gidenlerdi: Bunların daimaanlatacak şeyleri olurdu, ama hiçbir zamankişisel, gizli işlerinden söz etmezlerdi, zaten bukonuya mahpus açmadıkça dokunmak âdetdeğildi; en çok nereden geldiği, kafilearkadaşları, yolun nasıl olduğu, nereyegidecekleri sorulurdu. Anlatanın sözlerinindinleyenlerde kendi geçmişlerine ait bazı anılaruyandırdığı olurdu. O vakit onlar da sürgünegidişlerini, kafilelerini, ceza subaylarını, kafileamirlerini anlatmaya başlarlardı. Değnek cezasıyiyenler de bu zamanda, yani akşama doğrugelirlerdi. Demin de söylediğim gibi, onlarıngelmesi topluluk için önemli bir olaydı, ama herallahın günü böyle biri çıkmazdı ve işte o günlerpek sönük geçerdi. Koğuşta, herkestebirbirinden fena halde bıkmış bir hal görülür;kavgaya tutuştukları bile olurdu. Bizimkiler

muayeneye gönderilen delilerin gelişine bilesevinirlerdi. Cezadan kurtulmak amacıyla delitaklidi yapanlara pek az da olsa rastlanırdı. Amabunların çoğu yakayı ele verir, daha doğrusukendileri bundan vazgeçerlerdi; böylece birmahpus iki üç günlük maskaralıktan sonrabirdenbire akıllanıp uslanır, somurtarak taburcuolmak isterdi. Ama mahpuslar ve hekimler biriki gün önce yaptığı şarlatanlıkları yüzünevurarak ona sitem etmez, kızmazdı; sessizcetaburcu edilir ve iki üç gün sonra mahpuscezasını yiyip yeniden gelirdi. Bununla beraber,bu gibi olaylara genel olarak pek az rastlanırdı.Ama muayeneye getirilen asıl deliler, bütünkoğuş için Tanrı’nın belası olurdu. Erler bazıneşeli, zevzek zevzek bağırıp şarkı söyleyen,oynayan delileri sevinçle karşılardı. Karşılarındakırıtan adama bakarak, “Ömür herif!” deyipdururlardı. Bense bu zavallılara acı duyarakbakardım. Delilere hiçbir zaman kayıtsızkalamazdım.Bununla birlikte, getirilen ve kahkahalarlakarşılanan delinin durmadan kırıtmaları, türlü

türlü delice halleri, herkesi kısa sürede bıktırırdı.Bir iki gün sonra durum dayanılmaz bir halalırdı. Bir tanesi üç hafta kadar aramızda kaldı,koğuşta duramaz olduk. Aksi gibi, o aralık birdeli daha getirdiler. Bu gelen, üzerimde büyükbir tesir yapmıştı. Bu olay sürgün hayatımınüçüncü yılına rastlar. Hapishane hayatımın ilkyılında, daha doğrusu ilk aylarında bir ocakçıkafilesiyle birlikte tuğla taşıma ödeviyle iki verstuzaklıktaki tuğla fabrikasına gidip geliyordum.Önümüzdeki yaz tuğla yapımı için ocaklaronarılacaktı. Bir sabah, fabrikada M. ve B. benifabrika gözcüsü Çavuş Ostrojskiy’letanıştırmışlardı. Ostrojskiy altmış yaşında, uzunboylu, vücudu ince kemikli, sevimli, heybetliyüzlü, yaşlı bir Polonyalıydı. Uzun zamandırSibirya’da hizmetteydi. 1830’larda askerlikyapmış halktan biri olduğu halde, M. ile B. onusever, sayarlardı. Ostrojskiy vaktini Katolikİncil’ini okumakla geçirirdi. Görüşmelerimizsırasında pek tatlı, pek akıllıca konuşur, daimailginç şeyler anlatırdı. Bakışları sevimli, içtendi.O zamandan beri iki yıl onu hiç görmemiş,

yalnız ne olduğunu bilmediğim bir suçtan dolayıyargılandığını işitmiştim. İşte o gün, birdenbirekoğuşumuza getirilen deli oydu. Ostrojskiykoğuşa girer girmez kahkahalar atmaya, haykırahaykıra açık saçık hareketler yapmaya,Kamarinskaya oynamaya başladı. Üç gün sonrahepimiz ondan yaka silkiyorduk. Dalaşıyor,dövüşüyor, nara atıyor, gece gündüz demedenboyuna şarkı söylüyordu. İkide bir öyle çirkinhareketler yapıyordu ki, herkesin midesibulanıyordu. Kimseden korkusu yoktu. Ona deligömleği giydiriyorlar, ama o zaman daha dahuysuzlaşıyordu; hoş gömleksizken de hemenherkesle kavga ediyordu. Üç hafta içinde birkaçkere bütün koğuş kalkarak hep bir ağızdanbaşhekime şu püsküllü belayı öteki mahpuskoğuşuna aldırmasını rica ettik. Oradakiler de biriki gün sonra onun gene bize deflenmesi içinyalvardılar. O sırada iki delimiz olduğundan, ikikoğuş bunları değiştokuş edip duruyorduk.Heriflerin ikisi de birbirinden beterdi. Ancaktemelli geri götürdükleri zaman rahat nefesalabildik.

Tuhaf bir deli daha hatırlıyorum. Bir yaz günügetirdiler. Sağlıklı, üstü başı dökülen, kırk beşyaşlarında bir adamdı. Ufarak kırmızı gözleriçiçek bozuğu yüzünün şişkinliğindekayboluyordu; müthiş kederli, asık suratlıydı.Yanımdaki karyolaya yerleşti. Sessiz bir adamdı;kimseyle konuşmuyor, bir şey düşünüyormuşgibi oturuyordu. Ortalık henüz kararıyordu.Bizimki birdenbire bana döndü ve hiçbir girişyapmaksızın, ama olağanüstü bir sır açıyormuşgibi bugünlerde iki bin sopa yiyeceğini, AlbayG.’nin kızı onu koruduğu için dayağı atlattığınıanlattı. Adamın yüzüne şaşkınlıkla baktım,bence bu durumda Albay’ın kızının bir şeyyapamayacağını söyledim. Henüz bir şeydenhaberim yoktu, çünkü herifi deli olarak değil,sıradan bir hasta gibi getirmişlerdi. Onahastalığının ne olduğunu sordum. Buraya niçingetirildiğini bilmediğini, sağlığının tamamıylayerinde olduğunu söyledi. Hem Albay’ın kızıona âşıkmış; on, on beş gün önce karakolunönünden Albay’la geçiyormuş; nasılsa,pencerenin parmaklıkları arasından bakıvermiş.

Albay’ın kızı onu görür görmez âşık olmuş.Ondan sonra kız çeşitli bahanelerle üç kerekarakola gelmiş. İlkinde babasıyla birlikte, oradanöbetçi subayı olan kardeşine gelmiş. İkincigelişinde annesiyle beraber bağışlar dağıtmışlar.Kız önünden geçerken kulağına, onu sevdiğini,kurtaracağını fısıldamış. Zavallı, dengesizkafasından doğan saçmaları öyle uzun uzunanlatıyordu ki, insanın tuhafına gidiyordudoğrusu. Cezadan kurtulacağına sarsılmaz birimanı vardı. Kibar genç kızın ona delice âşıkolduğundan kesin bir dille, doğal bir şeymiş gibisöz ediyordu. Onu cezadan kurtarması bir yana,genç bir kızın ellisine merdiven dayamış,kederli, somurtkan, çirkin suratlı bu herife âşıkolması da pek saçmaydı. Ceza korkusu ile buürkek ruh, ne garip bir hal almıştı. Belkiadamcağız gerçekten birisini penceresindengörmüş, bilinçaltında duyduğu müthiş korkununsebep olduğu, giderek artan dengesizlik debirdenbire delilik halini alıvermişti. Hayatıboyunca kibar kızları belki bir defacık olsunaklına getirmeyen bu zavallı er de durup

dururken koca bir aşk romanı uydurmuş, bunabir kurtuluş çaresi diye sarılmıştı. Anlattıklarınıses çıkarmadan dinledim. Sonra öbürmahpuslara bundan söz ettim. Ötekiler onumerakla sorguya çekmeye başlayınca, utanaraksustu. Ertesi gün vizite gelen doktorun uzunboylu sorularına hiçbir hastalığı olmadığıyolunda cevaplar verdi. Muayene de onudoğruladığından adamı taburcu ettiler. Kâğıdına“sanat” yazıldığını, doktorlar koğuştan çıktıktansonra öğrendik. Artık bizim de doktorlara onundurumu hakkında bilgi vermemize imkân yoktu.Hem kendimiz de o vakit bu mesele üzerindepek kesin bir şey söyleyemezdik. Bütün kabahatadamcağızı durumu hakkında bir açıklamayapmaksızın gönderen amirlerdeydi. Bir hataolmuştu. Belki de onu yollayanlar henüzdeliliğinden emin değildiler; şuradan buradançıkan söylentiler üzerine, deneme kabilindengöndermişlerdi. Her neyse, zavallıyı iki günsonra dayak cezasına çıkardılar. O da bunagaliba, o kadar şaşmıştı ki, son dakikaya kadarcezalandırılacağına bir türlü inanmamış.

Sıralardan geçirilirken “İmdat!” diye haykırmayabaşlamış. Hastaneye getirilince, bu defakoğuşumuzda boş yatak olmadığı için, ötekimahpus koğuşuna yatırıldı. Sorduğum vakit,sekiz gündür kimseyle konuşmadığını utangaç,çok üzgün olduğunu öğrendim… Sonra sırtıiyileşince, bilmediğim bir yere gönderildi, bende artık onunla ilgili hiçbir şey duymadım.Hastanın tedavi usulüne, verilen ilaçlaragelince; gördüğüm kadarıyla, hafif hastaların nedoktor sözü dinledikleri, ne de verilen ilaçlarıaldıkları vardı. Ama ağır hastalarla, genel olarakgerçek hastalar tedavi görmekten pek hoşlanır,verilen şuruplarla, tozları saati saatine yutarlardı.En gözde ilaçlar dıştan kullanılanlardı. Vantuz,sülük, lapa, hacamat, basit halkın candaninandığı, her zaman seve seve kullandığıilaçlardı. Hastalarımızda gördüğüm garip birdurum merakımı uyandırmıştı: Sopa, değnekdayağının korkunç acılarına büyük sabırlakatlanan bu insanlar, vantuz çekilirken çoğuzaman şikâyet ediyor, sızlanıyor, hattainliyorlardı. O kadar nazikleşiyorlar mıydı,

yoksa bu bir çeşit züppelik miydi, nasılaçıklayacağımı bilemiyorum doğrusu. Bununlaberaber, bizim vantuzlarımız bilinenvantuzlardan pek farklı şeylerdi. Deri yarmakiçin kullanılan aleti sıhhiye çavuşu fi tarihindekayıp mı etmiş, bozmuş muydu, yoksa aletkendiliğinden mi bozulmuştu bilinmez, aletortada yoktu ve hastanın derisi bunun yerineküçük bir neşterle yarılıyordu. Her vantuz içinon iki yarık açılıyordu. Bunlar özel aletle yapılsahasta hiç acı duymazdı. Küçücük on iki bıçakbirden, acı duyurmadan deriyi çiziverirdi. Amaneşterle yarmak hiç de böyle değildi: Neşter,nispeten yavaş kestiği için acısı adamakıllıduyulurdu. On vantuz için yüz yirmi yarıkyapılacağından, bu acı o ölçüde artıyordu. Bunuben de denemiştim. Gerçekten, hem azaplı, hemsıkıcıydı, ama kendime hâkim olup inlememitutamayacağım kadar değil. Bazen âdetagüleceğim gelirdi: Bakarsın, çam yarması gibisapasağlam bir herif, kıvranıp dırlanmağa başlar.Bu durum, ciddi işlerde kuvvetli, sakinyaradılışlı bir adamın, evde, boş zamanında

sıkılıp aksileşmesine, verilen yemekleribeğenmemesine, herkesle çekişmesinebenziyordu. Bu gibiler her şeyde bir aksilikgörür; herkes onu kızdırır, üzer; kısacasıböylelerine rahat batar. Bu gibilere halk arasındada rastlanır; hapishanemizdeki ortakhayatımızdaysa bu gibilere pek sık rastlanırdoğrusu. Koğuştakilerden kimi böyle bir nazlıbebeğe takılıp alay eder, kimi de adamı küfreboğardı; bunun üzerine o da sanki susmak içinbunları bekliyormuş gibi hemen sesinikesiverirdi. Bu gibi sızlanmalara en çokUstyantsev ifrit olur, böyle adamlarla çatışmakiçin hiç fırsat kaçırmazdı. Zaten hiçbir dalaşmafırsatını kaçırdığı yoktu ya. Dalaşma, Ustyantseviçin hem zevk, hem ihtiyaçtı. Elbette bununnedeni kısmen hastalığı, kısmen de kalınkafalılığıydı. Önce ciddi, sabit bakışlarınıkarşısındakine diker, sonra da sakin, ikna edicibir sesle akıl vermeye başlardı. Mübarek, herşeye de karışırdı: Sanki koğuşumuzda düzenin,ahlakın bekçisi yapmışlardı. Mahkûmlar onuniçin gülerek:

— Her yere burnunu sokar, derlerdi.Bununla beraber, ona acır, kavga etmektenkaçınır, çoğu zaman gülüp geçmekleyetinirlerdi.— Şu gevezeye de bak! Boyundan büyük lafediyor.— Ne gevezeliği? Neşterden korkan bir herifede saygı mı göstermeli? Gülü seven, dikeninekatlanır: Biraz dişini sıksın.— İyi ama, birader, bunun tasası sana mıdüştü?Mahpuslardan bir başkası söze karışıyor:— Yok kardeş, çekecekleri bir şey değil, bendenedim. Asıl, birinin uzun zaman kulağınıçekmesi kötü oluyor…Hepsi güldüler.— Seninkileri çektiler galiba.— Ne sandın ya? Elbette çektiler.— Tevekkeli değil, kulakların uzayıpdikleşmiş…

Şapkin adındaki bu mahpusun, gerçektenupuzun, dimdik kulakları vardı. Serserilerdendi;henüz genç, eli işe yatkın, sessiz bir çocuktu.Daima ciddi konuşurdu ya anlatım tarzındakimizah, hikâyelerine bir hoşluk verirdi.Ustyantsev, deminki sözünden dolayıŞapkin’e öfkeli öfkeli çıkıştı:— Bana ne senin kulaklarından be? Bununiçin ne diye kafa yorayım, et kafalı herif?Oysa Şapkin sözünü ona değil, ortayasöylemişti; karşılık vermedi, dönüp bakmadıbile. Birisi:— Kim çekti kulaklarını? diye sordu.— Kim mi? Komiser, kim olacak! Serserilikediyordum. Yolumuz K.’ye düştü, iki kişiydik.Bir ben, bir de Lakapsız Yefim diye bir serseridaha. Yolda, Tolmina köyünde, mujiğin birininevinde biraz iş gördük… Oralarda Tolminaadında bir köyceğiz var da… Neyse, sonra K.’yevardık. Şuradan da bir iki şey araklayıp hemenkirişi kırsak diyorduk. Malum a, tarlanınhürriyeti şehirde pek bulunmaz. Eh, bizse altın

kafeste olsak, gene “Ah vatanım!”diyenlerdeniz. İlkin tabii bir meyhaneye daldık.Çok geçmeden yanımızda kılığı Almanabenzeyen hırpaninin biri belirdi. Herifte üst başperişan mı perişan. Derken:— İzninizle bir şey sorayım size, dedi.Evrakınız49var mı?49Kimlik demek istiyor. (Yazarın Notu)— Hayır, yok; cevabını verdik.— Güzel. Biz de sizdeniz. Şurada iki de candostum var, onlar da General Kukuşkin’in50hizmetindedir. İzin verirseniz bir şey ricaedeceğim: Biz burada epeyce açıldık, elimizehenüz para da geçmedi. Yarım şişeciklütfetseniz…50“General Kukuşkin” ile guguk kuşlarının(kukuşka) öttüğü ormanı kastediyor, yaniarkadaşlarının da kendisi gibi serseri olduğunuanlatmak istiyor. (Yazarın Notu)— Hayhay, memnunlukla, dedik. Eh, içtik.

Onlar da bize soyulacak bir yer, yaniihtisasımıza göre bir iş gösterdiler. Şehrinkenarında eşraftan zengin birinin oturduğu birev vardı. Herifin kıyamet kadar malı vardı. Geceonu yoklamaya karar verdik. Ama o gecebeşimiz de herifin evinde enselenmeyelim mi?Karakola götürüp doğruca komiserin karşısınaçıkardılar. Herif, “Onları kendim sorguyaçekeceğim.” demiş. Baktık, elinde bir tütünçubuğu, çıkageldi. Arkasından da çay fincanınıgetiriyorlar. İri kıyım, sakallı bir herif… Oturdu.Bizden başka üç kopuk daha getirdiler. Şuserseri milleti çok komiktir kardeşler, bunlara hiçakıl ermez doğrusu. Heriflerde kafa diye bir şeyyoktur. Kellesine kazık çaksan, her şeyiunutmuştur, tek bir şey bilmez… Komiser öncebana: “Kimsin sen?” diye sordu. Sesi bir fıçıdançıkıyormuş gibi uğulduyordu. Ben de tabiiherkesin verdiği cevabı yapıştırıyorum: “Hiçbirşey hatırlamıyorum ekselans, her şeyi unuttum.”— Sen hele dur, dedi. Seninle ayrıcakonuşuruz. Hem seni bir yerden gözüm ısırıyor.

Beni yukarıdan aşağıya süzüyordu. Oysa benonu ömrümde görmüş değildim. Başka birine:— Sen kimsin? diye sordu.— Tüyen, ekselans.— Adın Tüyen, ha?—Öyle efendimiz.— Pekâlâ, seninki Tüyen… Ya sen?(Üçüncüsüne soruyordu.)— Ardındaki, ekselans.— Adın ne, onu soruyorum!— Adım, Ardındaki, ekselans.— Hangi teres verdi sana bu adı?— İyiliksever insanlar verdiler, ekselans. Sizde bilirsiniz ya, dünyada iyi insanlar pekçoktur…— Kimmiş o iyi insanlar?— Unutuverdim ekselans, kusurumabakmayın.— Her şeyi unuttun mu?

— Her şeyi unuttum, ekselans.— Anan baban vardı herhalde… Bari onlarıhatırlıyor musun?— Herhalde vardı ekselans, ama onlar dahatırımdan çıktı… belki vardır ekselans.— Nerede oturuyordun şimdiye kadar?— Ormanda, ekselans.— Hep ormanda mı?— Hep ormanda…— Ya kışın?— Kışı görmedim, ekselans.5151Bir bahaneyle hapse girerek her kışı oradageçirdiğini söylemek istiyor.— Ya senin adın ne bakayım?— Balta, ekselans.— Ya senin?— Açıkgöz, ekselans.— Sen?

— Keskin, ekselans…— Hiçbiriniz bir şey hatırlamıyorsunuz, değilmi?— Hiçbir şey hatırlamıyoruz, ekselans.Gülmeye başladı, ötekiler de ona bakıpsırıtıyorlardı. Ama bu bir düşeşti canım. Bazentam sırıtırken, ağzının ortasına bir tane yemen demümkün; herifin keyfine bağlı.— Götürün bunları hapishaneye, dedi. Onlarlasonra meşgul olurum. Sen –bana söylüyordu–burada kal. Gel otur bakalım şuraya!Baktım: masa, kâğıt, kalem… “Ne yapacakacaba?” diye düşündüm.— Otur su sandalyeye, al kalemi yaz bakalım!dedi.Kendisi de kulağımın birine yapıştığı gibiçekmeye başladı. Adama şeytan görmüş papazgibi bakıyordum.— Yazı bilmiyorum ekselans, dedim.— Yaz!

— Merhamet edin ekselans!— Yaz! Bildiğin kadar yaz bakalım!Ama kulağımı da boyuna çekiyor,çekiyordu… Üstelik bir de kıvırıvermez mi?Namusum hakkı için çocuklar, üç yüz değnekattırsaydı daha kolay gelecekti bana!Gözlerimden kıvılcımlar saçıldı. O ise “yaz”diyor, ağzından başka laf çıkmıyordu.— Kaçırmış mı bu herif?— Değil, kaçırmamıştı. T.’de o sırada kâtibinbiri bir dolap çevirip devlet parasından epeycebir şey iç etmiş sonra da sırra kadem basmıştı.Onun da kulakları dikmiş. Tabii her yere habersalınıyor. İşte komiser de o herife benzediğimiçin beni sorguya çekip, yazı bilip bilmediğimiöğrenmek istiyordu.— Amma da iş ha! Çok acıdı mı?— Seksen kere mi söyleyelim, imanımızıgevretti dedik ya!Her yandan bir kahkaha koptu:— E, yazabildin mi bari?

— Yazı kim, ben kim birader? Kalemi kâğıtüzerinde sürtüp durdum sonunda o da vazgeçti.Suratımı beş on şaplakla okşadı, böyleliklekodesi boyladık işte.— Peki yazmayı biliyor musun ki?— Eskiden bilirdim, ama kalem kullanılmayabaşlayınca yazamaz olduk…İşte bazen, bu çeşit hikâyelerle, daha doğrusugevezelikle vakit öldürürdük. Aman Tanrım, one can sıkıntısıydı! Günler uzun, boğucu,birbirinin aynısıydı. Bir kitap olsaydı bari! Buarada ben, hele ilk zamanda, arada bir ciddenhastalansam da çoğu zaman sırf yatmak,hapishaneden uzaklaşmak için hastaneyegiderdim. Çünkü hapishane daha beterdi. Orasıkinle, düşmanlıkla, kavgayla, kıskançlıkla,soyluları, yani bizleri daima haksız yereçekiştirenlerle, hiddetli, ürkütücü yüzlerledoluydu! Ama burada, hastanede herkes aynıdurumdaydı; daha arkadaşça geçinilirdi.Akşamları mumlar yanarken, gecenin ilksaatlerinde içimize müthiş bir gariplik çökerdi.

Erken yatılırdı. Uzaktan, kapının yanında parlakbir nokta halinde kör bir kandil ışıldar; bizimköşe yarı karanlık haldedir… Koğuş havasız, heryanını pis bir koku kaplamış… Birini uykututmaz, yatağının içinde doğrulup takkeli başınıgöğsüne sarkıtarak bir şey düşünüyormuş gibibir buçuk saat öylece oturur. Sen de ona bir saatkadar bakarak vakit öldürmek için adamcağızınneler düşündüğünü anlamaya çalışırsın. Ya dahayal kurmaya, geçmişini hatırlamaya başlarsın.Hayalinde zengin, parlak tablolar belirir; başkazaman, şimdiki gibi hatırlayamayacağın,duyamayacağın bir sürü şey gelir aklına. Bazende ilerisi için tahminler yürütürsün:Hapishaneden nereye gideceksin, memleketinene zaman kavuşacaksın? Düşündükçe ruhundatürlü umutlar canlanır… Çoğu zamanuyuyabilmek için, “Bir, iki, üç…” diye saymayakoyulursun. Benim böylece uyuyamadan bazenüç bine kadar saydığım olurdu. İşte birisikıpırdanıyor… Ustyantsev, tam bir veremliöksürüğüyle öksürmeye başlıyor, sonra hafifhafif inliyor; her iniltisini, “Tanrım, sen

günahlarımı affet!” diye mırıldanaraktamamlıyor. Bu hasta, çatlak, iniltili ses, ortalığıkaplamış sessizlik içinde öyle tuhaf geliyor ki.İşte bir başka köşede de birkaç kişiyi uykututmamış; yattıkları yerden konuşuyorlar. Birisiuzak geçmişinden bir anısını hatırlar; serserilikzamanlarından, çocuklarıyla karısından, eskitörelerden söz eder. Uzaktan gelen bufısıltılardan, bütün bu anlatılanların bir daha geridönmeyecek şeyler olduğunu, anlatanın da ohayattan bütün ekmekten kesilmiş bir dilim gibiayrıldığını hissedersin. Arkadaşı onu sessizcedinlemektedir. Bütün koğuşta yalnızca hafif,tekdüze fısıltılar işitilir; tıpkı uzaklardaki birsuyun şırıldaması gibi… Uzun bir kış gecesindebir hikâyeye kulak misafiri olduğumuhatırlıyorum. Bunu önceleri korkunç bir rüyasanmıştım; ateşler içinde yatıp sayıklarkengördüğüm bir kâbustu sanki…

IV: Akulka’nın Kocası –Hikâye–Epey geç olmuştu, saat on ikiye geliyordu. Biraralık dalmış, ama birden uyanmıştım. Uzaktaduran idare kandilinin ufacık kör ışığı koğuşuzar zor aydınlatıyordu… Hemen herkes,Ustyantsev bile uyuyordu; koğuşun sessizliğindeağır, zahmetli soluyuşu, her solukta boğazınatoplanmış balgamın hırıltısı duyulmaktaydı.Birdenbire uzaktan, maltadan, nöbetdeğiştirmeye gelen erlerin ayak sesleri, tüfekdipçiğinin yere çarpmasından çıkan bir sesduyuldu. Koğuşun kapısı açıldı; onbaşı yereusulca basarak hastaları saydı. Bir dakika sonrakoğuşu tekrar kapattılar. Nöbetçi değiştirildi,devriye gitti, deminki sessizlik yine ortalığıkapladı. Ancak o vakit solda, az ötemde ikikişinin uyumadığını, aralarında fısıldaştığını farkettim. Bu, koğuşlarda pek sık olurdu. Günlerce,

aylarca yan yana yatıp birbiriyle bir çift lakırdıetmemişken, sonra nedense birdenbire, geceninböyle kışkırtıcı bir saatinde konuşmaya başlarlar,ondan sonra da birbirlerine neleri var, neleriyoksa dökerlerdi.Bunlar sohbetlerine epey önce başlamışlardıgaliba. Başlangıcı kaçırmıştım; şimdi bile herşeyi iyice duyamıyordum, ama yavaş yavaşkulağım alıştı, söylediklerini bir bir anlamayabaşladım. Uyuyamıyordum, dinlemekten başkane yapabilirdim ki?.. Mahpuslardan biri, yarıyatar yarı oturur vaziyette, başını kaldırmış,boynunu arkadaşına doğru uzatmış coşkuylaanlatıyordu. Hararetlenip heyecanlandığıbelliydi. Anlatmak ihtiyacıyla yanıyordu.Dinleyen, somurtmuş, kayıtsız bir tavırlaayaklarını uzatarak yatağında oturmuştu. Aradabir cevap olarak veya anlatana ilgisini göstermekiçin bir şeyler mırıldanıyordu, ama bunu içindengeldiğinden değil, daha çok nezaketen yapıyorgibiydi; ikide bir boynuzdan çıkardığı enfiyeyiburnuna dolduruyordu. Bu adam inzibatbölüğünden er Çerevin’di; elli yaşlarında, asık

suratlı bir ukala, onuruna pek düşkün bir aptaldı.Hikâyeyi anlatansa, henüz genç, otuz yaşlarında,dikimevinde çalışan sivil mahpusumuzŞişkov’du. O vakte kadar onunla hiçilgilenmemiştim; hatta sonraları, hapishanehayatım boyunca da ilgilenmedim. Boş herifin,delibozuğun biriydi. Bazen hiç konuşmaz,kimseye sokulmaz, kabalaşır, haftalarca ağzınıaçmazdı. Bazen de durup dururken dedikoduyabaşlar, sebepsiz yere köpürür, koğuştan koğuşamekik dokur, havadis yetiştirir, fitler, bir hiçyüzünden başına türlü işler açardı. Ancakmahpuslar ona temiz bir dayak çektikten sonraçenesi kısılırdı. Cılız, korkakçaydı. Herkes onatepeden bakardı. Ufak tefek, zayıfça bir adamdı;gözleri bazen fıldır fıldır döner, bazen de bön birbakışla dalıverirdi. Bir şey anlatmaya kalksa,söze heyecanla, hararetle başlar, elini kolunusallayarak konuşur, ama birden ya lafını keserya da başka bir konuya geçiverirdi; öyle de uzunuzun anlatırdı ki, asıl söylemek istediğini kendiside unuturdu. Sık sık kavga ederdi; kavgasırasında, karşısında kabahatli olan adama sitem

ederken, o kadar candan konuşurdu ki,neredeyse ağlayacak sanırdınız… Balalaykayıoldukça iyi, severek çalar, bayramlarda oynardıbile; güzel de oynardı hani… Ona bir şeyyaptırmak pek kolaydı. Bunu fazla uysalolduğundan değil, ille herkesle arkadaş olmakistediğinden, arkadaşlık gereği, kalp kırmamakhevesiyle seve seve yapardı.Uzun zaman neler anlattığını bir türlüanlayamadım. Başlarda asıl konudan ayrılıpbaşka şeylere dalmıştı galiba. Çerevin’inhikâyesine hiç aldırış etmediğini fark ediyormuydu bilmem, ama sanırım kendisinikarşısındakinin dikkat kesildiğine inandırmayaçalışıyordu, aksine inanmış olsa pek üzüleceğibelliydi zira.— …Çarşıya bir çıktı mı, herkes önündeeğiliyordu, diye devam ediyordu lafına. Zenginolduğu halinden belliydi.— Ticaret mi yapıyordu?— Evet, toptancıydı. Bizdeyse, yoksullukalmış yürümüş. Hepimiz birbirimizden

züğürdüz. Kadınlar bostanları sulamak için tanehirden su taşır, canları çıkardı. Bazen, güzünbir çorba pişirecek kadar bile yeşilliktoplayamadıkları olurdu; o vakit de sefillik işte…Bu herifinse toprağı çoktu, adam çalıştırıyordu;üç yanaşması vardı, ayrıca kendi kovanlarındanaldığı balı, türlü türlü hayvanları satıyordu.Doğrusu herkes ona saygı gösterirdi. Çok daihtiyardı, yaşı yetmişti… Artık kemikleriağırlaşmıştı. İriyarı, ak saçlı bir adamdı. Tilkikürküne bürünüp çarşıya çıktı mı, herkes onusaygıyla karşılardı. Bizimkiler adamı gözündentanır. “Günaydın Ankudim Trofimiç Baba!”diyenlere, “Sana da günaydın!” diye cevapverirdi. Kimseyi ihmal etmezdi. “Ömrünüz uzunolsun Ankudim Trofimiç.” dileğindebulunanlara, mesela, “İşlerin ne âlemde?” diyesorardı. “Bizim işlerimiz ne olacak, kurum gibibeyaz… Siz nasılsınız baba?” – “Biz deyaşıyoruz işte… Günahlarımızla Tanrı’nıngöğünü karartıp duruyoruz.” – “Daha çokyaşayın Ankudim Trofimiç!” Hiç kimseyiküçümsemezdi. Ağzını açtı mı, her sözü bir

rubleye değerdi. İyi bir yorumcu, okumuşadamdı. Hep din kitapları okurdu. Kocakarıyıkarşısına alır, “Dinle de anla kadınım.” der; biryandan okur, bir yandan yorumlardı. Karısı dapek o kadar yaşlı değildi, ikinci karısıydı.Çocuğu olsun diye evlenmişti. İlk karısındanolmamış da… İkincisinden, yani MaryaStepanovna’dan iki oğlu vardı; o zamanlar pekbüyük değillerdi. Küçük Vasya, AnkudimTrofimiç altmış yaşındayken dünyaya gelmişti.Kızları Akulka da on sekizindeydi.— Yani karın, değil mi?— Dur, ondan önce sana Filka Morozov’unkepazeliklerini anlatacağım. Filka bir günAnkudim’e: “Artık benim paramı ver deayrılalım.” diyor. “Ben senin ırgatın değilim.Dört yüz rublemi isterim. Artık seninle ortaklıkedecek de değilim. Akulka’nı da almayacağım.Kafam dumanlı şimdi. Zaten anam babam daöldü… Paraların altından girer üstünden çıkarım.Sonra da parayla, birisinin yerine askeregiderim. On yıl sonra buraya mareşal rütbesiyle

gelirim.” Ankudim de parasını veriyor, hesabınıtamamı tamamına ödüyor, Filka’nın babasıylaortak ticaret yapıyorlardı da… Sonra da ona,“Yazık oldu sana oğlum; artık sen mahvolmuş,bitmiş bir adamsın!” diyor. Filka’ysa,“Mahvolmuşum olmamışım, bu benim bileceğimiş. Ama senden öğrenip öğreneceğim, ancakiğneyle kuyu kazmak değil mi?” diye cevapveriyor. “Sen iki meteliği bile artırmakistiyorsun. Bir sürü ıvır zıvırı, bu da kazandakaynar diye toplamaktan başka bildiğin yok.Bana ise böyle şeyler vız gelir. Paranı biriktiripmezara mı götüreceksin? Hem ben Akulka’nı daalmayacağım; nikâhsız da koynuma alıyorumzaten…” Ankudim de ona, “Sen namuslu birbabayı, namuslu kızını ne hakla kepazeedersin?” diyor, “Onu ne vakit koynuna aldınyılanın dölü, kanı bozuk!” Adamcağız bunlarısöylerken tir tir titriyormuş. Filka kendisi anlattı.Filka da, “Sizin Akulka, yalnız bana değil, hiçkimseye varamayacak, kimse onu almayacak.”demiş, “Mikita Grigoryiç de almaz artık, çünküşerefsiz bir kız o. Ta sonbahardan beri birlikte

yaşıyoruz. Artık yüz papel de versen istemem.Dene istersen, çıkar yüz papeli, dünyada razıolmam…” Sonra da oğlan işi öyle bir azıttı ki,görme! Ortalığı birbirine kattı, bütün şehiryerinden oynadı. Para bol olduğundan etrafınabir sürü arkadaş topladı, tam üç ay durmadaneğlendi. Elindekini son meteliğine dek savurdu.“Paralar suyunu çekince evimi de, her şeyimiokutur, sonra ya aylıkla bir yere kapılanır ya dabaşımı alıp serseriliğe giderim.” diyordu.Sabahtan akşama dek sarhoştu. Çıngıraklı, çiftatlı bir arabayla geziyordu. Kızlar onu öyleseviyorlardı ki, sorma! Pek de güzel torban52çalardı kâfir!52Otuz kırk telli Ukrayna kökenli bir müzikaleti. (Rd.n.)— Demek herif Akulka’yla mercimeği fırınavermiş ha?— Dur, dinle. O zamanlar ben de babamıtoprağa vermiştim. Anam da tatlı çörek yapıyor,Ankudim’e çalışıyor, geçinip gidiyorduk işte.Sürünüyorduk daha doğrusu. Önceden ormanın

öte yanında kiraladığımız tarlamız vardı, onuekerdik; ama peder öldükten sonra hepsinitemizledik, çünkü benim de kafamda kavakyelleri esmeye başlamıştı. Anamı döve döveelindeki parayı alırdım…— Anaya el kalkar mı? Büyük günah be.— Bazı günler sabahtan akşama dek zilzurnasarhoş olurdum birader. Evimiz biraz çürüktü,ama ne olsa kendi malımızdı. Yalnız içitamtakırdı, iti bağlasan durmaz. Haftalarca açoturup çaput çiğnediğimiz bile olurdu. Anambana ağzına geleni söylüyordu, ama kulak asankim!.. O zamanlar ben de Filka Morozov’danayrılamıyordum birader. Sabahtan akşama dekberaberdik. “Bana hem kitara çal, hem oyna.”diyordu, “Yattığım yerden para atarım sana,zengin bir adamım!” Yapmadığı kalmıyordu!Yalnız hırsızlıktan hoşlanmazdı: “Ben hırsızdeğil, namuslu bir adamım.” derdi. Bir gün,“Haydi, gidip Akulka’nın kapısına ziftçalalım.”53dedi, “Akulka’nın MikitaGrigoryiç’e varmasını istemiyorum; bu bana

kisel’den54de tatlı geliyor.” İhtiyar, Akulka’yıöteden beri Mikita Grigoryiç’e vermek istiyordu.Mikita da ihtiyar bir adamdı. Dul, gözlüklü birtüccardı. Akulka hakkındaki söylentileriduyunca niyetinden caymıştı: “Bu benim içimçok büyük şerefsizlik olur Ankudim Trofimiç,hem şu ihtiyar halimle evlenmeye pek gönlümyok.” demiş. Neyse biz Akulka’nın kapısına ziftiçaldık. Bu yüzden anası babası kızı öldüresiyedövmüşler… Anası Marya Stepanovna,“Yaşatmayacağım onu!” diye bağırıyor, babasıda, “Eski zamanda, aziz patriklerimizinzamanında olsaydı, ben onu kıtır kıtır keserdim,ama şimdi dünyada her şey karanlık, her şeyboş.” diyormuş. Bazen komşular, Akulka’nınçığlıklarını sokaktan duyuyorlarmış. İhtiyarlarsabahtan akşama kadar kızın pestiliniçıkarıyorlardı. Bizim Filka da çarşının ortasındaavazı çıktığı kadar, “Yaman yoldaştır Akulka!Temiz gezer, beyaz giyer, söyle kimi seversinAkulka!” diye bağırıyor, “Onların burunlarınısürttüm iyice.”diye ekliyordu. İşte tam o sırada,bir gün Akulka’yla suya giderken karşılaştım;

kızı görünce seslendim hemen: “MerhabaAkulina Kudimovna! Ne tatlı mendilin, temizgiyersin, kimden alırsın, kiminle yaşarsın!”Bunu der demez, kız bana öyle bir baktı ki;zaten iri gözleri zayıflamış vücudunda büsbütünkocaman görünüyordu. O bana böyle bakıncaanası da Akulka’nınbenimle kırıştırdığınısanmış; kapıdan, “Seni utanmaz, arlanmaz seni,orada ne diye çene yarıştırıyorsun!” diye onuhaşladı. O gün gene sopa yedi bizim kız. Anasıolacak cadı karı bir dövmeğe başladı mı elindenbırakmıyordu. “Geberteceğim onu, artık kızımdeğildir!” deyip dövüyordu.53Rus halkı arasında bir evin kapısına ziftsürmek, hanede bulunan kız ya da kadınlarıniffetsizliklerini belirtmek için yapılırdı.54Kisel: Meyve suyu ve nişastasının terbiyeedilmesiyle yapılan bir çeşit tatlı.— Fingirdekti kız, desene…— Dur, dinle amca. O vakitler biz Filka’ylaboyuna içiyorduk, bir gün anam yanıma geldi.Yatıyordum. “Ne yatıyorsun namussuz herif?

Haydutoğlu haydut…” diye verip veriştirmeyebaşladı. “Şu Akulka’yı alsana, evlensene onunla.Şimdi sana bile sevine sevine verirler; hem üçyüz ruble drahoma verecekler.” dedi. Ben de,“Ama kız dünyanın kepazesi oldu.” dedim.“Enayi.” dedi anam, “Nikâh her ayıbı örter; hemömrünün sonuna kadar da sana karşı boynu eğikolur. Senin için daha iyi. Biz de aldığımızparalarla işlerimizi yoluna koruz. Hem benMarya Stepanovna’yla konuşup anlaştım bile.”Ben de anama dedim ki: “Ama nakit paraisterim. Yirmi papeli tıkır tıkır masaya saysınlar,evlenirim.” İster inan, ister inanma, düğüngününe kadar kendime gelmemecesine içtim.Öte yandan Filka Morozov bana gözdağı veripduruyordu. Bir keresinde, “Hey, bana bak,Akulka’nın kocası; senin kaburgalarını çatır çatırkırar, karını da keyfim isterse, her gecekoynuma alırım.” dedi. Ben de: “Halt etmişsinsen köpoğlu!” cevabını verdim. Ama herif benisokağın ortasında rezil etmişti. Eve koştum. “Birelli ruble daha versinler, yoksa evlenmem!” diyedayattım.

— Kızı veriyorlar mıydı ki sana?— Bana mı? Neden vermesinler? Biz deşerefsiz insanlar değildik ki. Peder, sonzamanda, yangından sonra düştü; yoksaonlardan zengindik biz. Ankudim bana: “Sizmeteliğe kurşun atanlardansınız.” diyordu, amaben hemen, “Sizin de kapınıza az ziftsürülmedi.” diye lafı ağzına tıkıyordum. O da,“Farfara etme,” diyordu, “kızımınnamussuzluğunu ispat et önce. Herkesindediğine ne bakıyorsun. Canın isterse…Zorlayan yok; güle güle git, yalnız peşin aldığınparayı geri ver.” O aralık Filka’dan iyiceayrılmıştım; Mitriy Bikov’la da, onu ele günekarşı kepaze edip yerin dibine geçireceğim diyehaber salmıştım. Sonra da düğüne kadar gözaçmadan zilzurna sarhoş gezdim birader. Ancakkiliseye, nikâha gideceğimiz sırada ayıktım.Nikâhtan dönünce koltuğa oturttular bizi.Mitrofan Stepaniç, yani dayım karşımıza geçip,“Eh, şerefsizce bir iş, ama sağlam oldu.” dedi.Bizim ihtiyar Ankudim de sarhoştu; ağlamayabaşladı. Gözyaşları sakalından aşağı akıp

duruyordu. O sırada ben ne yaptım, biliyormusun? Cebime bir kırbaç yerleştiriverdim;zaten düğünden önce hazırlamış, namussuzlukedip sonra da yalan dolanla kocaya varmak nedemekmiş öğrensin diye Akulka’yı elimegeçirince adamakıllı ıslatmaya karar vermiştim.Böylece herkes benim hımbıl olmadığımı dagörecekti…— Öyle ya! Ona da ilerisi için bir ders olsun…— Sen de lafı kesmesene amca. Bizimmemlekette gelin güvey hemen nikâhtan sonragerdeğe götürülür, konuklar da dışarıda içerler.Neyse, bizi Akulka’yla baş başa bıraktılar.Korkudan beti benzi adamakıllı uçmuştu,yüzünde bir damla kan kalmamıştı. Sessiz birkızdı, hiç konuşmazdı. Evinde bile dilsiz gibiydi.Neyse, kırbacımı cebimden çıkarıp yatağımızınyanına koyup hazırladım; halbuki birader,kızcağız tertemiz, lekesiz çıkmaz mı?— Vay canına!— Tertemiz; namuslu bir evin namuslu kızıgibi… Böyle olduğu halde bu kadar azap

çekmesi reva mıydı? Şu Filka Morozov ne haklaherkese karşı kepaze etmişti onu?..— Öyle ya.— Yataktan kalktığım gibi, ellerimikavuşturup ayaklarına kapandım: “İki gözümAkulina Kudimovna, seni o biçim bir kadınsandığım için bağışla benim budalalığımı.Bağışla şu alçak keratayı!” diyordum. O dayatağın içinde oturmuş, sadece bana bakıyordu;sonra ellerini omuzlarıma koyup gülümsedi…bir yandan da gözlerinden yaşlar akıyor, hemağlıyor hem gülüyordu… İşte o zaman dışarıyaçıkıp, “Eh.” dedim, “Filka Morozov bundansonra karşıma çıkarsa, kendini ölmüş bilsin.”İhtiyarlar da nasıl dua edeceklerini şaşırmışlardı:Anası az kaldı kızının ayaklarına kapanacaktı,uluyup duruyordu. Kayınpeder de, “Bilseydik,sana böyle koca almazdık sevgili kızımız.” diyesöyleniyordu. Ama düğünümüzden sonraki ilkpazar kiliseye gittiğimiz vakit ikimize de diyecekyoktu. Başımda astragan bir kalpak, sırtımdaince çuhadan bir kaftan vardı, pilili bir şalvar

giymiştim. O da yeni bir tavşan kürkü takmış,başına ipekli bir başörtü bağlamıştı. Birbirimizeyaraşıyorduk doğrusu. Öyle bir gidiyorduk ki,âlemin baktıkça ağzı açık kalıyordu: Benim neolduğum malum tabii, ama Akulka da, övmekgibi olmasın, yabana atılacak kız değildi…— E, ne güzel…— Az dinle. Düğünümüzün ikinci günüsarhoş halimle misafirlerimizi atlatıp kaçtım.Çarşının tam ortasına gidip, “Çağırın şu teresFilka Morozov’u! Getirin buraya keratayı!” diyebağırmaya başladım. Sarhoştum tabii. TaVlasovların yanından üç kişi yaka paça evegötürdüler beni. Öte yandan şehir çalkalanıpduruyor, kızlar çarşıda, “Kızlar duydunuz mu,Akulka namuslu çıkmış!” diye konuşuyorlardı.Bir süre sonra bir toplulukta Filka bana, “Karınıbana sat, istediğin kadar kafayı çek.” demez mi?“Bizim Yaşka adında bir askerimiz vardı, sırfbunun için evlenmişti. Karısıyla hiç yatmazdı,ama üç yıl sarhoş gezdi.” – “Alçak herifinbirisin!” cevabını verdim. “Sen de aptalın birisin.

Seni neden ayıkken evlendirmediler? İşin aslınıanlama diye.”dedi. Hemen eve koşup başladımbağırmaya: “Beni neden sarhoş evlendirdiniz!”Anam hemen beni kandırmaya kalktı. Dedim ki:“Senin kulaklarını altın sesi sağırlaştırmış ana.Getirin bana şu Akulka’yı!” Sonra başladım onupataklamaya; patakladım, patakladım… belki ikisaat, kendim yere yıkılıncaya kadar… Üç haftayataktan kalkamadı.Çerevin, kayıtsızlıkla:— Elbette, dedi. Onları dövmezsen, seni öylebir… eey, âşığıyla da yakaladın mı?Şişkov, biraz durdu. Sonra kendinizorluyormuşçasına:— Yok, yakalamasına yakalamadım, ama pekgücüme gitmişti doğrusu, dedi. Milletinalayından burama gelmişti. Bütün bunlarınelebaşı Filka’ydı tabii. “Senin karı âlemineğlencesi…” diye alay ediyordu benimle. Birgün bir davetine gitmiştik. Orada da bir açsınağzını: “Bunun karısı, yumuşak yürekli, kibar,terbiyeli, sözü sohbeti yerinde bir kadındır

ama… Kapısına zift çaldığımızı ne çabuk daunuttun birader!” Ben, sarhoş oturuyordum.Bunu söyledikten sonra saçıma yapışıp çekeçeke kafamı yere kadar eğdi. “Oyna Akulka’nınkocası, oyna!” diye bağırıyordu, “Ben seniböyle saçından tutacağım, sen de oynayıpgönlümü eğlendireceksin!” – “Alçak herif!” diyeağzımı açacak oldum, bu sefer de, “Dostlarımlaevine gelip karın Akulka’ya istediğim kadarsopa atacağım!” demesin mi? İnanmazsın, ogünden sonra gerçekten gelir de şerefimizi ikiparalık ederse diye tam bir ay evden sokağaçıkamadım. Bir yandan da boyuna karımıdövüyordum…— Ne diye dövüyorsun? Âlemin elini kolunubağlarsın, ama dilini de bağlayamazsın yabirader. O kadar çok dövmek de doğru değil.Cezalandır, terbiyesini ver, ama sonra dagönlünü al. Karındır ne olsa.Şişkov bir müddet sustu; sonra yenidensözüne devam etti:— Gücüme gidiyordu, hem de elim alışmıştı

bir kere. Bazı günler sabahtan akşama kadardövüyordum. Yok, eğri bastı; yok, yan bastıdiye… Dayak atmasam, canım sıkılıyordu. O isesesini çıkarmadan oturur, pencereden bakar,ağlar, hep ağlardı… Ben de hem acıyor, hemdövüyordum. Onun yüzünden anamdan az mılaf işittim: “Alçak, hain, haydut bozması herif!”deyip duruyordu. Ben de, “İstersem öldürürüm,kimse de karışamaz. Kandırıp evlendirirkeniyiydi ya!” diye bağırıyordum. İlk zamanlardaihtiyar Ankudim işe karışmak istedi. Birkaç kerebize gelip, “Sen kim oluyorsun bakalım, ayağınıdenk al, yoksa senin hakkından gelirim ben!”diye çattıysa da sonraları o da vazgeçti. HeleMarya Stepanovna büsbütün alttan alıyordu. Birgün geldi. Ağlayarak yalvarmaya başladı:“Senden bir ricam var İvan Semyoniç; meseleufak, ama dileğim büyük. Dünyayı zindanettiğin yetmez mi bize artık!” Önümde eğilipduruyordu. “Merhamete gel, affet onu! Kızımızakötü kişiler iftira ettiler. Namuslu olarak aldığınıkendin de bilirsin.” Ayaklarıma kapanıyor,ağlıyordu. Ben de karşısında, “Artık dinlemem

sizi!” diye kurumlanıyordum, “Hepinize canımne isterse onu yaparım. Çünkü artık kendimehâkim değilim; Filka Morozov da en iyidostumdur…”— Demek gene kafa kafaya vermiştiniz, ha?..— Ne münasebet! Semtine uğradığım yoktu.Herif boyuna içiyordu. Varını yoğunu okutmuş;eşraftan birinin büyük oğlu yerine askeregitmeye karar vermişti. Bizde bunun gibikiralanmış askerler, yerine gittikleri adamınevinde son güne kadar oturup istedikleriniyaparlar. Bütün ev halkı da yaptıklarına sesçıkarmadan katlanırdı. Hem giderken paralarınıtam olarak alırlardı. Askere gidinceye kadar oadamın evinde altı ay oturdukları bile olurdu.“Oğlunuzun yerine asker oluyorum.Velinimetinizim yani… Beni saymakzorundasınız, yoksa vazgeçerim.” derlerdi. İştebizim Filka da, yerine askere gittiği herifin evinialtüst etti. Kızını koynuna almış; ev sahibini hergün yemekten sonra sakalından tutuptartaklamış… canı ne isterse yapıyormuş. Onun

için her gün hamam yakılıyor, ocak ateşineşarap döküp buhar yapıyorlarmış. Hamama dayürüyerek gitmez, karılar kollarında taşırlarmışonu… Eğlentilerden eve dönüşünde bahçekapısının önünde durup: “Kapıdangirmeyeceğim, duvarda bir delik açın da oradangeçeyim!” diye bağırdığı olurmuş. Gerçekten,duvarı yıkıp ona bir geçit açılmış, oradangeçiyormuş. Sonunda bu da bitti. Teslim zamanıgeldi çattı, herifi güç bela ayılttılar. Halksokaklara dökülmüştü: Filka Morozov askerealınıyordu! O da boyuna, sağa sola selamlarçakıyordu. O sırada Akulka bostandandönüyordu. Filka’yla tam kapımızın önündekarşılaştılar. Herif onu görür görmez, “Dur!”diye haykırıp arabadan atladı, Akulka’ya yerlerekadar eğilerek bir selam çaktı: “Ruhum,şekerim.” dedi, “İki yıldır seni sevdim; bak,şimdi mızıkayla askere götürüyorlar. Bağışlabeni, namuslu babanın namuslu kızı, affet şualçağı, suçluyum sana karşı!” Sonra önünde birkere daha eğildi. Akulka durdu; önceden irkilirgibi oldu sonra o da eğilerek, “Sen de beni affet

delikanlı, sana karşı kinim yok.” dedi. Benhemen arkasından eve daldım: “Ne söyledin onaköpoğlu karı?” diye haşladım. O da beni şöylesüzüp ne dese beğenirsin: “Ben onu artıkdünyada her şeyden çok seviyorum!”— Vay canına!..O gün akşama kadar onunla tek laf etmedim…Yalnız akşama doğru, “Akulka, artık seniöldüreceğim!” dedim. Gece bir türlü gözümeuyku girmedi; biraz kvas içeyim diye dışarıçıktım, zaten ortalık da ağarmaya başlamıştı.Gene içeriye girdim. “Haydi Akulka.” dedim,“Hazırlan, tarlaya gideceğiz.” Gideceğimizianneme de söylemiştim. “Hah, bu iyi işte.”demişti, “Hasat zamanı, yanaşmamız da hastayatıyor galiba.” Sessiz sedasız arabayı koştum.Bizim kasabanın bitiminde hemen orman başlar,on beş verst kadar sürer; tarlamız da bu ormanınarkasındaydı. Ormanda üç verst kadar yolaldıktan sonra hayvanı durdurdum. “KalkAkulka,” dedim, “ecelin geldi artık.” Korkuylabana baktı; karşıma dikilmiş, bir şey söylemeden

duruyordu. “Bıktım senden,” dedim, “son duanıet!” Sonra birden saçlarından yakalayıverdim.Halat gibi kalın, uzun saç örgülerini bileğimedoladım, gövdesini iki yandan dizlerimlesıkıştırıp cebimden bıçağı çıkardım ve başınıarkaya çekerek bıçağı boğazındankaydırıverdim… Bir çığlık attı, öyle bir kanfışkırdı ki, bıçağımı atıverdim. Öne geçipkollarımla sardım onu, yere yuvarlandık. Hâlâkucağımdaydı… iki gözüm iki çeşmeağlıyordum. Hem o haykırıyordu, hem ben…kollarımda çırpınıyordu. Kanı fıskiyedençıkıyormuş gibi fışkırıyordu; yüzüm, kollarımkan içinde kalmıştı. Bıraktım onu. Birdenbiremüthiş bir korkuya kapıldım. Hayvanı oradabıraktığım gibi, tabanları yağlayıp kaçmayabaşladım. Doğru eve… Hep arka sokaklardangeçtim; hemen hamama daldım: Eski,kullanılmayan bir hamamımız vardı; onunsekisine saklanıp geceye kadar orada kaldım.— Akulka ne oldu?— O da arkamdan kalkıp eve dönmeye

çalışmış galiba. Onu kestiğim yerden yüz adımötede buldular.— Adamakıllı kesememişsin onu öyleyse…—Öyle…Şişkov biraz durdu. Çerevin:— Boğazda bir damar varmış, dedi. Bunubulup da birden kesemezsen, insan ne kadarçırpınsa, ne kadar kan kaybetse, gene deölmezmiş.— Ama o öldü. Akşamüstü ölüsünü buldular.Haber duyulmuş, beni aramaya başlamışlar;ancak gece vakti hamamdan çıkardılar… (Birazduraladı) İşte dört yıldır da buradayım…Enfiye boynuzunu çıkaran Çerevin,soğukkanlılıkla, öğüt verir gibi:— Hımm, dövmesen de olmaz ki… diyerekenfiyesini uzun uzun çekti.Sonra:— Yine de sen pek fazla pataklamışsınbirader, diye devam etti. Ben de bir kere karımı

âşığıyla yakaladım. Çektim karıyı odunluğa, atındizginini de ikiye katlayıp, “Şimdi söylebakalım, kimin kadınısın? Kimin malısın,söyle!” diyerek vurdukça vurdum. Bir buçuksaat kadar, “Ayaklarını yıkadığın suyu içeyim!”dedirtene kadar patakladım. Ovdotya’ydı adı.

V: Yaz Mevsimiİşte nisan başındayız; kutsal hafta55yaklaşıyor. Yavaş yavaş yaz işlerimiz başlıyor.Güneşin sıcaklığı, parlaklığı, günden güneartıyor; havada insanın içini gıcıklayan bir baharkokusu var. Yaklaşan yaz günleri prangalıadamı heyecanlandırır, içinde çekici istekler,özlemler doğurur. Hürlük özlemi, parlak güneşışıkları altında puslu sonbahar ya da kışgünlerinde olduğundan daha şiddetlidir. Hem buhal bütün mahpuslarda kendini gösterir; ışıklıgünlerin gelişine sevinirler, ama bir yandan dasabırsızlıkları, hırçınlıkları artar. Hatta dikkatettim, hapishanede dalaşmalar ilkbaharda dahasıklaşıyor; daha çok gürültü patırtı ediliyor,mesele çıkarılıyordu. Arada bir, iş sırasındabirisinin mavileşen ufka ya da İrtiş’in karşıkıyısına, bin, bin beş yüz verst ötede ucu bucağıbelirsiz bir halı gibi uzanan Kırgız steplerininbaşlangıcına çevrilen dalgın, donuk bakışlarınıyakaladığım, göğsün ta derinliğinden kopan iç

geçirmesini duyduğum olurdu; sanki bu uzak,hür havayı koklamakla ezilmiş, zincire vurulmuşruh kurtuluşa kavuşacaktır. Sonunda mahpus,birdenbire “Eeh!” diyerek silkinir, üstündekidalgınlığı, hayalciliği atıyormuşçasına sabırsız,haşin bir davranışla kazmasını kapar ya da biryerden başka yere taşıdığı tuğlalara sarılır. Birdakika sonra da bu geçici duygusunuunutmuştur; tabiatına göre, ya gülmeye, yasövüp saymaya başlar. Bazen de durupdururken, gereksiz, aşırı bir hamaratlıklaödevine sarılır, çalışmaya koyulur; olancagücüyle çalışır, işin ağırlığıyla içini sıkan, ezenbir şeyi yok etmek ister gibidir. Mahpuslarınçoğu güçlü kuvvetli, tam gençlik, gürbüzlükçağında adamlardı… Prangalar bu çağlardainsana ne de ağır gelir! Şu anda edebiyat falanyapmıyorum, düşüncemin gerçekliğindeneminim. Bundan başka havada, parlak güneşışıkları altında, çevresindeki doğanın ölçüsüz birhızla dirilişini insan bütün ruhuyla, bütünvarlığıyla öyle bir duyar ki… O zaman kapalıhapishane, muhafızlar, yabancı buyruğu insana


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook