Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

düşünüyormuş gibi, ayaklarını havaya dikmişhasmının önünde durarak, ağır ağır, büyük birmerakla Belka’nın her organını koklamayabaşlardı. Tir tir titreyen Belka o sırada nelerdüşünürdü acaba? Herhalde aklından, “Ya şimdibu haydut beni dişleyiverirse?” düşüncesigeçerdi. Fakat köpek koklamayı bitirdiktensonra, Belka’da ilgiye değer bir şeybulamadığından onu bırakırdı. Belka da hemenayağa kalkıp bir dişi köpeğin peşinden giden birit sürüsüne topallaya topallaya katılırdı. Dişiköpekle hiçbir zaman yakın bir ahbaplıkkuramayacağını bildiği halde, uzaktan da olsaarkasından yürümek onu avuturdu. Artık onurubir yana bırakmış gibiydi. Gelecek için hiçbirtasarısı, umudu yoktu, sadece boğazı için yaşar,bunu kendi de pekâlâ anlardı. Bir kere Belka’yısevmek istedim; bu onun için o kadar yeni,beklenilmedik bir şeydi ki, hayvancağız öncedört ayağı üzerinde yere çöküverdi, bütüngövdesi ürperdi; sonra çok duygulandığındanolacak, iniltiyle ağlama arası sesler çıkarmayabaşladı. Acıdığım için onu sık sık seviyordum.

Sevgime iniltilerle karşılık verirdi hep. Beni tauzaktan görünce inlemeye başlar, acıklı seslerçıkarırdı. Sonra köpekler onu surlardaparçaladılar.62Sincap.63Güdük. (Rd.n.)Kultyapka’ysa bambaşka yaradılıştaydı. Onuhenüz gözleri açılmamış bir enikken nedenatölyeden hapishaneye getirdiğimi bilemiyorum.Bu hayvancağızı besleyip büyütmek hoşumagidiyordu. Şarik hemen onu himayesine aldı,birlikte yatmaya başladılar. Büyüyünce,kulaklarını ısırmasına, tüylerini dişleyip onunlabüyük köpeklerin yavrularıyla oynadığı gibioynamasına ses çıkarmadı. Garip ama Kultyapkaboylamasına değil, enlemesine gelişiyordu.Tüyleri uzun, dağınık, açık renk, fare tüylerigibiydi. Kulaklarının biri yukarıya kalkık, öbürüsarkıktı. Doğuştan pek canlı, pek coşkundu.Sahibini görünce her enik gibi sevinçli seslerçıkarır, yüzümü yalamaya kalkar, türlü sevgibelirtileri gösterirdi: Sevincini anlatsın da,

nezaket kuralları vız gelirdi ona! Nerede olursamolayım, “Kultyapka!” diye seslendim mi,bizimki yerden bitmiş gibi bir köşedençıkıverirdi. Tiz perdeden havlayarak, bir topaçgibi yuvarlana tekerlene, yolda taklalar atarakdoğru bana koşardı. Bu küçük mendeburu peksevmiştim. Kader ona görünüşte rahat, mutlu biryaşam hazırlar gibiydi. Ama günün birinde,kadın kunduraları diken, deri tabaklama işiyleuğraşan mahpus Neustroyev, Kultyapka’ya özelbir ilgi göstermeye başladı, yere sırtüstü yatırıpokşadı. Hiçbir şeyden şüphelenmeyenKultyapka keyifli keyifli havlıyordu. Fakathemen ertesi sabah ortadan kayboluverdi. Onuaraya araya bir hal oldum, Kultyapka sırrakadem basmıştı. Ancak iki hafta sonra işiniçyüzü anlaşıldı: Kultyapka’nın kürküNeustroyev’in pek hoşuna gitmiş meğer.Hayvanı öldürüp yüzdükten sonra derisini birmahkeme üyesinin karısına hazırladığıkadifeden kışlık çizmeye astar yapmıştı. Üstelikbitirdikten sonra bana da gösterdi. Kürk pekenfesti. Zavallı Kultyapka!

Hapishanede dericilikle uğraşan pek çokmahpus vardı. Sık sık güzel tüylü köpeklerihapishaneye getirip hemen yok ediverirlerdi.Bazılarını çalar, bazılarını da satın alırlardı. Hiçaklımdan çıkmaz, bir gün mutfakların arkasındaiki mahpus görmüştüm. Birbirlerine bir şeylerdanışıyor, pek telaşlı görünüyorlardı. Biri ipebağlı siyah, pek güzel bir köpek tutuyordu; cinsbir köpek olduğu belliydi. Alçak uşağın biri,efendisinden kaçırarak kunduracılarımıza otuzgümüş kapiğe satmıştı hayvanı. Şimdi demahpuslar hayvanı asmaya hazırlanıyorlardı.Asmak en çok acı çektiren yöntem olsa da çokyararlıydı, çünkü deri kolayca yüzülürdü;köpeğin leşi de hapishanenin en uzakköşesindeki, yaz sıcaklarında dayanılmaz birkoku yükselen ve nadiren temizlenen çöpçukuruna atılırdı. Zavallı köpek, kendisinibekleyen sonu anlamıştı galiba. Sorgu, kaygıdolu bakışlarla üçümüze bakıyor; kısılmış, tüylükuyruğunu arada sırada ürkek ürkek sallıyordu.Böyle bir acındırma gösterisiyle sanki biziyumuşatmak istiyordu. Çabucak sıvıştım oradan,

ötekiler de işlerini rahat rahat gördüler tabii.Bir kere, nasıl olduysa bir sürü kaz belirmiştihapishanede. Kim getirmişti, kimin malıydıbilmiyorum, ama kazlarımız epey zamanmahpusların eğlencesi oldu; hatta şehirde bile ünyaptılar. Mutfakta bakılıyorlardı. Küçük palazlarbüyüyünce, bütün sürü mahpuslarla birlikte işegitmeye dadandılar. Trampet vurmaya,mahpuslar kapıya doğru yürümeye başlayınca,bizim kazlar da bağrışarak arkamızdankoşarlardı. Kanatlarını açar, alt alta, üst üste avlukapısının yüksek eşiğini atlar, mutlaka saflarınsağ yanına geçip grupların ayrılmasınıbeklerlerdi. Sonra da en büyük kafileye katılarakçalışanlara yakın bir yerde otlarlardı. Mahpuslarpaydos edip hapishaneye dönerken, kazlar dayola koyulurlardı. Kalede kazların mahpuslarlabirlikte işe gittikleri duyulmuştu. Yolda görenler,“İşte mahpuslarla kazları geliyor!” diyorlardı.“Bunu nasıl öğrettiniz?” diye soranlar olurdu,bazıları da, “Alın, kazlarınız için!” diyereksadaka verirdi. Ama bu kadar sadık hayvanlarolmalarına rağmen, kazların hepsi bir bayram

yemeği için kesildi.Yalnız tekemiz Vaska’yı, ortaya önemli birdurum çıkmasa dünyada kesmeyeceklerdi. Onunda nereden çıktığını, kimin getirdiğinibilmiyorum. Günün birinde, hapishanede güzel,beyaz, minicik bir keçi yavrusu peydaoluvermişti. Birkaç gün içinde onu herkes sevdi.Keçi yavrusu hepimizin eğlencesi, onun daötesinde avutucusu oldu. Hapishanede kalmasıiçin bir bahane buldular: Hapishane ahırında birteke bulunması gerekliydi.64Ne var ki,tekemizin hiç de ahırda durduğu yoktu. Öncemutfaktaydı, sonra da bütün hapishanedekeyfince gezip dolaşmaya başladı. Teke Vaskaçok sevimli, ama pek afacan bir hayvandı.Adıyla çağırınca koşa koşa gelir, iskemlelerden,masalardan atlar, mahpuslarla toslaşırdı. Herzaman neşeli, eğlenmeye hazırdı. Bir akşamöbür mahpuslarla koğuş merdivenlerine oturanLezgi Babay’ın aklına, artık boynuzları iyicebüyüyen Vaska’yla toslaşmak geliverdi. Epeyzaman alınlarını birbirine vuruşturup durdular –

mahpusların tekeyle favori eğlencesi buydu–tam bu sırada Vaska merdivenin en üstbasamağına sıçrayıverdi. Babay öbür yana dönerdönmez, Vaska art ayakları üzerinde kalkıp önayaklarını kıvırdı ve var gücüyle Babay’ınensesine bir tos vurdu; o kadar kuvvetlivurmuştu ki, Babay takla atarak aşağı yuvarlandıve bu da başta Babay olmak üzere herkesieğlendirdi. Kısacası, Vaska’yı hepimiz çokseviyorduk. Büyümeye başlayınca, bir güngenel, ciddi bir toplantıda Vaska’yabaytarlarımızın büyük bir ustalıkla başardıklarıiğdiş ameliyatı yapılmasına karar verildi.Mahpuslar, “Yoksa teke kokacaksın Vaska”diye hayvana ameliyatın sebebini açıkladılar.Ameliyattan sonra Vaska dehşetli semirmeyebaşladı. Hayvanı sanki kesmeye hazırlıyorlarmışgibi besliyorlardı. Sonunda Vaska upuzunboynuzlu, pek iri bir keçi oldu. Paytak paytakdolaşıp duruyordu ortalıkta. O damahpuslarımızı, yolda rastladıklarımızıeğlendirmek için bizimle birlikte işe gitmeyealışmıştı. Hapishanenin keçisi Vaska’yı

tanımayan yoktu. Bazen, mesela kıyıdaçalışıldığı sırada mahpuslar esnek söğüt dallarınıkeser, yaprak toplar, sur hendeği boyunca çiçekkoparır ve bunlarla Vaska’yı süslerlerdi.Boynuzları dallarla, çiçeklerle sarılmış,gövdesinin üzerinden çelenkler sarkıtılmışVaska, dönüşte mahpusların önünden yürürdü.Onlar da adeta gelene geçene kurumlanarakhayvanın ardından giderlerdi. Keçilerine olanhayranlıkları o ölçüdeydi ki, bazıları çocuk gibi,“Vaska’nın boynuzlarını yaldızlasak mı?”diyordu. Ama bunu yapmadılar. Hatırımdakaldığına göre, İsay Fomiç’ten sonrahapishanemizin en iyi yaldızcısı olan AkimAkimiç’e bir keresinde, “Tekenin boynuzlarıyaldızlanabilir mi?” diye sormuştum. AkimAkimiç önce gayet dikkatli bir bakışla tekeyisüzdü, bir şeyler hesapladı, sonra da, “Olabilir,ama boynuzları zayıflar, hem de hiç yararıolmayan bir iş.” diye karşılık verdi. Meselekapandı gitti. Böylece Vaska’mız hayatınıhapishanede geçirecek, ölümü de eceliyle,herhalde nefes darlığından falan olacaktı. Gel

gelelim, bir gün mahpus kafilesi başında,süslerinin bütün göz alıcılığıyla iştenhapishaneye dönen Vaska, arabayla geçenbinbaşının gözüne ilişiverdi. Binbaşı hemen,“Dur!” diye kükredi, “Kimin bu keçi?”Anlattılar. “Nasıl olur! Hapishanede bir keçi,hem de iznim olmadan! Çavuş, buraya gel!”Çavuş gitti ve keçinin kesilmesi emrini aldı.Derisi de yüzülüp pazarda satılacak, alınan paramahpusların demirbaş parasına katılacaktı.Hapishanedekiler bu mesele üzerinde haylikonuşup acındılar, ama emre karşı gelmeyecesaret edemediler. Vaska’yı çöp çukurununyanında kestiler. Etini hapishane idaresine birbuçuk ruble vererek mahpuslardan biri toptansatın aldı. Bu parayla kalaç alındı; Vaska’nınetini alan da, bunu parça parça mahpuslararasında sattı. Et gerçekten çok lezzetliydi.64Rus halkı arasındaki inanışa göre her evin bircini vardır. Bu cinler geceleri ahırlara girerekatların yeleleriyle kuyruklarını dolaştırırlarmış.Teke kokusundan hoşlanmadıkları için, tekebulunan ahırlara girmezlermiş.

Kısa bir süreliğine ufak, step kartalı cinsinden,“karakuş”65denilen bir kartalımız da oldu.Mahpuslardan biri, bunu hapishaneye yaralı,bitkin bir halde getirmişti. Millet çevresineüşüştü, hayvan uçamıyordu; sağ kanadı yeresarkmış, ayaklarından biri de çıkmıştı. Kartalınonu merakla seyreden kalabalığa nasıl öfkeylebaktığını, hayatını pahalıya satmaya hazırlanarakgagasını nasıl açıp kapadığını hâlâ hatırlıyorum.Mahpuslar bıkıncaya kadar seyrettikten sonradağılmaya başladılar. Kartal da tek ayağıüstünde sekip sağlam kanadını çırpa çırpaavlunun en uzak köşesine çekildi. Oradaşarampol kazıklarına sımsıkı yapışarak öylecekaldı. Hapishanede yaşadığı üç ay boyunca dabir defacık olsun, sığındığı köşesinden çıkmadı.Önceleri mahpuslar onu seyretmeye geliyor,üzerine köpeği saldırtıyorlardı. Şarik hırslakartala doğru atılıyor, ancak fazla yanaşmaya dakorkuyordu. Bu da mahpusları pekeğlendiriyordu. “İblise bak!” diyorlardı,“Yanaştırmıyor!” Gitgide Şarik kartalın canınıyakmaya başladı; korkusu geçmişti, saldırtılınca

kuşu yaralı kanadından yakalamayı pek iyibeceriyordu. Kartal olanca gücüyle, gagasıylakendini koruyor, bir yandan da köşesinesığınarak yaralı bir kral gibi gururlu, vahşibakışlarla onu seyretmeye gelen meraklılarısüzüyordu. Sonunda herkes bıktı ondan. Herkesunuttu, yine de her gün önünde taze etparçalarıyla bir kap su görülüyordu. Demek onabakan birisi vardı. Önceleri yemeğe yanaşmadı,birkaç gün aç durdu; sonunda yemeye başladı,ama ortada kimsenin olmadığı zamanlarda.İnsan elinden de bir şey almıyordu. Pek çok kezonu gözledim. Yanında insan görmeyince, arasıra kendini yalnız sanarak sığındığı köşesindenyakınca bir yere kadar çıkmaya yelteniyor,şarampol kazıkları boyunca seke seke, idmanyapıyormuş gibi on, on iki adım ilerleyip geridönüyor, sonra tekrar yürüyordu. Beni görünce,olanca hızıyla topallayıp sıçrayarak, telaşlayerine dönüyordu. Sonra başını geriye atıpgagasını açıyor, tüyleri diken diken olmuş birvaziyette savaşa hazırlanıyordu. Sevgimle,okşamalarımla onu bir türlü yumuşatamadım:

Çırpınıyor, ısırıyor, eti bir türlü elimdenalmıyordu. Yanında durduğum sürece, sabit,hırçın, keskin bakışlarını üzerimdenayırmıyordu. Yalnızlık, kötümserlik içinde,kimseye güvenmeden, kimseyle bağdaşmadanölümünü bekliyordu. Sonunda mahpuslar, nasılolduysa onu hatırladılar. İki aydır kimse kartallameşgul olmaz, adını bile anmazken, birden hepsionunla ilgilenmeye başladı. Hayvanı dışarıyasalmak gerektiğinden söz edip duruyorlardı.Konuşmaya başladılar.65Özgün metinde Türkçe olarak kullanılmıştır.(Rd.n.)Kimisi:— Öleceği varsa, bari hapishanede ölmesin.”diyordu.Başkaları da bu sözlere hak veriyordu:— Öyle ya; başına buyruk, vahşi bir kuş bu…Hapse alıştıramazsın.Bir başka mahpus cümleyitamamlayıveriyordu:

— Bizim gibi değil desene.— Yumurtladığı cevhere bak! O kuş, bizinsanız be!Skuratov:— Çocuklar, kartal ormanların kralıdır… diyesöze karışmaya çalışsa da, bu defa kimsenin onudinlediği yoktu.Bir gün öğle yemeğinden sonra işbaşı trampetivurunca, kartalı alıp hapishane dışına götürdüler.Fena halde saldırdığı için götüren, gagasınıeliyle tutuyordu. Surlara kadar gittiler. Kafiledenon iki mahpus, kartalın haline meraklabakıyordu. İşin tuhafı, sanki hürriyete kavuşankendileriymiş gibi hepsi memnunlukiçindeydiler.Hırçın kuşu tutan mahpus, hayvana adetasevgiyle bakarak:— Hay itoğlu it: Ona iyilik ediyorsun, oysahâlâ ısırmaya çalışıyor! dedi..— Salıver artık Mikitka!— Avlumuzun köşesinde pinekleyecek kuş

değil bu. Ona hürriyet, tam bir hürriyet ver!Kartalı surdan stepe salıverdiler. Epeyceilerlemiş sonbaharın soğuk, puslu bir günüydü.Çıplak stepte ıslıklar çalan rüzgâr, yer yersararmış, kurumuş step otlarını hışırdatıyordu.Kartal, yaralı kanadını çırpa çırpa, bir an evvelgözlerimizin seçemeyeceği bir yere ulaşmakister gibi, telaşla uzaklaşıyordu. Mahpuslar otlararasında, bir orada bir burada beliriverenkafasını merakla gözetliyorlardı. Birisi dalgındalgın:— Bak şu kerataya!.. diye söylendi.Öbürü:— Arkasına bile bakmıyor! diye ekledi. Birkerecik bile bakmadı kardeşler, alabildiğinekaçıyor!— Dönüp bir de teşekkür edecek mi sandın?— Serbestlik işte… Serbestliğin kokusunu aldıbir kere.— Hürriyet başka canım.— Artık görünmüyor kardeş.

Muhafızlar:— Ne dikiliyorsunuz orada? Hadi bakalım,marş! diye bağırdılar.Herkes sessiz sedasız işe yollandı.

VII: ŞikâyetRahmetli Aleksandr Petroviç Goryançikov’unanılarının yayımcısı, bu bölüme başlarken,okuyuculara aşağıda yazılı olan haberibildirmeyi borç bilir.Ölüler Evinden Anılar’ın ilk bölümünde babakatili bir soyludan birkaç kelimeyle söz edilir.Hem de mahpusların işledikleri cinayetleri nekadar duygusuzca anlatabildiklerine örnekgösterilerek. Bundan başka, katilin mahkemeönünde suçunu inkâr ettiği, ama bu meseleniniçyüzünü bilenlerin anlattığına göre, delillerin enufak şüphe bırakmayacak kadar açık olduğu daanlatılır. Aynı adamlar,Anılaryazarına suçlununbir sefih olduğunu, gırtlağına kadarborçlandığını, babasını da mirasına konmak içinöldürdüğünü anlatırlar. Zaten bu baba katilinindaha önce çalıştığı şehirde de hemen herkesöyküyü aynı şekilde anlatmaktadır. Bu konudaAnılar’ın yayımcısı oldukça sağlam bilgileresahiptir. Son olarak,Anılar’da yazıldığına göre

katil pek neşeli, keyfi yerinde bir adamdı; sefih,zıpır, aptal olduğu kadar anlayışsızdı da;Anılar’ın yazarı onda öyle aman aman birzalimlik de görmemişti. Yazılara, “Şüphesiz ki,ben bu cinayete inanmıyordum.” sözlerieklenmişti.Bugünlerde,Ölüler Evinden Anılar’ınyayımcısı, Sibirya’dan bir haber almıştır: Buadam gerçekten suçsuzmuş ve tam on yıl haksızolarak sürgün ve ağır hizmet hayatı sürmüş.Suçsuzluğu mahkemece resmen tespit deedilmiş. Asıl suçlular bulunmuş, suçlarını itirafetmiş, zavallı adamcağız da hapishanedençıkarılmıştır.Yayımcıbu haberin gerçekliğindenasla şüphe etmemektedir…Buna başkaca eklenecek bir şey yok. Olayınfeciliğinden, korkunç bir suçlamanın mahvettiğigenç bir varlıktan uzun uzadıya bahsetmekanlamsız. Olay zaten fazlasıyla feci, fazlasıyla daaçık…Bizim düşüncemize göre, böyle bir olayınmeydana gelmesi ihtimali, yalnızca ihtimal bile

olsa,Ölüler Evi’nin genel görünümüylekarakteristiğine yepyeni, gayet açık bir özellikvermektedir.Şimdi devam edelim.Önceden de söylediğim gibi, hapishanedekiduruma sonunda alışabilmiştim. Ancak bu“sonunda”ya pek güç, pek azaplı, azar azarerişebildim. Gerçekten, bunun için aşağı yukarıbir yıllık bir süre gerekti ki, hayatımın en çetinyılının bu olduğunu söyleyebilirim. Belleğimdebu derece derin yer etmesi de bundandır. Bütüno yılı saati saatine hatırlayabilirim sanırım. Başkamahpusların da bu hayataalışamadıklarınısöylemiştim. Bu ilk yıl sık sık kendime, “Yaonlar nasıl? Alışabildiler mi? İçlerinde huzurbulan var mı?” diye sorardım. Hem bu sorularbeni pek ilgilendirirdi. Daha önce de söylediğimgibi mahpuslar burada, evlerindeki gibi değil de,sanki yolculukları sırasında bir hana uğramış yada büyük bir evde konaklıyormuş gibi yaşardı.Ömür boyu sürgüne gönderilenler bile kaygı,özlem duyarlardı; şüphesiz hepsi içinden

imkânsız bir şey için hayaller kurardı. Sessizceolsa da belli edilen o sürekli tedirginlik, o garip,öfkeli sabırsızlık, kimi zaman kazara ağızdankaçırılan temelsiz, sayıklamayı andıran,hepsinden şaşırtıcısı en gerçekçi kafalarda yeretmiş gibi görünen umutlar, hepsi bu yereolağandışı bir görünüm ve nitelik verirdi; buncakendine özgü olmasının sebebi de buydu belki.İnsan ilk bakışta bile, bu gibi şeylerinhapishanenin öte yanında olmadığını anlardı.Buradakilerin hepsi birer hayalciydi, bu halhemen göze çarpardı. Hayal kurmak onlardahastalık halini almıştı. Gerçekten, hayal kuranmahpusların çoğu kederli, somurtkan, hastagibiydiler. Çoğu sessiz, içlerinde nefretderecesine varmış bir husumet besleyen,umutlarını açığa vurmaktan hoşlanmayanadamlardı. Saflık, samimilik küçümsenirdi.Umutların gerçekleşmesi ne kadar imkânsızsa,hayalci de bu imkânsızlığı ne kadar fazlahissederse, o ölçüde inatla, safça bu hayalleredalar, bunlardan bir türlü vazgeçemezdi. Kimbilir, belki aralarında içinden utananlar da vardı.

Çünkü ağırbaşlılık, yumuşaklık, kendikendisiyle içten içe alay etme, Rus ruhununbaşlıca özelliklerindendir… Belki de kendilerinekarşı duydukları bu sürekli hoşnutsuzlukyüzünden bu adamlar birbirleriyle gündeliktemaslarında bu kadar sabırsız, hoşgörüsüz,birbirine karşı bu derece alaycıydılar. Bazenaralarından biraz daha saf, daha sabırsızolanlardan biri ortaya çıkıp da herkesin içindehayal ve umutlardan söz etmeye başlayınca,başkaları hemen lafı ağzına tıkıp onu kabacatersler, bu safdille alay ederdi; ama bana öylegeliyor ki, ona saldıranlar umut beslemekte,hayaller kurmakta bu gevezeden fersah fersahileri giderlerdi. Önceden de söylediğim gibi saf,temiz yürekli olanlar, bizde en aşağılık enayiyerine konulup küçümsenirdi. Her biri o kadarasık suratlı, o kadar gururluydu ki, iyi kalpli,mütevazı olanları hemen aşağı görmeyebaşlarlardı. Temiz, saf gevezeler haricindekisessizler de, iyilerle kötüler, somurtkanlarlagüler yüzlü olanlar diye ayrılabilirdi.Somurtkanlar ve kötüler öbürleriyle

kıyaslanamayacak kadar çoktu; aralarındayaradılıştan gevezelere rastlanıldığı olsa da,bunlar mutlaka ağzı kalabalık dedikoducular, birtürlü huzur bulamayan kıskançlardı.İçlerindekini, gizli dünyalarını, sırf âdet ve usuleaykırı olduğundan açığa vurmamakla beraber,başkalarının her işine burunlarını sokarlardı.Tabii bu da hoş karşılanmazdı. Pek az olaniyilerse sessizdi, emellerini içlerinde gizlerlerdive elbette asık suratlılardan daha iyimserlerdi.İsteklerinin gerçekleşeceğine daha çokinanırlardı. Bir de umutlarını büsbütün yitirmişolanların grubu vardı. Mesela, Starodubköylerinden olan ihtiyar bunlardandı. Ama ne deolsa böyleleri azdı. İhtiyar (ondan daha önce desöz etmiştim) görünüşte sakin bir adamdı, amabazı işaretlerden ruh durumunun pek feciolduğunu tahmin ediyordum. Ancak onun dakendine göre bir avuntusu, bir kurtuluş çaresivardı: duaları ve din uğruna acı çekmesi. Dahaönce sözünü ettiğim, İncil okuya okuya çıldırıpbir binbaşıya tuğla parçasıyla saldıran mahpusda herhalde tüm umudunu yitirenlerdendi;

umutsuz yaşanamayacağından o da kendineHıristiyanca bir çilekeşlik uydurmuş, yanikendince bir kaçış yolu bulmuştu. Binbaşıyasaldırmasının kinden değil, sırf çile çekmekamacıyla olduğunu açıkça söylemişti. O andaruhu ne derin değişiklikler geçirmişti kim bilir?Bir amaç ve içinde bu amaca ulaşma isteğiolmadan hiç kimse yaşayamaz. Amacını,umudunu kaybedenler de çoğu kez korkunçbirer canavar kesilirler… Buradakilerin hepsininamacı, hapisten kurtulmak, hürriyetekavuşmaktı.Burada, hapishanedeki mahpusları farklısınıflara ayırmaya çabalıyorum, ama böyle birşey mümkün mü? Gerçek hayat kıyaslandığıdiğer her şeyden, hatta en usta sınıflandırmanınsonuçlarından bile çok daha fazla farklılıkbarındırır ve büyük, keskin ayrımlara datahammülü yoktur. Gerçek hayat, mümkünolduğunca ayrıntıya inmek ister. Bizim deburada kendimize özgü bir hayatımız vardı;sadece resmi ve biçimsel olandan değil, içselhayatımızdan da söz ediyorum.

Ama daha önce söylediğim gibi, hapislikhayatının ilk zamanında bu içsel hayatınderinliğine varamıyor, onu bir türlükavrayamıyordum; bu hayatın bütün dıştezahürleri de beni fena halde sıkıyor,hüzünlendiriyordu. Hatta zaman zaman, her biribenim gibi çile dolduran bu insanlardan nefretediyordum. Onları kıskanıyor, kaderime lanetediyordum. Kendilerine uygun bir çevrede,arkadaşları arasında bulundukları, birbirlerinianladıkları için kıskanıyordum; oysa benim gibionlar da bu kırbaç ve sopa altındakiarkadaşlıktan, zoraki kurulmuş bu birliktenbıkmış, iğrenmişti. Herkes içten içe ayrı birköşeye çekilmek istiyordu. Ama tekrarsöylüyorum, kızgın anlarımda ziyaretime gelenbu kıskançlık duygusunun da haklı bir temelivardı. Bir soylunun, eğitim görmüş vb. biradamın hapishanelerimizde, sürgünde sıradanbir mujikle aynı derecede azap çektiğinisöyleyenler, kesinlikle haksızdır. Böyletahminlerin yürütüldüğünü biliyorum, duydum,son zamanlarda buna dair şeyler de okudum. Bu

düşüncenin temeli doğru ve insancıldır. Hepimizinsan, hepimiz Tanrı kuluyuz. Ancak budüşünce pek soyuttur. Bunda, ancakuygulamada kendini belli eden birçok hayaticapları göz önüne alınmamıştır. Bunu birsoylunun, bir aydının daha ince, daha duygulu,daha yüksek olduğunu düşündüğümdensöylemiyorum. Ruh ve şahsi gelişim asla belliölçülere vurulamaz. Hatta eğitimin bile budurumda ölçü sayılması mümkün değildir.Herkesten önce ben en cahil, en dar çevrede, buzavallılar arasında, en ince bir ruh gelişiminerastlamıştım. Hapishanede bazen birkaç yıldanberi tanıdığın bir adamı çoğu zaman hayvanyerine koyup küçümsediğin olur. Ama bazen debirdenbire öyle bir an gelip çatar ki, aynı adamınruhu gayriihtiyari dışa açılır; işte o zamaniçindeki hazineyi, duyarlılığı görür, kalptaşıdığını anlar, kendinin ve başkalarınınıstıraplarına karşı gösterdiği anlayışın farkınavarırsınız. Gözleriniz birdenbire açılır; ilk andabütün bunları görüp duyduğunuza bileinanamazsınız. Bazen de tersi olur: Tahsil,

barbarlık ve sinizmle öylesine bir uyuşur ki,nefretten boğulacak gibi olursunuz; ne kadar iyikalpli ne kadar saf olursanız olun buna bir özürya da hafifletici sebep bulamazsınız.Alışkanlıklar, yaşama biçimi, yemek gibişeylerin, toplumun yüksek tabakasından olan biradamda bir mujiğe kıyasla daha güçdeğiştiğinden söz etmiyorum bile; mujik dışarıdaçoğu kez aç kalırken, hapishaneye düşünce hiçolmazsa tıka basa karnını doyurabilir. Bununtartışmasını yapacak değilim. Alışkanlıklarındeğişmesi hiç de o kadar önemsiz, arka planaatılacak bir mesele olmasa da, iradesi birazkuvvetli bir adam için bunlar diğerrahatsızlıklara bakarak önemsiz şeylerdirdiyelim. Ama öyle rahatsızlıklar vardır ki,diğerlerinin hepsini bastırır; hatta çevrendekipisliğe, seni cendere gibi sıkan hayata, yavan,özensiz hazırlanan yemeğe bile aldırış etmemeneneden olur. Eli iş yüzü görmemiş en kibar birbeyzade, pek nazlı biri bile, dışarıda ömründeyapmadığı şeyi bir kerecik yaptıktan, yani bütüngün kan ter içinde kalana dek çalıştıktan sonra,

kara ekmeği de içinde hamamböcekleri yüzençorbayı da yer. İnsan her şeye alışabilir.Mahpusların sürgüne düşmüş nazlı bir beyzadeiçin söyledikleri mizahi şarkıda da dendiği gibi:“Suyla lahana verirlerse,Kulaklarımı oynatarak yiyorum.”Hayır; asıl önemli olan nokta, hapishaneye hergelenin, iki saat sonra hemen herkeslekaynaşıvermesi,kendini evindegibi hissetmesi,mahpus tayfasından herhangi biriyle eşit haklarasahip olmasıdır. Onu herkes nasıl anlayıptanıyorsa, o da herkesi anlayıp tanır; herkes deonukendilerindensayar. Kibar birsoyluiçinsedurum başkadır. Soylu ne kadar adil, iyi kalpli,zeki olursa olsun, hepsi tek bir vücut halindeyıllar boyu ondan nefret eder, küçümser, onuanlayamaz ve en önemlisi de asla inanmazlar.Ne dost, ne de arkadaş olur; yıllar sonra hakaretgörmekten kurtulsa bile, yine de aralarınagiremez ve bu ayrılığı, yalnızlığı her zamanazapla hisseder. Mahpuslar böyle bir tecridibazen hiç kin falan gütmeden şuursuzca

uygularlar. Onlardan olmayan bir adam, işte okadar… İnsanın ait olmadığı bir çevredeyaşamasından feci bir şey olamaz. Taganrog’dankalkıp Petropavlov limanına yerleşen bir mujik,hemen kendisi gibi bir Rus mujiği bulur; derhalonunla anlaşıp kaynaşır, iki saat sonra da birliktebir eve ya da kulübeye yerleşip gayet rahatyaşayabilir. Fakat soylular için bu böyle değildir.Onları basit halktan derin bir uçurumayırmaktadır; bu da ancaksoylununelindeolmayan sebeplerden dolayıbütünhaklarınıkaybedip basit halktan biri oluvermesiyleanlaşılır. Yoksa ömrünüzün sonuna kadar halkladüşüp kalksanız, kırk yıl boyunca her gün,göreviniz gereği, mesela resmi, idari bir amirolarak ya da dostça, bir hayırsever, bir çeşit babagibi karşılaşsanız, gene de onların özünüanlayamazsınız. Edineceğiniz izlenim bir gözaldanmasından ibaret olacaktır. Busöylediklerimi okuyanların hepsinin, amaistisnasız hepsinin, mübalağa ettiğimisöyleyeceklerinden eminim. Ama ben bunundoğru olduğuna inanıyorum. Bu inancı

kitaplardan ya da uzaktan izlemekle değil, bizzatyaşayarak edindim; inancımı doğrulayacakyeterince zamanım da oldu. Bunun ne kadardoğru olduğunu belki ileride herkes öğrenir…Olaylar da özellikle hazırlanmış gibi, enbaşından beri, gözlemlerimde aldanmadığımıgösteriyor, sinirlerimi bozarak adeta hastaediyordu beni. İlk yaz hapishanede, hemenhemen yalnız başıma şurada burada dolaşıpduruyordum. Önce de söylediğim gibi, ruhdurumum öyle kötüydü ki, bana akranmuamelesi etmemekle beraber, ileride benisevebilecek mahpusları bir türlü seçemiyor,onları takdir edemiyordum. Soylular arasındabenim de arkadaşlarım vardı; ne var ki, buarkadaşlık ruhuma çökmüş ağırlığı tamamıylakaldırmıyordu. Gözüm hiçbir şeyi görmezolmuştu, ama kaçacak yer nerede? İştehapishanedeki ayrı, özel durumumu bana ilkolarak, ama olanca şiddetiyle duyuran bir olay:Aynı yaz, temmuzun sonunda berrak, sıcak biröğleden sonra, saat bire doğru, yani herkesinöğleden sonraki işe gitmeden önce dinlendiği

saatte, bütün mahpuslar birden ayağa kalkaraksıraya dizildiler. O dakikaya kadar hiçbir şeydenhaberim yoktu. Bazen bu saatte çevremde olanbitenin farkına varamayacak kadar kendiâlemime daldığım olurdu. Oysa sürgünler iki üçgündür için için kaynıyordu. Belki bukaynaşmalar daha da önce başlamıştı. Bunu dabazı mahpusların konuşmalarını, olağandanşiddetli hırçınlıklarını, somurtkanlıklarını, heleson zamanlarda beliren öfkelerini hatırlayarakanladım. Bütün bunlara ağır işlerin, uzun, sıkıcıyaz günlerinde ormana, hürlüğe ait düşlerinonları büsbütün sarmasının, uykuya yetmeyenkısa yaz gecelerinin sebep olduğunusanıyordum. Belki gerçekten de bu infialdebunların önemli rolü olmuştu, ama asıl sebepyemek meselesiydi. Son zamanlarda, birkaçgünden beri kışla koğuşlarında, hele öğle veakşam yemekleri sırasında mutfakta yükseksesle şikâyet yollu sözler söyleniyor, öfkeylebağıranlar oluyordu. Aşçılardan da memnundeğillerdi. Hatta birisini değiştirmeyi denediler,ama yenisini de derhal attılar, gene eskisini

getirdiler. Kısacası, hepsinde telaşlı bir hal vardı.Mutfakta birileri:— İşler ağır mı ağır, ama herif bize boyunaişkembe dayıyor… diye homurdanıyordu.Başka birisi hemen atılıyordu:— Beğenmedinse bir blanmanje66ısmarla.66Blanc-Manger: Badem ve turunç suyundanpelte.Beri yandan üçüncüsü:— İşkembeyle lahana çorbasına bayılırımçocuklar. Nefis doğrusu.— Miden işkembeden başka şey görmeyincede nefis geliyor mu?Dördüncü:— Öyle ya. Üstelik şimdi tam et mevsimi.Fabrikada canımız çıkıyor. Hem açlıktan geber,hem iş yap. İşkembe de ne yenir ya!— İşkembeyi vermezlerse, bu sefer de“gayret”67dayarlar.

67Rusça “gayret” anlamına gelen “userdiye”sözcüğünü yürek üzerinden çıkarılmış zar veyağ parçacıkları için kullanılan “oserdiye”yerine söyleyerek kelime oyunu yapıyor.— Öyle ya, bir de şu “gayret” var. Al birinivur ötekine. Bunlar da yemek mi be! Yaptıklarıdoğru mu yani?— Gerçekten yemeğimiz pek berbat.— Herif cebini dolduruyor zahir…— Üstüne vazife olmayan işe karışma.— Üstüme vazife değilmiş… Karnımıdoyurmak vazife ama. Hepimiz bir olup şikâyetetsek, gayet iyi olurdu.— Şikâyet mi?— Evet.— Sen galiba az şikâyet dayağı yemişsin.Enayi!O ana dek sesini çıkarmayan bir mahpushırçın bir sesle lafa karıştı:— Söylemesi kolay. Kesip atarsın, ama

arkasını getirmezsin. Şikâyete çıkıp da bir şeysöyleyebilecek misin sanki mankafa?— Elbette söyleyeceğim. Herkes bir olursa,ben de herkesle birlikte konuşurum. Biz fakirinsanlarız. Kazana bakıyoruz. Başkaları gibikendi cebimizden yediğimiz yok.— Vay açgözlü, kıskanç herif! Başkasınınmalına göz dikiyor.— El âlemin lokmasına ağız açacağına,kendininkini sağlamaya uğraşsana!— Uğraşmış!.. Ben bu meselede seninlesaçlarım ağarıncaya kadar çekişirim be…Kollarını kavuşturup başköşeden fikiryürüttüğüne göre, yükünü tutmuş olmalısın.— Zengindir Yeroşka, bir iti var, bir de kedisi.— Sahiden çocuklar, ne diye duruyoruz?Bunların maskaralıklarına boyuna kavuk musallayacağız yani? Derimizi yüzüyorlar be.Neden gitmiyoruz sanki?— Neden mi? Oh, armut piş, ağzıma düş;çiğnenmiş lokmaları yutmaya alışmışsın

beyzadem! Burası sürgün de ondan gitmiyoruz!— Demek, “Tanrı halkı dövüştürsün,voyvodaların karınları doysun”.6868Bir atasözü.— Aynen öyle. Bak, Sekizgözlü nasıl şişti. Birçift boz at bile almış.— İçki düşmanı da…— Geçenlerde baytarla oyun oynarkendövüşmüşler. Sabaha kadar, al takke, verkülah… Hem de iki saat yumruk yumruğa…Fedka söyledi.— Tevekkeli değil, çorbamız “gayret”leçıkıyor.— Hay avanaklar hay! Bizde şikâyete çıkacakhal mi var be!— Hepimiz birden çıkalım da, bakalımkendini aklayabiliyor mu? Sağlam durursak…— Ne aklaması be! Putlarına69bir yumrukindirir, sonra da çeker gider.

69Dişlerine (Yazarın Notu); argo.— Ama mahkemeye verirler…Kısacası, hepsi büyük telaş içindeydi. Osıralarda yemeğimiz gerçekten kötüydü. Zatenher şey üst üste gelmişti. Ama en başta, herkesisaran üzüntülü hal, hiç dinmeyen gizli ıstırapgelmekteydi. Prangalının hırçın, öfkeli tabiatıvardır. Bununla beraber, hep birlikte ya dabüyük gruplar halinde ayaklanmalar binde birgörülür. Sebebi aralarındaki sürekli anlaşmazlıktıelbet. Kendileri de bunu bilirdi: Bunun içinbizde işten çok, gevezelik vardı. Ama nasılsa, budefaki kaynaşma sonuçsuz kalmadı. Şuradaburada mahpuslar, üçer beşer toplanıyor,koğuşlarda hep bu konu konuşuluyor, küfürlerbasılıyordu. Binbaşımızın yönetim biçimi hınçlaanlatılıyor, en gizli sırları öğrenilmeyeçalışılıyordu. Hele birkaç kişi pek telaşlıydı.Böyle işlerde daima kışkırtıcılar, elebaşılarbulunur. Elebaşılar bu gibi şikâyet olaylarında,yalnız hapishanede değil, her türlü toplulukta,dahası askeri birliklerde bile pek yamandır. Bu

gibiler her yerde benzer özellikler gösterenözgün tiplerdir. Hakka susamışlardır,istediklerini büyük bir saflıkla, hem de çarçabukelde edebileceklerine inanırlar. Arkadaşlarınagöre, aptal değildirler; hatta aralarında çok zekiolanlara da rastlanır, ama kurnaz ve tedbirliolamayacak kadar ateşlidirler. Bu gibi olaylardakitleyi ustalıkla yönetip davayı kazanmayıbecerenler, halk önderlerinin değişik, bizdenadiren rastlanan, doğal bir tipidir. Ama şimdisözünü ettiğim kışkırtıcılar, elebaşılar şikâyetdavalarını hemen her zaman kaybederler. Sonrada bu yüzden hapishaneleri, sürgün yerlerinidoldururlar. Savaşlarını pek taşkın, pek ateşliolmaları yüzünden kaybederler, ama kitleüzerindeki nüfuzlarını da aynı sebeple edinirler.Topluluklar seve seve onların peşinden gider.Heyecanları, onurla karışık kızgınlıkları herkesietkiler ve sonunda en kararsızları bile onunlabirleşir. Başarıya karşı körü körüne güvenleri enkoyu şüphecileri bile kendine çeker; halbukibazen bu güvenin o kadar zayıf, o kadarçocukça bir temeli vardır ki, dışarıdan bakan biri

insanların buna inanıp arkasına takılmalarınapek şaşırır. İşin önemli yönüyse, bu gibilerindaima en başta, hiçbir şeyden korkmadanyürümeleridir. Boğalar gibi boynuzlarını eğerek,çok defa da meseleyi iyice ölçüp biçmeden,tedbirsizce öne atılırlar… En alçak, çirkef biradama bile, giriştiği işte başarı kazandıran, onuamacına ulaştırıp sudan kupkuru çıkmasınısağlayan Cizvitlik onlarda yoktur. Boynuzlarımutlaka kırılır… Bunlar her günkü hayatta işeyaramaz, titiz, hırçın, hoşgörüsüz insanlardır.Çoğu da dehşetli dar kafalıdır; öte yandan bunokta bir ölçüye kadar onlara kuvvet verir.Hareketlerinin tersliği, çoğu kez doğruyürüyecekleri yerde, sapa yollara düşmeleri, asılişle değil de ıvır zıvırla uğraşmalarıdır onlarımahveden. Ama kitle onlardan hoşnuttur, bu daonların kuvvet kaynağıdır… Bu aradaşikâyetinne olduğu konusunda bir iki söz etmeli.Hapishanemize şikâyet suçuyla gelen birkaçkişi vardı. En fazla heyecanlanan da onlardı.Bunlardan biri Hassa Alayı’nda bulunmuşheyecanlı, sinirli, vesveseli olmakla beraber,

namuslu, dürüst bir adam olan Martinov’du.Diğeriyse kendine özgü soğukkanlı bir öfkesi,arsız bakışları, gururlu, alaylı bir gülümsemesiolan Vasiliy Antonov’du; o da namuslu, dürüst,çok uyanık bir adamdı. Ama şimdi şikâyetekalkışanları saymak kolay değil, pek çoktular.Petrov da aralarında mekik dokuyor, toplaşangruplara sokularak dinliyor, ama kendisi azkonuşuyordu. Heyecanlı olduğu belliydi. Saflarkurulurken dışarıya herkesten önce fırladı.Başçavuş ödevi gören hapishane çavuşumuzhemen koşup geldi, ödü kopmuştu. Sırayadizilen mahpuslar nazikçe, binbaşıyla görüşüpbazı dileklerini şahsen bildirmek istediklerinikendisine iletmesini rica ettiler. Çavuşunarkasından da sakatlar çıktılar, mahpuslarınkarşısına dizildiler. Çavuşa verilen buolağanüstü ödev, onu dehşete düşürmüştü. Amakoşup binbaşıya haber vermemeye de cesaretedemedi. İlkin, sürgünler ayaklanabilir, dahafena şeyler olabilirdi. Başımızdaki bütün amirler,prangalılara karşı pek büyük tabansızlıkgösterirlerdi. İkincisi, hiçbir şey çıkmasa, yani

akılları başlarına gelerek dağılsalar bile, çavuşgene olanı biteni üstüne haber vermekzorundaydı. Korkudan beti benzi uçmuş, titreyetitreye, mahpuslara bir şey sormaya ya da onlarıyola getirmeye kalkışmadan, hemen binbaşıyakoştu. Kimsenin onunla konuşmayacağınısezmişti.Ben de hiçbir şeyden haberim olmadığındansıraya girmek için çıktım. İşin bütün ayrıntılarınısonradan öğrendim. O sırada bir yoklama falanolacak sanmıştım, ama yoklamayı yapannöbetçileri göremeyince şaşırıp çevremebakınmaya başladım. Mahpusların yüzleriheyecanlı, sinirliydi. Sararmış olanlar da vardı.Genel olarak hepsi kaygılı ve dalgın görünüyor,binbaşının karşısında nasıl konuşacağınıkuruyordu. Bazılarının şaşkın şaşkın banabaktıklarını, ama bir şey söylemeden başlarınıöteye çevirdiklerini fark ettim. Onlarla birliktesıraya girmem tuhaf gelmişti anlaşılan. Benim deşikâyetçi olabileceğime inanmadıkları belliydi.Biraz sonra yanımdakilerin hepsi tekrar banadöndü. Soran bakışlarını üzerime dikmişlerdi.

Ötekilerden az daha uzakta duran, şimdiye kadarbana hepsizdiye hitap edip nazik davrananVasiliy Antonov, kaba, yüksek sesle:— Senin ne işin var burada? diye sordu.Ona şaşkınlıkla bakıyor, ne demek istediğinianlamaya çalışıyordum, ama olağanüstü bir şeyhazırlandığını sezmiştim. Şimdiye kadartanışmadığım askerlerden, genç, iyi, sakin birçocuk da:— Öyle ya, ne duruyorsun burada? diyesordu. Gitsene koğuşa. Bu işe aklın ermez.— Ama sıraya diziliyorlar, diye cevap verdim.Yoklama yapılacak sandım da…Mahpuslardan biri:— O da işe yarayacakmış! diye bağırdı.Başka birisi:— Demir burun, sen de! dedi.Üçüncüsü, tarifi imkânsız bir küçümsemeyle:— Haybeciler sizi, diye mırıldandı.Bu yeni söz kahkahalara yol açtı. Başka birisi

de:— Mutfakta iltimasları var, diye ekledi.— Onlara her yer cennet. Herifler sürgünde,ama kalaçla beslenip domuz yavrusu satınalıyorlar. Sen kendi cebinden yiyorsun, burayasokulmanın âlemi var mı?Laubali bir tavırla yanıma gelen Kulikov,koluma girerek beni sıralardan çıkardı.— Burası sizin yeriniz değil, dedi.Benzi solmuş, kara gözleri parlıyor, ha bire altdudağını dişliyordu. Binbaşıyı peksoğukkanlılıkla bekleyemiyordu. Laf arasındaşunu da söyleyeyim: Bu gibi durumlarda, yanikendini göstermesi gereken hallerde, Kulikov’useyretmek pek hoşuma giderdi. Türlü türlügösteriş yapar, ama aynı zamanda işi debecerirdi. Öyle sanıyorum ki, idama bile kendinegöre bir züppelikle giderdi. O anda herkes banahakaret edipsendiye hitap ederken Kulikovherhalde kasten iki misli nazik davranıyordu.Bununla beraber, sözlerinde üstten konuşan biradamın hiç itiraz kabul etmeyecek ısrarı vardı.

— Burada bazı özel işlerimiz var, AleksandrPetroviç. Sizi ilgilendirecek bir şey yok.Bitinceye kadar bir yere gidiverin… Hah, iştesizinkilerin hepsi mutfakta, siz de oraya gidin.Mahpus kalabalığından biri tamamlarcasına:— Topuksuz Antipka’nın oturduğudokuzuncu dubanın altına!Mutfak penceresinin açık camındanPolonyalılarımızı gördüm, yanlarında birkalabalık da gözüme çarpmıştı. Bir şeyanlamayarak mutfağa gittim. Gülüşmelerle,küfürlerle, (mahpuslarda ıslık yerini tutan) dilşaklatmalarıyla uğurlandım.— Beğenemedin mi? Cık-cık-cık! Çekarabanı!O güne dek hapishanede böyleaşağılanmamıştım, bu defa çok gücüme gitti.Ama öyle bir zamana rastlamıştım ki… Mutfağıntaşlığında beni soylulardan T. karşıladı. Mert,metin bir gençti; fazla eğitimi yoktu. B.’yi içtenseverdi. Mahpuslar onu bizden ayrı tutar, hattabiraz da severlerdi. Cesur, azimli, kuvvetli bir

delikanlıydı ve bu da her hareketindenanlaşılıyordu.— Ne yapıyorsunuz Goryançikov, burayagelsenize! diye seslendi.— Ne oluyor orada kuzum?— Duymadınız mı, şikâyetlerini bildirecekler.Tabii başaramayacaklar, prangalılara kim kulakverir? Elebaşıları ayıracaklar; orada durursak,isyan suçunu herkesten önce bize yüklerler.Buraya neden geldiğimizi unutmayalım. Bunlarayalnız sopa atarlar, bizleriyse mahkemeyeverirler. Binbaşı hepimizden nefret ettiği için bizimahvetmeyi canına minnet bilir. Bizi batırıpkendisi üste çıkacak böylece…M. de tam biz mutfağa girerken:— Hem de bizi ilk ele veren mahpuslar olur,diye ekledi.T. onu destekledi:— Hiç şüpheniz olmasın, acımazlar!Mutfakta soylulardan başka otuz kişi kadartoplanmıştı, epey kalabalıktı. Bunlar şikâyet

etmek istemedikleri için kalmışlardı: Kimitabansızdı, kimi de herhangi bir şikâyetinyararsız olduğu kanısındaydı. Hayatın normaldüzenini bozan, ahlaka aykırı şikâyetlerin ezelive doğal düşmanı olan Akim Akimiç deburadaydı. Sesini çıkarmadan, son derece sakinbir tavırla meselenin bitmesini bekliyordu;düzenin ve büyüklerin kesin zaferinden zerrecekaygı duyduğu yoktu. İsay Fomiç de buradaydı.Şaşkın şaşkın surat asarak durduğu yerdemerakla, korkuyla konuşmamızı dinliyordu. Sonderece huzursuzdu. Soylulara katılan, basittabakadan birkaç Polonyalı mahpus da vardı.Ruslardan da, ürkek, sessiz, ezik birkaç kişibulunuyordu. Ötekilerle işbirliğine cesaretedememişlerdi. Şimdi de kederle işin sonunubekliyorlardı. Birkaç tane de yüzü gülmez,daima sert duran, hem korkak da olmayanbirkaç mahpus da vardı. Bunlar dainatçılıklarından, bu işi saçma bulduklarından,kötülükten bir şey çıkmayacağına dair sarsılmazbir inanca sahip olduklarından kalmışlardı. Amahuzursuz gibiydiler bence; bakışlarında da

kendilerine olan güvensizlikleri seziliyordu.Şikâyetlerinde tamamıyla haklı olduklarınıanlıyorlardı; nitekim sonradan anlaşıldı zaten.Yine de kendilerini, yalnız bıraktıklarıarkadaşlarını mevki komutanına teslim etmişhainler gibi hissediyorlardı. Kalpazanlık suçuylagelip Kulikov’un baytarlık işlerinde müşterileriniçeken Sibiryalı köylü Yolkin de aramıza karıştı.İhtiyar Starodub köylüsü de yanımızdaydı.Aşçıların hepsi, kendilerini idareden saydıklarıiçin, karşı koymayı uygun görmediklerindenolacak mutfakta kalmıştı. Kararsız bir tavırlaM.’ye döndüm:— Ama bunlar haricinde herkes dışarıda,dedim.B.:— Bize ne? diye homurdandı.— Bizim çıkmamız, yüz kat daha tehlikeli.Hem de niçin çıkalım?Je haïs ces brigands.70Hem bir an bile şikâyetlerinin işe yarayacağınısanıyor musunuz? Bu saçmalığa ne diyekarışalım?

70Bu haydutlardan nefret ediyorum. (Fr.)İnatçı, hırçın bir ihtiyar mahpus söze karıştı.— Bu işten bir şey çıkmaz.Almazov bu sözleri desteklemekte gecikmedi:— Elli tanesinin sopadan geçirilmesindenbaşka bir şey çıkmaz.— Binbaşı geldi! diye bağırdı birisiHepsi merakla pencerelere üşüştü.Binbaşı kudurmuş gibi, suratı kıpkırmızı,gözlüklerini de takmış olarak geldi. Sessizce,ama hiç duraklamadan sıralara yaklaştı.Doğrusunu söylemek gerekirse, bu gibi hallerdecesaretliydi, soğukkanlılığını kaybetmiyordu.Fakat her zamanki gibi çakırkeyifti. O dakikadaturuncu kenarlı yağlı kasketi, kirli gümüşiapoletleri bile korkunç görünüyordu.Arkasından yazıcı Dyatlov geliyordu. Dyatlovhapishanede önemli bir kişiydi; hapishanede herşeyi yöneten, üstelik binbaşı üzerinde etkisi olanepey uyanık, kurnaz, içten pazarlıklı, ama pek okadar fena olmayan bir adamdı. Mahpuslar

ondan memnundu. Arkasından bizim çavuşgeliyordu, iyice bir papara yediği, bunun on katdaha fazlasını beklediği belliydi; onun daarkasından üç dört muhafız, o kadar… Galibabinbaşıya haber gönderdiklerinden beri hepkasketsiz duran mahpuslar doğruluptoparlandılar, esas vaziyet alıp taş kesildiler veamirin ilk sözünü, daha doğrusu ilk haykırışınıbeklediler. Uzun boylu beklemeye gerekkalmadı zaten. Binbaşı daha ikinci kelimesindensonra avazı çıktığı kadar, hatta tiz, cırlak birsesle bağırmaya başladı; basbayağı kudurmuşgibiydi. Pencerelerimizden safların önündekoşturup bir şeyler sorduğunu görüyorduk.Gerçi yerin uzaklığı yüzünden, ne sorduklarını,ne de mahpusların verdiği cevaplarıduyabiliyorduk. İşittiğim yalnızca binbaşının tizhaykırışlarıydı.— Asiler!.. Sıra dayağı… Elebaşılar!.. Sen…sensin elebaşıları!Bir mahkûmun üzerine atılmıştı. Cevapişitilmedi. Fakat bir dakika sonra mahpusun

sıradan ayrılıp dış karakola doğru gittiğinigördük. Onu da bir ikincisi, sonra üçüncüsüizledi.— Hepinizi mahkemeye vereceğim!Gösteririm size!Sonra açık pencerelerden bizi görünce:— Kim o mutfaktakiler? diye tiz seslehaykırdı. Hepsini buraya getirin! Hemen getirin!Yazıcı Dyatlov mutfağa, yanımıza geldi.Mutfaktaki kimsenin şikâyeti olmadığısöylenildi. Yazıcı bir koşu gidip binbaşıyasöyledi. Öteki bundan pek memnun olmuştugaliba. İki perde aşağıdan:— Şikâyetleri yokmuş ha? diye bağırdı.Olsun, hepsi buraya gelsin!Dışarı çıktık. Çıkmaktan utanıyordum adeta.Herkes yere bakarak yürüyordu zaten.— Aa, Prokofyev! Yolkin de burada… Sen demi Almazov? Haydi, buraya, bu tarafa geçin.Binbaşı tatlılıkla bize bakarak, acele acele,ama yumuşak bir sesle konuşuyordu:

— M. de buradaymış… Yaz bakalım Dyatlov!Hemen hepsini yaz; memnun olanları ayrı,olmayanları ayrı… Her birini ayrı ayrı. Listeyibana vereceksin. Hepinizi mahkemeyevereceğim… Gösteririm ben size haydut herifler!Liste yapılması etkili olmuştu. Memnunolmayanlar grubundan tereddütlü bir ses:— Biz de memnunuz! diye bağırdı.— Yaa! Memnunsunuz ha? Kimmiş omemnun olan öne çıksın.Birkaç ses daha duyuldu:— Memnunuz, memnunuz!— Memnunsunuz, öyle mi? Demekkışkırttılar? Demek aralarında asiler, elebaşılarvar ha? Öyleyse daha beter olsunlar!..Mahpus kalabalığından biri:— Ne oluyoruz Tanrım! diye bağırdı.Binbaşı hemen:— Kim, kim öyle bağıran? diye kükredi, sesingeldiği yana doğru atıldı.

— Sen bağırdın değil mi Rastorguyev? Doğrukarakola!Uzun boylu, genç, şişkin yüzlü Rastorguyevsıradan ayrıldı, ağır ağır dış karakola yollandı.Bağıran o değildi, ama kendisi gösterildiği içinitiraz etmedi.Binbaşı arkasından haykırdı:— Rahat battı size! Şunun şişmiş suratına dabak, üç günde onu… Hele durun siz! Hepinizibirer birer ayıklarım ben! Memnun olanlar, öneçıkın!— Memnunuz ekselans! diye yirmi otuz sesdaha yükseldi.Geri kalanlar ısrarla susuyorlardı. Amabinbaşının istediği olmuştu. Galiba bu işin bir anönce bitmesi onun da işine geliyordu. Aceleyle:— Hah, demek şimdihepsimemnun! dedi.Ben gördüm… Biliyorum canım. Bu hepelebaşıların işi!Dyatlov’a dönerek:— Aralarında mutlaka elebaşılar var! dedi.

İyice aramak lazım. Şimdilik… şimdilik, işbaşı.Çalın şu trampeti!Grupların işyerlerine dağılmalarına kadarayrılmadı. Mahpuslar sessiz, kederli bir tavırlaişe gidiyorlardı; hiç değilse bir an evvel gözdenuzaklaştıklarına memnunlardı. Ama binbaşı,dağılmadan sonra hemen dış karakola uğrayıp“elebaşılar”la hesaplaştı; yine de o kadar sertdavranmamış. Hatta acele eder gibiymiş. Sonraanlattıklarına göre, bir tanesi af dileyince hemenbağışlamış. Binbaşımız bir parça keyifsizgörünüyordu; belki de biraz korkmuştu. Ne deolsa şikâyet nazik bir meseleydi; gerçimahpusların şikâyeti şikâyetten sayılamazdı,çünkü üst makama değil, doğrudan binbaşıyayapılıyordu. Ama sonuçta tatsız, fena bir şeydi.İşin kötü yanı, hemen hemen tüm mahkûmlarınbaşkaldırmasıydı. Şu ya da bu şekilde işi örtbasetmek gerekliydi.“Elebaşılar”ı çabuk bıraktılar. Yemeklerimizde hemen ertesi gün iyileştiyse de pek uzunsürmedi. Binbaşı ilk günlerde hapishaneyi daha


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook