dışında bir araya toplandığını, nasıl bir tedbiralınırsa alınsın kanlı canlı insanlara cesetmuamelesi yapılamayacağını pekâlâ bilir:Mahkûmda da her insandaki duygu, intikamalma ve yaşama arzusu, türlü tutkular ve bututkuları giderme ihtiyacı değişmez. Her şeyerağmen, mahpuslardan korkmanın tamamıylayersiz olduğuna kesin olarak inanıyorum. Durupdururken kalkıp da bıçakla birine saldırmak okadar kolay değildir. Kısacası, bir tehlike olsabile, bu türden talihsiz olayların pek az olmasıbunun önemsizliğini gösterir. Şüphesiz, hükümgiymiş mahpuslardan söz ediyorum;mahpusların çoğu, hapishaneye vardıklarızaman memnunluk içindedirler (yeni bir hayataadım atmak ne de güzeldir bazen!). Bu sebeptenartık burada rahat, huzurlu bir yaşam kurmaktanbaşka istekleri yoktur, hatta aralarında enşamatacı olanların fazla arsızlık yapmalarına bileizin vermezler. Hapishane en küstah, en gözüpek mahpusları bile hemen sindirir. Ama henüzhüküm giymemiş sanıklar için iş başkadır.Böyleleri, gerçekten karşısına çıkan herhangi
birine sebepsiz saldırabilir, hatta bunu mahkemekararının arifesinde, sırf yeni bir davanın konusuolmak için bile yapabilir. Saldırısının tek sebebi,ne pahasına olursa olsun, bir an evvel “yazgısınıdeğiştirmektir”. Böyle garip psikolojik bir olaybile biliyorum.Hapishanemizde askeri suçlular arasında,mesleki hakları saklı kalmak kaydıyla yalnızcaiki yıla mahkûm edilmiş bir er vardı; dehşetligeveze ve korkaktı. Geveze ve korkak bir Rusaskerine de çok nadir rastlanır. Bizim askerler okadar meşguldür ki, isteseler bile gevezeliketmeye vakit bulamazlar. Gevezelerse hemenher zaman aylak ve korkaklar arasından çıkar.Dutov (sözünü ettiğim mahpusun adı buydu),kısa ceza süresini doldurduktan sonra yine huduttaburuna döndü. Ama düzelsin diye hapishaneyegönderilen bütün benzerleri gibi o dahapishanede bozulmuştu; bunlar çoğu zamanhürriyete kavuştuktan birkaç hafta sonra yenidenmahkemeye düşüp hapishaneye dönerler, amabu defa iki üç yıl için değil, “temelliler” sınıfındaon, on beş yılı tamamlamak için. Dutov için de
aynı şey oldu. Hapishaneden çıkışından hemenüç hafta kadar sonra, kilit kırarak birtakım şeyleraşırmış; bu yetmiyormuş gibi, bir sürü gürültüpatırtı çıkarmış. Derhal mahkemeye verilmiş veağır da bir cezaya çarptırılmış. Cezadan ödükopan zavallı korkak, sıradan geçirilmesindenbir gün önce, nezarethaneye giren nöbetçisubaya da bıçakla saldırmış. Bu hareketiylecezasını ve ağır hizmet süresini artıracağınıelbette çok iyi biliyordu. Ama buradaki yegânehesabı, dayak sırasının kendisine geldiği okorkunç anı birkaç gün ya da birkaç saatertelemekti! Yalnız o derece korkaktı ki, subayıyaralayamamıştı bile; zaten bunu yalnızca yenisuçu yüzünden tekrar yargılanmak için yapmıştı.Cezanın infazından önceki an, şüphesizmahkûm için çok fecidir; hapishanede kaldığımbirkaç yıl içinde, bu uğursuz anın arifesindeepeyi mahkûmla temas etmiştim. Mahkûmlarladaima hastanede, hasta yattığım –ki başıma sıksık gelen bir durumdu– mahpuslar koğuşundakarşılaşırdım. Bütün Rus mahpusları, kendilerineen çok merhamet edenlerin doktorlar olduğunu
bilirler. Doktorlar, diğer insanların gayriihtiyariyaptığı şeyi yapmaz, mahpuslar arasında farkgözetmezler, ha bir de basit halk tabakası. Halk,suçu ne kadar ağır da olsa mahpusuküçümsemez, çektiği cezayla başına gelenfelaketi, onu ayıplamamak için az çok bir sebepsayar. Tüm Rusya’da cinayete felaket, suçluyazavallı denmesi boşuna değildir. Son derecederin manalar içeren bir tanım. En önemlisi,tamamıyla bilinçsiz, içgüdüyle yapılmış birtanımdır. Doktorlar da çok defa, özellikle henüzhüküm giymemiş olup çekilmez şartlar altındayaşayan mahpuslar için gerçekten birerkoruyucudurlar… Bazen mahkûm, yaklaşanceza gününü hesapladıktan sonra bu korkunçanı biraz olsun ertelemek amacıyla hastaneyeyatar. Taburcu olurken de ertesi güncezalandırılacağını bildiğinden çoğu zamanbüyük bir heyecan içindedir. Bazıları yiğitliğineyediremediğinden duygularını saklamaya çalışır,ama beceriksizce takındığı sahte cesaretmaskesiyle arkadaşlarını aldatamaz. Hepsi işinfarkındadır, ama büyüklük göstererek
anlamazlıktan gelirler. En yüksek sopacezasına17çarptırılmış, askerlerden genç birkatil mahpusu anımsıyorum. Delikanlının gözücezadan o kadar korkmuştu ki, bir gün önceiçine enfiye kattığı bir tas şarabı dikmişti. Buarada şunu da söyleyelim ki, cezaya çarptırılanmahkûm mahpuslar, mutlaka yanlarında şarapbulundururlar. Bu şarap genel olarak cezagününden çok önce avuç dolusu para verilereksağlanırdı; mahkûm beş altı ay dişindentırnağından artırarak aldığı çeyrek şişe şarabıcezanın infazından bir çeyrek saat önce içer.Çünkü mahpusların inanışına göre, kafa dumanlıolunca, kırbacın ya da sopanın acısı pekduyulmaz. Ama hikâyemden ayrılmayayım.Zavallı çocuk enfiyeli şarabı içer içmez, derhalhastalanıp kan kusmaya başladı ve yarı baygındurumda hastaneye götürüldü. Bu kan kusma,ciğerlerini öyle harap etmişti ki, birkaç güniçinde verem belirtileri görülmeye başladı veçocukcağız altı ay sonra da veremden gidiverdi.Tedavisine çalışan doktorlar, hastalığınınsebebini bir türlü anlayamadılar.
17Dönemin en yüksek fiziksel cezası altı bindeğnekti. (Rd.n.)Cezanın arifesinde tabansızlaşanmahkûmlardan söz ettiğime göre, birkaçmahkûmun olağanüstü korkusuz olduğunu dabelirtmeliyim. Aldırmazlığa varan birkaç yiğitlikörneği hatırımdadır ki, aslında bu örneklerinsayısı hiç de az değildir. Mesela tanıdıklarımdanmüthiş bir cani hiç hatırımdan çıkmaz. Bir yazgünüydü. Koğuşlarda, asker kaçağı, ünlü haydutOrlov’un cezalandırılacağı, cezadan sonra dahastaneye götürüleceği hakkında bazı söylentilerdolaşmayı başladı. Hasta mahpusların hepsiOrlov’un yiyeceği cezanın çok ağır olacağıdüşüncesindeydi. Hepsi bir tür heyecaniçindeydi ve itiraf etmeliyim ki, ben de büyükbir merakla bu ünlü haydudu görmeyibekliyordum. Hakkında epey masal işitmiştim.Orlov çoluk çocuk, kadın, ihtiyar dinlemedenbüyük bir soğukkanlılıkla bıçağı vuran, kanasusamış bir cani, kuvvetine güvenen, olağanüstüiradeli bir adamdı. İşlediği cinayetlerin çoğunuitiraf etmiş, sıra dayağına çekilmesi
kararlaştırılmıştı. Cezasını çektikten sonraOrlov’u hastane koğuşuna akşamüzeri getirdiler.Ortalık iyice kararmış, mumlar yakılmıştı. Orlovyarı ölü haldeydi; beti benzi atmış, kömür gibikapkara saçları birbirine karışmıştı. Sırtıadamakıllı şişmiş, kırmızıyla mor arası bir renkalmıştı. Koğuştaki bütün mahpuslar sabahakadar onunla meşgul oldular, pansumanlarınıdeğiştirdiler, yatağının içinde çevirdiler, ilacınıverdiler, adeta kan kardeşleri ya davelinimetleriymiş gibi ona baktılar. Orlov ertesigün tamamıyla kendine geldi, hatta kalkıpkoğuşun içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmayabaşladı! Hastaneye gelişindeki o bitkin, haraphalinden sonra bu diriliği beni şaşkınaçevirmişti. Bir defasında Orlov, tayin edilen sopasayısının ancak yarısına dayanabilmişti. Doktor,dövmeye biraz daha devam ederlerse adamınyolcu olduğunu anladıktan sonra dayağıdurdurmuştu. Zaten kısa boylu, zayıf yapılı biradam olan Orlov, yargılanması sırasındakupkuru kalmıştı. Mahpusların yargılanmasınatanık olan biri, onların zayıf, bitkin, solgun
yüzleriyle hummalı bakışlarını asla aklındançıkaramaz. Ama Orlov her şeye rağmen çabukiyileşiyordu. Kuvvetli iradesi, ruhsal enerjisi onaçok yardımcı oluyordu anlaşılan. Orlovgerçekten de pek sıradan bir adam değildi. Epeyilgimi çektiğinden onunla sıkı fıkı oldum ve tambir hafta boyunca onu inceledim. Hayatımboyunca Orlov kadar güçlü, demir gibi biriradeye sahip birine rastlamadığımı açıkçasöyleyebilirim. Tobolsk’tayken ünlü bir haydutelebaşı görmüştüm. Tam anlamıyla vahşi birhayvandı ve tanımasanız bile adama bakarbakmaz karşınızda korkunç bir yaratıkbulunduğunu hissederdiniz. Adamın ruhsalahmaklığı beni ürkütmüştü. Bedeni, ruhu oderece sindirmişti ki, yüzüne ilk bakışınızdabedensel zevklere karşı doymak bilmez tutku veşehvetten başka bir ifade göremezdiniz. Eminimki, Korenev –bu haydudun adı– insanları kılıkıpırdamadan doğradığı halde, ceza karşısındapek tabansızlaşan korkağın biriydi. Orlov’saonun tam tersiydi. Bu adam, ruhun bedenüzerinde kazandığı zaferin simgesiydi. Kendisi
üzerinde sınırsız bir hâkimiyeti olduğu, her türlücefa ve cezayı küçümsediği, dünyada hiçbirşeyden korkmadığı belliydi. Onda ancak bitmekbilmeyen enerji, sürekli bir faaliyet, intikam,amacına varmak için müthiş bir hırsgörebilirdiniz. Yalnız onda her zaman görülengarip bir şişinme çok tuhafıma gitmişti. Orlov,her şeye inanılmayacak kadar yüksektenbakardı; hem bunu çaba harcayarak, kendinizorlayarak da değil, doğal olarak yapardı.Dünyada Orlov’a yalnızca kişisel üstünlüğüyleegemen olabilecek bir varlık yoktu sanırım. Herşeye sükûnetle bakar, dünyada onu şaşkınlığadüşürecek bir şey yokmuş gibi davranırdı. Diğermahpusların ona saygı beslediğini anladığıhalde, kendisi onlara pek yüksekten bakardı.Ama kibir ve küstahlık, hemen hemen bütünmahpusların bir niteliğidir. Hiç de aptal olmayanOrlov, konuşkan olmamakla beraber, garip birşekilde tok sözlüydü. Sorularım üzerinecezasının kalan kısmını bir an önce çekmek içiniyileşmeyi beklediğini, önceleri dayağadayanamayacağından ne kadar korktuğunu
açıkça söyledi. Sonra da gözünü kırparak, “Amaartık bir şeyim kalmadı.” diye ekledi, “Cezanınkalan kısmını çektikten sonra Nerçinsk’e gidengruba gönderileceğim, yarı yolda da kaçarım!Muhakkak kaçacağım! Hele şu sırtım bir iyiolsun!” Orlov, taburcu oluncaya kadarhastanede sabırsızlık içinde beş gün geçirdi.Beklerken bazen çok neşelenirdi, gülerdi. Sözümaceralarına getirerek onu yokladım. Hafifçekaşlarını çatsa da daima açıkça cevap verdi.Vicdanına ulaşıp onda bir pişmanlık uyandırmaniyetimi sezince, bana böbürlenerek yukarıdanaşağı öyle bir baktı ki, kendimi birden onungözünde konuşmaya değmez, büyükleriylekonuşmasını bilmeyen küçük ve aptal bir çocukgibi hissettim. Hatta yüzünde bana karşı bir türacıma ifadesi bile belirmişti. Kısa zaman sonrada kahkahalarla güldü, hem de alaysız, saf birgülüşle; eminim, yalnız kalıp da sözlerimihatırlayınca birkaç kere daha gülmüştür.Sonunda sırtı tamamıyla iyileşmeden taburcuoldu; hastaneden beraber ayrıldık: Benhapishaneye, Orlov’sa hapishaneden önce
karakola dönecektik. Vedalaşırken bana eliniuzattı ki, bu onun nazarında bana olan sonsuzgüveninin bir emaresiydi. Zannederim bunukendinden ve o andan memnun olduğu içinyapmıştı. Aslına bakılırsa Orlov’un beniküçümsememesine imkân yoktu; beni mutlakaboynu bükük, aciz, zavallı, kendi yanında herbakımdan aşağı bir yaratık sayıyordu. Ertesi güncezanın kalan kısmını tamamlamaya götürdüleronu…Kışlamız, kapıları kapandıktan sonrabirdenbire başka bir görünüm, bir ev, bir aileocağı görünümü alıverdi. Ancak o zamanmahpus arkadaşlarımı tabii halleriyle görebildim.Gündüzleri çavuşların, nöbetçilerin ve öbüramirlerin her an hapishaneye gelme ihtimalleriolduğundan mahpusların durumu bambaşkaolur; hepsinde bir tedirginlik sezilir, dikkatkesilmiş, hep bir şey bekliyormuş gibi bir hallerivardır. Ama kapılar kapanır kapanmaz herkesrahat rahat yerine yerleşir, hemen işiyleuğraşmaya başlar. Koğuş ansızın aydınlanıverir.Herkes, genellikle tahta şamdanlar içindeki
mumlarını yakmıştır. Kimi kundura yapmaya,kimi de elbise dikmeye dalar. Koğuşun zatenboğuk olan havası gitgide ağırlaşırdı. Birkaçkumarbaz, bir köşeye çömelmiş, yere serili kilimüzerinde kâğıt oyunu çevirirdi. Hemen hemenher koğuşta, yanında bir arşın boyunda kötü birkilim parçası, mum ve ele alınmayacak kadaryağlı iskambil kâğıtları bulunduran bir mahpusvardı. Bu malzemelerin hepsine birden“meydan”18denirdi. Meydan sahibi,oynayanlardan bir gece için on beş kapik kadarbir kira alırdı; geçimini böyle sağlardı. En çok“üç kâğıt”, “kümecik” vs. gibi kâğıt oyunlarıoynarlardı. Oyunların hepsi heyecanlı geçerdi.Her oyuncu önce cebindeki bütün metelikleriönüne yığar, bu parayı tamamen kaybetmedenya da arkadaşlarının önündekini temizlemedenkilimden kalkmazdı. Oyun gecenin geçvakitlerinde, hatta bazen de gün ağarırken,koğuş kapısının açılmasıyla sona ererdi.Hapishanenin başka koğuşlarında olduğu gibi,bizim koğuşumuzda da meteliksiz zibidiler,varını yoğunu kumara, içkiye verenler
bulunduğu gibi, anadan doğma yoksullar davardı. “Anadan doğma” deyiminin altını çizmekistiyorum. Gerçekten, halkımızın birbirindengerek durum, gerek yaşayış bakımından farklıolan çeşitli sınıflarının her birinde biraz tuhaf,kendi hallerinde kimseler bulunur; tembel falanda olmadıkları halde, nedense ömürlerininsonuna dek kadar yoksulluğa mahkûm olmakgibi bir yazgıları vardır. Aileleri yoktur, üstleribaşları perişandır, daima boynu bükük vekederlidirler; hep birilerinden medet umar ya birsefihin ya da bir sonradan görmenin elinebakarlar. Bir işin ucundan tutmak ve sorumlulukalmak onlar için bir yük, hatta ıstırap verici birşeydir. Sanki dünyaya asla kendi başlarına birşey yapmak, birilerini idare etmek için değil, sırfbaşkalarının iradesine boyun eğmek, yahut şunabuna uşaklık etmek için gelmişlerdir. Üstelikhiçbir koşulda para kazanamaz, kazansalar daellerinde tutamazlar. Daima meteliksizdirler. Bugibi insanların yalnızca basit halk arasında değil,her türlü toplulukta, mesela partilerde, basında,derneklerde de bulunduğunu fark etmiştim. Her
hapishanede, her koğuşta da vardır bunlardan ve“meydan” kurulur kurulmaz, içlerinden birihemen hizmete koşardı. Zaten nöbetçisizmeydan da olmazdı pek. Bu adam genellikle beşgümüş kapik karşılığında oyuncular tarafındantutulurdu, başlıca görevi bütün gece nöbetbeklemekti. Adamcağız maltada, karanlıkta, eksiotuz derece soğukta, altı, yedi saat titreyerek, herçıtırtıya, her tıkırtıya, avludaki her ayak sesinekulak kesilirdi. Binbaşı ya da nöbetçiler, bazengecenin geç vaktinde sessizce hapishaneye girer,oyunculara, çalışanlara baskın yaparlar ve zatenta avludan görünen fazla mumlara el koyarlardı.Nöbetçi, gelenleri malta kapısına varıncayakadar duymalıydı, çünkü kapıdaki kilidinşangırtısı duyulduğunda mumları söndürüpranzalara uzanacak zaman kalmazdı. Amanöbetçi, hatası yüzünden “meydan” sahibitarafından nasıl cezalandırılacağını pek iyibildiğinden böyle aksaklıklar binde bir olurdu.Nöbetçinin bu ağır işe karşılık aldığı beş kapik,hapishanede bile gülünç sayılacak bir paradır;ama beni asıl şaşırtan şey, hapishanede şu ya da
bu iş için tutulan hizmetçilere gösterilenacımasızlıktı. “Para verdik, iş isteriz!” kuralınaitiraz etmek olanaksızdır. Parayı veren,genellikle verdiği paranın çok daha fazlasıoranında fayda sağladığı halde, tuttuğu adamabir lütufta bulunduğu kanısındadır. Birçokları,eğlencelerde, içki âlemlerinde sağa sola hesapsızpara sarf etmelerine rağmen, kendilerine hizmetedenleri muhakkak aldatırlar; hem bunu yalnızhapishanede, “meydan”da değil, her yerdegördüm.18Rusça metinde “meydan” Türkçe olarakyazılmıştır. Hırsız jargonunda kumarhane ya dakâğıt oyunu anlamında kullanılıyor. (Rd.n.)Demin de anlatmaya başladığım gibi, kapılarkapandıktan sonra koğuşta herkes eline bir işalmıştı: Kâğıt oynayanlar bir yana, elinde işiolmayan ancak beş kişi kadardı ki, onlar dahemen yattılar. Ranzam kapının yanındaydı.Ranzamın diğer ucunda da baş başa gelmeküzere, Akim Akimiç yatıyordu. Saat ona, on birekadar şehirden epey iyi bir para karşılığı sipariş
edilen renkli bir Çin fenerini yapıştırmak içinçalıştı. Akim Akimiç, fener yapmakta pekustaydı; intizamlı çalışır, eline aldığı parçayıbitirene kadar bırakmaz, işini bitirdikten sonraher şeyi derleyip toplar, döşeğini serip duasınıokur ve huzurla yatardı. Ağırbaşlılığı, intizamseverliği yanında son derece ukalaydı, bütünaklı kıt kimseler gibi kendini olağanüstü zekisanıyordu herhalde. Akim Akimiç’e daha ilkgünden ısınamamıştım, ama daha o gün bileepey kafamı kurcaladığını ve her şeyden çok,onun gibi bir adamın hayatta başarılı olacakyerde hapishaneye düşmesine şaşırdığımıhatırlıyorum. Daha sonra Akim Akimiç’ten yinesöz ederim.Şimdi kısaca, koğuştaki arkadaşlarımı biraztarif edeyim. Birlikte uzun yıllar geçireceğimmüstakbel kader yoldaşlarımı, arkadaşlarımı,elbette derin bir merakla inceliyordum.Ranzamın hemen solunda Kafkasyalıdağlılardan bir grup vardı; çoğu hırsızlıksuçuyla, çeşitli cezalarla sürülmüşlerdi. Bunlarınikisi Lezgi, biri Çeçen, üçü de Dağıstan
Tatarıydı. Çeçen, çatık kaşlı, asık suratlınınbiriydi; hemen hemen kimseyle konuşmaz,kaşlarının altından sinsi ve nefret dolu bakar,alaylı ve adeta rahatsız edici bir gülümsemedudaklarından hiç eksik olmazdı. Lezgilerdenbiri, haydut görünüşlü uzun, ince, gaga burunlubir ihtiyardı. Ama ikinci Lezgi, Nurra, ilkgünden beri üzerimde çok iyi, çok hoş birizlenim bırakmıştı. Orta yaşlı, orta boylu, yapılı,sapsarı saçlı, açık mavi gözlü, kalkıkburunluydu, Fin kadınlarını andıran bir yüzüvardı, eskiden çok ata bindiğinden bacaklarıçarpıktı. Vücudunun her yanında kılıç, süngü,kurşun izleri vardı. Kafkasya’da çarlıklaanlaşmış gibi görünmesine rağmen, asi dağlılarlagizlice birleşerek Ruslara karşı yapılanbaskınlara katılırmış. Hapishanede onu herkesseverdi. Daima neşeli, herkese karşı güler yüzlü,hiç şikâyet etmeden çalışan, uysal, sessiz biradam olsa da, çok defa hapishane hayatınıniğrençlik ve çirkefliğinden nefret ettiği,hırsızlığa, dalavereciliğe, sarhoşluğa, kısacasıher türlü adiliğe isyan edercesine kızdığı açıkça
belli oluyordu, ama bunlar yüzünden kimseyeçatmıyor, öfkeyle omuz silkmekle yetiniyordu.Sürgünde kaldığı sürece ne bir şey çalmış, ne deherhangi bir fenalık yapmıştı. Aşırı dindardı.İbadetini hiç aksatmazdı; ramazanda oruç tutar,tam bir sofu gibi geceleri sabaha kadar duaederdi. Onu herkes sever, kimse dedürüstlüğünden şüphe etmezdi. Mahpuslar ona“Aslan Nurra” diyorlardı. Nurra, sürgünlüksüresini doldurup Kafkasya’ya, evinedöneceğinden emindi ve bir tek bu umutlayaşıyordu. Umudunu kaybedecek olsayaşayamazdı sanırım. Hapishaneye geldiğim ilkgün dikkatimi çekmişti. Öbür mahpuslarınhırçın, somurtkan ya da alaycı suratları arasındaNurra’nın temiz, sevimli yüzü hemen gözeçarpardı. Hapishaneye gelişimden daha yarımsaat geçmeden, yanımdan geçerken gözleriminiçine bakıp güldü, omzumu sıvazladı. Öncebunun manasını anlayamamıştım. Rusçayı iyikonuşamıyordu. Sonraki üç gün boyuncagülerek yanıma sokulup omzumu sıvazlamayı,daha sık tekrarlamaya başladı. Bu halleriyle
kendince bana acıdığını, hapishaneye girişiminbana ne kadar ağır geldiğini hissettiğini,dostluğunu ve himayesini sunduğunu, banakuvvet vermek istediğini göstermeyeçalışıyordu. Ne iyi yürekli, ne saf adamdınNurra!Dağıstanlı Tatarlar üç kişiydi, üçü de özkardeşti. İkisi yaşlıydı. Üçüncüleri Ali’yse, yirmiiki yaşındaydı, ama daha da genç gösteriyordu.Ranzada tam benim yanımda yatıyordu.Yakışıklı, zeki, saf, aynı zamanda temiz yüzlübir çocuktu ve ilk karşılaşmamızdan beri benikendisine bağlamıştı; ranzada en yakın komşumolmasına da çok sevinmiştim. Güzel, hattaolağanüstü denecek kadar güzel yüzündenbütün içini okumak mümkündü. İnsana güvenveren çocuksu gülümsemesine, yumuşaklık vesevgi dolu iri siyah gözlerine baktıkça yalnızderin bir zevk değil, hüzün ve keder deduyardım. Bu söylediklerimde en ufak birabartma yok. Memleketindeyken bir günağabeylerinden biri (Ali’nin beş ağabeyi vardı,ikisi bir fabrikada çalışıyordu) kılıcını alıp yola
çıkmak üzere atını hazırlamasını emretmiş. Dağlıailelerde büyükler öylesine sayılır ki, çocuknereye gideceklerini sormayı aklının ucundanbile geçirmemiş. Ağabeyleri de yapacaklarınıküçüğe bildirmeye gerek duymuyorlar. Oysaeşkıyalığa gidiyorlarmış. Zengin bir Ermenitüccarın yolunu kesip soymayı kuruyorlarmış.Planlarını da uygulamışlar; muhafızlarıylaErmeni’yi öldürüp bütün mallarını almışlar.Fakat yaptıkları kısa zamanda ortaya çıkmış:Altısı da yakalanıp mahkemeye verilmiş vesuçları kesinleştikten sonra ağır kürek cezasıylaSibirya’ya sürülmüşler. Ali’ye mahkemeninyapabildiği bütün yardım, ceza süresininkısaltılması olmuş: Dört yıla mahkûm edilmiş.Ağabeyleri onu çok severlerdi; bu kardeşsevgisinden çok, bir baba muhabbetiydi. Küçükkardeşleri sürgün hayatında onlar için tekavuntuydu. Ali’yle konuştukları zaman asık, sertyüzlerinde daima bir tatlılık belirirdi (ama hâlâciddi konular üzerinde konuşulmayacak kadarküçük saydıklarından onunla pek azkonuşurlardı); Ali’ye bir şey sorup cevabını
aldıktan sonra bakışmalarından, şefkatligülümseyişlerinden, onunla neşeli, çocukçaşeylerden söz ettiklerini anlıyordum. Ali’yseağabeylerine karşı o derece saygılıydı ki, onlaraherhangi bir konudan söz etmeye asla cesaretedemezdi. Bu çocuğun sürgünde kaldığı süreiçinde yumuşak kalpliliğini, sevimlilik venezaketini koruması, her zaman için namuslukalarak ahlakça asla bozulmaması, gerçektenkolay anlaşılabilir bir mesele değildir. Bununlaberaber, Ali bütün uysallığına rağmen azimli,çelik gibi bir çocuktu. Onu sonraları daha iyitanıyabildim. Bakire bir kız kadar iffetliydi;hapishanedeki her türlü ahlakdışı hareket ya dahaksızlığa duyduğu öfke, güzel gözlerininiçindeki vahşi parıltıdan kolayca anlaşılırdı. Buparıltı, gözlerini bir kat daha güzelleştirirdi.Fakat kimseyle dalaşmayı, kavga etmeyisevmezdi; gene de kendine yapılan hakaretinacısını mutlaka çıkarırdı. Lakin herkes tarafındansevildiği ve korunduğu için, böyle bir durumhemen hemen hiç meydana gelmezdi. Banakarşı ilk zamanda yalnızca nazikti. Sonraları,
yavaş yavaş, onunla sohbet etmeye başladım;birkaç ay sonra çok iyi Rusça konuşuyordu,ağabeyleriyse, sürgünlükleri boyunca bunu birtürlü başaramadılar.Ali’yi çok zeki, alçakgönüllü ve düşüncelerinipek güzel biçimde anlatabilen bir çocuk olarakgörüyordum. Şunu şimdiden söyleyeyim ki,Ali’ye hiçbir zaman için sıradan bir insangözüyle bakmadım; onunla karşılaşmamız,hayatımın en iyi rastlantılarından biridir. İnsanlararasında ince ve güzel yaratılmış, sahip olduğuerdemler yönünden öyle zenginleri vardır ki,zamanla değişip bozulmaları imkânsız gibigörünür. Onlar için gönlünüz her bakımdanrahat olabilir. Benim de Ali’den yana içim rahat.Kim bilir nerelerde şimdi?Hapishaneye geldiğimden epey sonra, bir günranzama uzanmış epey sıkıntılı düşünceleredalmıştım. Henüz yatma zamanı gelmediğihalde, çalışmayı çok seven ve hiçbir zaman boşdurmayan Ali, o anda bir şeyle uğraşmıyordu.Zaten öbür Müslüman arkadaşları da o gün
bayramları olduğu için çalışmıyorlardı. Ellerinibaşının altında kavuşturarak uzanmış, bir şeylerdüşünüyordu. Birdenbire:— Burada canın çok sıkılıyor, değil mi? diyesordu.Bana karşı her zaman oldukça resmiykenşimdi pek samimi şekilde böyle bir soru sormasıbeni şaşırtmıştı; dikkatle bakınca, yüzünde öylebir keder, anıların verdiği öyle bir acı gördüm ki,o sırada asıl onun canının son derece sıkıldığınıderhal anladım. Ona bu tahminimi söyledim. İçgeçirip mahzun mahzun gülümsedi. Bu çocuğuntatlı, içtenlik dolu gülümseyişini pek severdim.Gülümserken görünen iki sıra inci gibi dişi,dünya güzelini bile imrendirirdi.— Galiba Ali, dedim, şimdi Dağıstan’da nasılbayram ettiklerini düşünüyorsun. Kim bilir, nekadar güzeldir orası.Özlem taşan bir sesle:— Öyle!.. diye mırıldandı ve birden gözleriparladı. Bunu düşündüğümü nereden bildin?
— Bunu bilmeyecek ne var? Orası buradandaha iyidir, değil mi?— Ah! Bırak ne olur…— Şimdi orası cennete dönmüştür, her yantürlü türlü çiçeklerle doludur herhalde!..— Oof, of! Hiç sorma…Aşırı bir heyecan içindeydi.— Bana baksana Ali, kız kardeşin var mıydısenin?— Vardı. Niçin sordun?— Sana benziyorsa, kim bilir ne kadargüzeldi.— Bana benzemesini bırak da, güzellikteDağıstan’da bir eşi daha yoktu. Ah, öyle güzeldiki kardeşim! Onun gibisini ömründegörmemişsindir. Annem de çok güzeldi.— Seni çok sever miydi?— Ah! Ne diyorsun! Benim için kederindenölmüştür belki. En sevdiği oğluydum. Kızkardeşimden, herkesten fazla beni severdi… Bu
gece rüyamda gördüm onu. Baş ucumdaağlıyordu.Sustu ve o akşam tek kelime daha etmedi.Ama bundan sonra her zaman, hep benimlekonuşma fırsatı aramaya başladı; yine de banakarşı duyduğu saygıdan dolayı hiçbir vakitkendisi söze başlamazdı. Bu yüzden ben onunlakonuşunca çok sevinirdi. Kafkasya’ya, eskihayatına dair sorular sorardım. Ağabeyleribenimle konuşmasına engel olmuyordu. Hattabundan memnundular. Ali’yi gittikçe daha fazlasevdiğimi görünce, onlar da bana dahayakınlaşmaya başladılar.Hapishanedeki işlerde Ali’nin çok yardımınıgörüyordum. Koğuşta da elinden geldiği kadarhizmetime koşuyordu; bana teselli vermekten,yararlı olmaktan zevk aldığı belliydi. Bütünbunları hiçbir çıkar gözetmeden, yalnızcaarkadaşlık duygusuyla yapmasından ötürü,hareketlerinde onu küçültecek hiçbir şey yoktu;hem Ali bana karşı duyduğu bağlılığı artıksaklamıyordu da. Elişlerinde çok yetenekli olan
Ali çamaşır onarmayı, kundura yapmayı vesonradan biraz da marangozluğu öğrendi.Ağabeyleri onu methediyorlar, küçükkardeşleriyle övünüyorlardı. Bir gün:— Baksana Ali, dedim, niçin Rusça okuyupyazmayı öğrenmiyorsun? Öğrenirsen, ilerideSibirya’da çok faydasını görürsün.— Çok isterim. Ama kimden öğreneyim?— Burada okuryazar mı yok? İster misin sanaben öğreteyim?— Ah, ne olur öğret!Ranzasında doğrulup yalvarır gibi baktı. Ertesiakşam da derse başladık. Yanımda, hapishanedeyasak edilmemiş İncil’in Rusça çevirisi vardı.Ali, alfabeye hiç gerek kalmadan, yalnızca bukitapla birkaç hafta içinde okumayı mükemmelöğrendi. Üç ay sonra okuduğunu tamamıylaanlıyordu. Coşkuyla, kendini vererek okuyordu.Bir gün İsa’nın vaazını okuduk. Bazı yerleriözellikle duyarak okuduğunu gördüm.Okuduğunun hoşuna gidip gitmediğini sordum.
Ali bana baktı, kızardı.— Ah, evet! dedi. Gerçekten, İsa da Allah’ınpeygamberiymiş; o da, Allah’ın kelamınıtekrarlıyormuş. Ne kadar da güzel sözleri!— En çok neresi hoşuna gitti?— Bağışla, sev, fenalık yapma, düşmanlarınıda sev dediği yerler. Ne güzel söylemiş!Konuşmamızı dinleyen ağabeylerine döndü,hararetle bir şeyler anlatmaya başladı. Aralarındauzun uzun, ciddi bir tavırla konuştular; arada birbüyükler, sözlerini doğruluyormuş gibi başsallıyorlardı. Biraz sonra dudaklarında, özelliklevakarını sevdiğim hoş ve azametli Müslümangülümsemesiyle bana döndüler ve onların daİsa’nın peygamber olduğuna, büyük mucizeleryaratabileceğine inandıklarını söylediler; kendikutsal kitaplarında yazıldığına göre, İsaçamurdan bir kuş yapmış, üzerine üflemiş vekuş uçuvermiş… Bunlardan söz edip İsa’yıöverken beni son derece memnun ettiklerineemindiler, Ali de ağabeylerinin bu hareketindenötürü memnunluk içindeydi.
Yazı derslerimiz de büyük başarıylailerliyordu. Ali bir yerden kâğıt, kalem,mürekkep edinmişti (benim, paramla almamaizin vermedi); iki ayda yazmayı da söktü.Ağabeyleri şaşkınlık içindeydiler. Son derecegurur ve memnunluk duyuyorlardı. Bana nasılteşekkür edeceklerini bilemiyorlardı. İş sırasındaaynı gruba düşersek yardımıma koşuyor, bunukendileri için bir mutluluk sayıyorlardı. Ali’denhiç söz etmiyorum, zira beni neredeyseağabeyleri kadar seviyordu. Hapishanedençıkışını hiç unutamayacağım. Beni koğuşunarkasına götürdü. Orada boynuma atıldı,ağlamaya başladı. O zamana kadar beni neöpmüş, ne de yanımda ağlamıştı. “Bana o kadariyilik ettin, senden o kadar yardım gördüm ki,kendi anamla babamdan bile senin iyiliğinigöremem belki; beni adam eden sensin, Allah buiyiliğinin mükâfatını versin, seni ölünceye dekunutmayacağım…” dedi.Şimdi kim bilir neredesin benim sevgili,sevimli Ali’ciğim!..
Çerkezlerden başka, koğuşumuzda bir sürüPolonyalı vardı; bunlar ayrı ve hemen hemenöteki mahpuslarla hiç temas etmeyen bir ailegibiydiler. Daha önce de söylediğim gibi,bunların Rus mahpuslarına karşı duyduklarınefret, aynı ölçüde genel bir nefretlekarşılanıyordu. Altı kişiydiler; yıpranmış,hastalıklı insanlardı. Birkaçı okumuş, aydınkimselerdi; onlardan sonra ayrıca ve genişşekilde söz edeceğim. Hapishanedeki sonyıllarımda onlardan tek tük kitap alabiliyordum.İlk okuduğum kitap üzerimde kuvvetli, garip vebambaşka bir etki bırakmıştır. Bu etkiden ilerideayrıca söz edeceğim. Bana çok ilginç gelse depek çoklarının bundan hiçbir şeyanlamayacağına eminim. Öyle konular vardır ki,bunlar hakkında ancak denedikten, baştangeçtikten sonra yargıya varılabilir. Bir örnekvereyim: Bence manevi yoksunluklar, bütünmaddi azaplardan çok daha ağırdır. Sıradan birinsanın sürgünde karşılaşacağı muhit yine kendimuhiti, hatta daha da gelişmiş bir muhit olacaktırbelki. Şüphesiz yurdunu, ailesini ve bunlar gibi
değerli pek çok şeyini kaybetmiştir, fakat muhiti,yine her zamanki muhitidir. Aydın bir kimse ise,yalnızca kanuna uyularak aşağı tabakadanbiriyle aynı cezaya çarptırılmakla çok defaötekine göre daha zararlı çıkmıştır. Artık tam biryoksunluğa katlanıp alışkanlıklarının çoğundanvazgeçmek, onu doyurmayacak bir çevreyletemas etmek ve bir türlü alışamayacağı birhavayı solumak zorundadır… Tam sudan çıkmışbir balık gibidir… Böyle bir adama, kanununkendisi için uygun gördüğü ceza on kat dahaağır gelir. Bu bir gerçektir… Hatta üzerindefedakârlık yapılacaklar yalnızca maddi alana aitolsa bile…Evet, Polonyalılar aramızda bağımsız bir grupteşkil ederdi. Altı kişilik ayrı bir kitleydiler vedaima birlikteydiler. Koğuşumuzun bütünmahpusları arasında yalnızca bir Yahudiyiseverlerdi; muhtemelen sırf onları eğlendirdiğiiçin. Gerçi diğer mahpuslar da hep alayaalmalarına rağmen, bizim Yahudiyi pekseverlerdi. Bir taneydi bizde; şimdi bile onuhatırlayınca gülmekten kendimi alamıyorum.
Onu her görüşümde Gogol’ünTarasBulba’sındaki Yahudi Yankel aklıma gelirdi;Yankel karısıyla geceleyin yük dolabına girmeküzere soyununca, tıpkı yumurtadan çıkmış bircivcive benzemişti. İşte bizim Yahudi İsayFomiç de, tıpkı tüyleri yolunmuş bir civcivebenziyordu. Elli yaşlarında, kısa boylu, cılız biradamdı; kurnaz olmakla beraber, zeki değildi.Küstah ve kavgacıydı, ama son derecetabansızdı. Yüzü birtakım çizgilerle, kırışıklarladoluydu; alnında, yanaklarında ceza sekisindevurulan sürgün damgası vardı. Onun altmışkırbaca nasıl dayandığına bir türlü aklımermezdi. Cinayet suçuyla sürülmüştü. BaşkaYahudilerin bir doktordan elde edip kendisinehemen cezadan sonra verdikleri bir reçeteyi hiçyanından ayırmazdı. Bu reçeteyle alınacakmerhem, mahkûmlara vurulan damgayı iki haftaiçinde çıkarıyordu. Hapishanede bu merhemikullanmaya cesaret edemeyen İsay Fomiç, on ikiyıllık ceza süresinin bitmesini bekliyordu;hapishaneden çıktıktan sonra bu reçetedenmutlaka faydalanacaktı. Bir gün bundan söz
ederken, “Bu damgalar suratımda kaldıkçaevlenemem, oysa ben evlenmeyi pek istiyorum.”demişti. İsay Fomiç’le çok iyi arkadaştık. Herzaman son derece neşeliydi. Sürgün hayatı onaağır gelmiyordu; mesleği kuyumculuktu ve tekbir kuyumcusu olmayan şehirden boyuna siparişyağdığı için İsay Fomiç ağır işlerdenkurtuluyordu. Mahpuslara faizle, rehinle paraveren hapishane tefecisi de ondan başkasıdeğildi elbette. Benden önce gelmişti;Polonyalılardan biri onun gelişini uzun uzunanlatmıştı. Bu gülünç olayı ileride anlatacağım;zaten İsay Fomiç’in üzerinde birkaç kere dahaduracağım.Kışlamızın diğer mahpuslarıysa şunlardı:Starodub köylerinden gelen ihtiyarın daaralarında bulunduğu dört ihtiyarStaroobryadets; iki, üç asık suratlı Ukraynalı;ince yüzlü, sivri burunlu, yirmi üç yaşındaolmasına rağmen sekiz cana kıymış bir katil;içlerinden biri koğuşumuzun adeta soytarısı olanbir kalpazan grubu ve suratsız, kafaları tıraşlı,çirkin, ağızlarını açmayıp çevresine kıskançlıkla,
kinle bakan (görünüşe göre uzun yıllar boyuncaböyle somurtup herkese kinle, yan yan bakmayakararlıydılar) birkaç adam daha. Bütün bu tarifettiklerimi, yeni hayatımın kasvetli ilk gününde,is ve duman, küfür, anlatılmaz bir hayasızlık,kötü bir hava, pranga şangırtısı, arsızcakahkahalar arasında belli belirsiz farkedebiliyordum. Başımın altına elbisemi koyarakranzama, kuru tahta üzerine (henüz döşeğimyoktu) uzandım; üzerime gocuğumu çektim,ama ilk günün dehşet verici, beklenmedik izleribeni öylesine hırpalamış, bitkin düşürmüştü ki,uzun zaman gözlerimi kapayamadım. Yenihayatım başlıyordu artık. Hiç tahmin etmediğim,aklımın ucundan geçmeyen onca şey bekliyordubeni…
V: Birinci AyHapishaneye gelişimden üç gün sonra işbaşıyapma emrini aldım. İçinde bulunduğumolağandışı duruma kıyasla pek ilginç şeyleryaşamasam da, ilk iş günümü gayet iyihatırlıyorum. Bu da ilk izlenimlerimden biri işte;zaten o zamanlar her şeyi aşırı bir meraklaincelemeye devam ediyordum. İlk üç günü peksıkıntılı geçirdim. İkide bir kendi kendime, “İşteyolculuğumun sonu: Sürgündeyim! Burada, birköşecikte daha yıllarca kalmak zorundayım;hem de hiç istemediğim, hastalıklı duygulariçinde… Ama kim bilir? Yıllar sonra bu köşedenayrılırken belki de burayı arayacağım!..”diyordum; içimde yaramı boyuna kurcalayıpverdiği acıdan zevk alma ihtiyacı vardı ki,felaketimin büyüklüğünün bilincine varmakcidden zevk veriyordu. Yılların beni bu köşeyide arayacak hale düşürmesi ihtimalinden dehşetduyuyordum; insanın, ne derece büyük olursaolsun her türlü felakete alışıverdiğini daha o
zamanlar sezmeye başlamak da ürkütüyordubeni. Ama bütün bunlar şimdiden düşünülecekşeyler değildi; şimdi çevremdeki her şey aykırı,her şey korkunçtu… yani her şey böyle değilsebile bana öyle geliyordu. Mahpus arkadaşlarımınbeni vahşi bir merakla seyretmeleri, çevrelerindebirdenbire türeyen bir soylu acemiyegösterdikleri bazen nefrete varan aşırı sertlikbeni öylesine hırpalamıştı ki, bir an önce işebaşlamak istiyordum; hiç olmazsa durumumunbütün feciliğini bir an önce öğrenir, herkesinyaşayışına ayak uydurmaya çalışırdım. Tabii osıralarda burnumun dibinde olup biten birçokşeyi, durumun bütün kötülüğüne rağmenmemnunluk verebilecek bazı olayları farkedemiyordum. Bununla beraber, rastladığımbirkaç ilgi çekici ve sevimli yüz, bana bu ilk üçgünde bile epey güç vermişti. En çok yakınlıkgösteren Akim Akimiç’ti. Ama öbürmahpusların somurtkan, kinci suratları arasındada birkaç iyi, birkaç neşeli yüz seçebildim.Kendimi avutmak için: “İşte her yerdeki gibi,burada da kötü insanların yanında iyileri de
bulunuyor…” diye düşündüm, “Kim bilir? Belkibunlar daötekilerden, yani duvarlarındışındakilerden daha kötü değildirler.” Biryandan böyle düşünüyor, bir yandan dadüşüncemde yanıldığımı sanarak başımısallıyordum; ah Tanrım! Tahminimde ne kadarda haklıymışım meğer!Örneğin, koğuşumuzda ancak yıllar sonra tamolarak anlayabildiğim bir mahpus arkadaşımvardı; sürgün hayatım boyunca hep beraber, hepyan yanaydık. Bu mahpus, Suşilov’du. Birazönce, öbür insanlardan dahakötü olmayanmahpuslardan söz açınca hemen o hatırımageldi. Bana hizmet ederdi. Ondan başka birhizmetkârım daha vardı. Bu, Akim Akimiç’inbana en başta salık verdiği Osip adlı birmahpustu; Osip mahpuslar için çıkan karavanayıyiyemezsem ve durumum elverişli olursa, aydaotuz kapik karşılığında her gün ayrı yemekyapacaktı. İki mutfağımız için gerekli dört aşçı,mahpuslar arasından seçilirdi, ama seçilenleristerlerse bu görevi kabul etmeyebilir, etseler deistedikleri zaman işten çekilebilirlerdi; Osip işte
bu dört aşçının biriydi. Aşçılar işe gitmezlerdi;tüm görevleri ekmek, yemek pişirmektenibaretti. Mahpuslar arasında onlara “striyapka”(aşçı kadın) denirdi, ama aşçılarıküçümsediklerinden değil, kendilerince hoş birşaka yapmış olmak için söylerlerdi; zatenaşçılarımızın da buna aldırdıkları yoktu. Osip,hemen her zaman aşçı seçilirdi; böylelikle arkaarkaya birkaç yıl aşçılık etti, yalnız ara sıra canıçok sıkılıp da şarap kaçakçılığı yapmak isteğipek şiddetlenirse, bir süreliğine işini bırakırdı.Sürgüne kaçakçılık suçuyla geldiği halde eşi azbulunur namuslu, ahlaklı bir adamdı. Daha önceandığım dev yapılı, dayaktan ödü kopan şarapkaçakçısı oydu işte. Sakin, sessiz, herkese iyidavranan bir adamdı ve hiç kimseyleaslakavgaetmezdi; yalnız bütün korkaklığına rağmen, eskimesleğine karşı duyduğu tutku yüzünden, şarapkaçakçılığından bir türlü vazgeçemezdi. Osip dediğer aşçılar gibi şarap satardı, ama risk almayacesaret edemediğinden, işi diğerleri, meselaGazin kadar geniş ölçüde değildi. Osip’le aramızçok iyiydi. Yemeğimi kendi imkânlarımla
sağlıyordum, ama bu bana pek pahalıya malolmuyordu. Yanlış hatırlamıyorsam yemekmasrafım, elbette hapishane ekmeği haricindeayda bir gümüş rubleyi geçmezdi; arada çokacıkınca, tiksinmeme rağmen verilen lahanaçorbasından içerdim, gerçi sonradan bu tiksintimtamamen geçti. Genellikle her gün bir funt etaldırırdım. Kışın etin funtu yarım kapikti. Etalmaya çarşıya her koğuşun kendi sakatı giderdi;bunlar çarşı pazardan, mahpusların günlükihtiyaçlarını da gönüllü olarak ya da çok küçükbir bahşiş karşılığında temin ederlerdi. Bunukendileri için yaparlardı aslında, zira aksi haldehapishanede kimse onları rahat bırakmazdı.Böylelikle şarap haricinde tütün, yerli çay, et,kalaç vs. gibi birçok şey sakatlar aracılığıylahapishaneye girerdi. Şarabı sakatlar yoluylasokmaya çalışan olmazdı zaten, bununlaberaber, arada bir onların da nasiplendiği olurdu.Osip, birkaç yıl boyunca bana her gün yalnızcabir parça et kızartması verdi. Artık bu etin nasılkızartıldığını da Tanrı bilir. Asıl ilginç olanı, bubirkaç yıl içinde Osip’le hemen hemen bir kere
bile şöyle uzunca bir sohbetimiz olmayışıydı.Çok defa onunla konuşmaya başlardım, fakatOsip konuşmayı devam ettirmeyi beceremezdi:Ya birden sırıtıverir ya da yalnızca birevetveyahayır’la geçiştirirdi. İnsanın bu yedi yaşındakiçocuk Herkül’ü garip bulmaması elde değildi.Osip’ten başka, bir de Suşilov bana yardımediyordu. Onu ne çağırmış, ne de aramıştım.Basbayağı kendisi beni bulup hizmetime girdi;hatta bunun ne zaman, nasıl olduğunu dahatırlayamıyorum. Hizmetimi görmeyeçamaşırımı yıkamakla başlamıştı. Kışlanınarkasında büyük bir bulaşık çukuru kazılmıştı.İşte bu çukurun üstünde, beylik teknelerdemahpusların çamaşırı yıkanırdı. Suşilov bundanbaşka, gönlümü kazanmak için bin türlü işimekoşardı: Çayımı kaynatır, istediğim bir şeyleribulur, ceketimi onarıma götürür, ayda dört defakunduramı cilalar, buna benzer birçok faydalı işdaha görürdü; bunları da büyük bir çabayla,telaşla, işi başından aşkın bir tavırla yapardı,kısacası hayatını benimkine uydurmuş, tümişlerimi de üzerine almıştı. “Şu kadar gömleğiniz
var, ceketiniz yırtılmış…” vs. yerine “Bizdeşukadar gömlek var,ceketimizyırtıldı…” dediğiçok olmuştu. Beni gözü gibi sakınır ve galibabunu hayatının biricik ödevi sayardı. Hiçbirzanaat ya da mahpusların deyimiyle elişi sahibideğildi; ihtimal, yalnızca benden birkaç kapikkazanırdı. Hizmetlerini durumumun elverdiğiölçüde, yani oldukça az bir parayla ödememerağmen, Suşilov hiç itiraz etmez, daima memnunkalırdı. Birinin hizmetinde olmadanyapamayanlardandı ve efendi olarak beniseçmesinin nedeni de benim diğerlerine kıyasladaha nazik, hizmetini takdirde daha adilolmamdı sanırım. Suşilov da hiçbir zamanzenginleşip vaziyetini düzeltemeyenler, geceleribeş gümüş kapik karşılığında maltada, soğuktantir tir titreyerek “meydanları” bekleyip görevindekusur ettikçe hatasını sırtıyla ödeyenlertakımındandı. Bunlardan daha önce sözetmiştim. Böylelerinin temel karakteristiği hervakit, her yerde, hemen herkesin önündekendilerini küçültmek ve genel işlerde ikinci biledeğil, üçüncü derecede kalmaktır. Yaradılışları
bunu gerektirirdi. Suşilov pek zavallı, sessiz,boynu bükük bir adamdı; hatta her zaman dayakyemiş gibi bir hali vardı ki, aramızda kimse onael kaldırmazdı. Ondaki bu ezilip büzülme deyaradılışındandı. Nedense ona her zamanacırdım. Hatta bu duyguyu hissetmeden onabakamazdım bile; ama bunun sebebini kendimde bilemezdim. Onunla da doğru dürüstkonuşmak mümkün değildi; ağır bir iş saydığıkonuşmayı bir türlü beceremezdi. Ancak birkaçkelimelik konuşmamızın sonunda ona bir görevverir ya da bir yere yollarsam, o zamancanlanıverirdi. Hatta hizmetime koşmaktansevinç duyduğuna artık iyice kanaat getirmiştim.Ne uzun ne kısa, ne güzel ne çirkin, ne genç nede ihtiyar, biraz çopur ve hafif sarışın biradamdı. Hakkında kesin bir tanım yapmakolanaksızdı. Yalnız tahminlerime göre, Sirotkingibi arkadaşlarına bağlıydı, ama sırf acizliği veitaatkârlığı yüzünden böyle olduğuna eminim.Mahpuslar bazen Suşilov’la alay ederlerdi. Heleonun, kafile Sibirya’ya gelirken yolda bir kırmızımintanla bir gümüş ruble karşılığında başkasının
yerine geçmesine pek takılırlardı. İşte Suşilov’unkendisini yok pahasına satması mahkûmlarınalay konusu olmasına yol açmıştı. Başkasınınyerine geçmek, yerine geçilen kimseninkimliğiyle birlikte yazgısını da almak demektir.Bu garip olduğu kadar gerçektir; bu düzenbenim zamanımda bile Sibirya’ya sürülenmahpuslar arasında birtakım belli, gelenekleşmişşartlar gözetilerek sürdürülürdü. Önceleri böylebir şeyin yapılabileceğine bir türlü aklımyatmıyordu, ama sonunda, gördüklerimkarşısında inanmak zorunda kaldım.Bu iş şöyle olur: Örneğin Sibirya’ya birmahkûm kafilesi gönderilir. Her türlüsü, ağırhapse, fabrikada çalışmaya ya da doğrucasürgüne mahkûm edilmişi bir aradadır. Yolda,mesela Perm eyaletine gelince, sürgünlerden biribaşkasının yerine geçmek ister. Adamöldürmeden ya da başka ağır bir suçtan hükümgiymiş olan, diyelim ki Mihaylov’un, uzun yıllarsürgünde ömür çürütmek işine gelmiyor. Hemde açıkgöz, bu işte pişmiş, tecrübeli herifin biridiyelim; kafilede cezası daha hafif, şaşkın, kendi
halinde bir mahkûmu gözüne kestirir: Böylebirinin cezasına, yani fabrika ya da kısa sürelisürgüne ve hatta süresi az olan ağır hapse bileçoktan razıdır. Nihayet Suşilov’u bulur. Birsoylunun uşağı olan Suşilov yalnızca sürgüncezasına çarptırılmıştır. Bin beş yüz verstyürümüştür, beş parasız olduğu bellidir –Suşilovgibilerinin cepleri hep tamtakırdır– bitkindir,verilen yiyeceklerle yarı aç yarı toktur, beylikelbisesinden başka bir şeyi yoktur, şunun bununhizmetine yok pahasına koşmaktan bezmiştir.Mihaylov, Suşilov’la konuşmaya başlar, önceahbap, sonra da arkadaş olurlar; sonunda,duraklardan birinde Mihaylov, Suşilov’a şarapsunar ve kendi yerine geçmesini teklif eder.“Ben de,” der, “sürgüne gidiyorum, ama bildiğinsürgüne değil, şu ‘ayrı bölüm’e. Gerçi o dasürgün, ama ‘ayrı’ olduğuna göre, herhalde orasıdaha iyi olacak.” Petersburg’daki bazı büyükamirlerin bile bu ayrı bölüm hakkındaki bilgileripek azdı. Bu ayrı ve özel bölüm, Sibirya’nınıssız köşelerinden birinde, pek az mahkûmun(benim zamanımda yetmiş kişiydiler)
gönderildiği bir yerdi; neresi olduğunu bilenyoktu. Sonradan Sibirya’da eskimiş, burayı iyibilen bazı kimselerle karşılaşmıştım; onlar bile“ayrı bölüm” diye bir şeyin varlığını ilk defabenden duyuyorlardı. Ceza kanununda bununüzerine ancak beş altı satır vardır: “Sibirya’daağır hapse mahkûm olanlar için bir yerkuruluncaya kadar, filan hapishane nezdinde enönemli mahkûmlar için bir ayrı bölümbulunacaktır.” Bu bölümün mahpusları bileorada ne kadar zaman yatacaklarını bilmezlerdi.Kanunda da süre üzerine bir kayıt yoktu; “ağırhapse mahkûm olanlar için bir yer kuruluncayakadar…” denmişti o kadar; bu da “sürgünboyunca” demekti. Şu halde Suşilov’un da,bütün kafilenin de, hatta bizzat oraya sürülenMihaylov’un bile ayrı bölüm hakkında en ufakbilgisi olmaması doğaldı; belki çok ağır suçuyüzünden şimdiye kadar üç dört bin verst gibiuzun bir yol yürüyen Mihaylov, ayrı bölümünnasıl bir yer olacağını tahmin edebilirdi. Elbetteki, onu gönderdikleri yer öyle ahım şahım birşey olmayacaktı. Oysa Suşilov yalnızca sürgüne
gidiyordu, bundan daha iyi bir fırsat olur mu?“Sen benim yerime geçer misin Suşilov?” Zatensaf, iyi kalpli olan Suşilov bir de çakır keyiftir;ona yakınlık gösteren Mihaylov’a karşı şükranve minnet duyduğundan bu teklifi geri çevirmez.Hem de kafile arkadaşlarından, bir mahkûmunbir başkasının yerine geçebileceğini işitmiştir;demek ki, bu teklifte olağanüstü bir şey yoktur.Anlaşırlar. Vicdansız Mihaylov da Suşilov’unaşırı saflığından yararlanarak bir kırmızımintanla bir gümüş ruble karşılığında onunkimliğini sahiplenir ve bunları hemen tanıklaryanında adama teslim eder. Ertesi gün Suşilovartık sarhoş değildir, ama yine içirirler; hoş,zaten itiraz edecek hali yoktur: Gümüş rubleyide, kırmızı mintanı da çoktan satıp parayı daiçkiye vermiştir. Razı değilse, parayı geri versinbakalım. Ama zavallı Suşilov koca gümüşrubleyi nereden bulup da versin? Hemanlaşmayı bozup, hem de parayı vermemeyekalkışsa, derhal çevreden tehditler yağmayabaşlar. Verilen söz mutlaka tutulmalıdır; bundandönüş yoktur. Ayaklarının altında çiğnerler.
Bayıltıncaya kadar döver, hatta hiç uğraşmadanöldürürler; en azından müthiş bir korku vedehşet verirler.Aslında mahkûmlar topluluğu bu işte tek birdefa hoşgörülü davransa, bu birbirinin yerinegeçme düzeni kökünden ortadan kalkardı.Mahkûmlar bunu kendi ortak davaları olarakbenimsemeselerdi, verilmiş bir sözüntutulmaması, yahut parayı aldıktan sonra birpazarlığın bozulması halinde kime şikâyetedilebilirdi? Neyse, sonunda Suşilov yalvarsa dapara etmeyeceğini görür ve sessizce katlanmayakarar verir. Durumdan bütün kafile haberdaredilir: Gereken kimselere hediye verilip içkiziyafetleri ihmal edilmez. Doğaldır ki,böylelerine bilmem hangi cehennemin dibinegidenin Mihaylov veya Suşilov olması vız gelir;hele şarabı içip türlü ikram gördükten sonraonlara düşen tek şey susmaktır. Bundan sonrailk durakta yapılan yoklamada “Mihaylov!” adıünlendiğinde Suşilov “Benim!” diye karşılıkverir, “Suşilov!” dendiğindeyse Mihaylovcevaplar ve yola devam ederler. Her şey olmuş
bitmiştir; artık kimse bundan söz etmez.Tobolsk’ta mahkûmları sınıflara ayırırlar.“Mihaylov” sürgüne, “Suşilov” ise çifter çiftermuhafızlar arasında ayrı bölüme yollanır.Bundan sonra da en ufak itiraza yer yoktur; hemde nasıl ispat edilebilir ki? Böyle bir dava kimbilir kaç yıl sürer? Sonunda ne çıkar peki? Yatanıklar nerede? Olsa bile inkâr edeceklerdir. İşteböylece Suşilov bir gümüş rubleyle kırmızımintan karşılığında “ayrı bölüm”e gider.Mahpuslar Suşilov’la alay ederlerdi, ama (boşbulunup hafif bir cezayı ağırıyla değiştirmeksuretiyle avlanan enayileri pek aşağılıkgördükleri halde) bu yüzden değil de tüm buzahmete yalnızca bir kırmızı mintanla bir gümüşruble yüzünden katlandığı için. Çünkü kendikimliğini başkasının almasına razı olanlar, bunudaima büyük bir para karşılığında yaparlardı.Hatta birkaç onluk alanlar da olurdu. Her şeyerağmen Suşilov o kadar sessiz, o kadar silik veherkesçe öyle önemsiz sayılan bir adamdı ki,mahpuslar onunla alay etmekten pek zevkalmazlardı.
Suşilov’la birkaç yıl gibi oldukça uzun birzamanı birlikte geçirdik. Bana gitgide daha fazlabağlanmıştı; bunun farkında olmamam mümkündeğildi, zira ben de ona çok alışmıştım. Ama birgün –bu yüzden kendimi aslabağışlamayacağım– ondan istediğim bir hizmeti,üstelik karşılığında para almış olmasına rağmenyapmadığı için Suşilov’u azarladım; kızarak acısözler söylemek kalpsizliğinde bulundum:“Parayı almaya gelince varsın, işe gelince yok.”dedim. Suşilov hiç karşılık vermeden işimiyapmaya koştu, ama o günden sonra birdenbirepek hüzünlü oluvermişti. İki gün böyle geçti.Ona söylediğim sözler yüzünden üzülebileceğihiç aklıma gelmiyordu. Bunu, Anton Vasilyevadında bir mahpusun küçük bir borç yüzündenonu sıkıştırmasına veriyordum. “Herhalde parasıyok, benden istemeye de cesaret edemiyor.”diye düşünüyordum. Üçüncü gün ona,“Suşilov,” dedim, “galiba Anton Vasilyev içinbenden para isteyecektin. Al işte.” Ranzadaoturuyordum, o da yanımda, ayaktaydı. Paravermeme, zor durumda olduğunu anlamama
şaşırmıştı sanırım; ayrıca kendi düşüncesinegöre, son zamanda benden fazlasıyla paraaldığından daha vereceğimi hiç ummuyordu.İlkin uzattığım paraya, sonra bana baktı,birdenbire başını çevirdi, dışarı çıktı. Bu durumbeni şaşkınlığa düşürdü. Peşinden gittim, onukoğuşların arkasında buldum. Hapishaneninduvarı yanında, yüzü duvara dönük duruyordu;duvara elini dayamış, yüzünü de tahtalarayapıştırmıştı. “Nen var Suşilov?” diye sordum.Yüzüme bakmadı, o anda neredeyseağlayacağını sezip müthiş şaşırdım. Başka yanabakmaya çalışarak kısık sesle, “AleksandrPetroviç siz… ben size… para içinsanıyorsunuz… ama ben… ben… eeh!” diyekekeledi. Hızla duvara döndü, ama alnı tahtayaçarptı… ve hıçkırarak ağlamaya başladı!..Sürgünde, ilk kez ağlayan bir adamgörüyordum. Suşilov’u güçlükle avutabildim; ogünden sonra daha büyük bir çabayla banahizmet etmeye, “beni gözetmeye” başladı, amagüçlükle sezilebilecek bazı hallerinden,söylediğim o acı sözleri hiçbir zaman
bağışlamadığını anlamıştım. Bununla birlikte,başkaları onunla alay ederler, onu her fırsattahırpalarlar, sırası gelince de iyice paylarlardı;Suşilov’sa onlara karşı hep iyi davranır, hiçbirzaman gücenmezdi. Ya, bir adamı uzun yıllarbirlikte bulunduktan sonra bile anlamak çokgüçtür!İşte bunun içindir ki, ilk zamanlar etrafımı,sonraları olduğu gibi gerçek haliylegörememiştim. Yine bunun içindir ki, her şeyidoyulmaz bir dikkat ve merakla incelediğimhalde, burnumun ucunu görememiştim. Doğalolarak, ilk zamanlar meşgul olduğum, benietkileyen olaylar ancak belli başlı olanlardı;onlar da belki o sıradaki görüşlerim doğruolmadığından içimde umutsuzluk, kederuyandırıyorlardı. Buna benden biraz öncehapishaneye gelen mahpus A. ile karşılaşmamıörnek olarak göstereceğim. A. ile dahahapishaneye varmadan önce de karşılaşacağımıbiliyordum. Bu adam sürgünde geçirdiğim ilk veen çetin günlerimi bir kat daha güçleştirmiş,ıstıraplarımı büyük ölçüde artırmıştı. Ondan söz
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 677
Pages: